HER GÜNÜ FELÂH BİLİRDİ BABAM

/Sen artık suskunlar vadisinde yatıyorsun. Ama eminim ki beni duyuyorsun. Konuşmasan da sağır ve dilsiz hatipsin. Vasiyetini tuttum, cenaze törenine yetiştim. Sekili odadaki sekinin üstünde boylu boyunca yatıyordun. Yüzündeki örtüyü açtım, alnından öptüm. Hatırlar mısın hani ben senin Yusuf’undum, sen ise benim Yakub’um…/

I/ Bir Gün Babanızın Resmi de Ölür

Çoğumuz, babamız henüz hayattayken onun yüzüne bir kere bile dikkatle bakmayız. Baba, “baba” demeye başladığımız günden itibaren sürekli karşımızda duran bir alışkanlıktır. Yıllarca babamızdan değil, bir alışkanlıktan bahsederiz: Annemize, “Babam bugün niçin gecikti?” diye sorarız; kardeşimize, “Babam yine su istiyor.” der ve dertleniriz; bazen de, “Babama hangi yalanı uydursam?” diye planlar kurarız kafamızda. Baba, her seferinde, bize biraz uzak, biraz yabancı birisidir. Her gün elbiselerini giydirip sokaklara saldığımız o “biraz” yabancının, zamanın karşısında nasıl da eriyip gittiğini fark etmeyiz bile. Oysa ilkin ve hep onun elbiseleri yaşlanır, ilkin ve hep onun saçları ağarır, ilkin ve hep o öksürür. Bir alışkanlığın perde gerisinden baktığımız o yüzde zaman, çizgilerden, girintilerden ve çıkıntılardan yeni bir yüz yapar; bunu da fark etmeyiz. İçimizden az buçuk dikkat kesilenler bilirler ki, baba, gözaltlarındaki torbalarda yorgunluk biriktiren kederli göçmenidir evimizin. Bir an gelir, gözaltlarındaki torbaların bağcığını gözlerinin feriyle bağlayamaz olur artık. O iki bağcık da, hiç ummadığımız bir vakitte, hiç ummadığımız bir yerde çözülüverir. Çözülüverir ve babamız, bizden sakladığı bütün yorgunlukları orta yerde bırakıp, kederli yüzünü terk eder. Biliyor musunuz? Babamız bir gün gerçekten ölür!

Babamız bir gün gerçekten ölür, ama biz, onun ölümünü bile birden değil parça parça kavrarız. Eve geç kaldığımızda duyduğumuz tedirginlik, yerini garip bir boşluğa bırakır mesela; annemiz, “Babanız duymasın.” demez olur. Ütü masasında eksik bir giysi vardır artık. Sabahları ceketini tuttuğumuz telaş, akşamları kapısını açtığımız yorgunluk bizi terk etmiştir. Yaşarken bir alışkanlığa kurban giden babamızı, öldüğü günden sonra tekrar toplamaya, bir araya getirmeye başlarız. Onun, yırtık bir resim gibi günlerimizin şurasına burasına dağılmış ne çok yüzü varmış meğerse. Haber izleyen, kızan, surat asan bıyık altından gülen baba yüzlerinin hepsi de neredeyse bir tek kavşakta birleşmektedir ama evde. Bizim babamız bir ev adamıdır. Aslında onlarca yıl hâkimi değil, mahkûmu olmuştur yaşadığı evin. Son bir gayretle yaşadığı konağı ve toprakları terk etmeye çalışan Tolstoy’un deliliğine soyunamayacak kadar karısı ve çocukları tarafından teslim alınmış, inceden inceye tutkusuzlaştırılarak vasat bir adama dönüştürülmüş ve hayatının yeknesaklığı içinde bir gün, kefen parasını biriktirmiş olmanın huzuruyla evine veda etmiştir. Artık içimizden hiç kimsenin, bize veda eden babanın yerine baba olamayacağını, vaktin çıkıp çıkmadığını onun sesiyle soramayacağını anladığımızda, çaresizce bir şey yaparız: Kendimizi babamızın hiç ölmediğine, şeceremizin hiç dağılmayacağına inandırmak için, onun en sevdiğimiz fotoğrafını büyüterek, annemizin ya da en büyük kardeşimizin odasındaki duvarın yerine konduruveririz. Konduruveririz ve o resme bakarken ilk kez babamızın yüzüyle yüzleşiriz. Böylelikle ilk kez, babamızın gözlerinde bir göç öncesinin alınganlığını görürüz; saçlarının fazlasıyla beyazlaşmış olduğunu görürüz. Görürüz ki, onun alnı yaşadığımız coğrafyanın kaderiyle aynıdır. Sanki hiç mola verilmemiş bir savaşın cephe yerine benzeyen bu alın aslında bizzat hayatın alnıdır. Onu yeniden aramıza çağırmakla, yüzünü her gün görebileceğimiz bir yerde ağırlamakla, bir süreliğine de olsa, ölü babamızla ilk kez içtenlikle baba-evlat haline geliriz. Konuk ettiğimiz insanlara anlatırız onu, kim olduğunu soran çocuklara; öyle ki, onun kim olduğunu sormayanlara içlendiğimiz bile olur. Duvarda, bazı yanlarını yeni yeni hatırladığımız, çerçeve içinde bir babamız vardır artık.    

Ama gün gelir, mevsimler duvardaki fotoğrafı da soldurmaya başlar. Babamızın gözaltlarını tutan o incelmiş bağcıklar, bir kere daha unutkanlığımız tarafından kopmaya terk edilir. Aramıza heyecanla çağırdığımız sevgili ölümüzün yüzü, mahkûm olduğu çerçevenin içinde tekrar bir gölgeye, bir alışkanlığa dönüşür. Bir evden bir eve taşınırken, eşyalarımızın arasında can çekişir durur; yeni evimize uygun olup olmadığını düşündürecek kadar uzaklaşır aramızdan. Nihayet, yeni evlerimiz, bu yakışıksız yabancının resmini duvarları için uygunsuz bulmaya başlar. Yeni evlerimizin duvarları, su kenarlarını, tarlaları, yorgun işçi tulumlarını, bir memurun çantasını, bir askerin kaputunu, bir kasketin alınlığını ve bütün o eski alışkanlıkları kabul etmez olur artık. Bir gün, biz yine fark etmeden, duvardaki yerinden de devrilir babamız; ikinci kez ölür!..  (AYÇİL/Kovulmuşların Evi)

II/ Göğüne Kuşlar Kalkardı

En uzun yoldu babamın içi
Irmak dolanırdı çöllerine

Ellerinde denizin dipleri
Bir hüzün avcısıydı yollarda

Issız sesine harfler basar
Mavi bir zamana gülümserdi

Erdemli göğüne kuşlar kalkar
İçtenliğini sözden kazırdı

Bir dağ serinliği bırakırdı
Yunus kokardı geçtiği yerler

Bahçeler sarkardı dillerinden
Aynası temiz bir suydu yüzü

Bir bilge usta duyarlılığında
Her günü felâh bilirdi babam

III/ Babama Mektup

“Bilmezdim kelimelerin bu kadar kifayetsiz olduğunu” demişti ya şair. İşte aynen öyle benimkisi de... İlk defa yazarken bu kadar titriyor ellerim… İlk defa gözyaşlarım mürekkep oluyor kalemime… İlk defa hançeremi iki parçaya biçiyor sözcükler, mısralar… İlk defa adının yerine hangi kelimeyi yerleştirsem yüreğim isyan ediyor... İlk defa öncelik vermiyor sözcükler bu denli birbirine...

Evet, benim melek Babam! Evet, benim dünyalar iyisi Babam! Evet, benim Mekârim-i Ahlâk sahibi Babam..!

Bir kuş gibi uçup gittin ellerimizden... Ebediyete rihlet ettin çarçabuk. Aceleni de biliyordum; yetişmek için bir an önce O En Sevgili’ye... Gözyaşı döktüğünü de biliyorum şehadet ederek...

Lakin, ben ne yapacağım Baba..! Lakin, ben nasıl alışacağım sensizliğe.. Lakin, bu kadar mı muhtaç olurmuş elli dört yaşında biri Babasına.

Hani, ben bu yaşta bu kadar muhtaçken sana, senin daha iki yaşındayken babasız kalışın gitmiyor düşlerimden. Yüreğim eziliyor, içim paramparça oluyor. Teselli buluyorum O  Rahman’ın gökleri yırtan vahiy sesi ile;

“Elem yecidke yetîmen feâvâ  - O seni yetim bulup barındırmadı mı?”

Evet, şehadet ederim ki; O, seni bulup barındırdı. Güzel ahlak sahibi yaptı. Fazilet ve erdem sahibi yaptı...

Hani, seni yolculadığımız günün gecesi var ya; işte o gece sabaha kadar uyumadım Baba!.. Hayatım bir düş gibi geçti gözlerimin önünden… Hani, daha çocukken, beni omzuna almanı, hani, beni taklit edip kızdırmanı, hani, sevinmem için elinden geleni yapmanı düşündüm…

İlkokula “heveslidir” diye, beni erken yazdırmanı, okul dönüşlerinde “üşür” diye kucaklayıp götürmeni… Her okul açılışında Sümerbank’tan ayağıma, bir numara büyük yarım botlardan almanı… Bir maaşla hem evi geçindirip, hem de üç çocuk okutmanı…

“Yeter ki okuyun; üzerimdeki gömleği satar sizi okuturum.” demeni düşündüm... Hani, karneleri alırken son hızla sana koşmayı... Senin de işyerinin kapısından bizim sana koşmamızı dört gözle beklemeni düşündüm... Karne hediyemiz olan bir adet ‘beş’lik veya ‘on’luğu çoktan hazırlamış olmanı... Karneye iliştirdiğimiz teşekkür veya takdir belgesiyle nasıl da gururlandığını düşündüm... Hani evde akşamları otururken herkesin konuşup gülmesini isterdin. Birimizin suratı asılsa için acırdı biliyorum. Zorla gülüp eğlendirirdin düzeltmek için bozulan morallerimizi... Hani o çocukluğumuzdan beri gece kalkıp üzerimizi örterdin. Bir de bir buse kondururdun yanaklarımıza. Bu yaz gelişimde de gece yine kaç kez örtmüştün üzerimi... Yine eskisi gibi eğilip öpücük kondurmuştun yanağıma. Nasıl hoşuma gitmişti bir bilsen Baba? Kocaman kocaman evlatlarını nasıl da çocuk gibi sevip koklardın? Nasıl severdin? Nasıl özlerdin onları öyle? Hani seni yolculadığımız günün gecesi var ya, işte o gece sabah kadar üşüdüm Baba...

Hep seni bekledim örtersin üzerimi diye… Belki şefkatle bir de öpücük kondurursun diye... Kıvrandım durdum sabaha kadar... Gelmedin Baba..!

“Kışlalar doldu bugün
Doldu boşaldı bugün
Gel gardaş barışalım
Ayrılık oldu bugün…”

Hatırladın mı Baba? Bu türkü, evimizden bir türkü olmuştu..

Ne çok severdin dinlerken… Efkârlanırdın, gözlerin dolardı. Askerlik ocağını düşünürdün, kışlaların dolup boşalmasını. “Kışlalar doldu” mu bilmem ama “ayrılık oldu bugün” Baba..!

Evet Baba; sevdanın şafağı sökmüştü ve diyardan diyara salmıştık seni..

Ne güzel anlaşırdın çocuklarınla... Babalık yerine yarenlik ederdin… Onlarla dosttun, arkadaştın, sevgiliydin...

Ne güzel bir babaydın sen öyle...

Ne güzel bir arkadaş… Ne sıcak bir dosttun öyle...

Biz çocuklarını hiç incitmedin... Giderken de incitmedin...

O meret hastalığın acısına dayanamazken nice insan, sen hep “hamdolsun” dedin... Hiç şikâyet etmedin… Hani, ecel kapıya dayanmışken artık, suskunluk hakimken ortama bir gece vakti, ayağının yanlışlıkla değip devirdiğin sandalye için başını kaldırıp “Kusura bakmayın.” demeni hiç unutmuyorum Baba!

Neden bu kadar iyiydin?... Neden bu kadar ahlak sahibiydin?.. Neden bu kadar naziktin? Nasıl unutacağım Babalığını ben şimdi?  Nasıl sönecek yürek acım?.. “Toprağın yüzü soğuktur.” derler… “Unutursunuz.” derler… Doğrudur.. Allah verir sabrını.. Amenna… Ama, nedense her geçen gün özlemim katlanıyor Baba… Geleceksin bir yerlerden diye gözlerim arıyor… Her köşeden “oğlum” diye bir ses işitir oldu kulaklarım...

Nasıl becerdin çocuklarında “Baba” kelimesinin karşılığının bu kadar dolu dolu olmasını..

Nasıl ettin? Nasıl yaptın? Söyler misin Baba?

Bu bayram da ellerini öpemeyeceğim baba... Bu bayram da namazdan sonra ellerim gitmeyecek telefona... Çok aradım ellerini öpmek için… Çok aradım sana sarılmak için...

Geçen gün vedaya geldim başucuna... Toprağını kucakladım… Sımsıcaktı... Mis gibi kokuyordu... “Allah’a ısmarladık baba!” dedim. İlk defa bana cevap vermedin. İlk defa konuşmadın benimle... Ama biliyorum yapabilseydin kalkıp sarmak isterdin beni Baba... Kalkıp öpüp okşamak isterdin beni..

N’olur arada gir rüyâlarıma… Tekrar uzat ellerini, öpeyim hasretle e mi?

“Ba’s-ü Ba’d-el Mevt!” Dirileceğimiz o günde yine bana Baba ol, e mi? Ben dua ediyorum, tekrar senin çocuğun olarak buluşmayı... Sen de ellerimi hiç bırakma e mi?

Hangi ahlakla yaşadıysan öyle de öldün...Mekânın cennet olsun Baba.. Makamın Firdevs..

Seni çok seviyorum...

Seni çok seviyorum Baba…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort