/İnsanoğlu kendi içinde küçük bir âlem olduğu için, dünyasında farkında olması ve gözetmesi gereken birçok varlık ve hadiseler vardır. İnsanın duyguları, düşünceleri, hayalleri ya şuursuz ve otomatik (arka beyin) tarzda yönetilir ya da ön beyinle temsil edilen şuurlu farkındalık (farkı fark etme) biçiminde kontrol edilir. İnsanın tabiî eğilimi, azamî tasarruf prensibi gereğince, mümkün olduğu ölçüde aşina olduğu şeylerle hayatını geçirmektir.
Bu münasebetle zihnî aktivite olarak, insanın bildiği şeylerle hayatını devam ettirmesi ile yeni şeyler öğrenerek hayatını sürdürmesi arasında mâliyet farkı vardır. Yeni şeyler öğrenmekle kazanılacak nimetler ve rahatlamanın faturası yüksek olduğundan, insan daha ucuz olan ve arka beynin kontrolünde bildiği şeylerin çerçevesinde hayatını sürdürmek ister. İnsanın tabiî eğilimlerinin tuzağına düşmeden, ön beynin kontrolünde yeni şeyler öğrenme rampasında kalabilmesinin yolu; vücudundaki ve dış dünyadaki olup biten şeylere karşı şuurlu farkındalık geliştirmesidir…/
İlk gençlik yıllarının coşkulu “mucitlik” döneminden benim payıma da “devr-i dâim” makineleri düşmüştü. Aylarca, enerjisiz, itmesiz, bedavaya çalışabilecek bir küçük motor icat etmeye uğraştıktan sonra küçük bir problemi, bir ayrıntıyı hesaba katmadığım için maceram erkenden bitiverdi. Fizik öğretmenimin Newton’un üç temel hareket kanunundan sonra, belki hayıflanarak, belki “İşte her şeyi berbat eden şey.” dercesine dilinin ucuyla söylediği söz, sürtünme kuvveti, böylesi bir motorun icadına izin vermiyordu. Oysa ben onu aşabileceğime ne kadar da ümitlenmiştim. Ne de olsa, altı kalın çizgilerle çizili onca genel-geçer kanunlar, kuvvetler arasında bir gedik, bir kalıntı; büyük fizik dünyasının önemsiz, unutulmuş kıyılarından, köşelerinden biriydi sürtünme olgusu.
Oysa bu küçük ayrıntı şöyle bir tırpanlanabilseydi, dünya ne kadar da güzel olurdu. Sürtünme kuvvetine karşı koymak zorunda olmadıkları için yoluna yakıtsız devam eden araçlar, bileşenleri birbirine sürtünmediği için hiç kayıpsız, yüzde yüz randımanla çalışan ve hiç aşınmayan, eskimeyen motorlar. Eskimeyen elbiseler, köseleleri delinmeyen ayakkabılar...
Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, yüzde yüz verimle, yakıtsız son hızla yoluna devam eden onca aracı durdurmak geldi aklıma... Hayret, hiçbirinin freni tutmuyordu! Sürtünmesiz dünyada ne balatalar tekerleklere hükmedebiliyor, ne tekerlekler yol zeminine tutunabiliyordu. Bir ara, iyi ki onca aracı hareket ettirmemişim diye düşündüm, yoksa sürtünme olmayınca, eylemsizlik ilkesine göre, tekerlekler ilk harekette patinaj yapıyor olacaktı.
Sonra tüm bu araçların ayakta duruşuna şaşırma sırası geldi: Sürtünme olmayınca somunu, cıvatayı, vidayı nasıl tutturabilir, parçaları nasıl birbirine yapıştırabilirdim? Derken, sürtünmesiz dünyamdaki cıvataların, somunların birden gevşediklerini, çivilerin yerlerinden çıktığını, tuğlaların, briketlerin, taşların, kiremitlerin kaymaya başladığını, tüm dikişlerin, ilmeklerin, örgülerin, sargıların birden çözüldüğünü gördüm. Sürtünmesiz dünyam tuz gibi dağılıverdi. Oysa o küçük ayrıntı, yani sürtünme olgusu, bu gerçek dünyanın merkezindeydi ve sürtünme olgusunun ortasında oturuyorduk.
Sonucun sebep için, sebebin sonuç için olmazsa olmaz olduğu, burnunun dikine giden, katı, yüz vermez, asık suratlı, şakadan anlamaz, Newton’un bir dediğini iki etmez deterministik dünyamın yasak kıyılarından, köşelerinden birini kendi payıma, bu fantezi ile keşfettiğimi söyleyebilirim. Şükür ki, içinde bulundukları dünyadan hoşnutsuzluklarını açıkça ifade edebilen, nedenselliğin, belirliliğin kantarına yaslanıp uyumayan birkaç gözü pek insan düşünüyor ve bugünlerde artık, relativiteden, kuantum dalgalarından, ışığın dalga-parçacık ikiliğinden, belirsizlikten, fraktal geometriden, kaostan ve daha nice ele avuca sığmaz, elle dokunup gözle görülmez şeylerden söz edebiliyoruz da düne kadar asıl dünyamızın kalıntıları, atıkları, parazitleri, küçük ayrıntıları sanılan şeyler arasına dalıyor; kıyılarda, kenarlarda kalmış olaylar arasında asıl “yaşanası” bir güzel dünyayı keşfetmeye başlıyoruz.
Ta başında bölünemez (atom), parçalanamaz, katı solid birimlerle başlayan dünyamız, önce maddenin korunumu kanunu, ardından maddenin korunmayışının anlaşılması; ardından enerjinin de korunmayışının anlaşılması derken bir buz katılığından adım adım çözülüp, sıvılaşmaya, akışkanlaşmaya başladı. Ardından, sıvının bulunduğu kabın şeklini alışı gibi, nihayet kâinatın da onu çözümlemeye çalışan insan aklının şeklini aldığı anlaşıldı. Yani, “kanunları dünyanın nasıl olduğunu değil, bizim onu nasıl gördüğümüzü belirttiği” söylenir oldu. Oysa insanı mutlak bir gözlemci sayan klasik bilime göre, insanın duygularının, zaaflarının karıştığı gözlemler asıl gözlemlenen dünya yanında küçük birer ayrıntıydılar.
Ne ki Einstein, en az klasik biliminki kadar yaşanası relativite dünyasını bu küçük ayrıntı üzerinde yani insanın duygularının, algılarının kısıtlılığı üzerinde kurdu. Çok yakın geçmişte ise, varlık verdiğimiz şeylerin, örneğin temel parçacıkların, hatta biyolojik organizmaların yalnızca bizim “zihinsel tasarımlarımız” olduğu söylendi, hiçbir şeyin sabit bir temelinin olmadığı, her şeyin yalnızca ilişkilerden ibaret olduğu dillerde dolaşır oldu. Anlaşılan dünya akışkanlıktan da vazgeçip, buharlaşmaya doğru gidiyor!
Ne oldukları, nasıl oldukları bir yana, tüm bu aşamalarda, dünyamız her defasında, bir önceki anlayışın, modelin küçük pürüzler, ayrıntılar olarak gördüğü, unutulması, rötuşlanması gerekli istisnalar, parazitler olarak gördüğü kıyılara taştı, taşındı. Örneğin, uygun bir kaldıraç verilirse, dünyayı bile yerinden oynatmayı iddia edecek kadar burnu havada Newton fiziğinin başını ağrıtan bazı belirsizlikler, hesaba gelmez olgular, bugün artık Heisenberg sayesinde dünyanın merkezine taşındı. Öyle ki bu çağın fizikçisi acziyet içinde herkesi duaya davet ediyor: “Kuantum dünyasında her şey o kadar belirsiz ki onları lehimize çevirmesi için Allah’a her an dua etmeliyiz.”
Örneğin determinizmin asla tahammül edemeyeceği, kontrol edilemez, hesaba gelmez küçük ayrıntılar bir yaprağın düşmesi, bir kelebeğin kanat çırpması şimdilerde kaosçuların dünyasının merkezini oluşturuyor. Arjantin’de bir kelebeğin kanat çırpması, pekâlâ, Türkiye’deki hava durumunu etkileyebilirmiş. Yakın zamana kadar ölçümlerde, hesaplamalarda ihmal edilen, “sıfırlanan”, “yuvarlanan” küsuratlar üzerinde fraktal geometriciler yeni bir dünya kuruyor. Dinamikçilerin hesaplarını bozan, düzensizliğin, başına buyrukluğun egemen olduğu, girdaplar, çalkantılar, sapmalar, salınmalar, ani sıçramalar artık kaos biliminin temel olguları oldu.
Kısaca, canlılığın, dünyanın, düzenlilikler içinde, sabiteler, kalıcılıklar, kararlılıklar, süreklilikler içinde her an elimizin altında duran, kopartılmaya hazır bir meyve değil, kaoslar, kararsızlıklar, geçicilikler, girdaplar, çalkantılar arasında bir yerde saklı, tahterevallinin gidip-gelişi gibi sürekli hiçliğe ve varlığa uğrayıp duran, ele avuca gelmez, parmaklar arasında yitip gidebilen bir şey olduğunu anlamaya başlıyoruz. Bizim kararlılık, kalıcılık, düzenlilik diye bildiğimiz, gördüğümüz şeylerse, iyimser bir tahminle, belki asıl hayatın, asıl dünyanın bir küçük kıyısını, köşesini oluşturuyorlar veya belki de geçici birer yanılsamadan ibaretler, yakında silip süpüreceğimiz küçük ayrıntılardır.
Endişelenmeyin, ben de “Bunu söylemesi kolay!” diyenlerdenim. Yarın elbette, musluğu açtığımızda suyun akmasını, düğmeye bastığımızda ışığın yanmasını, kalemimizin hangi renkse onu yazmasını beklemeye devam edeceğiz. Günlük hayatımızda hiçbirimizin kaosa, belirsizliğe, çalkantılara ayıracak zamanı ve sabrı yok. Ama şunu söylesem ne zararı olur ki:
Hepimiz dünyanın kıyısında yaşıyoruz...
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR



