JoomlaLock.com All4Share.net

GİZLİ ŞİRKE AÇILAN KAPI: YALAN

Gizli Şirke Açılan Kapı: Yalan - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 121 - Ocak 2018

 

Gizli Şirke Açılan Kapı: Yalan

 

İnsanın kendini kandırması, oyalaması, kendini aldatması kadar çirkin bir şey düşünülemez. İnsan hayatındaki dengesizlik ilk buradan başlıyor. Cehalet ve gaflet insanı bu duruma getiriyor. İnsan kendini unutuyor adeta. Ondan sonra bakıyorsunuz yaptığı her şeye kılıf bulmaya başlıyor. Mesela toplumumuzda şöyle bir anlayış var: “Bilmeden yanlış yapmak, bilmeden günah işlemek…” Bunu kabullenmek Fakir’e biraz zor geliyor. “Bilmeden günah…”

İlginç gelen şu: Niye bilmeden sevap işlemiyoruz da hep bilmeden günah işliyoruz? Madem bilmiyoruz bir de sevap işleyelim, iyi bir şey yapalım. Yok… Ne hikmetse bilmeden yaptığımız iyi bir şey olmuyor, hep kötü oluyor.

Bu sefer o günahın adı bilmeden günah oluyor. Sanki bilmeden işleyince günah olmuyor. Sanki yanlış, bilmeden yapınca yanlış olmuyor.

İnsanlarda vicdan denilen bir mihenk taşı var. İnsan hadiselere vicdanıyla yöneldiğinde vicdanı ona “Bu yanlıştır!” diye sinyal verir. Çünkü günümüzde bilgi çok açık, berraktır, bilgiye ulaşmak çok kolaydır. Geçmiş gibi değil. İnsanın da bilmediği bir şey yok.

Şimdi misal bir insan -afedersiniz- yalan söyleyecek olsa bunun yalan olduğunu bilmiyor mu? Ben bunu doğru söyledim diye söyleyebilir mi? Olur mu öyle bir şey, yalan söylediğini biliyor. Peki, bu yalanı söylerken yalanın da günah olduğunu bilmiyor mu? Onu da biliyor. Ama yine bunu söylüyor. Bunun adı “bilmeden oldu” oluyor.

Adam gıybet ediyor. Gıybetin iyi bir şey olmadığını bilmiyorum, dese inandırıcı değil. Gıybetin iyi olmadığını biliyor. Çünkü icabında konuştuklarını arkadaşının yüzüne söyleyemeyeceğini biliyor, arkasından söylemeyi tercih ediyor. O varken onu söyleyemiyor, o yokken söylüyor. “Bunun kötü olduğunu ben bilmiyordum.” dese bu inandırıcı olmaz. Niye onun yanında söylemedin o zaman? Eğer kötü olduğunu bilmiyorsan onun yanında da söyle. Onun yanında söylenmeyeceğini biliyordun. Çünkü o incinecek veya sana müdahale edecek…

Peki, diyebilir misin ki -haşa- gıybet günah değil. Onu da diyemezsin.

Yapılan şeyler bilinçli yapılıyor ve insan kendini bununla kandırıyor.

Günümüzde yaygın bir durum var: Adam ağzına gelen her şeyi söylüyor, rahatlıyor; sonra dönüp diyor ki ben yanlış anlaşıldım, beni yanlış anladınız. Bilmeyerek günah işlemek de bunun gibi. Nefsinin her arzuladığını yapıyor, canının her istediğini yapıyor, bu Allah’ın emrine uygun mu değil mi bakmıyor; ondan sonra “Ben bilmeden yaptım!” diyor. Mübarek bir sefer de bilmeden doğru bir şey yap. Çünkü bilmeden yanlış yapma şansın ne kadarsa doğru yapma şansın da o kadar, eşit şansa sahipsin. Ama doğru bir şey yapmıyorsun.

Bu, insanın kendini kandırması kendini aldatması oluyor. O yüzden de aleni işlenen günahların tevbesinin aleni olması lazım. Aleni işlenilen bir günahın gizli tevbesi makbul değildir. Çünkü ben senin tevbekâr olduğunu bilmeyebilirim. Günahını gördüğüm için tevbeni görmezsem seni hep o günahı işliyor zannederim. Tevbeni de göreceğim.

Bakın Arafat’ta Cenabı Hak bütün günahları mağfiret ediyor. Ama kullar arasındaki olan hukuka karışmıyor, kul hakkını bağışlamıyor. Rasulullah aleyhissalatu vesselam, Arafat’ta kul hakları kaldırılmadığı için Müzdelife’de tekrar vakfeye durdu. Kul hakları için Allah’a yalvardı.

Düşünün ki Efendimiz buyuruyor ki: “İnsan Arafat’ta ‘ben affolunmadım’ diye düşünse günahkâr olur.” Bu kadar temizlenirken -la teşbih- bazı lekelerin kumaştan çıkmaması gibi kul hakkı çıkmıyor.

Sen tevbe ile o hakkın, Allah ile senin aranda olan mevzuatını halledebilirsin. Ama hakkı olan kul ile hesaplaşmadığın sürece o günahın affolmaz. Onunla muamelen duruyor. O muameleyi halledemezsen de o ahirette imanından alır, amelinden alır. Seni bağışlamazsa, helal etmezse imanından, amelinden alır. Arafat’a da gitsen, hacca da gitsen o günahın bağışlanmıyor. O kişiyle helalleşeceksin, yüzleşeceksin; o kişiye verdiğin bir zarar varsa -bu illa maddi değil- bunu nasıl telafi edeceğini düşüneceksin.

Misal bir mecliste bir müslüman hakkında konuştun, o müslüman kötü tanındı, onun çevresindeki arkadaşlar ona yüz çevirdi, ondan soğudu, onunla daha dostluk yapmadı. Onun izzetine, haysiyetine, onuruna, kişiliğine zarar verdin… Hâlbuki belki de söylediğin şey iftira idi, hiç onda öyle bir şey yoktu. Zaten böyle olsa bu iftira oluyor. Gıybet onda var olan bir şeyi söyleyip de onun izzetine, şerefine, onuruna zarar vermen… Bu da kul hakkı, bu ciddi bir zarar.

Şimdi sen gidip gizli tevbe ediyorsun, Allah’a pişmanlık duyuyorsun ama o kişi çevresiyle kopmuş, çevresi o kişiye karşı güvenini yitirmiş; güvenmiyorlar, itimat etmiyorlar, farklı gözle bakıyorlar… Bunu nasıl düzelteceksin? Şimdi gel de ki “Ben bunu bilmeden yaptım.”

Allah Rasulü buna ölçü koymuş: “Nefsine istemediğini mümine isteme!” buyurmuş. Bunu sen kabul edebilir misin? Sana biri böyle bir şey yapsa ve dese ki ben bilmeden yaptım, eyvallah diyebilir misin? Yaparken bunu nefsinle mukayese et, bak ki ben bundan razı olur muyum? Ben böyle bir şeyi kendim adına kabul edebilir miyim? Öyleyse bunu mümin için de yapmamalıyım.

Allah Rasulü aleyhissalatu vesselam, sorulan bir soru üzerine “Benim ümmetim nefsine uyar hırsızlık yapabilir, zina yapabilir ama yalan söylemez!” buyuruyor. Allah esirgesin… Müslüman yalan söylemez… Zina yapabilir, hırsızlık yapabilir. Bunlar büyük günahlar, yalan bunların yanında çok basit kalıyor. Ama “Yalan söylemez!” buyuruyor Efendimiz. Allah bizi muhafaza buyursun.

İnsanların sosyal hayatları iç içe, birbirimize ihtiyacımız var, birbirimize muhtacız ama bakıyoruz ki bir o kadar da birbirimize zarar veriyoruz, eziyet ediyoruz. Rasulullah aleyhissalatu vesselam, yoldaki insanlara eziyet verecek olan bir taşın, bir çalının çırpının yoldan atılmasını, yolun kenarına alınmasını iman şubelerinden bir şube olarak zikrediyor. Allah için bir hasene, bir sadaka olarak bunu zikrediyor.

Bugün toplumsal ilişkileri zedeleyen yalan ve gıybet… İmanın sıhhati artık sanki bunlara bağlı… Büyüklerin bir ifadesi var: “Öl, bana söz verme. Verdinse öl ama sözünde dur!” derler. Onu değiştirme gerekirse öl, ahdine, sözüne sadık ol, doğruyu söyle.

Bir insan yalan söyleyerek farkında olmadan gizli şirke bile düşebilir Allah esirgesin. Çünkü bir insan her şeyin doğrusunu Allah’ın bildiğine gerçekten inanıyorsa ve yeryüzünde olup biten her şeyi Allah’ın gördüğüne, işittiğine, haberdar olduğuna inanıyorsa, buna imanı tamsa yalan söyleyemez. Allah biliyor, Allah görüyor bunun doğrusunu ortaya çıkarır…

Demek ki bu insan Allah’tan ne kadar gafil, Allah’ı ne kadar unutmuş ki Allah’a karşı yalan söyleyebiliyor. Sonra belki o yalanı kurtarma adına başka yalanlar devreye giriyor, tespih gibi dizip gidiyor.

Amandır Müslümanlar!

Amel nev’inden, ihlas nev’inden yaptığımız çok fazla bir şey, çok fazla bir sermayemiz yok, olanı da böyle şeylerle zayi etmeyelim; yalana, gıybete, malayaniye vermeyelim. Derviş donu giymişiz bize dışarıdan bakıp edeb ediyorlar, derviş, sufi diyorlar. Yaptığımız, döndürdüğümüz bir tespih; o da yarım yamalak… Onun kârını da yele vermeyelim.

Geçmiş dönemlerde adamın biri gitmiş fırından bir ekmek almış. O zaman ekmeklerin gramajları her yerde bir kilo… Adam ekmekçiden çıkıp yağ almaya gitmiş. Yağcı yağ tartarken kilolukları bir anda bulamamış. Buna demiş ki,

- Şu elindeki ekmeği ver, onunla yağı tartayım.

Ekmeği almış terazinin bir kefesine koymuş, öbür kefeye de yağı koymuş, denkleştirmiş buna vermiş.

Adam yağı da almış. Şekerciye gitmiş, oradan da bir kilo şeker alacak. Şekercinin de şekeri tartması gerekiyor, satın alan adam demiş ki,

- Şu yağ bir kilo, yağı koy yağ ile tart. O esnaf basiret ehli birisiymiş, bakmış demiş ki,

- Bu yağ bir kilo değil, bir kilodan az. Ben senelerdir ticaretle uğraşıyorum, göz aşinalığı var; bu yağ bir kilo değil.

- Olur mu, yağ bir kilo.

- Ben önce yağı tartayım o zaman.

Yağı tartmış, yedi yüz elli gram gelmiş. Müşteri,

- Yağı ekmekle tarttı. Şu ekmeği de bir tartsana...

Ekmeği tartıyor, ekmek yedi yüz elli gram. Ekmek noksan...

İş bu sefer kadıya aksediyor, mahkemeye gidiliyor. Kadı fırıncıyı, yağcıyı, şekerciyi topluyor…

Adam diyor ki

- Ben fırından bir ekmek aldım, ekmeğin bir kilo olması lazım. Onunla geldim, yağ alırken yağcı okkayı bulamadı. Ekmeği ver, dedi; ekmekle tarttı, yağı verdi bana. Kadı,

- Öyle mi? Yağcı,

- Evet öyle. Ekmekle tartıp ekmeğe göre verdim.

- Sonra öbür esnafa gittim, ondan da şeker alacaktım, adam göz kararı baktı; dedi ki ‘Bu yağ bir kilo değil.’ Yağı tarttı, yağ yedi yüz elli gram geldi. Ekmeği tarttı o da yedi yüz elli gram geldi.

İş kendisine dönünce fırıncı başladı kıvırmaya.

- Ben bilmiyorum, hamurhanede adamlarım yapıyor… 

Bakın bir kişinin itimatsızlığı, yanlışı, bir yalanı, hilesi toplumda düzeni nasıl bozuyor. Yağcı farkında olmadan rızkına haram karıştırıyor. Yedi yüz elli gram yağa bir kilo parası alıyor. Şekerci yedi yüz elli gram şekere bir kilo parası alıyor, ona haram bulaşıyor. Bu haram toplumda dengeyi bozuyor. Rızık bozuluyor, kalp, iman, ahlak bozuluyor. Bunlar hep birbirini tetikleyen şeyler. “Canım ben bir yalan söyledim, bundan ne olur?” Hayır, böyle düşünmemek lazım. Senin o yalanın bazen bir bomba gibidir. Şurada bir bomba patlatsan bu bina hep zarar görür. Senin bir yalanından bütün toplum zarar görebilir, etkilenebilir.

Öl, doğruyu söyle. Öl, o doğrunun arkasında ol. Söyledin, onun arkasında ol.

Sual: Fatih Sultan Mehmed için anlatılır da, esnafları dolaşıyor Fatih. İlk esnaftan yağ alıyor, peynir de almak isteyince adam diğer esnafa gönderiyor. Diğer esnaftan peynir alıyor, bal da almak istediğini söyleyince o da yandaki komşusuna gönderiyor… Esnafların bu dürüstlüğünü, birbirini tercih etmesini görünce Fatih’in “Böyle bir milletle ben her yere giderim, her yeri fethederim.” gibi bir ifadesi var.

Efendimiz’in de aleyhissalatu vesse-lam zaten İstanbul’un fethiyle ilgili “Ne güzel komutan, ne güzel asker!” müjdesi düşünüldüğünde o günün toplumsal yapısına Efendimiz’in bir takdiri var adeta öyle anlıyoruz.

Bugün toplumda adeta yalanın söylenmediği yer yok: Siyasette, ticarette, eğitimde her alanda yalan var. Fatih’in dediği gibi böyle bir fetih, yürek fethi, olacaksa sağlıklı bir iman ve ahlaka sahip bireylerin olması gerekiyor. Yalan konusunda gıybet, dedikodu konusunda hassas bireylerin olması gerekiyor ama bugün çok ciddi problem var.

Bir insanın ölmeyi tercih edip doğruyu söyleyebilmesi için nasıl bir formül lazım?

Cevap: Büyüklerimiz bir sufi hayatı için -özetle- buyurmuşlar ki; “Bir sufiye üç şey lazım, üç konuda sufinin hassas olması lazım: Birincisi Allahu Teala’nın takdirine teslimiyet. Her yaşadığı şeyin Hakk’ın takdiriyle olduğunu bilip bunun farkında olması, teslimiyet gösterebilmesi ve tevekkül üzere olabilmesi.

İkincisi her hâl ve kârda Rasulullah’a, aleyhissalatu vesselam, mutabaat. Sünnetin dışına çıkmamak.

Üçüncüsü de mürşidine çok ciddi bir muhabbet; o muhabbetle sadakat.” Eğer bu üç şey de muvaffak olabiliyorsa Allah’ın izniyle o kişinin hayatı temizlenir, düzene girer. İmanı, ahlakı, ameli düzene girer.

Allah’a teslimiyet, Rasul’e mutabaat, mürşide, büyüklere, Allah dostlarına muhabbet... Eğer bu noktalarda kişinin açmazı varsa problem katbekat büyüyor, ifade ettiğiniz gibi toplumun siyasetine, diyanetine, zanaatine her şeyine bulaşıyor.

Allahu Teala buyuruyor ya: “Yeryü-zünde fesat çıkarmayı istemeyin, çünkü Allah ifsat edenleri sevmez.” (Kasas, 77) Sufiler yeryüzünde tuz gibidirler, tuz kokarsa koruyabileceğimiz bir şey kalmaz. Tuzun koktuğu yerde sağlam bir şey bulunduramayız. Sufiler manasıyla, maddesiyle örnek şahsiyetlerdir. Onlar Allah’ın rahmetine yakındır, onlar muhsindirler. Onlar Firdevs ve Naim cennetlerinin varisleridirler. Onlar yeryüzünün, arzın varisleridirler. Bunlar Kur’an’ın ifadeleri, Rabbimizin müminleri tarifi… Toplumda bu bozulduktan sonra tut birini, vur öbürüne…

Yapılması gereken kısaca bunlar… Teslimiyet, mutabaat ve muhabbet. Bunların kendi içlerinde her birinin çok fazla açılımları var da ana başlık halinde bunlar…

Seyyid Taha-i Hakkâri hazretleri bir gece teheccüde kalkmış, hava almak için evin avlusuna çıkmış. Avluda dolaşırken bakmış ki birisi bir şeyler taşıyor, kapıya doğru sırtında bir şeyler götürüyor. O tarafa doğru yürümüş mübarek, bakmış bir adam ambardan un/buğday çuvallarını almış, dışarıda atı veya at arabası nesi varsa ona doğru taşıyor. Ama adam zorlanıyor, çuvallar ağır. Seyyid Taha efendimiz de hırsıza yardım etmeye başlamış... Adam bakmış, sakallı sarıklı cübbeli bir zat… Demek ki düşünmüş, Hızır desem, ben hırsızım, Hızır bana niye yardım etsin… Bu ne cilve? Demiş ki,

- Hocam niye bana yardım ediyorsun? Demiş ki,

- Burada görevliler var, seni görürler, incitirler seni. Ben de sana yardım edeyim ki götüreceğini tez götür…

Daha sonra hırsıza demiş ki:

-Yavrum, bunları götür de, niye böyle yapıyorsun, niye çalıyorsun?

- Hocam, işin doğrusu evde çoluk çocuk aç, çocuklarıma götüreceğim, demiş. Seyyid Taha efendimiz demiş ki:

- Oğlum bak sen hırsızlık yapmana rağmen yalan söylemedin, doğruyu söyledin, çocuklarına götürüyorsun. Ben de sana bir doğru söyleyeyim mi?

- Söyle.

- Bak burada bir medrese var, senin çocukların gibi çocuklar var okuyorlar, ana-ları babaları buraya emanet etmiş. Burada bir tekke var, uzaktan yakından garip, yolcu, fakir, aç, hasta gelip burada misafir oluyor, ağırlanıyor. Bu götürdüklerinde onların hakkı var. Onların hakkını götürüyorsun. Çoluk çocuğun bu kadar yükü kaldıramaz. Onlara bu kadar vebal yükleme. İhtiyacın olursa gel bu tekkenin, bu evin sahibinden iste, o sana şahsi malından versin. Kendi evine ayırdığından senin de çoluk çocuğuna versin. Ümmetin hakkına girme, doğru olan bu…

- Peki, Hocam sen kimsin?

- Ben bu evin sahibiyim. Bir daha ihtiyacın olursa gel bizden iste. Çalma, ihtiyacın kadar sana verelim.

- Hocam ben tevbe ediyorum, pişmanım bunları da götürmüyorum… Ben bu vebale giremem. Hırsızım ama çoluk çocuğun, sabi sübyanın, garib gurabanın hakkını çalamam. Ben vazgeçiyorum undan, buğdaydan...

- Gel, o zaman. Bak şu ambarı aç, oralar benim evime, şahsıma ait. Oradan yükle, ihtiyacın kadar al, götür. Bu sana helal hoş olsun…

Adam oradan almış.

Doğru sözü hırsızı kurtarmış… Allah, doğru söylüyor diye ona tevbeyi, hidayeti nasip etmiş ve Seyyid Taha’nın bendeleri arasına girmiş, samimi ihvanlarından olmuş. Elhamdulillah...

Bir de biz kendimizi Seyyid Taha’nın yerine koyalım. Acaba biz böyle bir şeye denk gelsek ne yapardık?

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort