JoomlaLock.com All4Share.net

ŞAHISLARA GÖRE HZ. PEYGAMBER’İN (sav) TAVSİYELERİNİN FARKLILIĞI

Hadislerden öğrendiğimize göre birçok kimse Hz. Peygamber’den, cenneti kazandırıp cehennemden uzaklaştıracak vb. hususlarda kendilerine doğrudan veya dolaylı tavsiyede bulunmasını istemiş, O (sav) da muhtelif öğütler vermiştir.

Mesela bir kimseye “Allah’a ibadet et, O’na hiçbir şeyi ortak koşma, namazını kıl, zekâtını ver ve akrabayı taallûkatla ilişkini kesme. (Sıla-i rahmi ihmal etme)” diye tavsiyede bulunurken; başka birine, “Nerede olursan ol Allah’tan kork; bir kötülük işlediğin zaman ardından bir iyilik yap ki, o kötülüğü yok etsin ve insanlara güzel ahlâkla muamele et.” buyurmaktadır. Diğer bir kimseye, “Allah’a inandım de ve sonra dosdoğru ol” diye öğüt verirken, diğer birine de, başka hiçbir şey söylemeksizin sadece “Kızma” buyurmuştur.


Böylelikle Hz. Peygamber, kendisinden öğüt ve tavsiye isteyen kimsenin durumunu gözetiyor ve herkese en fazla ihtiyaç duyduğu öğüdü veriyordu. Onun kendisine soru soranlara yönelik tavrı, hastalarının bünyesine ve hastalıklarının durumuna uygun ilaçları veren bir doktorun tavrı gibidir.


Hz. Peygamber’e değişik vesilelerle sorulan “Hangi amel daha faziletlidir!”, “Hangi İslâm daha değerlidir?” -İslâmî hayat tarzı anlamında- gibi sorular karşısında Resûlullah’ın (sa) vermiş olduğu cevapların farklılık arz ettiği bir gerçektir.


Abdullah b. Mes’ûd’dan (ra) rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: “Resûlullah’a hangi amellerin Allah katında daha makbul olduğunu sordum ve bana, ‘Vaktinde kılınan namaz’ diye cevap verdi. ‘Sonra hangisi?’ diye tekrar sorduğumda, ‘Ana-babaya iyilik edip rızalarını kazanmak’ buyurdu. ‘Daha sonra hangisi?’ diye sorduğumda ise, ‘Allah yolunda cihad etmektir’ buyurdu.”(Buhari, Mevakitu’s-salât,5;Cihad,1)


Has’am kabilesine mensup bir kimse şöyle demiştir: “Resûlullah (sa) bir grup ashâbıyla beraberken onlara gelip Hz. Peygamber’e hitaben, ‘Kendisinin Allah’ın elçisi olduğunu iddia eden sen misin?’ diye sordum. Rasûlullah (sav) ‘Evet’ diye cevap verdi. Bunun üzerine ben, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Allah katında en sevimli ameller hangileridir?’ dedim; ‘Allah’a iman etmek’ buyurdu. Ben, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Sonra hangisi?’ dedim, ‘Akrabayı ziyaret edip hal ve hatırlarım sormak’ diye cevap verdi. Ben tekrar, ‘Ya Resûlallah! Daha sonra nedir?’ dediğim zaman şöyle buyurdu: ‘İyiliği emredip kötülükten sakındırmak.” (Ebu Ya’la, Müsned)


Bu rivayetlerde Rasûlullah’a yöneltilen sorular aynı olmasına rağmen, bu sorulara verilen cevapların farklılık arz etmesinin bir tek izahı vardır: Soru soranların içinde bulunduğu durum ve onlarla ilgili göz önünde bulundurulması icap eden farkları gözetmek.


Bir defasında kadınlar Hz. Peygamber’e (sav) cihad hakkında sormuşlar ve O (sav) “En faziletli cihad, şartları yerine getirilerek yapılmış ve kabul olunmuş hacdır.” buyurmuştur.


Hz. Peygamber’in, çöl hayatından gelen bedevi araplarla kendi eğitim ve terbiyesinden geçmiş sahâbîlere muamelesi farklılık arz etmiştir. Bedevi Araplara diğerlerine göstermediği bir şekilde muamelede bulunmuştur. Bedevilerden müsamaha ile karşıladığı bir davranışı, kendi Hücrei Saadeti’nde yetişmiş sahabeye göstermemiştir. Mekke’nin Fethi sırasında müslüman olanlarla çeşitli kabilelerin reislerinin kalplerini İslâm’a ısındırmak için yaptıklarını, muhacir ve ensardan diğer sahâbîler için yapmamıştır.


Öte yandan Hz. Peygamber, ashabının makam-mevki ve mizaçlarını göz önünde bulundurarak onlara muamelede bulunurdu. Huzuruna Hz. Osman girdiği zaman ayaklarını toplar, elbisesini düzeltirdi. Aynı şeyi Ebû Bekir ve Ömer (ra) için yapmazdı. Çünkü Hz. Osman’daki hayâ ve edep duygusunu O (sav), şu sözlerle dile getirmiştir: “Meleklerin hayâ ettiği bir kimseden ben hayâ etmeyeyim mi?” (Müslim, Fedailu’s-Sahabe,26) Hz. Âişe bu durumu sezmiş ve Hz. Peygamber’e, “Ey Allah’ın Resûlü! Osman’dan (ra) çekindiğiniz (hayâ ettiğiniz) gibi Ebû Bekir ve Ömer’den (ra) çekinmediğinizi görüyorum; acaba neden?” diye sorduğunda şöyle buyurmuştu: “Osman hayâ sahibi bir kimsedir ve ben, eğer o bu halimle huzuruma girerse, bana ihtiyacını bildirmeyeceğinden korkuyorum.” (Müslim, Fedailu’s-Sahabe,27)


Rasûlullah, bir kavmin önde geleni ve şereflisi huzuruna girdiği zaman, ona ikramda bulunur, iltifat eder; ahmak ve kötü biri huzurda bulunduğunda da onun gönlünü fethedip şerrinden emin olmak için tatlı sözle muamele eder ve güler yüz gösterirdi. Ancak hiçbir zaman hilâfı hakikat bir şekilde insanları methetmezdi.


Yine tevhid akidesi üzere ölen biri hakkında bazı müjdelerde bulunur ancak tembelliğe ve gevşekliğe sebebiyet verir endişesiyle, bu durumun diğer insanlara bildirilmesinden hoşlanmazdı.

Hz. Peygamberin her insana gücünün yettiği oranda, ona uyan ve o kişinin durumuna uygun düşen görev ve sorumluluğu yüklediğini görmekteyiz. Mesela Medine’ye hicret ve Sevr Mağarası’nda saklanma hâdisesinde, Hz. Peygamber’in değişik kimselere, herkesin kendi durumuna uygun bir dizi önemli görev verdiğini görüyoruz. Hz. Ebû Bekir’e yolculukla ilgili hazırlık ve kendisine refakat görevini verirken, Hz. Ali’ye her türlü tehlike ihtimalini göze alarak kendi yatağında gecelemesi vazifesini vermiştir. Yine Esma Binti Ebû Bekir’e (ra) mağaraya yemek getirme ve Mekkelilerle ilgili istihbarat toplama görevini verirken, Abdullah b. Ebû Bekir ve Âmir b. Fuheyre de bu konuda önemli görevler ifa etmişlerdir. Aynı şekilde Hz. Peygamber’in Hâlid b. Velîd ve Amr b. el-Âs’ı (ra) bazı seriyyelerin başında görevlendirmiş, Hassan b. Sâbit’e de (ra)-Kureyş şâirlerinin hicivleri karşısında- onlara karanlıkta isabet aldıkları bir ok yarasından daha acı veren şiir silahıyla müşrikleri hicvetmesi görevini vermiştir. Görüş ve mizacındaki katılık ve tavizsizliği bildiği için, kendisini vali tayin etmesini istediği zaman Ebû Zer’e (ra) icabet etmeyip onu böyle bir göreve getirmemiştir.
Hz. Peygamber, bedevi arapların bazılarının sadece farzlarla iktifa etmelerine ses çıkarmamakta ve hatta kendisine, “Allah’a yemin olsun ki, buna ‘ne ilavede bulunur ne de eksiltirim” dediklerinde   onlar   hakkında,   “Eğer   söylediğinde   sâdık   olursa kurtuluşa ermiş demektir” buyurmaktaydı. Bir hadislerinde (böyle biri için), “Cennet ehlinden birine bakmak kimin hoşuna giderse bu adama baksın.” buyurmuştur. Hâlbuki O (sav), daha önce böyle bir sözü Ensar ve Muhacirlerden başka biri hakkında söylememiştir.

İşte, talebelerinin ve ashabının durumunu, onların özel ve genel kabiliyetlerini görüp gözeten gerçek bir mürebbî ve muallimin hali budur. Öyle ki O mürebbî, herkesin kendi durumuna uygun çözüm ve çıkış noktalarını bulmak için, tek tek fertlerin durumlarını göz önünde bulundururdu. Büyüklerine hitap ettiği ile küçüklerine hitabı aynı olmaz. Genç kızlara hitabı, delikanlılara hitabından farklılık arz eder. Avamdan olan kimselere anlattıklarını bilgili ve kültürlü insanlara anlatmaz. Zeki ve çalışkan kimselere verdiği görevle tembel ve zeki olmayanlara verdiği görev aynı olmaz. Bedevi ve köy kültürüyle yetişmiş kimselere emrettiğini, medenî ve şehirlerde yetişmiş kimselere emretmez. Kısaca O (sav); kabiliyet, makam ve mevkisini itibara alarak, herkesin hakkını verirdi.


Hz. Ali (kv) şöyle demiştir: “İnsanlara bildikleri (üslûp ve dil) ile konuşun. Siz hiç Allah ve Rasûlü’nün yalanlanmasını ister misiniz?”  Bu konuda İbn Mes’üd (ra) da, “Bir topluluğa bir söz söyleyeceğiniz zaman akıllarının erdiği şekil ve miktarda söyleyin; yoksa (yanlış anlamak veya anlamamak suretiyle) aralarında fitne çıkaranlar olabilir.” demiştir. (İbn Hâcer, Fethu’l Bari1,225)


Bu, hiçbir surette ilmin gizlenmesi değildir. Bilakis, ilmin yerinde ve güzel bir şekilde insanlara aktarılması ve ehli olanlara verilmesidir. Çünkü her makamın makâli (sözü), her ilmin de ricali (ehli/insanları) vardır. “Hikmeti (ilmi) ehli olmayanlara vermeyin; zira onlara zulmetmiş olursunuz. Ehli olanların da o ilmi elde etmesine engel olmayın; çünkü bu şekilde de onlara zulümde bulunmuş olursunuz” sözü, nesiller boyu nakledilen hikmetli sözlerdendir.


İmam Gazali İhya’sında şöyle demektedir: “Talebesinin kavrayış ve kabiliyetine göre, bilgi aktarması, hocanın talebesine karşı görevlerindendir. Böylelikle hoca, insanlığın Efendisi Hz. Peygamber’in (sav) de bu konudaki Sünnet’ine uyarak, aklının ermediği ve dolayısıyla nefret edip boşuna yorulduğu bir meseleyle talebesini uğraştırmamalıdır. Talebenin aklı, kavrayış ve anlama açısından bağımsız düşünme melekesini kazanıp kıvama ermeden belli gerçekleri ona aktarmamalıdır. Bu konuyla alakalı olarak Hz. Ali (ra) -göğsüne işaret ederek- şöyle demiştir: ‘İşte burası tamamen ilimle doludur. Onu layıkıyla taşıyacak birini bulsam dahi, oradaki bazı bilgileri ona aktarmam; zira bir âlimin her bildiğini herkese söyleyip açıklaması gerekmez. Bir ilmi kavrayıp da ehli olmayan kimse için durum buysa, o ilmi kavrayamayanın durumunu varın siz düşünün!’ Bu sebeple şöyle denilmiştir: ‘Herkesi akıl ve anlayışı ölçüsüyle değerlendirin. Zira böylelikle ondan selâmette olursunuz ve size faydası dokunur. Aksi halde ölçülerin farklılığı sebebiyle o kimse inkâra bile gidebilir.”



Kaynakça:
Yusuf el-Karadavi, Bilgi ve Medeniyet Kaynağı Olarak Sünnet.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort