Giriş:
İnsanoğlu için gerçek hayat, ancak ilim ve irfanla kabildir. Bu sebeple, öğrenip öğretmeyi ihmal edenler, hayatta dahi olsalar ölü sayılırlar. İnsanın yaratılışının gayesi, görüp bilmek ve bildiklerini başkalarına öğretmektir. Bir ferdin tedbir ve isabetli kararları, onun akıl ve mantıkla münasebeti nispetindedir. Akıl ve mantık ise, ancak ilim ve marifetle aydınlığa kavuşur ve kemale erer. Onun içindir ki, ilim ve marifetin olmadığı yerde akıl âtıl, mantık aldatıcı, kararlar da isabetsizdir. Bir insanın insanlığı, öğrenip öğretmek ve başkalarını aydınlatmakla belli olur ve ortaya çıkar. Bilmediği halde öğrenmeyi düşünmeyen, öğrendikleriyle kendisini sürekli yenileyip başkalarına da örnek olmayan birinin, insanlıktan ne kadar nasipdar olduğu cidden düşündürücüdür. İlim ve marifetle elde edilen mevki ve paye, başka yollarla elde edilen makamlardan daha yüksek ve daha uzun ömürlüdür. Zira ilim, sahibini dünyada fenalıklardan uzak ve faziletli, öbür âlemde de, irfanıyla aydınlattığı makamların temaşası içinde mest ve mutlu kılar. Buna karşılık, hakikat adına boş gönüller ve marifetten mahrum ruhlar, her türlü fena düşüncenin serpilip gelişmesine müsait birer tarla mesâbesindedirler.
Eğitimin tarihini araştırmak için eğitim işlemini analiz etmek gerekiyor. Bu işlemi ikiye ayırabiliriz; toplumsal eğitim ve kurumsal eğitim işlemleridir. Toplumsal eğitim, bireyin toplumun bir parçası olarak ailede başlamak üzere çevresindeki sosyal yapıdan aldığı eğitimdir. Bunun tarihi de insanoğlunun tarihi kadar eskidir. Hatta Kurân-ı Kerîm’de “ve Âdem`e bütün isimleri öğretti.” (Bakara 31) buyrulmuştur. Yani bu tür eğitim insanın varlığı kadar eskidir.
Kurumsal eğitimden bahsedecek olursak; eğitim kurumlarının en eskisinin nerede ve ne zaman bulunduğunu araştırmaya çalışan tarih, arkeoloji ve antropoloji uzmanları, farklı farklı tezler sunmaktadırlar. Ancak bütün bu tezler bir ortak noktada buluşmaktadır, o da eğitim ile din arasındaki bağlantı; yani eğitim işleminin ilk yapıldığı yerler ibadethanelerdir. Bir başka deyişle ibadethaneler, ilk eğitim kurumlarıdır. Bunun örneği de insanlık tarihinin en önemli buluşu olan yazının, ilk olarak M.Ö. 3200 yıllarında Sümer rahipleri tarafından kullanıldığı ve yazı ile birlikte de kurumsal eğitim başladığı bilinmektedir. Ayrıca Avrupa’daki modern eğitim sisteminin kökleri ortaçağ dönemine kadar gider. Ortaçağdaki okullar öncelikli olarak kiliselere bağlıydı ve din adamı yetiştiriyordu. İlk üniversitelerin çoğu Hıristiyan kökenliydi. Ancak 1088’de kurulan Bologna Üniversitesi ile eğitim ile din arasındaki bağlantı kopmaya başladı ve laik üniversiteler ortaya çıktı.
İslam medeniyetinde eğitimin yeri çok önemlidir. Kur’an’ın indirilen ilk kelimesinin “Oku” olması hasebiyle okuma, öğrenim ve öğretim bir dini vecibe olarak kabul edilir. Bu bağlamda Hz. Resulullah (sav) buyurdular ki: “İlim talebi için yola çıkan kimse dönünceye kadar Allah yolundadır.” (Enes).
Mekke dönemine bakıldığında Araplarda bir eğitim kurumuna rastlanmazken Müslümanlar Medine’ye hicret ettikten sonra İslam tarihinde ilk düzenli eğitim kurumunun kurulduğu görülmektedir. O da Mescid-i Nebevî’dir. Orada Hz. Resûlullah’ın (sav) sahabelerle oturup ders verdiği bilinmektedir. Ayrıca Bedir Savaşı’nda Mekke müşriklerinin yenilgisinde esir alınanların fidyesinin on Müslüman okuma ve yazmayı öğretmek olması İslam eğitim tarihinde önemli bir olay teşkil etmişti.
Ayrıca İslam, sadece dînî ilimleri değil, her alandaki bilimleri öğrenmeyi teşvik etmektedir. Sahabelerden Abdullah Bin Amr Bin As ve Zeyd Bin Sâbit hazretleri Hz. Resûlullah’ın teşvikiyle Süryanice ve İbranice gibi yabancı dilleri öğrenmişlerdi. Erken dönemlerde eğitim işlemi sadece sözel olarak değil yazılı olarak da yapılıyordu. Bu iki sahabe de hem Arapçayı hem de bildikleri diğer dilleri yazabiliyorlardı. Bu da ancak sistemli bir eğitim sonucu yapılabilirdi.
Asr-ı Saadet’te yapılan fetihler sayesinde İslam dini, Arap Yarımadası’nın dışına taştı ve bu yeni dini öğrenmek isteyen çok sayıda insanın eğitime ihtiyacı oldu. Bu ihtiyacı karşılamak için Şam, Irak, İran, Mısır ve Kuzey Afrika gibi uzak memleketlerde camiler kuruldu ve bu camilere medreseler bağlandı. Bu cami ve medreselerin masraflarını karşılamak için de vakıflar kuruldu. Bunlar da İslam medeniyetindeki eğitimin temel kurumlarıdır. İslam medeniyetinde başka medeniyetlerde benzeri görülmeyen eğitim ile ilgili diğer bir özellik daha vardır, o da “rıhle” adıyla bilinen ilim tahsili için yapılan uzun yolculuklar. Yolculuk İslam dininin şartlarından biri içinde saklıdır. Hac ibadetini yerine getirmek için uzak memleketlerdeki Müslümanlar da aylarca süren yolculukları göze alarak Mekke’ye gider, ibadetini yapar ve memleketine döner. Bu uzun yolculuklar sırasında bazıları ilim tahsili için beğendiği medreselerde kalır ve hayatı değişir. Büyük âlimlerin çoğu bu şekilde yetişmişti. Tabii ki “Sadaka-yı Câriye” prensibi üzerine kurulan vakıflar ilim tahsili için hayatlarını adayan talebelerin masraflarını karşılardı.
Medreselerin tarihine bakıldığında ilk medrese zaten Mekke-i Mükerreme’deki Hz. Resûlullah’ın ikametgâhı ve Erkam Hazretleri’nin evleriydi. Bunlar Mekke hükümeti sayılan “Dârü’n-nedve” tarafından yasaklanan medreselerdi. Daha sonra İslam’ın ilk devleti Medîne-i Münevvere’de kurulduğunda Mescid-i Nebevî’de eğitim verilmeye başlandı. Orası da İslam’ın ilk resmî medresesiydi ve Müslümanlar fethettikleri her memlekette hem ibadet hem de eğitim için cami kurmuşlardı.
İslam tarihinde medresenin camiden ne zaman ayrıldığı tam olarak bilinmiyor ancak ‘tâbii’lerden Kuzey Afrika’nın fatihi Hassân Bin Numân Tunus şehrinde Hicri 79 yılında bir cami kurdurmuştu. Bu cami Katolik Kartaca şehrinin yakınında bir İslam ilim merkezi haline geldi ve Zeytûne adıyla hem cami hem de üniversite olarak hâlâ devam etmektedir. Zeytûne Camii’ne bağlı medresede ve Kuzey Afrika’nın hemen hemen her şehrinde bulunan şubelerinde hicrî ikinci asırdan itibaren bölgede aktif bir rol oynadı ve o asra ait bir eğitim sistemi vardı. Bu sistemin benzerleri üç asır sonra Fatımîler döneminde Mısır’da kurulan El-Ezher’de ve daha sonra Orta Asya’da Timur İmparatorluğu döneminde kurulan Semerkand ve Buhârâ medreselerinde ve hatta Endülüs medreselerinde görülmektedir.
Bu farklı dönem ve bölgelerdeki eğitim kurumlarının deneyimlerinden istifade eden Sulçuklu Devleti’nin Vezir-i Ekberi Nizamü’l-mülk, İran, Şam, Bağdat ve diğer bölgelerde kurduğu Nizâmiye medreseleriyle eğitim tarihinde yeni bir çığır açmıştı. Artık dünyanın ilk sistemli hiyerarşisi olan bir eğitim kurumu kuruldu. Bu medreseler bugünkü üniversitelerin temel taşıydı.
Avrupa karanlık çağını yaşarken İslam âleminin her tarafında medreseler açılıyor, her alanda ilim ve bilim adamı alimler yetiştiriliyordu. Avrupalılar beyzadelerini/evlatlarını Endülüs medreselerine tıp, matematik ve mühendislik öğrenmeleri için gönderiyorlardı. Farklı bilim dallarındaki muazzam kütüphanemizi Latinceye çeviren batı medeniyeti, temel taşlarını bizden almışlardı.
Eğitim metodolojisi ve eğitim teorisi gibi bilimler ise ilk olarak Zeytûne Medresesi’nde yetişmiş Abdurrahman İbn-i Haldûn tarafından önceki tecrübelerden istifade ederek “Mukaddime” kitabında bir bilim dalı olarak ortaya kondu.
Osmanlı dönemine gelince eğitimin hem kurumsal hem de teorik anlamda her ayrıntısı tamamlanmıştı. Osmanlı medreseleri bunun meyvesini biçti ve İslam aleminin birliğini 600 boyunca bir taraftan kılıçla diğer taraftan ilim ve eğitimle korudu. Ama ne yazık ki 19. yüzyılda Müslümanlar batı hayranlığına kapıldı ve batıdan eğitim, siyasi, ekonomi ve askeri sistemlerini ithal etmekle beraber çöküş başladı.
İnşaallah önümüzdeki ayki yazımızda Sahabe Devrinde Eğitim ve Öğretim Yerleri ve Metodları üzerinde duracağız.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR



