JoomlaLock.com All4Share.net

ORUÇ, İHLÂS ve TAKVA ile RUHU SÜSLEYİP “İLLİYYİNE” ULAŞTIRIR-1

*Sohbet, Yakub Haşimî Hocaefendi’nin “Ramazan ve Oruç” Hakkında Katılmış Olduğu Bir Panelden Derlenmiştir.

Euzubillahi mineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim

Programın başında okunan aşrı şerifteki ayeti kerimelerin açılımları üzerinde sizlerle mütalaada bulunmak istiyorum. Cenâbı Hak tesirini halk eylesin.


Malum her sanatkâr kendi sanatını icra etmelidir. Yakışan da bu olsa gerektir. Arkadaşlarımız araştırmacı olmaları hasebiyle orucun çok değişik boyutlarını araştırabilirler, araştırmışlar, Cenâbı Hak razı olsun. Cenâbı Hak Kur’an-ı Kerim’de: “Size az bir ilim verildi.” buyuruyor. O azlığın şükrü olması hasebiyle söylüyorum ki bir parça mürekkep yalamış bir arkadaşınız olarak ben de kendi sanatımı, anladığım kadarıyla, ifade etmeye çalışacağım…

Cenâbı Hak “Sizden evvelkilerin üzerine yazıldığı gibi…” ifadesiyle başlıyor ayeti kerimelerde... “Sizden evvelkilere farz kılındığı gibi oruç size de farz kılındı.” diyerek emrini buyurmakla birlikte, aynı ayetin hemen sonunda bunun hikmetini, sebebini, oruçtaki maslahatı açıklamış oluyor. Yani niçin oruç farz kılındı? Takvaya ulaşasınız diye... Bir tezkiyede, bir terbiyede bulunasınız diye; nefsinizi arındırıp, kalbinizi tasfiye edip, ihlâs ile takva ile süsleyip ruhunuzu “illiyyine” ulaştırasınız diye… Oruç size bir terbiye, bir eğitim metodu olarak emredildi, buyruluyor…

Malum İslam aynı zamanda bir hukuktur, bir prensipler manzumesidir. Her şeye bir ölçü getirmiştir. İslam’da ölçüsüzlük, alabildiğine bir başıboşluk veya anlayışta tamamen bir serbestlik yoktur. İslam beşerin duygularını, düşüncelerini, hislerini ve bunlara bağlı gelişecek olan bütün fiillerini ve hareketlerini yönlendirmiştir. Başıboş bırakmamıştır. Yani “Ben böyle anladım...” diyemeyiz...

Bunun için bir ayeti kerimede âlemlere rahmet gönderilen, geçmiş ve gelecek bütün günahları -ki hâşâ O’ndan günah sâdır olsun, zelleleri diyelim- bağışlanmış olan bir Zât’a; Habîbim diye taltif edilmiş, muhabbet makamının zirvesine ulaşmış bir insana, bu sevgi, muhabbet, yakınlık dilinin, olgusunun dışında adeta çok farklı, sert, emrivaki bir ifade ile “Sen ve sana tabi olanlar emr olunduğunuz gibi dosdoğru olun.” buyrulmakta. Yani bu sınırsızlığı kaldırmakta. Her şeyi sınırlandırmakta…

Şimdi Ramazan’la ilgili ayette de bakıyoruz. Yine bir sınırlandırma var. “Eyyamen ma’dudat…” buyuruyor. Günleri bile sınırlı. “Canım ben kırk gün oruç tutmak istiyorum…”Bunu bir kişi takva olarak algılasa, kültürümüzde de var ya “Fazla mal göz mü çıkarır?..” Senenin tamamını da oruç tutabilirsin ama Ramazan-ı Şerif kırk gün olmaz.

Biraz önce Ali kardeşimizin de ifade ettiği gibi “Gücün yetiyorsa sıyam-ı Dâvud tutabilirsin, visâl oruçlarını tutabilirsin, Muharrem, eyyam-ı biyz (her ayın on üç, on dört ve on beşi) diğer sünnet olan oruçları tutabilirsin. Ama Ramazan’a has, ben kırk gün tutacağım, diyemezsin, bunu yapamazsın.

“Ben namazı altı vakte çıkaracağım...” Bunu yapamazsın. Bu hakka sahip değilsin. İslam hukuku parmağınıza takacağınız süs eşyalarının madeninden, üzerinize giyeceğiniz elbiselerin kumaşına hatta teferruatında, o madenin üzerine koyacağınız kaştan, elbisenin rengine varıncaya kadar çizgileri belirtmiştir. Emir ve tavsiyeleri bildirmiştir.

Bu yüzden diyoruz ki hikmetini, sebebini bildirdiği gibi daha sonraki ayette buna ait hükümleri, ölçüleri, esasları bildirmiş. Biz bugün burada orucun diğer hükümleri ile ilgili mevzuları değil de asıl, ana hikmetiyle ilgili konuşmak istiyoruz. Çünkü diğer mevzuat hepimizin okuyabileceği ilmihal kitaplarımızda mevcuttur. Fıkıh eserlerimiz bunları bildirmiştir.

Ramazan münasebetiyle camilerimizdeki va’zu nasihatlerde hocaefendilerimiz veya görsel yayında izleyebileceğimiz kişiler konusunda ben muhterem dinleyicilerimin biraz daha dikkatli olmalarını tavsiye edeceğim. Görsel yayınlarda, televizyonda bugün hemen hemen bütün kanallarda iftar-sahur programları yapılmakta. Ramazanla ilgili değişik ölçüler getirilmekte. Hatta yanımda bir müftülüğümüzce bastırılmış, Müslüman halkımıza dağıtılmış bir broşür var. Bu broşürde oruçla ilgili birçok soruya verilen cevaplar var. Belki çok su kaldıran, tartışılabilinecek cevaplar, vakit kalırsa bunun üzerinde de tartışacağız…

Cenâbı Hak oruçla farklı bir hikmet belirtirken ayeti kerimenin sonunda “leallekum tettekûn” diye buyuruyor. Orucun hikmetinde takvayı yani sakınmak, kaçınmak, korunmak, sığınmak, olgunlaşmak… bunları esas alırken günümüzde bazı söylemlerde bakıyoruz ki, “Oruç bozan şeyler nelerdir?” Yeme, içme ve afedersiniz cinsel arzular. Eğer yeme içmeyi bir kabul edersek diğeri de cinsel arzular. İki şey orucu bozar. Eğer yapılacak bir şey bunlarla alakalı değilse oruç bozulmaz. Oruca zarar gelmez… Mesela soruluyor,

—Kulağa damlatılan damla orucu bozar mı?
—Bozmaz efendim.
—Niçin?
—Orta kulakta bir zar var. O zar boğaza giden yolu tıkar. Damlatılan ilaç boğaza ulaşmaz. Bu yüzden damla oruç bozmaz.
—Ya zar delikse… Kulak delikse, damla boğaza ulaştıysa?..

Muhteremler, zanlar ve varsayımlar üzerine fıkıh bina edilmez. Esas olarak mide alınmış. Yani vücudun neresinden içeriye bir giriş olsa mideye ulaşmıyorsa, direk mideyle bir bağlantısı yoksa oruç bozulmaz. Mesele adeta şuna indirgenmiş: Hastanenin kapısından girerseniz orucunuz bozulmaz, bir şey olmaz. Hastanede tüm yapılanlar meşrudur. Hastaneler orucu bozmaz.

Yine sorulmuş,
—Efendim dilaltı orucu bozar mı? Yüksek tansiyon hastaları ve kalp hastalarının kullandıkları dilaltı ilacı orucu bozar mı? Cevap:
—Ağızda eriyip mideye ulaşmadığı için orucu bozmaz... Peki, ağız-dudak tiryakisi olan sigara tiryakilerinin sigarası niçin orucu bozuyor? Bu da mideye ulaşmıyor. Dumanı dudaktan çekiyor ağzından bırakıyor. Hatta dumanı çekse bile duman mideye gitmiyor. Akciğerlere, karaciğere gidiyor. Mideyle bir alakası yok. O zaman bu mantıkla niçin sigara orucu bozuyor?

Ben bu konuları çok tartışmak istemiyorum ama Allah rızası için şunu söylüyorum: Ismarlama bir din anlayışından kurtulalım. Dinimizi birilerine ısmarlamayalım. İslam bütün konularında iki şeye önem veriyor: Bir, ihlâs ve samimiyet; iki, ehliyet ve liyakat. Bu önemli. Eğer din-i mübini öğreneceksek bunu ihlâslı, samimi, gerçekten ehliyetli, liyakatli insanlardan veya kurumlardan, eserlerden öğrenebiliriz. Gazete köşelerinden, mecmualardan televizyonlardan öğreneceğimiz din, kusura bakmayın, bizi şu ayette bildirilen “leallekum tettekûn” ifadesine; takvaya ulaştırmaz. Takvaya ulaşamayız…

İbadetlerin içini boşaltarak sanki sadece resimlerini, zahir suretlerini sergileyerek, katılımı daha fazlalaştırırız düşüncesiyle hareket etmek, sadece bizim mantığımızdır. Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız: Kâinatın Efendisi diye bize gösterilen, O’nların hüküm verdiği, açıkladığı bir meselede söz hakkınız olmayan, O’nların söyledikleri bir şeyin üzerine bir şey koyma hakkına sahip olmadığımız bir insana, Âlemlerin Efendisi’ne hitaba bakın; “Sen dilediğini, sevdiğini, istediğini hidayet edemezsin.” Sen davete, tebliğe memursun. Anlatırsın, çağırırsın, korkutursun, müjdelersin. Ama kalpler Allah’ın kudret parmakları arasındadır. Sen o kalbe müdahale edemezsin.

Şimdi bu anlayışın dışında katılım çok olsun,  hidayet olsun veya sûfi kültürüyle irşad olsun, tasarruf olsun… Olsun da gerçek mutasarrıfı unutarak olmaz. Bütün tasarrufların üstünde bir “Mutasarrıf” var. O’nun tasarrufunu göz ardı edemeyiz. Bunun için televizyonlara ve oradaki konuşmalara Allah için dikkat edelim.

Meseleye şöyle bakın: Bu tip bilgiler bir ilaç gibidir. İnsanı tedavi edecek ilaçtır bunlar. Eğer biz bu ilaçları hastalığımızın branşıyla ilgili hekimlerden almaz da “Hekim kim? –Başına gelen” hesabı her önümüze gelene ilaç sorarsak zehirlenme tehlikesinden kurtulamayız. Bilginin zehirlemesi, ilacın zehirlemesinden daha tehlikelidir.

Eğer bu dini kemaliyle yaşamak istiyorsak ve bizden sonraki nesle örnek olmak istiyorsak ısmarlamacılıktan kurtulacağız. Biraz araştırıcı olalım. “Mümin şüpheci olur.” buyuruyor Peygamber (as). Yani iyi araştırır, inceler, irdeler.

Evlerimizde, çiçek sevgisinden çeşit çeşit çiçekler var. Antika merakımız var. Antik vazolarımız, biblolarımız, sehpalarımız, sandalyelerimiz, tablolarımız olabilir. Bu bir zevktir, meraktır olabilir. Evimizde takım takım koltuklarımız, yemek takımlarımız, gümüşlüklerimiz var… Allah daha ziyade kılsın. Kusuruma bakmayın Amerikanvari, asıl kültürümüzden çok uzak evlerimiz var…

Ama ne acıdır ki bu evlerin içinde ciddi kütüphanelerimiz yok. Asıl ihtiyaç duyulacak, asıl gıdamız olan bir ilim köşesi, bir irfan köşesi, bir ibadet köşesi yok. Yaradılış gayemiz bu. Bu gayeyle alakalı evimizde hiçbir belirti, nişane, bir köşe, bir bucak yok. Belki bir Ömer Nasuhi Bilmen’in ilmihali evimizde var. O da senelerdir tozlanmış, hiç açıp okuduğumuz, baktığımız yok.

Ben bir tarih Malatya’nın bir kazasına bir dostumu ziyaret amacıyla gitmiştim. Orada müftü idi. “Hocam ne yapıyorsunuz? Çalışmalarınız nasıl? Birlikte ders arkadaşıydık. O gün bıraktığımız yerden üste bir şey koyabildiniz mi? Değişik açılımlara ulaşabildiniz mi?” diye sormuştum. Dediler ki, “O günden çok daha geri gittim.” “Niçin? Sen müftüsün.” dedim. Dedi ki “Burada takvim yapraklarıyla müftülük yapıyorum. Cuma günleri takvimin yaprağını koparıyorum. Hutbe diye okuyorum. Kimsenin de gelip bir şey sorduğu yok, bir şey öğrenmek istediği yok. İlmin açlığı yok. Bu yüzden ben de kitaplara ihtiyaç duymuyorum. Böyle yaşıyorum.”

Evet, hayatımız takvim yapraklarıyla, gazete köşeleriyle süslenmiş. Gerçek kaynaklardan faydalanma kalmamış. Bir hakikate ulaşmak için çaba sarfetmek, gayret etmek bizlere zor geliyor. Sonuçta da dinin kemaliyle yaşanması mümkün olmuyor.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort