JoomlaLock.com All4Share.net

KİŞİ ARKADAŞININ DİNİ ÜZEREDİR -1

Mutad olduğu üzere meclislerimizde, cemiyetlerimizde el kitabı gibi gördüğümüz, istifade etmeye çalıştığımız mürşidimiz, sultanımız, üstadımız İmam Efendi Hazretleri’nin Sohbetname’sinden okuyoruz.

Belki bu mürşidimiz, sultanımız, üstadımız kelimeleri bazılarını rahatsız edebilir, biz şifa olsun diye söylüyoruz inşaallah. Cenâbı Hak büyüklerden bahsedebilmeyi, onları konuşabilmeyi bize şifa olarak lütfeylesin inşaallah.

Çünkü bizim dinimiz, şeriatımız, fıkhımız/hukukumuz hep bu büyükler üzerinden nakledilerek bize kadar ulaşmıştır. Eğer biz onların büyüklüklerinden, kemâllerinden, istikametlerinden şüphe edecek olursak bize naklettiklerinden de şüphe etmek durumundayız. O zaman da haliyle akla gelen ilk sual: Neye güveneceğiz? Veya bu kadim geleneği reddederken bunun yerine neyi koyacağız? Bu da akla ziyan, çok su kaldıran bir mesele…

Ben burada sizlerle bunları tartışmak için gelmedim. Sûfi yolunun belli prensipleri vardır, bu prensiplerden birisi de şudur ki; bu yolun yolcusu mücadeleden, münakaşadan men edilmiştir. Yunus’un güzel bir ifadesi var;

Ben gelmedim dava için,
Benim işim sevi için...
diyor.

Biz kavgaya gelmedik. Biz bir davaya, bir ideale geldik. Dünyada da varlık sebebimiz böyle bir dava. İ’lâyı kelimetullah, tevhid, risalet ve ahiret diyoruz. Bunlar dinlerin temel özellikleridir. Bu dava için buradayız. Konuşacaksak bunları konuşacağız ama tartışarak değil, müzakere ederek, mütalaa ederek, musâhabe ederek/sohbetleşerek, muhabbet ederek… Ancak meselelerimizi böyle halledebiliriz, diye düşünüyoruz. Bu yüzden sûfi literatüründe tartışma yoktur, iddia yoktur;  ideal vardır. Müddeilik sûfi ahlakından değildir. Murailik de yoktur; riyakârlık, gösteriş, pahalı satmak… Bunlar da yok.

Büyüklerimiz bu anlamda “Toprak olduk da olduk demeye utanıyoruz.” buyurmuşlar. Toprak olmak… Cenâbı Hak bunu cümlemize müyesser eylesin. Toprak, görünüşte her ne kadar atıl, kalkıp konmayan, tembel vs. bu tip vasıfları olan bir madde olarak görünse de bütün hazâin onun içindedir. Hazineler, cemâdât dediğimiz yakut, zümrüt, mercan, altın, gümüş hepsi onun içinde. Nebatat dediğimiz bütün güzellikler onun içinde. Laleler, sümbüller, güller, narlar, ayvalar vs. bütün nebâtât o topraktandır. İnsanın ednası da, âlâsı da topraktandır. En mükemmel insan Sultanu’l Enbiya (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) topraktandır. Bu yüzden toprak gibi olmak yani verimli olabilmek, güzel şeyler yetiştirebilmek, meydana getirmek, bünyesinde hazineler taşıyabilmek… Bunlar ciddi meseleler.

Demek ki bunların yolu da tevazu ile başlıyor “Men tevada’a refeahullah” buyuruyor Sultanu’l Enbiya (sallallahu aleyhi ve sellem). Kim alçakgönüllülük gösterirse Allah onu yüceltir. Topraklaşırsa Allah onu kıymetlendirir, münbit bir hale getirir, tabiri caizse varlığın anası olur.

Bunlar tabi çok farklı mevzular… Vuslat, sultan, mürşid kelimelerine takıldık buralara geldik Cenâbı Hak kastedilen manada “takılmamayı” lütfetsin. Yoksa “bunlara takılıp” hayatımızı yaşamalıyız aslında. Çünkü Kur’ân bize böyle buyuruyor: “Ve enîbu ilallah”   Allah’a inâbe ediniz, Allah’a teslim olunuz, tevekkül ediniz, Allah’a bağlanınız, yöneliniz ama bu müntehâ/nihayet. Her müntehanın bir müktedâsı/başlangıcı olmak zorundadır. Yine Kur’ân bu başlangıcı tarif buyuruyor: “Enîbu ilallah”ın başlangıcı “Men enâbe ileyye” buyuruyor ayette Cenâbı Hak. Allah’a inabe edebilmek için Allah’a inabe edenlere uymak, onların yoluna girmek, O’na teslim olanlara tabi olmak lazım. “Ve kûnu maa’ssadıkîn” O sadıklarla, sıdkını, ihlasını, samimiyetini ispat etmiş insanlarla birlikte olun.

Kur’ân dilinde, sünnet dilinde, tedvin edilmiş ilimlerin dilinde bu insanlara farklı sıfatlar tesmiye edilmiştir. Bunların bir kısmı da örfîdir.

Mesela Allahu Teâlâ Hazretleri’nin Kur’ân-ı Kerim’in zikrettiği 99 esma-i şerifi, güzel isimleri vardır. Ama değişik bölgelerde, örflerde O’na hitaben farklı isimler söylenmektedir. Bunlar bir zikir değildir ama büyüklüğü, yüceliği ifade ettiği için yine bunlara saygı göstermek lazımdır.

Mesela “Huda” ismi, Farsçadır. Güneydoğu’da da Kürt kökenli Müslüman kardeşlerimiz “Hudi” derler. “Huda, Hudi” Allahımız anlamındadır, yani hidayet edicimiz, hidayete ulaştıran…
Orta Asya dillerine baktığımızda, Türkçe’nin değişik lehçelerinde Allahu Teâlâ’yı tarif ederken “Çalap” denilmiştir. Özellikle edebiyat dilinde, Yunus gibi eski büyük Hak şairlerimizin lisanında geçer bu. “Çalabım” der.

“Mevlâm” diyoruz, dostum anlamındadır. Mevlâmız, bizim dostumuz, koruyucumuz… Böyle bir esma yoktur ama bu kelime söylenildiğinde Allah akla gelir, biliriz ki her ne kadar örfî de olsa bu kelimeyle Mevlâ-yı Müteal Hazretleri kastediliyor. Bu yüzden o kelimeye saygı gösteririz.

Bu misalde olduğu gibi İslam büyükleri, değişik kültürlerde, değişik isimlerle tarif edilmiştir. Mesela “sultan” demişlerdir. Bu kemâl bildiren, büyüklük bildiren bir kelimedir. Mevki sahibi, örnek, önder anlamlarında… “Mürşid” diyoruz. Kelime Arapça’dır, rüşdünü ispat etmiş ve ahlâk-i Muhammediye ile ahlâklanmış, ulûm-i Rabbaniyye ile donanmış, Rabbani ilimlere sahip; zemime olan, yerilmiş olan bütün sıfatlardan temizlenmiş, örnek, önder, ışık, manevi kandil gibi insanlara verilen isimdir mürşid. Rüştünü ispat etmiş, kendi ispat ettiği gibi etrafındaki insanları da reşit kılan, onları da rüşte erdiren, irşad eden, hidayetlerine, istikametlerine vesile olan, tabiri caizse anaç bir insan… İnsan yetiştiren, irfan mektebinin hocası anlamında...

Bu tip isimler söyleniliyor ama gel gör ki bazıları bu sıfatlardan, bu isimlerden günümüzde rahatsız oluyor. “Efendim İslam’da ruhbanlık sınıfı yokmuş...” Ruhbanlık ayrı bir şey, irşad apayrı bir şey.

Evet, İslam’da ruhbanlık yok, ruhbanlık Nasara’da/Hristiyanlar’da var. Keşişlik, azizlik, rahiplik onlarda var. Ama İslam’da önderlik var. İslam’da, Kur’ân’ın ifadesinde “takva” var. Kur’ân’ın ifadesinde “etka” var; mübalağa ile, takvadan da öte. Kur’ân’ın ifadesinde “Ebrar” var. Ebrar’dan ileride “Mukarreb” var… Bunlara ruhban diyebilir miyiz?

Kur’ân bir silsile zikrediyor: “Mine’n-nebiyyîn” Peygamberlerden başlatıyor. “Ve’s-sıddıkîn” Sahabiler, hâşâ ruhban mıdır bunlar? Kur’ân bunları sanki zincirleme bize bildiriyor; “En’amullahi aleyhim- Allah’ın nimetine erenler.” buyuruyor. Hususiyet verdiği, özellik verdiği insanlar...

Peygamberler, “Ve’s-sıddıkîn” ihlâs ile onlara tabi olanlar, “Ve’ş-şühedâîn” şehitler. Bu ayet zikredildiğinde ben sürekli Müslümanların dikkatini çekmek istiyorum; bu ayeti kerimede zikredilen şehitler, Ehli Beyt’dir muhteremler. Cenâbı Peygamber’in (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm)  nesl-i pâkidir.

“Ve’s-salihin” buyuruyor Cenâbı Hak, sulha erişmiş, Hak ile sulh yapmış, salah bulmuş. Kesb-i kemâl, seyr-i cemâle ermiş insanlar. Cenâbı Mevlâ ayette; “Bunlar ne güzel refiktirler, ne güzel arkadaştırlar.” buyuruyor. Dolayısıyla bu arkadaşların yolları ne güzel bir yoldur.

Bunlar ruhban mıdır? Rabbim bunları “Nimetimize erenler” diye tarif buyuruyor ve bizden bu yolu istememizi istiyor. Günde en az kırk sefer bu konuda dilekçe verin buyuruyor Mevlâ namazda. “Sırâtallezine en ‘amte aleyhim.” Ya Rabbi! Beni öyle bir yola nasip et, bana öyle bir istikamet nasip et ki benden önce o istikametten gidip de Sana ulaşanların, Sana kavuşanların istikametine beni de ilet.

İşte “Sırat-ı müstakim” odur. O yoldan bunlar yürümüş. Biz bilmediğimiz, misali olmayan bir şeyi isteyemeyiz arkadaşlar. Evet, bazı güzellikler vardır bunların ismi yoktur ama misalleri vardır, misalsiz olan şeyleri biz anlayamayız.

Ehli sünnet inancına göre kâmil mürşidler, o büyük sultanlar, o büyük insanlar Hz. Ebubekir Sıddık’tan başlayın da (radıyallahu teâlâ anh) sadakat makamında olan, safiyye, kâmiliyye makamında olan insanlar kıyamete kadar da olacak. Peygamberlerden sonra insanlığın en efdali olan, Hz. Sıddık’tan başlayın da böyle devam edin. Cenâbı Hak bunları her zaman dilimi içinde serpiştirmiştir. Her zaman dilimi içinde Sıddıkların yolunda, izinde, onların vazifesini yapacak insanlar olacaktır. Bu din-i mübinde, bu hudûd-i İslamiye’de bu insanların dillerinden, hallerinden, amellerinden, kemâllerinden elhamdülillah bugüne kadar ulaşmıştır.

Biz de bunlardan biri olduğuna inandığımız, bakın yine bunda iddiacı değiliz. Biz Müslümanız, bizden hüsnü zan istenilmiştir. Te’vili mümkün şeyleri hüsnü zan üzere te’vil etmemiz uygun görülmüştür. Biz de bu anlamda hüsnü zanda bulunuyoruz. Yaşadığı zamanın âlimlerinin, samimi Müslümanlarının, “Âlimdir, fâdıldır, kâmildir, Allah dostudur” diye üstünde ittifak ettiği bir insana, bir kâmile ait bir eser elimizdeki kitap. Onun cemaati ile, sevenleri ile, gönüldaşları, yaptığı sohbetleri talebeleri, cemaati, müritleri kaleme almışlar, zabdetmişler, -Allah onlardan ebediyen razı olsun- ve bugüne kadar da ulaştırmışlar elhamdülillah. Biz de o mübarek zatın güzel, güzide sohbetlerini değişik konularda cemaatiyle paylaştığı mevzuları böyle bir araya geldikçe paylaşmaya çalışıyoruz. Bunu mutad hale getirmişiz. El kitabımız gibi büyüklerimizin güzide eserlerin- den, sohbetlerinden, nasihatlerinden istifade etmeye çalışıyoruz.

Bugün yine burada sizlerle bu devletli zatın bir sohbetini birlikte mütalaa edeceğiz. Cenâbı Hak tesirini halk eylesin. Bize söylediklerimizle, sizlere dinlediklerinizle âmil olabilmeyi lütfeylesin inşaallah.

“Nefis, şeytan, hevau heves, kötü arkadaş insanın en amansız düşmanlarıdır.” konunun başlığı bu. İnsan dostunu ve düşmanını tanırsa huzurla yaşayabilir. Dost ve düşmanın iyi bilinmesi lazımdır.

Malumunuz bu anlamda İslam’ın temel prensiplerinden; “El-hubbulillah ve’l-buğzufillah” ilkesi vardır. Allah için sevilecek şeyler, insanlar, davalar, fikirler, görüşler ve bu görüşleri benimsemiş, bu görüşleri taşıyan, tanıyan insanlar… Sevilmeye müstahaksa bunları Allah için sevmek lazım. Bunlar dostlar.

Madalyonun öbür yüzünde Allah için buğz edilmesi, yüz çevrilmesi, düşman olunması gereken, karşı çıkılması, karşı durulması, tavır konulması, tedbir alınması gereken fikir, anlayış, ideal, ideoloji veya bunlarla donanmış insanlar...

Eğer insan bunlara riayet edemezse Allah Resûlü’nün ifadesiyle  “El mer’u maa men ehabbe, el mer’u yahşuru maa men ehabbe” Kişi sevdikleriyle beraberdir, onlarla haşr olunacaktır. Kimi seviyorsa, kime meyil ve muhabbet ediyorsa onlarla beraberdir ve ahirette de yine onların içinde, onların sınıfında haşr olacaktır.

“Men teşebbehe bi kavmin fe huve minhum” buyuruyor Cenâbı Peygamber. Kim kendini akide, ahlâk, amel, anlayış olarak hayat felsefesi, yaşam tarzı olarak kimlere benzetiyorsa veya aidiyet hissi olarak kendisini kimlere ait hissediyorsa o kişi onlardandır.

İnşaallah söylenilmek istenileni anlıyoruz. Çünkü bazı şeyler çok fazla açıldı mı sıkıntı olabiliyor. Diyelim bir yoğurdu ayran yapayım derken çok fazla sulandırırsanız bütün tadını, meziyetini kaybettirebilirsiniz.

Kim kime benziyorsa, benzemek istiyorsa, kendini kimlerden sayıyorsa, neci olarak kendisi tarif ediyor ve görüyorsa onlardandır.

İşte bu yüzden dost ve düşmanın belirlenmesi insan için temel ögelerdendir. Allah Resûlü yine bir işaretlerinde buyuruyorlar ki: “Kişi arkadaşının dini üzeredir.” Yani onun anlayışı, fikriyatı üzeredir. Bakışı, görüşü onu etkiler. “Kim kimi arkadaş ediyor ona artık dikkat etsin.” Kim kimle düşüp kalkıyor ona dikkat etsin...

Devam edecek...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort