JoomlaLock.com All4Share.net

DİN GÜZEL AHLÂKTIR

Bu dünya hayatı, insana, âdeta ikinci bir şans olarak lutfedilmiş, burada Rabbi’ne ibadet ve taatle görevlendirilmiş, rızâ-i Bârî’yi tahsil için dünya tarlasını ekmesi ona emredilmiştir. Bu tahsil işlemi elbette bir tedrisat ile yani eğitim ve öğretim ile gerçekleşecektir. Bu ifadeleri özet sadedinde şunu açıkça belirtmek gerekir ki kulluk ve eğitim bir bütünün iki parçası, birbirinden ayrıldığında tamamının anlaşılamayacağı bir resim gibidir. “Ben insanları ve cinleri ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım” ayeti celîlesinde geçen “İllâ li ya’budûn-Ancak Bana kulluk etsinler” ibaresinin büyük müfessir Abdullah ibn Abbas (ra) tarafından  “İllâ li ya’rifûn-Ancak Beni bilsinler” diye tefsir edilmesi bu hikmeti teyid eder niteliktedir. Nakşibendîler’in de yollarını tarif ederlerken Hâce Ali Râmitenî (ks) Hazretleri’nin dillerinden “Yolumuz öğrenmek ve öğretmek yoludur.” buyurmaları aynı hakikatten mülhemdir.

Kelimelerin etimolojisi ile uğraşmak bizim işimiz değildir. Zaten büyüklerimiz de bu sahaya girmemiş kelime ve kavramların lafızlarıyla uğraşmak yerine ihtiva ettikleri mânâlarla ilgilenmeyi tercih etmişlerdir. Ancak bu ayki konumuz olan “güzel ahlâk”ı işlerken kelimenin kökeni ile ilgili bir girizgâh yaparak mevzuu ele almak istiyoruz.

Güzel ahlâk kelimesindeki ahlâk ifadesi “hulk” kökünden gelmiştir. “Hulk” ve “halk” da birbirinin müştakı olan kelimelerdir, yani aynı masdardan türemişlerdir. Buradan anlaşılan şudur ki ahlâk (elbette güzel ahlâk) insanın fıtratında bulunan ve yaratılışta kendisine Hâlık’ı tarafından meccânen verilen bir mevhibedir. Çünkü Efendimiz (sav) “Her doğan İslam fıtratı üzerine doğar.” buyurmaktadır. Diğer bir hadisi şerifte de dinin tarifi yapılarak “Din güzel ahlâktır.” buyrulması, güzel ahlâk elbisesini ancak İslam’la müşerref olanların giyebileceklerini göstermesi açısından mühimdir.

Şu halde altı çizilerek ifade etmek gerekir ki güzel ahlâk ancak ve ancak Müslüman/muvahhid bir şahısta bulunabilecek bir erdemdir. Güzel veya çirkin oluşu din-i mübinin kıstaslarına göre değerlendirilir. Yani imandan, İslam’dan sonra konuşulması gereken bir meseledir. Bu sebeple fıtratına meyleden, vücud mülkündeki cevâhiri açığa çıkarma gayretinde olan her Müslüman neticede ahlâkı hamideye, övülmüş olan güzel ahlâka erecektir. Çünkü o böyle yapmakla usve-i hasene olan Peygamberi’ne itaat edecek, dünya ve âhiret saadetine ulaşacaktır. Tabi bunun aksi de mümkün. Ahlâkı zemime, Cenâbı Peygamber’e ve O’nun sünneti seniyyesine muhalefet olacağından o insandan    –insan olması hasebiyle- sadır olan iyi şeyler müddeti ömründen sonra ona hiçbir faide vermeyecektir. Çünkü Efendimiz (sav) güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş ve bizâtihi Cenâbı Hak tarafından terbiye edilmiştir. Yaratılan insanların en mükemmeli ve Cenâbı Allah’a en yakını olması hasebiyle her türlü güzelliğin zirve noktası olmuşlardır.

İnsanın, kendisindeki cevâhirin kıymetini anlayacak ve ustalıkla işleyecek bir kâmile ihtiyacı vardır. O kâmilin himmetiyle, vereceği manevi eğitimle, hususen de nazarıyla insan gün geçtikçe olgunlaşır. Tıpkı güneşin kâinâta can verişi gibi. Yapılması gereken her şeyi yaptıktan sonra güneşe olan ihtiyaç gibidir nazar. İnsanı asıl diriltecek ve ihtiyacı olanı ona verecek en etkili teveccühlerin bir tanesidir. Güneş/nazar olmazsa olmazdır. İşte bu nazar ve manevi terbiye ile Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmış ve Hz. Peygamber’e kâmilen ittibâ eden mürşidin her şeyi talibe akar âdeta. Onun için Allah’ın sünneti üzere insanın maddi/manevî ihtiyacının yine bir başka insan/kâmil insan/mürşidi kâmil vasıtasıyla giderildiği unutulmamalıdır. Cevherin kıymetinin anlaşılması ve ehline müracaatın önemine dair İmam Şafiî Hazretleri’nin talebe iken başlarına gelen hadiseyi sizlerle paylaşmak istiyoruz:

İmam Şafiî Hazretleri talebe iken yıkanmak için bir hamama gitmesi gerekir. Ancak parası yoktur. Hamamın sahibine öğrenci olduğunu, bu sebeple parasının bulunmadığını, içerisinde bulunduğu zor durumu anlatsa da adam anlamaz ve onu parasız almayacağını söyler. Çok üzülen büyük İmam okuduğu ne varsa sevabını ona bağışlayacağını ifade etse de adam muannit, kabul etmez. Bunun üzerine hocasına gelerek,

-Hocam, ben talebeliği bırakıyorum. Bunca sene okudum fakat bir kova su bile etmedi, diyerek başından geçenleri anlatır. Hocası onu ikna etmeye çalışır ancak başarılı olamayınca,

-Evladım, şimdi sana bir taş vereceğim. Bunu git, kuyumculara göster. Sana ne kadar para verecekler, sor. Ancak sakın satma. Ne verirlerse gel, her gün bir fazlasını ben vereceğim, der. Hazreti İmam kuyumculara taşı sorar. Ancak hepsi bunun değersiz bir taş olduğunu, para etmeyeceğini söyler. Çaresizce bir o yana, bir bu yana giden talebeyi gören bir kuyumcu onu yanına çağırır ve elindeki taşa bakar. Karşılığında bir altın verir. En sonunda birinin para verdiğini gören imam sevinir ancak hocasının ihtarına kulak verir ve satmaz, gelir, hocasından iki altını alır. Böylece eğitimine devam etmeye karar verir.

Ertesi gün yine çarşıya gider. Kuyumcuların çoğu yine taşın değersiz olduğunu söyler. Dünkü tüccara gider ve taşı gösterir. Adam bu sefer iki altın verir. Yine satmaz ve gelip hocasından üç altını alır. Günler böyle devam eder. Bu hâl adamın da dikkatini çeker. Talebe gelip taşın değerini sorar ama satmadan geri gider. Bir gün İmam efendimize bu işin sebebini sorar. İmamımız da başından sonuna kadar her şeyi anlatır. Kuyumcu da işin hakikatine vâkıf olarak İmam Şafiî Hazretleri’ne,

-Elinde tuttuğun taş elmastır. Ancak buradaki esnafın çoğu bunu anlamaz. Çünkü işin erbabı sayılmazlar, sadece ticaretini yaparlar. Ben onun elmas olduğunu ilk gün anladım. Onun için sürekli fiyatı artırdım. Hocan sana bir ders vermek istemiş ve âdeta demiş ki; “Senin okuduğun ilim de elindeki taş gibidir. Onun kıymetini ancak ehli anlar. Eğer ehline rast gelirsen ilmine, irfanına paha biçilemez.”

Müslüman kimsenin de zâhiren ve bâtınen O’na (sav) benzediği ölçüde imanı kâmil, ameli sâlih, ahlâkı güzel olur. Ahlâk bir eğitim sürecidir. Yani insanın maddi/manevi cephesini Hakk’a döndürmesiyle âdeta sihirli bir değnek değmişçesine bir çırpıda oluşuveren bir olgu değildir. Zaten insan zafiyetleri ile malumdur. Eğer değerlendirebilirsek bu zafiyetler bizim için fırsat bile olabilir. “Efendim kendimde benlik hissediyorum, izalesi için ne yapabilirim?” diye soru soran bir arkadaşımıza Hâce Hazretleri (ksa); “Öncelikle şükretmelisin ki değiştirebileceğin bir hasletin var. Elinde işlenebilecek bir meta’ var. Benlik işlenebilir, değiştirilebilirse mahfiyete, tevazuya, arkadaşını kendine tercih etmek gibi bir yüce gönüllülüğe dönüşebilir.” buyurarak daha sonra da soruya cevap vermişlerdi. İnsan dört başı mamur bir varlık değildir. Bu sebeple diyoruz ki insan yaratılış itibariyle nâkıstır. Nemrud, Firavun kendilerini tamam gördükleri için ilâhlık iddia etmişler ve başlarına gelen gelmiştir. Ahlâkî değerler iyi anlaşılmalıdır. Bizler Âdem’in (as) evlatlarıyız elhamdülillah. Âdem’in zafiyetini unutmamalıyız. Onun her şeyi olduğu gibi zafiyetleri de bize mirastır. Bu kırılma tâ onunla başlamıştır. Cenâbı Hak’la bir ilişkisi olduğu, cennette bulunduğu hâlde o zelleyi işlemiştir.

Güzel ahlâk kulluk bilinciyle doğru orantılıdır. Âdeta kulluğumuzun göstergesi, vitrini, sergilendiği yerdir. İnsan için dış görünüş de önemlidir. Çünkü bizim inancımızda o da bir bütünün parçasıdır. Efendimiz (sav) “Kap içindekini sızdırır.” buyurmuşlardır. Yani dışımız da içimizdeki istikametin yahut butlânın izhârıdır. Görmek önemlidir. İnsan ahlâki erdemlere müşahhas bir örnek üzerinde gördüğü güzellikleri taklid ederek ulaşır. Çünkü insanın algılaması ancak örnekler üzerinden mümkündür. Bilmediğimiz bir şeyi tarif etmek ancak onu gördüğümüz bir şeyle kıyas etmekle mümkündür. Çünkü görünen şeyin algılanması, anlaşılması da kolaydır. Hafıza ile uğraşan, beynin yapısı ve işleyişi ile ilgilenen bilim adamları fotoğrafik hafızanın üzerinde ısrarla dururlar. Bu hafıza tekniği sayesinde insanda doğuştan var olan özellikler geliştirilir. Temel felsefesi şudur ki; insan gördüğü şeyleri hem daha iyi anlamakta hem de daha uzun süre zihninde tutabilmektedir. Ama teorik olan şeyler böyle değildir. Onları okurken bile gözümüzün önünde canlandırabilirsek anlayabiliriz.

Bu mânâda atalarımızın “Üzüm üzüme baka baka kararır.” ifadesi meseleyi ne kadar da güzel tarif etmiştir. Kararmak her iki mânâda anlaşılabilir. Hem kararır yani özelliğini, güzelliğini kaybeder ve yenmez hale gelir; hem de olgunlaşır, güzel, tadı yerinde olana benzer. Bu hakikatin içerdiği mânânın daha iyi anlaşılması için Ğavs Hazretleri’nin (ks) “Özün özüme baka baka kararır.” buyurduklarını da Hâce Hazretleri’nden (ksa) işitmiştik. Asıl olgunlaşması arzulanan ve istenilen düzeye gelmesi gereken şeyin öz/iç olduğu vurgulanmaktadır. Bu cümle hakikate aittir. İyi veya kötü kimselerle beraber bulunan kimsenin hâli de bunun gibidir. Ya kötü arkadaşının bed huylarına çeker, ya da dostunun üstün meziyetlerine hâlini benzetir. Bu mânâda büyüklerimiz “Müridin ilk hali mürşidinin son halidir.” buyurmuşlardır. Yani mürid intisab ettiği vakitte mürşidini hangi ahvâl üzere görmüşse ona ittiba eder ve onu taklide başlar. Bu taklitteki samimiyyeti nisbetinde de Cenâbı Hak onu tahkike erdirir.

İmam Efendi Osman Bedrüddin Erzurûmî Hazretleri (ks); “İnsanı Hak Teâlâ Hazretleri’nden ve O’nun murâd-i ilâhîsinden dûr ve baîd bırakan (uzaklaştıran) sebepler; nefs, şeytan, dünya ve ahlâk-i zemime(kötü ahlâk)dir.” buyuruyorlar. Burada geçen ahlâk-i zemime ifadesi sanki netice gibidir. Yani Allah’a, Peygamber’e ve O’nların iyâli bulunan mü’minlere apaçık düşman olan nefse ve şeytana tabi olan insan elbetteki ahlâki çöküntüye uğrayacaktır. Hatta -Allah muhafaza buyursun!- insanlığını bile yitirerek “Belhüm edal-hayvandan bile aşağı” derekesine düşecektir. Dünya da böyle. Sahabe efendilerimiz anlatıyorlar:

Efendimiz (sav) ile birlikte oturuyorduk. Birden eliyle bir şeyleri iter gibi, reddeder, geri çevirir gibi işaret yaptı. Hâlbuki zâhiren geri çevireceği bir şey önünde bulunmuyordu. Sorduk,

-Ya Resûlallah (sav), bu yaptığınızı biz anlayamadık, hikmeti nedir? Efendimiz Aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm da,

-Dünya bütün debdebe ve şaşaası ile kendini Bana sundu, Ben de onu reddettim, buyurmuşlar.

İşte Efendimiz’in bu derece itina ile yaklaştığı dünya ve dünya sevgisinin de durumu bu. Şu halde bununla günlerini geçiren ve her şeyi dünyalık kıstaslara göre ayarlayan kimse için, hırs ve bencillikle geçen ömrünün sahibine kötülükten başka bir şey getirmeyeceği aşikârdır. Ancak insanın nefs, şeytan, dünya ve bunların avânesiyle arasındaki durumu Allah’ın, Efendimiz’in dilinden va’z ettiği hudutlar içerisinde olursa bunlar o insan için âdeta avantaj olabilir. Aynanın arkasındaki kesif cihetin camı ayna haline getirmesi gibi. O kesif cihet olmasa aynanın görüntüyü aksettirme özelliği gider. Normal camdan bir farkı kalmaz. Kesif cihet olması gerekenden fazla olur ve görüntünün aksedeceği kısma da taşarsa bu da olmaz. Ayna yine göstermez. Bu dengeyi kurabilen kimsenin ise muallimi Hz. Allah olur. Allah da bir kimsenin terbiyesinde bulundu mu, daha ne olsun? Sultânu’l-Enbiyâ Efendimiz (sav); “Eddebeni Rabbî fe ahseni te’dîbî-Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye etti.” buyuruyor. İşte muallimi Allah olan da nasibi nisbetinde, en mükemmel terbiyeyi gören Zât-i Şahâne’ye yaklaşır.

Zaten Rab kelimesi terbiye “edici” demektir. Her gün defaatlerle yaptığımız dualarımızda “Ya Rabbi!” diye sesleniyoruz. Bu hitab önemlidir. Âdeta; “Ey Allahım! Sen sevdiklerini, kendine yaklaştırmak istediklerini hususen gözetirsin, özel ilgilenirsin. Onların her şeyiyle bizâtihî meşgul olursun. Beni de bana bırakma!” diye sesleniyoruz. İlgi ve alakasına olan ihtiyacımızı bildirip kapısına iltica ediyoruz. Dergâhına samimiyetle baş koyanları geri çevirmek O’nun izzetine ve şanına yakışmaz. Çünkü O, Rahîm ve Ğanî’dir.

Firavun, Karun ve Bel’am kâfirleri Hz. Musa’ya birçok kötülük yaptıktan sonra onu halkın gözünden düşüremeyince iftira atmaya karar verirler. Karun, doğumu yakın bir kadına çok büyük paralar vererek babasız olan bu çocuğu Hz. Musa’ya isnâd etmesini söyler. Kadın da bunu kabul eder. Kalabalığın içerisinde kadın bu çirkin iftirayı Hz. Musa’ya atınca, efendimiz çok sıkılırlar. O zamanın toplumunda da zina çok çirkin bir fiildir. Hazreti Musa kadına çok dil döker ve onu ikna etmeye çalışır. Allah kadının gönlüne insaf verir ve o sırada kalabalığın içinde bulunan Karun’u göstererek verdiği parayı ve yaptığı teklifi itiraf eder. Bu hadiseye çok içerleyen Hz. Musa, Cenâbı Hakk’a Karun’u helak etmesi için yalvarır. Rabbimiz de toprağı emrine verdiğini ve Karun’u yutmak için emretmesinin yeterli olacağını vahyeder. Hz. Musa toprağa emir verir ve,

-Bu adamı ve bütün variyetini yut, der. Karun bütün hazinesi ile beraber dizkapaklarına kadar gömülür. Bakar ki iş ciddi. Hz. Musa’ya yalvarmaya başlar,

-Ben ettim, sen etme. Beni affet, diye. Ancak Hz. Musa dinlemez ve tekrar emir verir. Bu sefer Karun, hazinesi ile beraber göbeğine kadar yutulur. Yalvarır, yakarır ama efendimiz gadaplanmıştır bir kere. Tekrar emir verir,

-Bu adamı ve bütün varlığını kıyamete kadar yut, diye. Hadise herkesin gözü önünde gerçekleşir ve Karun bütün mal varlığı ile beraber helak olup gider. Cenâbı Hak Hz. Musa’ya buyurur ki,

-Ey Musa! Sana o kadar yalvarıp yakaracağına Bana bir kere “Ya Rabbi!” dese idi, ben onu oradan çıkarırdım.

Onun için diyoruz ki “Rab” ifadesi önemlidir. Yani bu hadise için Karun’un “Ya Rabbi!” demesi (diyebilseydi); “Ben artık bu hatalarımdan bıktım, isyandan, tuğyandan kurtulmak istiyorum. Bu kötülüklerden beni kurtar ve terbiyenle mâmur et.” demektir aslında.

Kâinatta her şey zıddı ile kâimdir. Allah’ın Zâtı müstesnâ. Güzel ahlâkın zıddı da ahlâkı zemimedir. Bu ahlâkı zemime denen çukura da insan sadece yapıp ettikleri ile düşmez. Bu hususta yapmadıkları da önemlidir. Kanaatimizce bugünün Müslümanlarının en büyük problemleri de bu husustur. Gerektiği halde yapmadıklarımız da bizi güzel ahlâka erişmekten mahrum edecektir. Fürûattan olan, asıl gibi görünmeyen meselelerdeki gevşekliğimiz de bizi istenilen güzelliklerden uzaklaştıracaktır. Din bir bütündür. Ya hep ya hiç olarak yaşanması gerektiğini bu satırlardan hep söylüyoruz. Namazımız var, orucumuz var, belki zekâtımız, haccımız var ancak bu ibadetlerimizde huzur yok. Bu huzursuzluk yüzünden camide, sokakta, hatta en kutsal mekânlarda bile çevremizdeki Müslümanları rahatsız etmekten kendimizi alamıyoruz. Lâkin zamanında yerine getirmediğimiz sözler, dini öğrenme konusundaki gevşekliğimiz, maddi ve manevî emanetlere sahip çıkmamamız, “Mü’min yalan söylemez.” ihtarlarını dikkate almadan söylediğimiz gerek beyaz(!), gerek kara yalanlar ve her sinirlendiğimizde kendimizi kaybetmemiz, sonunun nereye gittiği düşünmeden ağzımızdan çıkan kötü sözler…

İşte bunların cümlesi, yaptığımız yahut yapmadığımız her şey bizi güzel ahlâka ya bir adım daha yaklaştıracak yahut da ondan bir adım daha uzaklaştıracaktır. Mevzuumuzu bir hadisi şerif ile bitirmek istiyoruz. Hazreti Peygamber Efendimiz (sav) buyurmuşlar ki:

“Ukbada Bana en yakın olanınız ahlâkı en güzel olanınız ve Bana çokça salavâtı şerif getireninizdir.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort