JoomlaLock.com All4Share.net

İBNİ ABBAS’A (RA) GÖRE İHTİLAFIN SEBEBİ

Hamd olsun âlemlerin Rabbi olana, Rahman olana, Rahim olana, affı, mağfireti sonsuz olana.

Selât ve selâm Hakk’ın Habibi, Kainatın Efendisi, Sultan-ul Enbiya Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz’e. Yine selât ve selâm O’nun ehline, nesline, varis-i ekmeline.

Bu yazımızda Abdullah ibni Abbas’ın (ra) bir tespitinden hareketle ümmeti Muhammed içerisinde görüş, duyuş, düşünüş farklılıkları, bunların nedenleri ile bugün ne yapabiliriz sorusu, üzerinde düşünmeye çalışacağız.

Önce, ashab içerisinde ince anlayışı-fıkhıyla öne çıkan yedi Abdullah’tan (Ebadillahi’s-Seb’a) birisi olarak Abdullah ibni Abbas (ra) ile Hz. Ömer (ra) efendimiz arasında geçen  konuşmayı paylaşmak istiyoruz:

İbrahim Et-Teymî’den:
“Hattâb oğlu Ömer (ra) bir gün yalnız kaldığında düşünceye daldı ve İbni Abbâs’a (ra) haber   göndererek:

—Bu ümmet, kitabı bir, Peygamberi bir ve kıblesi bir olduğu halde niçin görüş ayrılığı ve anlaşmazlığa düşüyor? diye sordu.

İbni Abbâs :
—Yâ Emîr el-Mü’minîn, Kur’ân bizim devrimizde indiği için biz onu okurken hangi âyetin ne zaman, niçin ve ne hakkında indiğini biliyoruz. Bizden sonra gelenler ise, Kur’ân’ı okurlar, fakat hangi âyetin ne zaman ve ne hakkında indiğini bilemedikleri için, her birinin görüşü elbette ayrı olacak ve görüşler ayrı olunca anlaşamayıp çekişeceklerdir, dedi.

Durumdan üzgün olup çare arayan Ömer, İbni Abbâs’ın bu cevâbından dolayı daha da canı sıkılarak kızdı ve İbni Abbâs’ı azarladı. İbni Abbâs da kalkıp gitti. Fakat Ömer sonradan düşünüp İbni Abbâs’ın görüşünü yerinde buldu ve onu bir daha çağırtıp bu sefer tebrik etti.” (Hayat-üs Sahabe c.3 s.687, El –Kenz  c.1,s.228  Said b. Mansur, Hatip El-Cami’den)

Hz. Ömer efendimizin çözüm arzusu, cevaba kızması ve ardından hem dönem şartlarının hem insanların bakış açılarının değişmesi nedeniyle bu ihtilafların doğallığını kabullenişi söz konusu bu rivayette. İbni Abbas’ın (ra) bu tespitlerinin doğru olmakla beraber bugünden geriye doğru baktığımızda çok iyi niyetle yapılmış tespitler olduğunu, bütünü izah ve ifade etmekte eksik kaldığını görüyoruz. Ya da bu tespitin “Müslümanlar” için geçerli olduğunu, o gün kimilerinin  bugün ise çoğunluğun “Müslümanlık” anlayışının tartışılır noktada olduğunu söylemek de gerçeğin daha doğru bir ifadesi olacaktır.

İbni Abbas efendimizin sonraki dönemde yaşanabilecek ihtilaflarda, Kur’ân-ı Kerim’deki manaları samimi bir şekilde anlamaya çalışırken bile olabilecek farklılıklara işaret ettiğini görüyoruz. İslâm tarihine bakıldığında bugünlere gelinceye dek yaşanan ihtilafların çoğunun ahiretten kopuk dünyevileşmiş bakıştan kaynaklandığı görülecektir.

Asrısaadet içerisinde yaşanmaya başlanan tartışmaların merkezinde de meselelere temelde nefis-şeytan-dünya eksenli bakan kimilerinin olduğunu görüyoruz. Fakat ulû’l-emr olan, raşit halife olan otoriteye itaat, toplum nezdinde ağırlıkta idi. Ebu Bekir efendimize isyan edenler (Ridde Savaşları) Osman efendimizin şahadeti, Ali efendimize başkaldırılar olsa da toplumda ağırlık merkezi yine hak eksenli idi. Ne zaman ki Ali (ra) efendimiz şehit oldu, Hüseyin efendimizin (ra) mübarek kanı Kerbela topraklarına karıştı, işte bu son kırılma noktasından sonra hakikat nehri yer altına çekildi.  Toplumu sulayan ana kanal olmaktan çıkıp ancak talip olanların ulaşabileceği pınarlar şekline dönüştü. Efendimiz’in (sav) buyurduğu üzere “melik-i adûd-ısırıcı melikler” dönemi başlamış oldu.

Kur’ân-ı Kerim’de Mevlâ-yı Müteâl Hazretleri bize bir çağrıda bulunmuştu:
“Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmran; 102)

Bir Müslüman için “Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkmak” nasıl olabilirdi?

Aziz olan, Cebbar ve Kahhar olan, Azîzu’n-zuntikâm olan, Seriyy-ül Hisab olan, bütün celal sıfatları ile muttasıf olan Allah Teâlâ’dan “Müslüman” yeterince korkabilmekte midir?.. Gök gürlemesinden, yıldırımdan, göğün kararıp sele-tufana dönüşebilecek bir yağmurdan, kaçabilecek hiçbir yerin olmadığı depremden gereği gibi korkup ders alabilmekte midir Müslüman?.. İnsan Allah’tan (cc) nasıl gereği gibi korkar?.. O’nun kudretini nasıl hisseder, idrak eder?...

Artık “doğal hadiseler” olarak karşıladığı bu hatırlatmalar, gafletiyle dünya hayatına dalmış, Allah’tan uzaklaşmış bugünün modern insanına çok da tesir etmeyecektir. Oysaki hastalıklarımız, çektiğimiz acılar, evimizde-işimizde düştüğümüz sıkıntılar hep bizlere acziyetimizi, O’nun karşısında hiçliğimizi ikaz etmekte değil midir aslında?  Firavun’un başı bile ağrımadığı için bir şey sanmamış mıydı kendisini? Aklında-fikrinde, duygusunda o yüce kudreti hissetmeli değil miydi insan? Yer-gök, dağ-deniz… Bu muhteşem dekor hep bunu idrak için değil miydi? Yağan yağmur, esen rüzgâr, sarsılan dağlar, etrafımızdaki insanların birer birer ölümü… “O’nun izni olmadan bir yaprak kımıldamaz”dı hani? Düşünmeli, hissetmeli daha doğrusu işitmeli, öğrenmeli değil miydik? Peki kimden? Kimden öğrenecektik yazın-kışın, ağacın-yaprağın, hayatın, insanın, Hazreti İnsan’ın sırrını?... Kim öğretecekti bize? Kim hatırlatacaktı unuttuğumuzda?...

Kâinatın Efendisi (sav) eğitti, öğretti. Sıddıklar,  Faruklar, Haydarlar, Zinnurlar yetiştirdi. Sonra onlar da aktardılar bu sırrı, Peygamber varisi insan-ı kâmillere: Geylanilere, Nakşibendilere, Şazelilere…

İman bir kabuldü, girişti, işin besmelesi idi. İkinci aşama O’ndan hakkı ile korkmaktı. “Allah’tan ancak O’nu tanıyanlar hakkı ile korkar”dı çünkü. İşte Allah’a dost olan, korku ile sevgiyi bir araya getirenler O’nu hakkı ile tanımış ve ümmete, talip olanlara perdeyi aralamış, bu sırrı aktarmıştı. Ancak bu şekilde Müslüman olarak can vermek mümkün olacaktı çünkü.

Yine bu çağrının cevabının nasıl olması gerektiğini aynı surenin ilerleyen kısımlarında Mevlâmız bize öğretiyordu: “Ey Rabbimiz gerçek şu ki biz ‘Rabbiniz’e iman edin!’ diye seslenen bir davetçiyi işittik de hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al!” (Âl-i İmran; 193)

Kainatın Efendisi’nden sonra O’nun davetine, bizi çağıranlara kulak vermek gerekti. Günahlarımızın bağışlanması, O’nun (cc) Settar ismi şerifiyle ayıplarımızın örtülmesi ve son nefesimizi verirken iyilerden olabilmek için hayatta iken iyiler (Ebrâr) ile beraber olmak gerekti.

Nefis-şeytan-dünya denilen Bermuda şeytan üçgenine düşmemek, o girdapta boğulmamak için davetçiye uymak gerekti.

Birinci adım iman, ikinci adım Allah’tan korkmak, üçüncü adım davetçiye uymak ve son adım; ömrü bir duaya çevirmek. “...Artık günahlarımızı bağışla, ayıplarımızı ört, canımızı iyilerle beraber al.”

İşte bu yürüyüşe Mevlâmız’ın karşılığı: “Bunun üzerine Rableri onların dualarını kabul etti. Dedi ki: ‘Ben erkek olsun kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden çalışan hiç kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar. Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler. And olsun Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat Allah tarafındandır. Allah, mükâfatın en güzeli kendi nezdinde olandır.” (Âl-i İmran; 195)

Rabbimiz, bizleri Senin Peygamberi’nin varisi olan davetçine, Hz. İnsan’a teslim olan kullarından eyle. Bizleri sana iman ile, Sen’den korku ve Sana sevgi ile, ömrünü  duaya, yalvarışa çevirenlerden eyle. Vaat ettiğin mükafatı bizlere lütfeyle.

Âmin, bi hürmeti Seyyid-ül Mürselin vel-hamdu lillahi  Rabbi’l-âlemin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort