JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Şeytanın Kalbe Müdahale Yolları 3

Şeytanın Kalbe Müdahale Yolları -3 - Şeb-i Vuslat

Sayı : 130 - Ekim 2018

 

Şeytanın Kalbe Müdahale Yolları -3

 

Şeytanın kalbe hulul eden büyük kapılarından biri de mezhep taassubu ve şehvet arzuları ile hasımlara kin tutmak, onları küçümsemek ve onlara hakaretle bakmaktır. Bu hal, fasıkları olduğu gibi, abidleri de helake götürür. Zira insanlara hakaret edip onlara kusur aramakla uğraşmak, insanda bulunan kötü bir haslettir.

Şeytan bu tabiatta olan kimsenin hayaline, bunun güzel bir şey olduğunu yerleştirir. Bu da adamın kalbine yerleşir ve adam da bütün gayretini bu yola sarf eder. Adam, bu hareketi ile din namına gayret sarf ettiğini sanarak kendisini sevinç ve neşe içinde bulur. Halbuki doğrudan şeytan yolundadır. Mesela, biri kalkar Hz. Ebu Bekir (ra) için taassub gösterir, onu bütün ashap üzerine tercih eder ve hepsinden fazla sever. Öte yandan haram yemekten çekinmez, boş ve yalan sözlerden kaçınmaz, çeşitli fesat yollarına girer; yalnız Ebu Bekir’i üstün tutmada ısrar eder ve bununla dindarlık yaptığını zanneder. Halbuki bu hali ile Ebu Bekir kendisini görse, ilk düşmanı o olurdu. Çünkü Ebu Bekir’in (ra) dostu, onun yoluna düşüp, onun istikametini takip eden, ağız ve dilini koruyan kimsedir. Ebu Bekir’in (ra) ahlakı şöyle anlaşılır: O, lüzumsuz söz sarf etmemek için ağzında taş saklardı. Böyle alabildiğine fuzuli işlerle uğraşan kimse, Ebu Bekir’e nasıl dost olabilir?

Öte taraftan Hz. Ali’yi (ra) tercih eden başka bir mutaassıb görürüz. Onu diğerleri üzerine tercih eder ve bunu bir ibadet sayar. Halbuki onun yolundan gitmez. Hz. Ali (ra) halife olduğu halde üç dirheme bir gömlek almış ve uzun gelen kollarını makasla kesmiş ve öyle mütevâzı bir şekilde giymiştir. O, böyle bir zahid iken, onun aşığı olduğunu iddia eden kimse, ipek elbiseleri giymekten kaçınmaz ve haramdan kazandığı servet ile süslenmekten çekinmez. Buna rağmen Hz. Ali’yi (ra) sevdiğini iddia eder. Bilmez ki kıyamette ilk hasmı Hz. Ali’dir.

Büyük bir insanın ciğerparesi, gönül meyvesi ve iki gözünün nuru olan bir oğlunu, bir başkası dövse, parçalasa, tüylerini yolsa, makasla dilim dilim kesse ve sonra da bu çocuğun babasını çok sevdiğini iddia etse, acaba o babanın yanında bu adamın bir değeri olur muydu? 

Bilinen bir gerçektir ki, din ve şeriat Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve diğer sahabenin -Allah onlardan razı olsun- evlatlarından, aile ve nefislerinden de daha fazla sevdikleri şeylerdir. Şeriata isyan edenler, onu şehvet makası ile kesip parçalayanlardır. Bununla beraber Allah’ın (cc) dostlarına düşmanlık ve düşmanı olan iblise dostluk etmiş olurlar. 

Kıyamet gününde sahâbe-i kiram ve Allah velileri huzurunda bunların alacağı manzara meydandadır. Şayet şu anda perde ortadan kalksa da sahabe-i kirâmın, Rasuli Ekrem’in (sav) diğer ümmetlerinden neler beklediklerini görseler, onlar bu kötü davranışları karşısında sahabeyi ağızlarına almaktan utanırlardı.

Ne yazık ki, şeytan bunları aldatır ve bir kısmına Hz. Ebu Bekir ve Ömer’i sevenlerin etrafına ateş yaklaşamaz diye vesvese verirken, diğerlerini de Hz. Ali’yi severek ölen kimse için korku yoktur, diyerek aldatır. Halbuki Rasuli Ekrem (sav) kendisinden bir parça olan Hz. Fatıma’ya: “Amel et; zira Ben Allah katında senden bir şey kaldıramam!” buyurmuştur.

Mezhep imamları olan Şafii, Maliki, Hanefi, Hanbeli ve diğerleri hakkında taassup gösterenlerin vaziyeti de böyledir. Bir imamın mezhebinden olduğunu iddia edip onun ahlakı ile ahlaklanmayanın kıyamet gününde hasmı o imamdır. Zira o zat bu adama: “Benim mezhebim yalnız dil ile konuşmaktan ibaret değil, belki ameldir. Konuşmak, hezeyan yapmak için değil, amel yapmak içindi. Benim mesleğim ve mezhebim olan amel babında, bana neden muhalefet ettin? Sonra da yalancı olarak ‘Ben falanın mezhebindenim!’ diye ortaya çıktın?” diyerek yakasına yapışır.

İşte bu da şeytanın giriş kapılarının büyüklerindendir. Alimlerin çoğu bu noktada helak olmuştur. Medreseler, Allah’tan az korkan, dinde basiretleri zayıf, dünyaya rağbetleri kuvvetli ve metbu olma ihtirasları şiddetli olan kimselere teslim edildi. Bunlar da mevki ve emellerine ancak mezhep taassubu ile ulaşabildiler. Şeytanın hilelerinden kimse onları ikaz etmedi, belki bunlar şeytanın hilelerini infaz edip yerine getirmekte şeytana vekalet ettiler. İnsanları bu yolda tuttular ve böylece dinlerinin esaslarını unuttular. Kendileri helak olduğu gibi, başkalarını da helake sürüklediler. Allah (cc) onları ve bizi affetsin, amin.

Hasan-ı Basri anlatıyor: İblis “Ben Muhammed’in ümmetine isyanı söyledim, onlar onu süslü gördü ve yaptılar. Fakat akabinde tevbe etmekle benim belimi kırdılar. Buna karşılık ben de onlara öyle günahlar süsledim ki onlar onu ibadet sandılar ve tevbe etmek hatırlarına bile gelmedi. O da hevâ-i nefislerine uymaktır.” dedi ve bunu doğru söyledi. Çünkü onlar bu hareketlerinin isyan olduğunu bilmezler ki, ondan tevbe etsinler.

Şeytanın büyük aldatma yollarından biri de kulu, insanlar arasındaki mezhep ihtilafları ve bu husustaki dedikodularla meşgul edip kendisini unutturmaktır.

Abdullah b. Mes’ud (ra) şöyle anlatıyor: “Bir cemaat, Allah’ı zikretmek üzere bir yere toplandılar. Şeytan bunları dağıtmak ve aralarını bozmak için ne kadar çalıştı ise, muvaffak olamadı. Bu defa bunlara yakın başka bir cemaate gitti. Bunlar da dünya işlerini konuşuyorlardı. Şeytan kolaylıkla bunların arasına fesat tohumu ekti ve bunları birbirine düşürdü. Bunlar da yekdiğerini öldürmeye kalktılar. Şeytanın maksadı bunlar değil, ötede zikir ile meşgul olanları dağıtmaktı ve buna da muvaffak oldu. Şöyle ki, bu döğüş ve kavgayı gören zikir erbabı, bunları ayırmak için hemen oraya koştular ve ayırdıktan sonra da dağılıp gittiler, işte şeytanın istediği de bu idi, yani onları dağıtmak idi.”

Şeytanın kalbe giriş kapılarından biri de cehaletleri sebebiyle akılları ermeyen bazı kimseleri, Allahu Teala’nın (cc) Zat ve sıfatı üzerinde ve akıllarının alamadığı bu gibi meselelerde düşünceye sevk eder, şüpheye düşürür ve onları dinin esasından şaşırtır. Allahu Teala (cc) hakkında bazı hayali şeyler hatırlarına getirir ki, bu gibi hayaller ile ya bidat sahibi olur ya da küfre giderler. Adam da bilmeyerek sevinir, güya bir şey buldum zanneder. Akıl ve zekası ile bir şey anladığını sanır. İnsanların en ahmağı, zekasına en çok güvenendir. İnsanların en akıllısı da kendini en fazla töhmetleyen ve durmadan âlimlerden soran kimsedir.

Hz. Aişe (ra) diyor ki: Rasuli Ekrem şöyle buyurmuştur: “Şeytan birinize gider hulul eder ve vesvese yolu ile:

-Seni kim yarattı, diye sorar. Adam:

-Allah yarattı, deyince, şeytan:

-Ya Allah’ı kim yarattı, der. 

Sizden biriniz içinizde böyle bir sual ile karşılaştığı zaman, Allah ve Rasulü’ne iman ettim, desin. Zira bu, vesveseyi giderir.”

Rasuli Ekrem bu vesvesenin ilacın-dan bahsetmeyi emretmedi. Zira bu vesveseyi alimler değil, insanların avamı bulur. Avamın hakkı ise, kalpleri ile tasdik ve vücutları ile inkıyat olup, ibadetle ve aralarında geçimle meşgul olarak ilmi, ulemaya terk etmektir. Avamdan olan bir kimsenin ilim hakkında konuşması, onun zina ve hırsızlık etmesinden daha kötüdür. Zira ilmi olmadan, Allahu Teala ve dini hakkında konuşanlar, bilmediği yerden küfre gidebilirler. Bu tıpkı yüzmeyi bilmeyen kimsenin denize girmesine benzer. Şeytanın itikad ile alakalı olan hile ve yolları sayılamayacak kadar çoktur.

Şeytanın kalbe hulul eden kapılarından biri de suizandır (kötü zan). Allahu Teala: “Ey iman edenler, zanların çoğundan sakının, zira zanların bazısı günahtır.” (Hucurât 12) buyurmuştur.

Kim, bir zan ile başkasının kötülüğüne hükmederse, şeytan bu kimseyi o adamın aleyhinde dil uzatmaya ve gıybet etmeye sevk eder de bu sebeple helaka gider yahut o adamın hakkına riayet edemez, ikramda kusur eder, ona hakaretle bakar ve kendini ondan hayırlı görür. Bunların hepsi tehlikelidir. Bunun için şeriat töhmet yerlerinden menetmiştir. Nitekim Rasuli Ekrem (sav): “Töhmet yerlerinden kaçınınız.” buyurmuştur. Hatta bizzat Rasuli Ekrem töhmet yerlerinden uzaklaşmıştır.

Ali b. Hüseyin’den (ra) rivayet edildiğine göre; “Safiyye bint-i Hayy b. Ahtab, Rasuli Ekrem’in mescidde itikafta olduğunu öğrendi ve Rasuli Ekrem’i ziyarete gittiğini söyledi: Bir müddet Rasuli Ekrem ile konuştuktan sonra ayrılmak üzere kalktım ve Rasuli Ekrem de kapıya kadar beni yolcu etti. Tam o sırada ensardan iki genç oradan geçiyordu. Hemen Rasuli Ekrem onlara seslendi ve: ‘Bu, Safiyye bint-i Hayy’dır!’ buyurdu. Onlar da:

-Ya Rasulallah, biz Senin hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz, dediler. Bunun üzerine Rasuli Ekrem:

-Kanın bedende cereyanı gibi şeytan da insana hulul eder. Size vesvese vereceğinden korktum da onun için vaziyeti izah ettim, buyurdu. 

İnsafla bak ki, Rasuli Ekrem (sav) onları din ve diyanetlerinde nasıl korudu. Çünkü Rasuli Ekrem onlara, suizannın insanı küfre kadar götürdüğünü, ümmetinin töhmet yerlerinden uzaklaş-malarını öğretti. Hatta en muttaki bir alimin bile bu hususta tesahül göstermeyecek halde olduğunu ve bu gibi alimin bile “Benim hakkımda hüsnü zandan başka ne yapılabilir?” demesinin doğru olmadığını bildirdi. Zira en muttaki ve şüpheli şeylerden çekinen alim bir zata dahi herkes aynı nazarla bakmaz. Bazıları her yönden rıza gözü ile bakarsa, bazıları da kem gözle bakarlar. Nitekim şair: 

“Rıza gözü, bütün ayıplara karşı kördür

Fakat hışım gözü bütün kötülükleri açıklar.” demiştir.

Onun için kötü zanlardan ve kötülerin töhmetinden uzaklaşmak gerekir. Zira kötüler, herkesi kötü bilirler. İnsanlara suizanda bulunan ve kusur araştıran bir kimseyi gördün mü? Bilmiş ol ki, bu adam kötü bir insandır, o hal, kendisinden taşan pisliğidir. O, başkasını kendisi gibi görür. Zira mümin, mazeretler arar ve kabul eder. Münafık ise kusur arar durur. Mümin, bütün insanlar hakkında kalbi temiz olup iyilikten başka bir şey düşünmeyen kimsedir.

Şu anlattıklarımız, şeytanın kalbe giden yollarının bazılarıdır. Hepsini saymak istesem, ona güç yetiremem. Yalnız bu kadarı diğerlerine de işarettir. Ademoğlunda bulunan her kötü huy, şeytanın bir silahı ve kalbe hulul eden yollarından biridir.

Devam edeceğiz inşallah,

Selam ve dua ile...

 

Kaynak:
İhyâu Ulûmi’d-Din, Hüccetü’l-İslam İmam Gazâlî, Bedir Yayınları, 3. Cilt

 

Yazar: Şeb-i Vuslat

 

Cuma, 01 Mart 2019 00:00

ALLAH'IN VELİ KULLARI -7

Allahın Veli Kulları 7

Allah'ın Veli Kulları -7 - Mine Şimşek

Sayı : 130 - Ekim 2018

 

Allah'ın Veli Kulları -7

 

En güzel övgüler hamdler ve şükürler; Cenabı Hakk’a (cc), salat ve selamlar ise sevgili Peygamberimize (sav) olsun. Cenabı Hak dünya ve ahiret yalnız kendi Zatı’nın, Rasulü’nün ve dostlarının muhabbetine kavuşmak için yaşamayı tüm ümmete lütfeylesin. Allah dostlarının kısa hayatlarını yazmaya devam edeceğiz inşallah.

Ayeti kerimede Cenabı Hak (cc): “Biliniz ki Allah dostlarına asla korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyecekler.” (Yunus 62)

İmamı Gazali Hazretleri ve Kısa Hayatı:

İsmi, Muhammed. Künyesi Ebu Hamid el-Gazali, lakabı ise Hüccetü’l-İslam’dır. Tus şehrinde H. 450 senesinde doğduğu kaynaklarda kaydedilmiştir. Babası kendi dükkanında yün büker ve satarak geçinirdi. Ölüm döşeğinde iken samimi dostu olan bir zata oğulları, Muhammed ile Ahmed’i teslim ederek şöyle rica etti: “Hattatlığa (yazı yazmaya) çok merak ettiğim halde maalesef bunu öğrenemedim, fakat benim yapamadığım bu işi, şu iki yavruma yaptırmak azminde idim. Ne yazık ki Allah’ın ebedi fermanı çatmış ve benim için ona icabet etmekten başka çıkar yol kalmamıştır. Artık Allah yolunda dostum ve kardeşim olarak yavrularımı ilim yolunda yetiştirmen için sana emanet ediyorum.” Babalarının ölümünden sonra, baba dostu olan zat, onları büyütür, yazı öğretir ve ilim öğrenmelerine azami derecede dikkat sarf eder.

Onu sevenler şöyle anlatmışlardır: “Gazali ilmin çeşitli dallarında söz sahibi olan, bidatçıları yerle yeksan edecek dereceye yükselen bir alim idi. O, İslam dininin insanoğlunu darü’s-selam olan cennete götüren bir delil ve burhanı idi. O on dördünde parlayan bir ay idi. O da herkes gibi bir beşer fakat bütün Müslümanların imdadına yetişmiş, kocaman dağ gibi bir beşer, o halktan bir parça fakat dizilmiş inci taşlarının parçası idi… 

Hayatı boyunca İslam dininin hakikatlerini bildirmiş, o mübarek kalemi sayesinde dinin hakikatlerini öğretmeye çalışan, şüphecilik bulutlarını dağıtan, gönülleri rahatlatan, kalbi takva dolu halvethanesinde tevhid denizine dalıp taatten başka hiçbir şeyi kendisine arkadaş edinmemiştir. O semalardan daha yüce bir alemde idi, onun kalbindeki ilim dünyanın bütün bağlarından üstün bir ilim bahçesi idi. O ilimlerin engin denizlerine dalıp ince çalışmalarından dolayı ortaya döktüğü deliller sayesinde, bidatçılar kendisinden korkar, perişan olurlardı. O huzurunda başka aslanlara yer bulunmayan bir aslan idi… Gazali her sahada imamlara önder ve ümmetin Rabbanisidir. Bütün hayatını sünneti seniyye ve dine yardımdan başka bir hedefi olmayan, güzellik ve manevi cemal de kitapları ile güneş ışınının arza yayılışı gibi yayılmıştır.”

İlme Başlaması:

İmam Gazali (ks) çocukluğunda memleketin alimlerinden çeşitli ilim dallarında dersler almıştır. Daha sonra Cür-can şehrinde bulunan alimlerden okuyup kitabının kenarlarına hocasına notlarını yazdırmış ve memleketine dönmüştür. Kendi dilinden bizzat anlattığı bir hadiseyi şöyle nakledilir: Cürcan’dan memleketime dönerken yolda haramiler yolumuzu kesmişti. Birlikte bulunduğumuz kafilede ne varsa hepsini aldılar. Aldıkları kitaplarımı almak için arkalarından yürüdüm, başları bana dönerek: Geriye dön yoksa canına kıyarız, dedi. Reise yalvardım, Allah rızası için benim mallarını geri vermesini rica ettim: “Onlar sizin işinize yaramaz.” dedim. Reis: “Malların nedir?” dedi. “Şu torbada bulunan kitaplardır, o kitapları dinlemek, öğrenmek ve yazmak için diyarı gurbete gittim.” deyince. Reis bu sözler üzerine: “Sen nasıl oluyor da bu kitaplarda bulunanı öğrendim, diyebiliyorsun. Kitaplarını aldığımız için bütün bilgilerin kayboluyor, kitapların yok olduğu için de ilminde yok oluyor!” Bunları söyledikten sonra arkadaşlarına kitaplarımı vermeleri için emir verdi. Reisin bu sözlerinden sonra üç sene durmadan çalışıp hocamın anlattıklarını, öğrendiklerimi, hocamın kitaplarımın kenarlarına yazdığı notları tamamen hıfz ettim, ezberledim.”

Gazali (ks) Allah’ın izni ile Rahman’ın rıza yoluna ve imanın merkezine vardıracak bir rehber oldu. Hacca giderken Şam’a uğradı, orada on seneye yakın bir zaman ikamet etti. “İhyâu Ulûmi’d-Din” gibi emsali görülmemiş bir eseri yazdı. Nefsinin temizlenmesine, ahlakının gelişmesine bütün zamanını sarf etti. Dünyanın geçici zevklerini terk edip zühd ve takvaya daldı… Arada evine kapanarak düşünce deryasına dalar, vakitlerini ibadet ile değerlendirerek bir müddet böyle devam ederdi. Hac vazifesini eda edip Bağdad’a döndüğü zaman vaaz ve nasihate koyuldu. İmam Gazali hazretleri kısa zamanda aklı ve zekasıyla tüm alimler tarafından takdirle karşılandı.

Gazali’nin Allahu Teala’nın kendisine ihsan buyurduğu mübarek sohbetleri, yüksel ilminin faideleri, feyizleri ve nasihatleri kısa zamanda dünyanın her tarafına yayılır. Çoğu kişiler Gazali’nin huzuruna giderek mübarek nefeslerinden ve sohbetlerinden bereketlenerek vaazu nasihatlerini dinlerlerdi. Bahsini bütün bir memleket yapmış, fazileti halk arasında gayet geniş çapta haklı olarak yayılmış, zekası son derece parlak, idraki ve sezgisi son derece gelişmiş ileride idi.

Kendisi anlatır: “Gençliğimden, henüz yirmi yaşıma varmadan yani buluğ çağına yaklaşan bir zamandan, beri daima bu derin denizin dalgalarıyla mücadele etmekten korkmadım, cesaretle derinliklere daldım, her türlü meseleleri çözmeye çalıştım. Her müşküle göğüs gererek atlatmaya çalıştım… Abidin ibadetinin kendisine ne kazandırdığını inceledim. Ta küçük yaşımdan beri hakikatlerin derinliklerine vakıf olmaya susamış olmak, Allahu Teala’nın (cc) bana bahşetmiş olduğu bir lütfu ilahisidir. Bunda benim arzu ve ihtiyarımın hiçbir rolü yoktur.”

Gazali Hazretlerinin Mübarek Sözleri:

Kalp takva ile iyi amellerle süslenip kötü sıfatlardan arınmadıkça o kalpte zikrin hakikati bulunmaz. Kalpler kaplara benzer; bir kap su ile dolu ise havanın o kaba girmesine imkan yoktur. Kalp de masiva ile dolu oldukça Allah’ın Celal marifeti oraya giremez.

İlimlerin içinde en şerefli olan Allah’ın sıfat ve fiillerini bildiren ilimdir. İnsan bu ilimle kemale ulaşır, kamil olmanın saadetini duyar…

Allahu Teala hakkındaki zannı kötü ve insanların ayıplarını araştıran bir kimseyi gördüğün zaman bil ki böyle bir insanın kalbi hastadır. Mümin kişi ise bütün halk nazarında kalbi kavi olan kimsedir.

Uyku kalbi öldürür ve kurutur, ancak bundan zaruri olan miktarı hariçtir... Fazla doymak ibadetten alıkoyar, çünkü az yemek bedenin sağlığını koruduğu gibi çok yemek ve karnı karışık yiyeceklerle doldurmak damarlarda karışıklık meydana getirir.

Ölüm, dünyaya bağlı olanların zannettiği gibi yolculuk değildir. Ölüm sevdiğinin huzuruna varman için geçmek zorunda kaldığın zorluktan kurtulmaktır.

İhya Kitabından Mübarek Öğütleri:

“İmam Gazali buyurmuştur ki; Kitabımızın (İhyâu Ulûmi’d-Din) bu son kısmını hayırlara vesile olması, bereket ve feyiz getirmesi temennisiyle Allah’ın rahmetinin enginliğini anlatan bir konu ile tamamlamayı umut ediyoruz: 

Rasulullah (sav) işittiği şeyleri hayra ve uğura yormayı severdi. Bizi kurtarmaya yetecek kadar amelimiz olmadığından hiç olmasa bu hususta Rasulullah’a (sav) tabi olmalıyız. İşte bu sebeple kitabımızı Allah’ın rahmetini işleyen bir konu ile bitiriyoruz. Dünyada ve ahirette de akıbetimizin hayırla son bulmasını ümit ediyoruz:

Ayeti kerimede: ‘Rasulüm de ki: Ey nefislerine kötülük ederek haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki o, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.’ (Zümer 53) buyuruyor. 

Cehennem ehli için hazırlanan dehşet ve felaketleri düşünerek kalbine o korkuları yerleştir ve cennet ehli için vaat olunan o nimetleri düşünerek ümit bağlarını kuvvetlendir. Korku kamçısını nefsine tattır ve ümit yularıyla kendini doğru yola çek. Ancak böylelikle o büyük ve ebedi nimete kavuşur ve acıklı olan azaptan kurtulabilirsin. Cennet ehlini düşün, yüzlerinde parlayan cennet nimetlerinin verdiği parıltıyı, misk kokan içeceklerden içtiklerini, nefis beyaz incilerden yapılmış konutlar içinde kırmızı yakuttan yapılma minberlerde oturduklarını tefekkür et. Onlar cennette harikulade güzellikteki yeşil halılar üzerinde yastıklarına yaslanarak şarap ve bal akan ırmakları seyrederler…

Bu ve yazdığımız diğer bütün kitaplarımızda dilimizin sürçtüğü, kalemi-mizin kaydığı her şey için Allah’tan af ve mağfiret diliyoruz. O’nun rızasını elde etmek uğruna kazandığımız ilmin ve yaptığımız amelin içinde, rızasının olmadığı şeyler karışmışsa bu kusurumuzdan dolayı da af ve mağfiret diliyoruz. 

Esasen sahip olduğumuz her türlü noksanlık, kusur, açık ve gizli hatalarımızdan bağışlanmayı istiyoruz. Bizi tehlikeye götüren her türlü yapmacık davranıştan ve insanlara süslü göstermek için kitaba yazdığımız her kelimeden, konuştuğumuz her sözden ve bu türden faydalandığımız veya faydalandıramadığımız her ilimden Allah’a sığınıyoruz. Bu kitabı ibret ve istifade üzere okuyanlara, onu yazanlara ve onda olanları dinleyenlere Allah’ın rahmet ve mağfiretini ihsan edeceğini, görünen ve görünmeyen tüm günahlarımızı affedeceğini ümit ediyoruz. Çünkü onun engin ihsan ve merhameti geniş, rahmeti ve cömertliği yağmur gibi akmaktadır.”

Vefatı

İmamı Gazali’nin kardeşi Ahmed anlatmıştır: “Sabah namazına bir abdest aldı ve namazını eda ettikten sonra, kefen istedi. Kefen gelince öptü başına ve gözünün üzerine koydu ve şunları söyledi: ‘Allahım! Emrin başımın üzerine gelsin.’ Bunu söyledikten sonra mübarek yüzünü kıbleye çevirerek ayaklarını uzattı sabahın karanlığında Hakk›ın rahmetine kavuştu.”

Yazımızı İmamı Gazali hazretlerinin güzel duaları ile bitirelim: “Ey Allahım! Muhammed’e ve O’nun âline öyle bir salat gönder ki Senin için rıza, Muhammed’in hakkı için eda olsun. Kendisine vad ettiğin Makam-ı Mahmud’a O’nu gönder, O’nun müstehak olduğu mükafatı bizden taraf O’na ihsan eyle. O’nun kardeşleri olan bütün peygamberleri ve salih kullarını rahmet deryalarında coştur.” 

İmamı Gazali hazretlerine zerreler adedince rahmet olsun, himmetleri ve şefaatleri bol olsun. 

(Devam edeceğiz inşallah…)

 

Yazar: Mine Şimşek

 

Cumartesi, 01 Aralık 2018 12:25

OLANA AŞK OLSUN, ÖLENE YAZIKLAR OLSUN

Olana Aşk Olsun, Ölene Yazıklar Olsun - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 130 - Ekim 2018

 

Olana Aşk Olsun, Ölene Yazıklar Olsun

 

Çevremizden işitiyoruz adam işleri karıştırıyor, bir çıkış yolu bulamıyor ölümü tercih ediyor, canına kıyıyor, intihar ediyor. Yunus diyor ki -sizleri tenzih ederim- 

Ölen hayvan imiş
Âşık, sadık, derviş ölmez...

Cenabı Hak da buyuruyor:

وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ اَمْوَاتٌۜ بَلْ اَحْيَٓاءٌ وَلٰكِنْ لَا تَشْعُرُونَ 

“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.” (Bakara, 154)

Ölü demeyin, öldü demeyin... Allah’ın yolunda olanlar, Allah için olanlar ölmezler. Allah için olan illa şehit anlamında değil, kim Allah içinse... Biz adeta bu manayı kastederek yine ayetin ifadesiyle, işaretiyle: 

اَلَّذ۪ينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُص۪يبَةٌۙ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ 

“Onlar; başlarına bir musibet gelince, ‘Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz’ derler.” (Bakara, 154) demiyor muyuz? Biz Allah’tan geldik, yine O’na döneceğiz, yine O’na gideceğiz… 

Peki, şimdi düşünebilir misiniz ki Allah gönderdiği bir varlığı başıboş, sebepsiz, manasız göndersin? Teşbihte hata olmasın, Anadolu’da bu tip şeyler çok olur; adamın bir karakaçanı vardır yıllarca onunla yük taşımıştır, işinde gücünde kullanmıştır. Artık yük taşıyamayacak hale gelmiştir, ona boşuna saman, arpa yedirmemek için kışın yazıya salıverir ki kurt, kuş yesin. Veya afedersiniz, çoban köpeği vardır artık yaşlanmıştır, kurtlarla mücadele edecek durumu yoktur, adam bırakır. 

Haşa ki insan böyle olsun. “اَيَحْسَبُ الْاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًىۜ - İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?” (Kıyâmet, 36) buyuruyor Cenabı Hak. Öyle başıboş, anlamsız, manasız, gayesiz, terk edileceğinizi mi zannediyorsunuz. 

Mademki Allah’tan geldik; “اِنَّا لِلّٰهِ” öyleyse bir vazifeye mebni geldik, bir memuriyetimiz var, bir görev üstlendik. Dönüş; “وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ ” O’na (cc) ise bu görevin, bu memuriyetin raporunu sunmaya döneceğiz. Bu işi nasıl yaptık, bunun hesabını vereceğiz. Ya Rabbi sen bizi şu şu vazifelerle yeryüzüne gönderdin, bizi memur kıldın, bizi halife yaptın, temsil yetkisi, tasarruf hakkı verdin; irade verdin, ihtiyar verdin… İhtiyaç olduğunda her neyi senden istedikse verdin: “وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُون۪ٓي اَسْتَجِبْ لَكُمْۜ - Rabbiniz şöyle dedi: “Bana dua edin, duânıza cevap vereyim.” (Mü’min, 60) İhtiyaç duyduğumuz her şeyi bize verdin…

Şimdi sizin böyle bir imkânınız olsa, böyle bir durum sizin elinizde, bünyenizde gerçekleşse yani birini bir yere vazifelendirseniz sonra da onun dönüp size rapor vermesini bekleseniz… Ölsün diye mi beklersiniz? Hadi sen git orda öl, öl de gel… Böyle mi anlamalıyız? Sizce bu mantıklı mı? 

Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz. Niye geldik, niye dönüyoruz, bunun üstünde derin derin düşünmemiz lazım. “Öldü demeyin!” buyuruyor Cenabı Hak. Yani biz sizi ölmeye göndermedik. Peki, neye geldik; olmaya geldik, bulmaya geldik. 

Onun için geri döneceğiz ki olduk mu, bulduk mu; bize bu sorulacak. Öldük mü diye sorulmayacak. 

O yüzden diyorum ki ölmek kolay; olmak mesele. Ölen hayvan imiş, diyor Yunus. Ölene yazıklar olsun… Argo bir tabirdir; pilavdan dönenin kaşığı kırılsın… 

Olana aşk olsun, ölene yazıklar olsun… Olmak için buradayız, olmaya çalışacağız. Sahibimizi bulmaya çalışacağız. Bulana ne mutlu! Olan, bulan oynaya oynaya gidiyor. Koca Mevlana Şeb-i Arus, düğün gecem diyor. Visal gecesi, kavuşum gecesi, hasretin bittiği gece… Bakın “olanlar” nasıl bakmış. 

Ölüm bizi korkutuyor. “Efendim ölümün yüzü soğuk!” Niye soğuk ki? Korktuğumuz şey acaba gerçekten ölüm mü yoksa ihmallerimiz mi, eksiklerimiz mi? Ölümü belki en yakın şartlarda hissediyoruz; yakınlarımız, annemiz, babamız, kardeşimiz vefat ediyor ama ölüm yokmuş gibi yaşıyoruz, kâle almıyoruz. “Babam öldü, annem öldü!” Bu kadar basit… Toprağa sırladık, çıktık geldik, iki gün sonra da unutacağız. Sepeti kolunda herkes yolunda… Annemiz, babamız ölüyor, Allah rahmet etsin, ama hayat devam ediyor. Hemen bakın o moddan, bu frekanstan çıkıyoruz. Hemen dünyaya dalıyoruz, gaflete düşüyoruz. Hemen yine ne yiyelim ne içelim, bunun derdine düşüyoruz. Misal dün ağlıyorduk, acı günümüzdü yeme içme aklımıza gelmiyordu, bugün unuttuk. Şimdi bu, meseleye verdiğimiz önemi, değeri göstermiyor mu? 

Asıl bizi korkutan şey bu: Allah’a döneceğiz de dönüp ne diyeceğiz? “Ne yaptın, niye gittin, şimdi hangi sermaye ile geldin.” dediğinde ortaya koyacak neyimiz var, bundan korkuyoruz. Rabbim bu korkuları aşabilmeyi, hazırlıklı olabilmeyi lütfeylesin. 

Misal Ramazan geliyor, Ramazan hazırlığı yapıyoruz. Bayram geliyor, bayram hazırlığı yapıyoruz. Kış geliyor, kış hazırlığı yapıyoruz. Yaza gireceğiz, yaz hazırlığı yapıyoruz. Misafir gelecek, misafir hazırlığı yapıyoruz. Çoluk çocuk evlendireceğiz, düğün yapacağız, düğün hazırlığı yapıyoruz... Bakın dostlar, bir ömür adeta hazırlıklarla geçiyor. Bütün bunlardan çok daha ciddi olmasına rağmen ve bizim bunu yakin derecesinde bilmemize rağmen ahiret hazırlığımız yok… Ahiret var, haşr, mizan hak ama hiçbir hazırlığımız yok. Yaza var, kışa var, Ramazana var, bayrama var, düğüne var, misafire var… Ama ahirete bir hazırlık yok. 

“Hocam namaz kılıyoruz ya, daha ne yapacağız! Allah kabul etsin, yem toplar gibi olsa da bir namaz kılıyoruz. Daha ne yapalım?” Sen sırf su içerek durabilir misin? Misal sadece su içeceksin, başka bir şeye dokunmayacak ete, ekmeğe el uzatmayacaksın, su içerek hayatını devam ettireceksin. Ne kadar devam ettirebilirsin? Maksimum üç gün, devam etmez. 

İşte sırf bir namaz kılman, o sırf su içmen gibi. Sırf su içmeyle nasıl bu hayatı devam ettiremiyorsan, tek namaz kılmayla da bu hayatı devam ettiremezsin. Zahiren hayatı devam ettirmen için birçok şeye ihtiyacın var; suya, ete, ekmeğe, ısıya, havaya… bunlara ihtiyacın var. 

İşte biz bu ihtiyaçların bütününü kapsayan pakete İslam diyoruz. Bu böyle bütün bir paket. Yaratılışla birlikte bu paket sana verilmiş. Sen dünyaya bu emanetle birlikte geldin. “كل مولود يولد على الفطرة - Allah seni Müslüman olarak yarattı.” başka bir şey olarak değil. Sen sonradan başka isimler buldun, aldın bunlar senin meselen. Allah seni Müslüman yarattı. 

Sonra sana buyurdu ki; “اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠ - Şüphesiz Allah katında din İslam’dır.” (Âl-i İmrân, 19) Bak gözünü aç, bizim yanımızda tek bir yol var. Bize gelinebilecek bir yol var: İslam. Sen Müslüman olarak yaratıldın, yürümen gereken yol İslam…

“هُوَ سَمّٰيكُمُ الْمُسْلِم۪ينَ” İşte sana kimlik, senin tek ismin var; Müslümansın… Bu kimliği taşıyacaksın, bu yoldan yürüyeceksin. “يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِه۪ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ” Müslüman olarak ölmek zorundasın. Müslüman olmadan ölme yoksa adının, kimliğinin, sıfatının, şanının, şöhretinin ne olduğunun bir önemi yok. Sakın Müslüman olmadan ölme, sakın o kimliği kaybetme, sakın o yoldan çıkma, sakın bu paketi zayi etme. 

Bunu yaparsan olacaksın, ölümden kurtulacaksın. Yoksa öleceksin. Hem de belki -Allah esirgesin- aşağıların en aşağısı şeklinde öleceksin. Nerede öleceğin belli değil, ne hal üzere olacağın belli değil. Allah bir adamın elini bıraktı mı, Allah bir adamdan hidayeti kaldırdı mı, nimetini aldı mı o artık nasıl yaşarsa yaşasın, nasıl ölürse ölsün. “اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ” buyuruyor Allah onun için. Hayvan gibi biri, buyuruyor. “بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ” belki ondan da beter. Afedersiniz, hayvandan bile beter, buyuruyor. 

Bu halde mi ölmek istiyorsun, yoksa bir davet alarak mı? “اِرْجِع۪ٓي اِلٰى رَبِّكِ” Hadi bak, Rabbin seni bekliyor, buyur gel. Yol belli, yordam belli, kimlik belli, davet de var… “وَادْخُلِي جَنَّتِي” Hadi gel buyur, misafir odamıza buyur, şeref odamıza, şeref tribünümüze, cennetimize buyur. “فَادْخُلِي فِي عِبَادِي” O şeref odamızda, o şeref tribününde senin gibi misafirlerimiz var. Kulluğun bilincinde olan, İslamca yaşamış, imanla hicret etmiş olan; olmuş olan, bulmuş olan başka misafirler var. Sen de o misafirlerle, o şeref konuklarıyla birlikte o misafir odasında huzura buyur… “وَاللّٰهُ يَدْعُٓوا اِلٰى دَارِ السَّلَامِۜ” Allah sizi selam evine davet ediyor. Selametli bir yere davet ediyor sizi. Saadetli bir yere, Firdevs’e davet ediyor sizi. “وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ” O, uygun gördüğünü, sevdiğini, seçtiğini selamet yurduna, Darusselam’a ulaştırır. 

Kimi sever, kimi seçer? Elbette gayret edeni, çabalayanı, azimkâr, sebatkâr olanı, himmetini yüce tutanı… Dedik ya yolu tarif etti: “Şüphesiz Allah katında din İslam’dır.” Kimlik de verdi: “Sizi Müslüman olarak isimlendirdi.” Zaten ezelden Müslüman’dın, seni Müslüman yaratmıştı. Ve sana vazifeni de bildirdi: Müslüman olmadan gelme, buyurdu. 

Buraya kadar tamam mı, tamam. Peki, sen ben nerelerde dolaşıyoruz? Her şey ortada, adres belli… Biz Allah’ı nerede arıyoruz? Biz Peygamberi nerede arıyoruz? “Efendim, ölünce göreceğiz…” Ölünce gözünü toprak dolduracak. Burada güya sen uyanıktın, açıkgözdün, burada göremedin, orada nasıl göreceksin? Üstünde o kadar toprak, ağırlık var… 

Cenazeyi defnederken tahta koydunuz, yetmedi bir de üstüne hasır örttünüz, yetmedi toprak attınız... Sanki görmeyelim diye ellerinden geleni yapıyorlar. Allahu Teâlâ buyuruyor ki: “Burada kör olan orada da kör.” Sen burada eğer göremiyorsan orada da göreceğin bir şey yok. Onun için büyüklerimiz buyururlardı: “Görenedir görene, köre nedir köre ne?..” Kim görürse ona. Görmeyene bir şey yok.

Allah bizi oldursun inşallah, olgunlaştırsın. Bize Zatı’nı, Zatı’nın muhabbetini, Zatı’na varan istikameti buldursun inşallah. 

İnsan bilemeyince, göremeyince bulamaz. Bulamayınca mahrum kalır. Biz dünyada birbirimize konum atıyoruz, adres bildiriyoruz, arabalarımıza navigasyon koyuyoruz, çareler var. Cenabı Hak bize adeta konum atıyor; dostlarını bize gösteriyor… “Sen bilemeyebilirsin, onlara sor.” buyuruyor. Küçük bir çocuğun annesinin babasının elinden tutup gideceği yere gittiği gibi Rabbim bizi Allah dostlarının eline tutturuyor, hadi bize gel diyor. “فَادْخُلِي فِي عِبَادِي” Kullarımın elini tut; Allah’a ibad olmuş, bu şerefi, bu izzeti elde etmiş, hakikati fehmetmiş bu insanların arasına karış, buyuruyor. Onların elini tut, izini takip et. Onlar cennete, cemale, rızaya götürsün… Ama ellerini tut, eteklerini tut, sağlam tut. 

Rabbim elimizi büyüklerimizin eteğinden kesmesin.

 

Çarşamba, 01 May 2019 22:18

Mayıs 2019 Mukaddime

Mayıs 2019

Sayı: 137 - Mayıs 2019

 

Sâye saldı ehl-i îmân üstüne
Hamdülillah geldi mâh-ı Ramazân
Doğdu ol nûr ehl-i irfân üstüne
Hamdülillah geldi mâh-ı Ramazân
 
Bağlayıp şeytânı bende vurdular
Cümleten ağyar-ı Hakk’ı sürdüler
Ehl-i Hakk ol ayda Hakk’ı gördüler
Hamdülillah geldi mâh-ı Ramazân
 
Ehl-i cürmün Hakk gözü yaşın siler
Ağlayanlar şâd olur dâim güler
Şerbet-i gufrân içerler âsîler
Hamdülillah geldi mâh-ı Ramazân
 
Kıl terâvihi safâlar bulagör
Et tesâbihi vefâlar bulagör
Zikr ü tâ’at nûru ile dolagör
Hamdülillah geldi mâh-ı Ramazân
 
Kalb-i jengi mâsivâdan eyle ağ
Bu vücûdun zenbin andan kıl ferâğ
Hakkıyâ nûr-i Hudâ'dan yak çerâğ
Hamdülillah geldi mâh-ı Ramazân

              İsmâil Hakkı Bursevî (ra)
 
 
Rabbimiz (cc) Hazretlerine nihayetsiz şükürler olsun ki, Recep-i Şerif, Şaban-ı Şerif derken bizleri Ramazan-ı Şerife ulaştırdı. Yeniden Kur'an ayının ikliminden bizlere feyizyâb olma fırsatını bahşetti. Gönüllerimize sürûr ve sükûn verecek oruç ve diğer ibadetü taat ile bizleri bahtiyar kıldı.
 
Şurası muhakkaktır ki, Cenabu Rabbül Alemin Hazretleri biz müminler için her zaman hayrı murad etmiştir. Ramazan-ı Şerif ayı gibi, diğer mübarek gün ve geceler gibi zamanlar bizlere Rabbimiz katından birer hediyedir. Âdeta affımız için birer bahanedir. Önemli olan şeksiz ve şüphesiz olarak bu zaman dilimlerine ihya etmeye gayret etmemizdir.
 
Bir diğer husus ise manevi yoğunluğun fazla olduğu ve kalp uyanıklığının ziyade olduğu bu mübarek zamanlarda tefekkür ufkumuzunda gelişmesi için neler yapmamız gerektiği hususunda da düşünmemiz gerekmektedir.
 
Rahmeti gazabına galip gelmiş bir ilahımız varken neden halen daha ümmet-i Muhammed baskı, zulüm, fakirlik ve istilar altında inlemektedirler. Bu manada öncelikle fert olarak yapmamız gereken fedakarlıklar nelerdir? Kendi şahsımız olarak üzerimize düşen vazifelerimizi ifa edebildik mi? Dünyevi arzularımız açısından nefsimizi mi önceliyoruz, yoksa din kardeşlerimizi mi önceliyoruz? Nefsimiz için istediğimizi mümin kardeşimiz içinde isteyebiliyor muyuz?
 
İslam coğrafyalarında olan-bitenlerin gönlümüzde açtığı yaranın derinliği ne kadardır? Doğu Türkistan'da olanlara elimiz yetmiyor, kabul. Fakat acaba onlar aklımıza geldiğinde ağzımızdaki lokma boğazımıza düğümleniyor mu? Geceleri uykumuzdan fedakarlık yapıp, kalkıp iki rekat namaz kılıp onlara da dua edebiliyor muyuz?
 
Bu nevi soruları çoğaltabiliriz.
 
İşte özellikle Ramazan-ı Şerif'i idrak ederken, Rabbimizi razı edecek halis ameller yapma azmiyle beraber Müslümanların halleri ile alakalı da kafa yormak değil, belki de kafa patlatacak kadar kendimizi zorlamamız gerekir. Çünki İslam cemaat dinidir. Fakat cemaatte fertlerden oluşur. Salaha ermemiş nefislerden oluşan bir cemaat sonuçta ifsad doğuracaktır. Bunun içindir ki birbirimize kenetlenmeye azmederken, birbirimize gönüllerimizi açmaya gayret ederken kendimizi asla ihmal etmemeliyiz.
 
Bu duygularla Ramazan-ı Şerif'in fert fert her müslümana hayır getirmesi dileğiyle Allah'a (cc) emanet olunuz. Allah yâr, kalpler beraber olsun.
 
Cuma, 01 Şubat 2019 00:09

AHLAKİ EĞİTİMİN YUVASI OKULLAR

Ahlaki Eğitimin Yuvası Okullar

Ahlaki Eğitimin Yuvası Okullar - Veysel Özsalman

Sayı : 129 - Eylül 2018

 

Ahlaki Eğitimin Yuvası Okullar

 

Eğitim, gelecek nesillerin cemiyet kültürünü benimsemesi ve içtimai hayat içerisinde buna uygun hareket ederek sıkıntı yaşamalarını engelleyecek bilgilerin kazandırılması sürecidir. Bu manada eğitim, hiç bitmeyen, ferdin hayatında doğumdan ölüme kadar değişen rollerle var olan bir süreçtir. Eğitim denildiğinde genellikle dar manasıyla aklımıza şunlar gelir: okul, öğrenci, öğretmen ve ders. Aslında en geniş manada düşünüldüğünde ve eğitimin hayatın kendisi olduğu kabul edildiğinde de durum bundan farklı değildir. Zira ferdin bütün hayatı bazen bir şeyler öğrenmek bazen de öğrendiklerini başkalarına öğretmekle geçer. Bu manada yeryüzünün tamamı fert için bir okul ve öğrenilmesi gereken her mevzu da bir ders niteliğindedir.

Bugün öğretmen, öğrenci, okul ve ders gibi eğitime ait kavramların sınırları çizilmiş ve üç aşağı beş yukarı ifade ettikleri anlamlar cemiyetin aklında sabitlenmiştir. Bu haliyle eğitimin sadece öğretmen ve öğrencilere mahsus, okul adı verilen dört duvar arasında gerçekleşen bir faaliyet olarak anlaşılmasını tabii karşılamak gerekir. Ancak eğitimi hayat boyu devam eden bir mücadele olarak görmek, kültürün yani cemiyetin ruhunu gelecek nesillere kazandıracak bir uğraş olarak ele almak, eğitimi sıkıştırdığımız dar çerçeveden kurtarıp hayatın geneline nasıl yayıldığını fark etmemizi sağlayacaktır.

Eğitim, fertleri “terbiye” etmek ve hareketlerine istikamet vermek için yapılan uğraşın adıysa hayatın her şubesi eğitim faaliyetleriyle doludur. Evvela bu iş ailede başlar. Tartışmasız herkesin kabul edeceği üzere her türlü öğrenme ve eğitimin temelinin atıldığı yer ailedir. Ferdin cemiyet hayatına hazırlandığı, kültürün ve genel kaidelerin öğretildiği ilk yer olarak ailenin eğitimdeki yeri çok mühimdir. Ailenin çocuğun eğitimi hususunda yapacağı hataları ileriki yıllarda telafi etmek çok zor hatta neredeyse imkânsız olacaktır. Aileden sonra ferdin eğitiminde en önemli ve neredeyse aile kadar kuvvetli tesirleri olan bir diğer müessese ise okuldur. Fert burada aileden aldığı eğitiminde yardımıyla cemiyet hayatına giriş yapar ve bu manada var olan kabiliyetlerine yenilerini ekler. Daha sonra meslek hayatındaki yeni öğrenmelerle birlikte ferdin eğitimi farklı bir merhaleye ulaşır.

Hayatın her şubesi eğitim için fırsatlarla dolu olsa da bunlar içerisinde okullarda verilen eğitim çeşitli yönleriyle diğerlerinden bir adım daha öne çıkmıştır. Belli bir amaca yönelmiş, planlı, programlı, disiplinli ve tesadüfleri ortadan kaldırmaya yönelik çabasıyla okullar, eğitim denilince beklentilerin en yoğun olduğu ve akla gelen ilk müessese konumuna yerleşmiştir. Ferdin cemiyet hayatı içerisindeki davranışlarında sergilediği çarpıklıklar yahut ahlaki zafiyetlerinin ilk önce okuduğu okul ve onu okutan öğretmenle ilişkilendirilmesi de bu sebepledir. 

Fertlerin eğitiminden ve ahlaki olgunluğa erişiminden birinci derecede sorumlu olan devlet için bunu sağlamanın en kestirme ve kontrol edilebilir yolu da yine okullardır. Devlet geleceğini şekillendirmek ve güvence altına almak için okullarda planlı, programlı ve disiplinli bir eğitim faaliyeti yürüterek hem vatandaşların ahlaki olarak olgunlaşmasına katkıda bulunmuş hem de bu sayede kendi devamlılığını garanti altına almış olur. Bu sebeple hem fertlerin eğitim alıp ahlaki tekamüle erişmeleri hem de devletin bekası için okullarda devam eden eğitim faaliyetlerinin önemi büyüktür.

Okullar devletin ihtiyacı olan ahlaki şuura sahip fertleri eğitmenin en pratik vasıtasıdır. Milli ve manevi değerlerin yanında tarih şuurunun da kazandırılması ayrıca ecdadın ruhi mirasının da gelecek nesillere aktarılması öncelikle okulun vazifesidir. Bu manada her bir fert devletin kontrolündedir ve okullarda onun belirlediği hedefler ve usuller doğrultusunda eğitimine devam eder. Dolayısıyla devletin eğitim politikaları hem fertlerin hayatında hem de devletin kendi geleceği hususunda belirleyici rol oynamaktadır.

Bugün için yukarıda bahsettiğimiz hususları gözden geçirdiğimizde, okulların eğitim vazifesinden ziyade türlü türlü alanlara ilişkin bilgilerin bir hafızadan diğerine aktarıldığı, ahlaki tekâmül için yeterli gayretin gösterilmediği, mevzunun bütün tarafları için maddi şartların öncelikli olduğu müesseselerle karşı karşıya geliriz. Elbette ki bir genelleme yaparak üzerine düşen vazifeyi layıkıyla icra edenleri diğerleriyle aynı kefeye koyamayız; bununla birlikte genel itibariyle öğrencinin beklentisinin diploma, ebeveynlerin beklentisinin çocukları için dolgun maaşlı meslekler ve öğretmenlerin beklentisinin devlet güvencesi olduğu gerçeğini de göz ardı edemeyiz.

Eğitim kurumlarının ruhi terbiyeyi ikinci plana itip sadece akademik başarıyı hedefler hale gelmesi mevzuyla alakalı kişilerin arzularını ve dolayısıyla eğitim kurumlarından beklentilerini de menfi manada etkilemiştir. Bu durum fark edildikten sonra ruhi ve ahlaki tahribatı azaltmak için yapılan çalışmalar ise cılız ve yetersiz kalmıştır. Cemiyetin yaslandığı değerlerin okul ikliminden silindiği birçoğunun da silinmeye yüz tuttuğu sırada çeşitli faaliyetlerle yeniden kazanılmaya çalışılması, “bir binayı ayakta tutan direklerin içeriden sökülüp sonra yıkılmasın diye dışardan destek olarak kullanılmasına” benzemektedir.Yapılması gereken işlerden ilki ve belki de en hayati olanı okulu salt akademik çalışmalara indirgeyip ardından “değerler eğitimi” ile desteklemek yerine, okulu değerler temeli üzerine yeniden inşa etmektir.

Ruh terbiyesini öncelemeyen, çocuğun ve gencin manevi ihtiyaçlarına karşılık veremeyen, ecdadın mirası olan değerleri yeniden canlandıramayan okulların cemiyet hayatına kazandıracağı pek fazla bir şey bulunmamaktadır. Buna rağmen üretilen “projeler” açılan okullar, daima akademik başarıyı artırmaya, fertleri fen ve matematik becerisini yücelten sınavlardan daha fazla puan almaya yöneltmektedir.

Bugün için okullarda ferdin maneviyatını yükseltici, ahlaki cepheden terbiye edici ve ruhi kuvvetlerini sergilemesine fırsat verici bir eğitim ne yazık ki mevcut değildir. Ailelerin büyük çoğunluğunun ipin ucunu kaçırdıkları şu dönemde okullarda meydana gelen ahlaki eğitim zafiyeti ve öğrenciye tanınan sınırsız hareket imkânı telafi edilemez sorunlara davetiye çıkartmaktadır. Öğrencinin sa-hip olduğunu zannettiği özgürlük, esasen onun manevi cepheden inkişafının önündeki en büyük mâni olarak dikkat çekmektedir. 

Cemiyet haya-tının şimdikinden daha huzurlu bir hal almasını istiyorsak insana yatırım yapmanın ehemmiyetini de peşinen kabul etmek zorundayız.

Bu manada kapsamlı bir hareket için okulun “insanı eğitme” vazifesini yeniden üstlenmesi gerektiği tartışılmaz bir gerçek olarak karşımızdadır. Okulun yeniden canlanması için öncelikle “insanı eğiten insan”, “insana uygun program” ve “insana uygun çevre” ihtiyaçlarının önemi kabul edilmeli ve bu şartlar acilen okul bünyesinde toplanmalıdır.

Okulun hedefi ahlaki ve manevi eğitime yöneldikçe öğretmen, öğrenci ve ebeveynlerinde beklentileri bu doğrultuda değişecektir. Topyekûn ahlaki seferberliğe öncülük edebilecek yegâne müessese olan okul, asrın yıkıcı rüzgarlarının önüne katıp sürüklediği bir enkaz olarak kendi kaderine terk edilemeyecek kadar kıymetlidir.

 

Yazar: Veysel Özsalman

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort