JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Şah ı Nakşibend Haz. Fikirleri ve Anlayışı 2

Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin Fikirleri ve Anlayışı -2 - Vahdettin Şimşek

Sayı : 134 - Şubat 2019

 

Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin Fikirleri ve Anlayışı -2

 

Mevlana Bahauddin Şah-ı Nakşibend (ks) hazretlerinin mübarek sözlerinden ve yaşantısından bahsetmeye devam ediyoruz.

Yine Alauddin Attar (ks) hazretleri nakleder ve şöyle der:

Bizim hocamız Bahaeddin Nakşibend Hazretleri buyurdular ki:

Tevbe ve inabetimin sebebi şudur ki; aileme çoluğuma çocuğuma karşı kalbimde meyil vardı. Bir gün halvet edip otururken iltifat ve muhabbet meyanında bazı davranışlarda bulundum. Ansızın hatiften bir nida geldi:

“Her şeyden beri olup geçmen, ümit yüzünü benim dergâhı izzetime döndürme zamanın daha gelmedi mi?”

Hitabı ile itab edildim. Bu sesten sonra halim çok değişti. Zihnim altüst oldu. Kararım kalmadı. Şaşkın bir halde dışarı çıktım yürüdüm. Buraya yakın bir ırmakta elbiselerini yıkadım. Tevbe niyetiyle guslettim. O eziklik halimle ve tazarru ile İki rekat namaz kıldım. Hakk’a karşı kulluk ve muhtaçlık duygusu içinde başımı o ilahi kapının eşiğine koyup dua ve yakarış da bulundum. Allah’a teveccüh edip kalbimin yönünü ona çevirdim. Sonra da bu kulluk halini ve saadet ipini salı vermedim. İşte benim bu yola girişim böyle başladı. Fakat nice yıllar var ki ben o iki rekat namazın arzusundayım.

Tarikattaki Yeri

Şah-ı Nakşibend Hazretleri Hanefi mezhebindendir. Nakşibendi silsilesinin Bahauddin hazretlerinden (ks) önceki devirleri hakkında bilgi veren kaynaklara göre tarikat Yusuf Hemedanî (ks) zamanından Şah-ı Nakşibend zamanına kadar Hemedanî’nin ve ardından gelenlerin taşıdığı Hâce lakabına işaret olarak “Tarikat-ı Hâcegân” diye anılmaktayken, Şah-ı Nakşibend hazretlerinden itibaren “Tarikat-ı Nakşibend” adıyla anılmış ve böylece tanınmıştır.

Dolayısıyla tarikatın büyüğü olarak da;

“Varis-i taht-ı tarikat, şah-ı alem-i Nakşibend, pirimiz Seyyid Bahaeddin Nakşibend” beytinde ifade edildiği gibi anılır.

Ancak daha öncede konusunda belirtildiği üzere bu silsile da emaneti zahiren Seyyid Emir Külal’den, batınen Hâce Abdulhalık Gücdevanî’den almışlardır ve emanetin bizzat şeyhi tarafından kendisine tevdi edilmesi de onu tarikattaki yetkinliğinin bir delilidir. Şah-ı Nakşibend (ks) mürşidi Seyyid Emir Külal hazretleri ahirete intikal edeceği zaman ashabına ihvanına ve müritlerine Hâce Muhammed Bahauddin’e tabi olup bağlanmalarını bildirmiş ve emretmiştir.

Kemâl ve marifetin hasep ve neseple değil, iktisapla olduğuna inanırdı. Bu yüzden kendisine: “Sizin silsileniz nereye ulaşır ve kime dayanır?” diye soran birine: “Silsile ile kimse bir yere ulaşamaz.” diye karşılık verdi.

Kur’an’daki: “Ey müminler Allah’a inanın.” (Nisa 136) ayetini: “Her göz açıp kapamada bu fani vücudu nefyedip mabud-i hakikiyi isbat etmektir.” diye yorumlamıştır. Masivaya aldanıp bağlanmayı bu yolda en büyük perde olarak görmüştür. “Kelime-i tevhiddeki ‘Lâ ilahe’ tabiat putunu nefydir. ‘İllallah’ gerçek mabudu isbattır. ‘Muhammedurrasulullah’ Hazret-i Rasule ittibadır. Bu yüzden zikirden maksat, bu sırra ermektir. Zikir sırasında masiva bilkülliye nefy olmalıdır, sayısının çok olması şart değildir.” buyurmuştur.

Şah-ı Nakşibend hazretleri, yolunun esasını “sohbet” olarak tanımlamıştır: “Yolumuz sohbetledir. Halvette şöhret vardır. Şöhrette de afet. Hayr ve felah cemiyette, halk arasına karışmaktadır. Sohbete devam, iman-ı hakikiye imkan sağlar. Bizim tarikimizde az amel ile çok fütuh olur. Çünkü sünnete ittiba zor iştir ve bizim yolumuz sünnet yoludur.”

Menkıbeleri

Hoca Bahauddin Nakşibend hazretleri bazen kendisine mürit olmak isteyenlerin samimiyetini imtihan ederdi. Bazen de müridi olduktan sonra dünya malına veya paraya karşı zaafı ve kalbi bağlılığı var mı diye kontrol ederdi.

Hoca Sekka-ı Semerkandî, Bahauddin Nakşibend’e mürid olmak niyetiyle Semerkand’dan Buhara’ya doğru yola çıkmıştı. Yola çıkarken annesi ona dört dinar para vermişti. Hoca Sekka Buhara’ya Şah-ı Nakşiben’din (ks) huzuruna gelip onun hizmetinde bulunmak istediğini söyleyince Bahauddin Nakşibend (ks) adeti olmadığı halde: “Bize dünyevi bir şey vermedikçe seni kabul etmeyiz!” dedi. Hoca Sekka kendisinin çok fakir ve beş parasız bir insan olduğunu ısrarla söyleyince Şah-ı Nakşibend müritlerine: “Bunun gömleğinin cebinde annesinin verdiği dört dinar var, bunu getirin!” diye emretti. Hoca Sekka bu durumu hayretle izlerken Hoca Bahauddin Nakşibend oradakilere dinarları almayıp orada oynayan küçük çocuklara verilmesini istedi. Çocuklar paralarla ilgilenmeyip bir kenara fırlatıp attılar. Hoca Sekka’nın mahcubiyeti bir kat daha arttı. Şah-ı Nakşibend ona: “Cimrilik kadar kötü bir huy yoktur. Hak yoluna talebe olmanın yanında dört dirhemin ne değeri var!” dediler ve sonra bu zatı müritliğe kabul ettiler.

Şah-ı Nakşibend müritlerinden biri şöyle anlatıyor: “Efendi hazretlerine intisap etmiştim. Bir gün alım satım yaptığım dükkanıma teşrif buyururlar. Bugün çok kazanç elde etmiştim. Efendi hazretleri bugün ne kazandın, diye sordu. Bilmiyorum ama hepsi budur diyerek huzurlarına getirdim. Bir önlüğe koydular ve alıp götürdüler. Evime geldiğimde etraftan ailem bazı sözler söyleyip dedikodu yaptılar. Ben de bazen onlara muvafakat ettim. Gece yarısı ansızın efendi hazretleri bir derviş ile önlüğü içindekilerle beraber geri gönderdiler. Beni büyük bir mahcubiyet ve sıkıntı sardı. Ama efendi hazretlerinin kerem ile sıkıntıdan kurtulup huzura kavuştum.”

Bu menkıbeler den anlaşıldığına göre Hoca Bahauddin hazretleri müritlerini dünya malına gönül vermeme konusunda eğitmek için bu şekilde davranmıştır. Ayrıca bazı müritlerinde de kibir duygusu hissederse onu kırmak için müridin nefsine zor gelecek işleri emrederdi. 

Baba Sahip Semerkandî’den nakledilmiştir: Hoca Bahauddin Nakşibend (ks) halk arasında meşhur olunca içinde onunla görüşme arzusu ve sohbetleriyle Müşerref olmak için Semerkand’dan Buhara’ya gittim. Buhara’ya vardığımda büyük bir kervansarayda konakladım. Orada dinlendikten sonra Hâce Hazretleri ile görüşmek için dışarı çıktım. Birkaç kişi yolda önümde gidiyordu. Onların derviş olduğunu anladım. Peşlerinden gitmeye başladım. O esnada hatırıma Hoca Hazretleri görüşme esnasında bana kaymak verip kimseyi de ortak etmesin diye bir düşünce geldi. Önümde yürüyen grup durdu. İçlerinden alında velilik nuru parlayan biri beni karşılayıp iki kere hoş geldin ey Baba Sahip Semerkandî, dediler. Halbuki daha önce onlarla hiç karşılaşmamıştım. Benim ismimi nereden bildi acaba, bu zat Hoca Bahauddin olmalı diye düşündüm. Yolda giderken bana Semerkand alimlerinin ahvalini sordular. Bir eve ulaştık bahçede hoş bir sohbet oldu. Sonra Hoca Hazretleri içeri girerek bir çörek ve bir miktar kaymak getirip önüme koydular. Yanıma oturup ye bu sene nasibindir ve sana kimse ortak değildir, dediler. Sonra yavaşça ariflerin gönlünü bu tür şeylerle yormak uygun değildir, dediler.

Hoca Alaaddin Attar hazretlerinden nakledilmiştir: Bir gün hocamız Bahauddin Nakşibend hazretlerinin yanındaydım. Hava kapalı ve bulutluydu. Hoca Hazretleri bana öğle namazı vaktinin girip girmediğini sordular. Ben henüz vakit girmedi deyince gökyüzüne doğru bak diye işaret buyurdular. Gökyüzüne baktığında perde tamamen açıldı o sırada meleklerin öğle namazının farzını kılmak ile meşgul olduklarını gördüm. Bunun üzerine Hoca Hazretleri: “Ne dersin öğle namazı vakti olmuş mu?” diye sorunca söylediğin sözden mahcup olup istiğfar ettim ve bir süre o utanç yükünü üzerimde taşıdım.

Hoca Bahauddin Nakşibend Kasr-ı Arifan köyünde iken müritlerinden Şeyh Şâdi Gadivetî ziyaretine geldi ve yaptığı kusurlardan dolayı özür diledi. Hoca Hazretleri şaka olarak karşılıksız özür kabul olunmaz bir şey vermen gerekir dediler. Şeyh Şâdi bir sığırım var unu size vereyim deyince Hoca Bahauddin: “Bu şekilde karşılığını ödeyemezsin. Ama Gadivet köyünde bir süre önce bir deliye gizlediğin kırk sekiz altını getirirsen özrün kabul edilir.” buyurdular. Şeyh Şadi kendi kendine: “Benim bu sırrımı kimse bilmiyordu, bu nasıl iştir?” diyerek Gadivet’e gitti. Duvar deliğine gizlediği altınlar alıp Hoca Bahauddin’e getirdi. Hoca Hazretleri altınları sayıp içlerinden bir tanesini ayırdılar ve onu Şeyh Şadi’ye verip: “Bu altın haramdır. Size nereden geldi!” dedikten sonra geriye kalan kırk yedi altını tekrar Şeyh Şadiye verip: “Git bu altınlarla sığırlar al, ziraatla meşgul ol. Kazandığın gelirle de Allah Teala’nın kullarına harca, onlara hizmet et.” buyurdular.

O bir altının durumu Şeyh Şadiye sorulunca: “Hâce Hazretlerine bağlanmadan önce kumardan bir altın kazanmıştım haram olan altın odur.” diye cevap vermişlerdi.

Ahlaki Şahsiyeti

Bahauddin Nakşibend hazretleri bir defasında Gadyut adlı yere gitti. Bir derviş önlerine yemek getirdi. Buyurdular ki: “Bizim bu yemeği yemeğimiz uygun düşmez. Zira bu yemek öfke ile pişirilmiştir. Onun ununu eleyen hamur yoğuran ve pişiren öfke üzeredir.” Eğer bir kevgiri öfke ve kerahet ile isteksizlikle bir çömleğe soksalar o yemeği de yemezdi ve: “Herhangi bir iş ki öfke, gaflet, kerahet ile zoraki yapılmıştır, onda hayır ve bereket yoktur. Nefsin ve şeytanın arzuları ona yol bulmuştur.” derdi.

Kısaca, iyi amellerin ve güzel işlerin meydana gelmesi helal yemektir. O da gaflet ile yenmeyip, kalbi huzurlu ve ayık olarak yenmelidir. Her zaman kalbi uyanık, yani gafletsiz bulunmak, bir tabiat, bir huy haline gelip insana yerleşirse, bu tavır ve bu hareket tarzı, namazda da kalp huzuru yaşanmasına vesile olur, derlerdi.

Bahauddin Nakşibend hazretleri ayıpları örter kusurları görmezdi ve şöyle buyururdu:

“Eğer Biz dostların kusurlarına baksaydık dostsuz kalırdık.

Yarsız kalır, cihânda ayıpsız yâr isteyen”

Mısrasının anlamı yaşanan bir gerçektir, tecrübe ile sabittir. Zira hiçbir kimse yoktur ki, güzel niteliklerden tamamen yoksun bulunsun.” Yani herkesin mutlaka beğenilecek bir iyi tarafı vardır.

Bilakis, kusurları görmemek suretiyle dost kazanmak, dostlukları ilerletmek de önemlidir ve gereklidir. Bu konuda da şöyle buyururlar:

“Bu yolun yükünü çekmek, dost kazanmak içindir. Nitekim din yolunda çokça dost kazan demişlerdir.” Hâce Abdulhalık Gucdevâni’den sordular ki: “Su ne şekilde yürür?” buyurdular ki: “Dostun yardımı ile yürür.” 

Nakledilmiştir ki, Hâce Hazretleri’nin oğlu vefat etmişti, buyurdular ki:

“Allah Teala’ya hamd olsun. Bu da Peygamberimizin sünnetindendir. Zira Peygamberimizin de oğlu vefat etmişti Bizim de öyle oldu Rasulullah’ın üzerlerinde cereyan eden işlerin hepsi, Allah’ın inayeti ve iradesiyle benim de üzerinde cereyan etti.”

Kendileri bir sohbetlerinde şöyle buyuruyorlar:

Abdulhalık Gucdevâni’den gelen bir tavsiyede buyurdular ki;

Herhalde durumda şeriat caddesi üzerinde, emir ve yasaklara riayet ederek, azimet ve sünnet üzere yürümek gerektir. Ruhsat ve bidatlerden uzak durmalı, hadis-i şerifler daima örnek ve rehber edilmelidir. Peygamber’e (sav) ve onun ashabına ait asar ve haberleri, bilgileri araştırıp öğrenmelidir.

Bu talimatı kendi üzerlerindeki etkisini söyle anlatırlar:

“Yukarıda geçen olaydan sonra bu hikmetli sözlerin eseri görülmeye başladı. Her yerde o vasiyet sebebiyle amelimin neticesini buldum ve emrolunduğun üzere Peygamber aleyhisselamın hadislerini ve sahabenin haberlerini araştırma hususunda çaba harcayarak ilim meclislerine devam edip hadis okudum ve sahabe eserlerini öğrendim. Her biri ile amel edip Allah’ın lütuf ve yardımıyla sonuçlarını kendimde gördüm.”

Yine şöyle buyurmuşlardır:

“Bizim Yolumuz az bulunur bir yoldur. Sağlam bir kulptur. İrade eli ve himmet pençesi ile Hz. Muhammed Mustafa’nın sünnetine tutunmak, ona sıkıca sarılmak ve ashabı kiramın yoluna uymaktır.

Bu yolda, az amel ile çok fetihler elde edilir. Fakat sünnet-i seniyyeye uymak ve bunu gözetmek de büyük iştir.”

Yine nakledilmiştir ki Hazreti Hâce’ye:

“Siz bu rütbeyi ne ile bulduğunuz?” diye sorulmuş. Buyurmuşlar ki:

“Rasulü Ekrem’e uymakla buldum.”

Hâce Nakşibend hazretleri anlatmıştır:

“Hak yoluna girişimin ilk zamanlarında, herhangi bir yerde iki kişinin konuşup sohbet ettiğini görsem, hemen aralarına gidip faydalanmak isterdim. Eğer sözleri Yüce Allah’ın rızasını kazanmaya, Cenab-ı Peygamber’e ve Kur’an’a müteallik meseleler ise, o sohbetten memnun olur ferahlık duyardım. Eğer konuşmaları hakikat hasıl etmeyen faydası sözlerse o sohbetten dolayı üzüntü duyarak uzaklaştırdım. Ne zaman bende bir hal galebe gelse, bir aşina, bir dost arardım ki onu anlatayım. İsterdim ki birileri hep Hakk’ı hakikati konuşsa ben dinlesem. Yine ben Rabbimden söz etsem de beni bir dinleyen olsa.”

Muhterem kardeşlerim şunu bilmemiz gerekir ki, Şah-ı Nakşibend hazretleri ve onun gibi kümmelini evliyadan olan zatların, kemalatları, ilimleri ve mübarek yaşantılarını anlatmak deryadaki suyu bir yerden bir yere aktarmak gibidir. Bu nasıl mümkün değilse onların güzelliklerini, anlayışlarını ve fikirlerini anlatmakta aynı şekilde mümkün değildir. Bizler bu iki sayımızda onları yad etmek adına ve onlardan bereketlenmek adına, ruhaniyetlerinden özür dileyerek, deryada damla misali bahsetmeye çalıştık. Çünkü onlar Hz. Mevlamız tarafından bizlere rahmet olarak gönderilmişlerdir. Bu rahmetten istifade edebilmek için Şah-ı Nakşibend hazretlerini anlatmaya çalıştık. Kusurlarımız ve eksiklerimizden dolayı tekrar ruhaniyetlerinden özür diliyoruz.

Cenab-ı Hak Teala hazretleri Himmetlerini üzerimizden eksik etmesin. Her daim onların günümüzdeki arkadaşlarıyla birlikte eylesin.

 

Faydalanılan Kaynaklar:
Prof. Dr. Necdet Tosun, Şah-ı Nakşibend Hz.
Ekrem SAĞIROĞLU, Şah-ı Nakşibend, hayatı, sözleri, halifeleri www.ismailaga.org.tr/muhammed-bahauddin-sahi-naksibendi

 

Yazar: Vahdettin Şimşek

 

Pazartesi, 01 Temmuz 2019 00:06

KUREYŞ ONUNLA NE KADAR İFTİHAR ETSE AZDIR!

Kureyş Onunla Ne Kadar İftihar Etse Azdır

Kureyş Onunla Ne Kadar İftihar Etse Azdır - Salik-i İrfan

Sayı : 134 - Şubat 2019

 

Kureyş Onunla Ne Kadar İftihar Etse Azdır

 

Hamd ve senalar alemlerin Rabbi olan, Kâdir-i Mutlak olan, Halim ama Seriyy-ul Hisâb olan Mevlamıza… Cenabı Mevlamız mutlak kudret sahibi fakat aynı zamanda Halîm (cezalandırmayı erteleyen) ve nihayetinde Seriyy-ul Hisâb (hesabı çabuk gören)dir… 

Binler salat ve selam ise sahibimiz, şefaatçimiz, Efendimiz Muhammed Mustafa (sav) hazretlerine olsun. Elhamdulillah ümmetine çok düşkün bir Efendimiz var. Ona ne kadar salat-u selam getirsek az. 

İki sayı öncesinden bu yana AbdullahibnAbbas (ra) hazretlerinden paylaşımlarda bulunuyorduk. Elhamdulillah ona niçin Bahru’l-ilim (ilim deryası) denildiğini araştırdıkça daha iyi anlıyoruz. Dua ediyoruz ki Cenabı Mevla onların ilminden, aşkından, edebinden… hasılı Mevlamızı hoşnut eden hallerinden bizlere de lütfeylesin inşallah.

Abdullah ibn Abbas hazretleri, uzun boylu, güzel beyaz yüzlü, iri vücutlu bir kimse idi. Sakalını kına ile boyardı. Çok ağlaması sebebiyle, yanaklarında, gözyaşlarının bıraktığı izler görünürdü. Ömrünün sonuna doğru gözleri görmez olmuştu. Bunun için şu beyti söylemişti: 

“Allah, gözlerimden görme nûrunu aldıysa (da) dilimde ve kalbimde o nûr devam ediyor.” 

İbn Abbas (ra) Hz. Peygamber’in (sav) vefatında on üç yaşında bir gençtir. Hz. Peygamberin amcasının oğlu olan Abdullah ibn Abbas, hicretten üç yıl önce dünyaya gelmiştir. Hz. Peygamber vefat ettiğinde ise on üç yaşlarında olduğu belirtilmiştir.

Din ilimleriyle ilgili geniş bilgisi sayesinde Hibru’l-ümme (Ümmetin Âlimi) ve Bahr (ilimde derya) gibi niteliklerle anılmıştır. Onun böyle bir payeye nail olması Hz. Peygamber’in onun hakkında, “Allahım onu dinde bilgili kıl ve ona tevili öğret!” (Buhârî, 1992: Vudû, 10) şeklindeki duasının tesirine bağlanmıştır.

Abdullah ibn Abbas hazretleri, muhacir ve ensar-ı kiramdan birçoklarıyla görüşür, onlara Rasulullah’ın gazâları ve inzâl olan sureler hakkında sorular sorardı. İlminin çokluğu sebebiyle kendisine lakab olarak Bahru’l-ilim, yani ilim deryâsı denildi. 

İbn Mesud (ra) onun hakkında “O sultanu’l-müfessirin’dir.” buyurdu. İmam Şâfi’nin: “İbn Abbas’tan sübut bulan tefsirin miktarı yüz ayet kadardır.” (Suyûtî, 2006: II, 1233) sözü bu hususa işaret etmektedir. 

Bir gün bazı kimseler ona gelerek şöyle dediler: ‘Bize tefsir etmen için Allah’ın kitabından bazı şeyler soracağız. Açıkladığın şeylerin misdakını/delilini de Arap dilinden göstermeni istiyoruz. Zira Allah Kur’an’ı apaçık Arap lisanıyla indirdi. Bunun üzerine İbn Abbas; “Aklınıza geleni sorun.” dedi. (İbnü’l-Enbârî, 1971: I, 76-77; Suyûtî, 2006: I, 383)

Abdullah ibn Abbas (ra) anlatır:

Birkaç sahabi yolculukta bir çadır kurduk. Burada kabir olduğunu bilmiyorduk. Birinin Mülk suresini başından sonuna kadar okuduğunu işittik. Medine’ye gelince, bunu Rasulullah’a (sav) arz ettik. Buyurdular ki: “Bu sure, ölüyü kabirdeki azaptan kurtarır.”

Abdullah ibn Abbas hazretleri, bilhassa Kur’an-ı Kerim’in tefsiri ve ayet-i kerîmelerin îzâhında yüksek bir ilme sahiptir. Bu vasfından dolayı Tercümân-ül Kur’an da denilmiştir. Hazreti Ömer, onu, ilim meclisinde bulundurur ve daima ilme teşvîk ederdi. Yaşının küçüklüğüne rağmen ibn Abbas’a hürmet eder, onunla istişârede bulunur, ilim ve irfânını takdîr ederdi. 

Abdullah ibn Abbas hazretleri, Hazreti Ömer’in kendisini üstün tutup, meclisinde bulundurması hakkında şöyle demektedir: 

“Hazreti Ömer, beni, ashâb-ı Bedir’in meclisinde bulundururdu. Onlardan bazıları Hazreti Ömer’e; “Niçin bu genci yanında bulunduruyorsun?” diye sual ettiklerinde buyururdu ki: “Bu, sizin bildiklerinizden değil.”

Abdullah ibn Abbas (ra) buyurdular ki:

- Allah Teala bütün emirleri için bir sınır koymuş, bu sınırı aşınca, özür saymıştır. Özür olanı affetmiştir. Yalnız, zikrediniz emri, böyle değildir.  Bunun için bir sınır ve özür tanımamıştır. Hiçbir özür ile zikir terk edilmez. Çünkü o: “Onlar ki gerek ayakta gerek oturarak ve gerekse yanları üzerinde hep Allah’ı zikrederler ve göklerin-yerin yaratılışını fikrederler: Ya Rabbena, derler. Bunu sen boşuna yaratmadın sübhansın, o halde bizleri o ateş azabından koru!” (Ali İmran 191) buyurdu.

İbn Abbas hazretlerinin verdiği fetvalar, fıkıh ilminin en kuvvetli temellerindendir. Halife Me’mûn zamanında toplatılan fetvaları, yirmi cildi bulmaktadır. Kendisine havale edilen meselelere gayet açık ve isabetli cevaplar vermesiyle meşhurdur. Bu sebeple müşkillerini sormak üzere kendisine çok sayıda gelen oluyordu. Sual sormak için gelenlerin çok kalabalık olması sebebiyle, gelenleri ellişer kişilik gruplar halinde yanına alıp suallerine cevap verirdi.

Talebelerinden Ebu Sâlih anlatır: 

“İnsanlar meselelerini sormak için Abdullah ibn Abbas’ın evi önünde toplanmışlardı. Yol, insanla dolup taşmıştı. Kimsenin gelip geçmesi mümkün değildi. Huzuruna girip kapı önündeki durumu haber verdim. Bana, su getirmemi söyledi. Getirdiğim su ile abdest aldı ve buyurdu ki:

- Şimdi çık ve dışardakilere söyle! Onlardan, Kur’an-ı Kerim ve kırâat ilmine dâir soru sormak isteyenler gelsinler!

Dışarı çıkıp söyledim. O hususta meselesi olanlar içeri girdiler. Ev doldu. Müşkillerini sordular ve cevaplarını fazlasıyla alıp dışarı çıktılar. Sonra tekrar buyurdu ki: 

- Şimdi Kur’an-ı Kerim’in tefsîr ve te’vîli husûsunda bilgi edinmek isteyenler gelsin! 

Söyledim, içeri girdiler. Onlar da evin odalarını doldurdular. Onların da suallerini cevaplandırdı. Doymuş olarak çıktılar. Arkasından tekrar buyurdu:

- Haram, helal ve fıkıhtan meselesi olanlar gelsinler! 

Haber verdim, onlar da içeri girdiler. Evde yine boş yer kalmadı.

Gelenler de haram, helal ve fıkhî mevzûlarda çeşitli sualler sordular. Onlara da çok güzel cevaplar verdi.

Gelenler dışarı çıktılar. Sonra tekrar buyurdu ki:

- Ferâiz (mîrâs) meselesine dair sualleri olanlar girsinler!

Onlar gelip evi doldurdular. Cevaplarını alıp çıktılar.

Onlar çıktıktan sonra yine buyurdu:

- Lügat ilminden ve edebiyattan sormak isteyenler girsinler.

Onlar da gelip suallerini sorup cevaplarını aldılar. Böylece, sorusu olanların hepsi, cevaplarını teferruatlı bir şekilde aldılar.

Bu duruma yakinen şahit olduktan sonra anladım ki Kureyş, Abdullah ibn Abbas hazretleri ile ne kadar iftihâr etse azdır. Hayatımda, kapısında böyle kalabalık insanların toplandığı bir başka kimse görmedim.” 

İbn Abbas hazretleri, hadis ilminde bir derya idi. 2660 civarında hadis-i şerif rivayet etti. Hadis-i şerifleri tetkik ve araştırma ile öğrenirdi. Rivayetleri kütüb-i sitte denilen meşhur altı hadis kitabında yer almaktadır.

Abdullah ibn Abbas hazretleri, ömrünün son günlerinde 7-8 gün hasta yattıktan sonra, 687 senesinde Tâif’te vefat eder. Cenaze namazını, Hazreti Ali’nin (ra) oğlu Muhammed ibn Hanefiyye kıldırır ve buyurur ki:

“Bugün, bu ümmetin en alimi vefat etti. Onun vefatı müslümanları çok üzmüştür.”

 

Yazar: Salik-i İrfan

 

Pazartesi, 01 Temmuz 2019 00:06

KU’RAN’DA MÜNAFIKLARIN KARAKTERLERİ

Kuranda Münafıkların Karakterleri

Kur'an'da Münafıkların Karakterleri - Tamer Doymuş

Sayı : 134 - Şubat 2019

 

Kur'an'da Münafıkların Karakterleri

 

Geçen sayıda münafıkların karakterlerini ayetler ışığında biraz olsun tanımaya çalışmıştık. Onların karakterleri Bakara suresinde bölümler halinde nazara verilmiştir. Tarihi seyir içinde nifak ehli değişik versiyonlarla hep varolmuşlardır. Müslümanların İslam hakkında düşüncelerini olumsuz yönde etkilemek için her türlü yolu denemekten geri durmamışlardır. Bunları yaparken de İslam dışı düşünceleri, inançları kendi nifakları için kullanmışlardır. Kur’an-ı Kerim onların durumlarını şöyle ifade etmektedir: “İşte onlar, hidayete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.” (Bakara 16)

Bundan sonraki bölümde nifak ehlinin durumu misallerle izah edilmiştir: “Onların durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır, göremezler. Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönmezler.” (Bakara 17-18)

Onlar imanları sayesinde öce bir nur elde etmişken daha sonra nifakları sebebiyle de bu nuru söndürmüşler ve büyük bir şaşkınlık içerisine düşmüşlerdir. “Onları karanlıklar içinde bırakır.” bu, içinde bulundukları şüphe, küfür ve nifaktır. “Onlar göremezler.” Yani hak yolu bulamazlar, bilemezler. Üstelik onlar “sağırdırlar” hayırlı hiçbir şeye kulak vermezler. “Dilsizdirler” kendilerine fayda verecek şeyleri söylemezler. “Kördürler” hakkı görmezler. Onların basiretleri kördür ve sapıklık içindedirler.

“Onlar artık dönmezler.” Bu sebepten dolayı onlar daha önce kendisini verip karşılığında sapıklığı satın aldıkları hidayete dönmezler. Bunlar bir dönem ibadet, itaat ve İslam içerisinde iken daha sonra küfür ve delalet ehlinin halkaları arasına katılmışlar, önceki halleriyle alay etmeye koyulmuşlardır., her geçen gün küfürlerini daha da bir katmerleştirmişlerdir.

Ayeti kerimede geçen misal eşyayı iman nuru ile göremeyen kimsenin, eşya hakkında hüküm verirken, İslami ilkelerden hareket etmeyeninin münafık olduğunu anlamamıza yardımcı olmaktadır. O kimse eşyaya Allah’ın nuruyla bakmadığı için gerçek şekliyle göremez.

Arkasından Rabbimiz nifakın bir başka çeşidine bir başka misal getirmiştir: “Yahut gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir. O münafıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki Allah, kafirleri çepeçevre kuşatmıştır.”

“Şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış gibi çakar, onlar için etrafı aydınlatınca orada biraz yürürler, karanlık, üzerlerine çökünce de oldukları yerde kalırlar. Allah dileseydi elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah şüphesiz her şeye kadirdir.” (Bakara 19-20) Ayeti kerimenin tefsirinde geçen açıklamalar şöyledir: “Burada İslam dini sağanak yağmura benzetilmiştir. Çünkü kalpler onunla hayat bulur. Yeryüzünün hayat bulması da yağmur iledir. Münafıkların bu çeşidinin kalplerinde bulunan şüphe ve tereddütler, karanlıklara benzetilmiş, ister iç yüzlerini açıklamak, ister ahirette azap vermek, istese de müminlerin onlara karşı zafer kazanacaklarını bildirmek üzere Allah’ın dininde mevcut olan tehditlerde gök gürültüsüne; kalplerdeki fıtratın kalıntıları şimşeğe, bunlara isabet eden korku ve musibetler de yıldırıma benzetilmiştir.

İslam ve Kur’an bu misalde yağmura benzetilmektedir. Karanlıklar ise kalp ve nefiste yer alan şüphe, tereddüt ve şehvetlerin karanlıklarıdır. Bu tehditlere rağmen onlar parmaklarıyla kulaklarını tıkar, ilahi tehdit uyarı ve Allah’ın azap günlerinin haberini işitmezler

Hakkın ışığının şiddeti dolayısıyla onlar bir çeşit nur görürler ve kısa bir süre onun aydınlığında yollarına devem ettikten sonra yeniden karanlık etraflarını kuşatır ve oldukları yerlerde kalakalırlar.”

Münafıklar Medine-i Münevvere’de her zaman nifaklarını ortaya koymaktan geri durmuyorlardı. Haklarında inen ayeti kerimelere rağmen uslanma nedir, ders alma nedir bilmiyorlardı. Çünkü: “Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönmezler.” Münafıklar mescidde Müslümanların sözlerini dinliyorlar, maskaraya alıyorlar ve Müslümanların inançlarıyla istihza ediyorlardı. Onlardan bir grup bir gün mescitte toplandılar. Rasulullah Efendimiz (sav) de onların kendi aralarında fısıldaştıklarını gördü. Birbirlerine yapışmış vaziyetteydiler. Bunun üzerine Rasulullah Efendimiz onların çıkarılmasını emretti. Şiddetli bir şekilde mescitten çıkarıldılar.

Tebük Seferi’nde münafıklar: Tebük Seferi hazırlıkları esnasında Müslümanların iradelerini, azimlerini kırmak, seferden geri kalmalarını sağlamak için psikolojik propaganda yapıyorlardı. Bazıları şöyle diyorlardı: “Beni Asfar’in kılıçla vuruşmasını, Arapların birbiriyle vuruşması gibi mi zannediyorsunuz? Vallahi biz yarın sizi iplere dizilip bağlanacağınızı görüyoruz!”

Onların bu durumları Efendimiz’e ulaşınca Rasulullah (sav) Ammar b. Yasir’e şöyle dedi: “Kavme kavuş, onlar helak oldular ve onlara söylediklerini sor. İnkar ederlerse; ‘Evet siz şöyle şöyle söylediniz!’ de.” buyurdu. Ammar da onlara gitti. Ve emredileni onlara söyledi. Onlar da Rasulullah’a gelip “Biz eğlenip şakalaşıyorduk!” diyerek özür dilediler. Bunun üzerine inen ayette iç yüzleri açıklanıyordu: “Eğer onlara soracak olursan, ‘Biz andolsun ki eğlenip oynuyorduk!’ diyecekler.” (Tevbe 65)

Diğer ayette ise şöyle buyruluyor:

“Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendir. Çünkü onlar kötülüğü emreder, iyilikten alı korlar. Ve onlar ellerini sıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular. Allah da onları unuttu! Münafıklar fasıkların kendileridir. Allah erkek münafıklara, kadın münafıklara ve kafirlere içinde ebedî kalacakları cehennem ateşini va’detti. O, onlara yeter. Allah onlara lanet etmiştir! Onlar için devamlı bir azap vardır.” (Tevbe 67-68)

Tebük Seferi’nden çeşitli mazeretler ileri sürerek Medine’de kalan münafıklar hakkında inen ayeti kerimede ise şöyle buyruluyor:

“Allah’ın Rasulü’ne muhalefet etmek için geri kalanlar oturmaları ile sevindiler, mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmekten hoşlanmadılar ve ‘Bu sıcakta sefere çıkmayın!’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşi daha sıcaktır!’ Keşke anlasalardı! Artık kazanmakta olduklarının cezası olarak, az gülsünler, çok ağlasınlar!” (Tevbe 81-82)

Münafıklarla ilgili olarak diğer ayetlerde ise şöyle buyruluyor:

“Eğer Allah seni onlardan bir grubun yanına döndürür de çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: ‘Benimle beraber asla çıkmayacaksınız ve düşmana karşı benimle beraber asla savaşmayacaksınız! Çünkü siz ilk seferde yerinizde kalmaya razı oldunuz. Şimdi de geri kalanlarla beraber oturun!’ Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Rasulü’nü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler.” (Tevbe 83-84)

Hendek Savaşı’nda münafıkların durumu: Mekkeli müşrikler on bin kişilik bir orduyla Hendek önlerine geldi indiler. Münafıklar müşrik ordusunu görünce, derhal paniğe kapılarak ve asılsız bahaneler üreterek savaş alanından çekilip evlerine kapanmışlardı. Kur’an-ı Kerim bu hususa şöyle işaret eder: 

“Ve o zaman, münafıklar ile kalplerinde hastalık bulunanlar ‘Allah ve Rasulü, meğer bize sadece kuru vaatlerde bulunmuşlar!’ diyorlardı. Onlardan bir grup da demişti ki: ‘Ey Yesribliler! Artık sizin için durmanın sırası değildir, haydi dönün!’ İçlerinden bir kısmı ise; ‘Gerçekten evlerimiz emniyette değil’ diyerek Peygamber’den izin istiyordu; oysa evleri tehlikede değildi sadece kaçmayı arzuluyorlardı.” (Ahzab 12-13)

Müreysi Gazası’nda münafıklar işbaşında: Bu sefere katılan münafıkların sayısı diğer seferlerden daha fazla idi. Çünkü münafıklar dünyalığa erişmek için kolay kazanılacağını umdukları gazalara çok sayıda katılıyorlar, sabır gerektiren seferlerden ise uzak duruyorlardı. Münafıklar katıldıkları bütün savaşlarda arabozuculuk yapmaktan, fitne fesat çıkarmaktan nifak tohumları saçmaktan bir an olsun geri durmuyorlardı. Su yüzünden bile Müslümanlar arasında nifak çıkarma gayretini göstermişlerdi. Onların bu durumlarının üzerine Efendimiz orduyu derhal yola çıkardı. Daha sonra münafıkların bu durumlarını bildiren ayetler nazil oldu: 

“Münafıklar sana geldiklerinde ‘Şahitlik ederiz ki sen Allah’ın peygamberisin!’ derler. Allah da bilir ki sen elbette, Allah’ın peygamberisin. Allah hiç şüphesiz münafıkların yalancı olduklarına şahitlik eder. Yeminlerini kalkan yapıp (insanları) Allah yolundan saptırdılar. Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür! Bunun sebebi, onların önce iman edip sonra inkar etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar anlamazlar.” (Münafıkun 1-3) ayetlerin tefsirinde yapılan izahlar şöyledir:

“Öyle anlaşılıyor ki, münafıklar, durumlarının ortaya çıktığı veya Müslümanlar için kötü bir söz söyledikleri duyulduğu her seferinde yemine başvuruyorlardı. İğrenç davranışlarının gerektirdiği yaptırımlardan korunmak için yemin ediyorlardı. Böylece yeminlerini arkasına sığındıkları koruyucu bir kalkan haline getirmişlerdi. Bu sayede kendilerine kananlara yönelik komploları, yıkıcı planları sonuçlandırmak istiyorlardı.İnsanları Allah’ın yolundan alıkorlar.”

Yalan yere söyledikleri yeminler aracılığı ile hem kendilerini hem de başkalarını Allah’ın yolundan alı korlar: “Onların yaptıkları ne kötüdür.” insanları aldatmak ve saptırmak için yalan söylemekten daha kötü bir davranış var mıdır?

Ayeti kerime münafıkların yalancı şahitliklerini, kandırma amaçlı asılsız yeminlerini, insanları Allah’ın yolundan alıkoyuşlarını ve yıkıcı faaliyetlerde bulunmalarını, iman ettikten sonra kafir oluşlarına, İslam’ı gördükten sonra küfrü tercih edişlerine bağlıyor.

Münafıkların zahiren (iman ettiler) diğer Müslümanlar gibi kelime-i şahadeti okuyarak mümin olduklarını iddiada bulundular. Onların münafıkça hareketleri, kendilerinin imandan mahrum olduklarını gösterdi, müminlere karşı Müslüman olduklarını söyledikleri halde kendi şeytanlarına karşı onlarla beraber olduklarını söylemekten geri durmadılar. O münafıkların kalplerinin üzeri mühürlendi onlar Hakk’a ulaşamazlar, nifak içinde yaşayıp duracaklardır. Hak ile batılın, sevap ile hatanın arasını ayırmaya kadir olamazlar. Çünkü onlar, aslî yaratılışlarını kaybetmiş, iradelerini kötüye kullanmış, behimi bir yaşayışın esiri olarak insanlıktan mahrum kalmışlardır.”

“Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (Hac 46)

Hadis-i şerifte şöyle buyruluyor: Hz. Huzeyfe (ra) Hz. Rasulullah’ın şöyle buyurduğunu nakleder: “Fitneler kalplere, çulun enine konulan çubuklar gibi tek tek sunulur. Hangi kalp bunları benimserse ona siyah bir nokta konur. Hangi kalpte bunları reddederse ona da beyaz bir nokta konulur. Nihayet bütün kalpler birisi üzerinde hiçbir şeyin tutunamadığı düz kayalık gibi bembeyaz kesilir, gökle ve yer devam ettiği sürece hiçbir fitne ona zarar vermez. Diğeri ise kavrulmuş testi gibi siyaha çalan kırmızı olur, ne marufu maruf, ne de münkeri münker tanır.”

 

Kaynaklar
-El-Esas Fi’t-Tefsir, Said Havva
-Siret-i İbn Hişam Tercümesi
-Ömer Nasuhi Bilmen Tefsiri
-Tefsiri Münir, Vehbe Zuhayli
-Mefâtihu’l-Gayb, Fahruddin Er-Râzi

 

Yazar: Tamer Doymuş

 

Pazartesi, 01 Temmuz 2019 00:05

EĞİTİM İNSAN RUHUNA DOKUNABİLME SANATIDIR

Eğitim İnsan Ruhuna Dokunabilme Sanatıdır

Eğitim İnsan Ruhuna Dokunabilme Sanatıdır - Yusuf-i Kenan

Sayı : 134 - Şubat 2019

 

Eğitim İnsan Ruhuna Dokunabilme Sanatıdır

 

Eğitim ile ilgili yoğun bir tartışma süreci yaşanan yurdumuzda eğitim sistemimiz pek çok açıdan masaya yatırılmıştır. Sosyologlar sosyolojik açıdan, psikologlar psikolojik açıdan, mühendisler teknolojik açıdan, siyaset bilimciler siyasi açıdan derken her alanda eğitim politikaları ile ilgili pek çok doktrin mevcuttur.

Bunların hepsi bir yönüyle eğitim sistemimizdeki aksaklıkları tespit etmiştir. Muhakkak ki bunların içerisinde haklı görülen yaklaşımlar fazlasıyla mevcuttur. Fakat temel dayanak insan merkezli olmadığı sürece eğitim adına yapılan her şey yüktür. Çünkü eğitimin en temel manası; kişi üzerinde istenen yönde davranış değişikliği meydana getirebilme sanatıdır. Bilgi eğer davranışa dönüşememişse eğitim anlamına da gelmez. Herkes okula gidiyor fakat saygı günden güne azalmakta, neredeyse ben merkezli hareket eden insanlar her yerimizi çepeçevre sarmış durumdadır. Belki de eleştirdiğimiz ne kadar olumsuz davranış örneği varsa bizde de fazlasıyla mevcut. En acı tarafı ise biz bunun farkında değiliz.

İnsan fiziksel doyumunu her yönüyle tatmin edebilmektedir. Çünkü ülkemizde gözden kaçmayan bir bolluk ve bereket vardır. Geçmiş ile kıyasladığımızda çok şükür doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine en fakir insanımızın bile karnı tok, elbisesi yektir. Hatta sırf israf ettiğimiz, çöpe attığımız yiyecekler ile belki de dünyada açlık denen bir şeyden söz edilmeyecektir. 

Maddi bolluğun artmasıyla beraber mutsuz insanların sayısı da günden güne artmaktadır. Eğitimli, maddi olarak kariyer sahibi, zengin, yaşam standartları yüksek insanlar kendilerinin sürekli depresyonda olduklarını, psikolojik destek ile ayakta kaldıklarını ifade etmektedirler. Bu durumda olan etrafımızda pek çok insan vardır. Çünkü maddi zenginlik insan için ayrıca bir yüktür. Bu yükün altında insanın sağlam bir ruhsal dayanağı yoksa şayet ezilir, yıpranır, yara alır, psikolojik olarak alt üst olur. Bu insanların etrafındaki dostları bile maddi dostluklardır. Paranın, menfaatin bittiği yerde dostlukta biter.

Her şey sürekli değişirken eğitim politikamız da atanan her yeni eğitim bakanımız ile değişmiştir. Değişimin en fazla yaşandığı alandır eğitim alanı. Diğer alanlardaki değişimin insan hayatını kolaylaştırmasına rağmen eğitim alanındaki her değişiklik toplumu daha büyük çıkmaza yönetmiştir. Örneğin sağlık alanındaki değişim ile hastanelerin kalitesi artmış neredeyse dünyadan tedavi amaçlı ülkemize hasta turizmi başlamıştır. Özellikle göz alanında bu çok barizdir. Askeri alandaki değişim ile ülkemiz dünyanın en güçlü ordularından birisine kavuşmuştur. Keza imar alanındaki değişim ile inşaat sektörü muazzam bir hal almıştır. Geçtiğimiz günlerde dünyanın neredeyse en büyük havaalanına sahip olduk. Hızlı tren hatları, duble yollar derken daha saymakla bitireceğimiz sosyal hayatımızı kolaylaştıran ülkemize çağ atlatan gelişmelere şahit olduk. Emeği geçen imanlı tüm devlet büyüklerimizden Allah razı olsun. Rabbim sayılarını artırsın.

Fakat çok acıdır ki aynı şeyi en önemli menfi değişimin olmasını beklediğimiz eğitim alanında söyleyemiyoruz. Nerdeyse keşke eski haliyle kalsaydı da kimse bu alana elini sürmeseydi diyoruz. Çünkü şimdiye kadar kim eğitim alanında bir şey yapmak için el atsa, yara üstüne yara açmaktadır. Toplumun bekası iyi yetişmiş insanların omuzlarında oluşur. İnsan yetişmezse toplum güdük kalır. Teknolojik gelişmeler insanın ihtiraslarının esiri olur. Örneğin atomu parçalamak çok önemli bir buluş olmuştur. Bununla insan hayatı kolaylaşmıştır. Fakat aynı atom ile bomba yapıp 250 bin kişinin acımasızca ölümüne sebep olan yine insandır. İşte insan insanlığını yitirmişse geliştirdiği teknoloji ile nelere sebep olmakta her şey ortadadır. Bunun örneklerini çoğaltabiliriz.

Mesele mühendis yetiştirmek, doktor yetiştirmek, bilim insanı değiştirmekten önce insan yetiştirmek olmalıdır. 600 yıllık çınar Osmanlı’yı yıkan, yurt dışına bilim öğrensin diye gönderdiği aklı başında, zeki diye düşünülen gençler değil midir? Oluşturdukları İttihat ve Terakki Cemiyeti ile kendilerini Yahudi uşağı yapıp ülkelerini geliştirmeleri beklenirken yıkmadılar mı? Bunları yaşamışken hala neden ibret alınmıyor?

Sözüm ona ki eğitim sistemimizin adı Milli Eğitim iken acaba eğitimimiz ne kadar milli? Ya da milli ise bile neyin millisi? Çok acı olmakla birlikte bunların cevabı gerçekten çok ağır. Çünkü eğitim adına yapılan yanlışın telafisi olmaz. Eğitimin muhatabı insandır. İnsan bir bozulmaya görsün. Bozuk insan yaşadığı dünyayı, alemi bozar. Bunlara hepimiz yakinen şahidiz.

Toplumlar insan ile, insan elinde ihya olur. 2018 verilerine göre Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde sadece öğretmen pozisyonunda 885 bin 458 personel görev yapmaktadır. Bu kadar öğretmen ile neler yapılmaz deriz ilk bakışa.

Evet öğretmeyen öğretmenler, öğrenememiş öğretmenler, insan denen kutsal emanetten bihaber öğretmenler. En kötüsü de bunlara emanet edilmiş ilk, orta ve lise düzeyinde 2017 yılı verilerine göre 17 milyon 319 ibn 433 öğrenci. Bunların içerisinde bizim yavrularımızın da olduğunu düşündüğümüz de olaya daha gerçekçi bakabiliriz diye düşünüyorum.

İnsan her şeyi unutur ama kemdi ruhuna hitaben yapılan ufacık bir dokunuşu bile ömrünün sonuna kadar unutmaz. Her bir insanın ayrı bir değer olduğunu hissettirmek eğitim de ilk derstir. Temel eğitimde milli felsefe bu eksende olmalıdır. Eğitim; her bir insan için, onu Rabbi’nin emaneti ile bütünleştirebilmektir, ruhuna dokunabilmek. Bu insan işidir.

Öğretmen bilgiyi paylaşan değil, neyi, nereden, nasıl öğreneceğini aktarabilendir. Bazen lazım olan ilim bir yaprağın sararıp yere düşmesinde, bazen bir kedinin avına odaklanmasında, bazen masum bir bebeğin ağlamasında, bazen bir yaralı sokak hayvanının yarasını sararken inlemesinde saklıdır. İşte bunu anlayabilevek seviyeye getirebilmek de, anlatabilmek de er kişinin işidir.

Geçmişimizde de günümüzde de güzel yurdumuz güzel er kişi hakiki muallimlerin tedrisinden geçmiş insanlar ile doludur. Belki okuma yazma bilememişler ama insanlığın kitabını yazmışlar. Çünkü bu insanlar Mevlanaların, Ahmed Yesevilerin, Tapduk Emrelerin, Yunusların, Hacı Bektaşilerin, Şeyh Edebalilerin gönül rahlesine diz çöküp hayat üniversitelerinde ne ilimler tedris etmişler ama maalesef günümüzde bilen yok.

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır

Okumaktan murat ne
Kişi Hakk’ı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir

Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eğer Hak bilmez isen
Abes yere gelmektir

Dört kitabın mânâsı
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır

Yiğirmi dokuz hece
Okursun uçtan uca
Sen elif dersin hoca
Mânâsı ne demektir

Yunus Emre der hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir

Bilmek işi öğrenmenin temelidir. İnsanlar bilmek ister. Bilmek, insan için oldukça doğal bir ihtiyaçtır. Bilme isteğinin temelinde ihtiyaç vardır. Bu; Allah’ı bilmek arzusudur. eğitimin temelinde ise insanın kendini bilmesi anlamı yatar. Buradan zaten ikisinin kesişim noktası da insanın kendisini öğrendikçe parçası olduğu Allah’a ulaşacaktır anlamı çıkmaktadır.

Her şey gönüle hitap edilebildiğinde mana kazanır. Bu manayı işlevsel hale dönüştürebilen bir eğitim sistemimini Rabbim memleketimize nasip etsin ki insanlar telef olmasın. Hazreti insan yetişebilsin.

Selam ve dua ile...

 

Yazar: Yusuf-i Kenan

 

Pazartesi, 01 Temmuz 2019 00:04

HUZURA KAVUŞMANIN İLK KAPISI TEVBE MAKAMI -3

Huzura Kavuşmanın İlk Kapısı Tevbe Makamı 3

Huzura Kavuşmanın İlk Kapısı Tevbe Kapısı -3 - Şeb-i Vuslat

Sayı : 134 - Şubat 2019

 

Huzura Kavuşmanın İlk Kapısı Tevbe Kapısı -3

 

Üçüncü Temhid: Müminin Tevbesi Ne Zamana Kadar Kabuldür?

Her şeyin bir vakti olup vakti geçince o da geçmiş olduğu gibi, muhakkak tevbenin de zamanı vardır, zamanı tamam olunca o da geçmiş olur. Tevbenin zamanı, ruh gargarayı geçmeyinceye kadardır. Gargarayı geçince kafirin imanı kabul olmadığı gibi müminin tevbesi de makbul değildir. Hadis-i şerifte: “Muhakkak Allah Teala kulun tevbesini, ruhu gargaradan geçmediği müddetçe kabul eder!” buyrulmaktadır. Vakta ki can boğazına varınca, ne kafirin imanı ne de müminin tevbesi kabul değildir. Ayet-i kerimede de: “Onlardan biri, kötülükleri işlemekte oldukları halde, kendisine ölüm geldiği zaman, ben şimdi tevbe ettim diyenlere, bir de küfür üzere devam ettikleri halde ölenlere tevbe yoktur. Onların hakkı öyledir. İşte biz onlar için pek acıklı bir azab hazırlamışızdır.” buyrulmuştur.

Şeyhzâde der ki: “Ölümün yakın olması tevbeye mani değildir. Lakin yukarıdaki ayet delil olmuştur ki halet-i nezide ölümü gözü ile müşahede ederken tevbe fayda vermez. Çünkü o zaman iman ve tevbesi iztırâri/ister istemez haldedir. Halbuki tevbe ve imanın şartı ihtiyaridir.” Kadı Beydâvi rahimehullah der ki: “Cenâb-ı Hakk’ın, tevbeyi tehir eden müminlerin tevbesi ve kafirin imanını beraberce zikir buyurmasından hikmet budur ki, imana ve tevbeye gelmeleri ve gelmemeleri aynı seviyededir.”

Yani kafirlerin imanı ve asilerin tevbeleri makbul değildir demektir. Ama isyandan sonra ihtiyar haletinde de olsa iman ederek Cenâb-ı Hakk’ın korkusunu kalibinde yerleştirip “İbadete döneyim!” diyenlere gelince; hadis-i şerifte: “Allah azze ve celle gündüz günah işleyene tevbe etmesi için gece rahmet kapılarını açar; gece günah işleyene de gündüz açar; güneş batıdan doğuncaya kadar.” Ayet-i kerimede de: “O Allah, kulların tevbesini kabul eden, kötü hareketlerini de tevbeden sonra bağışlayan ve ne işlerseniz bilendir.” buyrulmaktadır. Demek güneş batıdan doğarsa, iman ve tevbesi makbul değildir. Ruh da gırtlağa vardığı vakit tevbe makbul olmaz. Hülasa Allah azze ve celle tevbe edenleri sever ve günahlardan kendini zikirle temizleyeni sever. Allah (cc), günahlarından tevbe edeni çok sever ve fakat tevbeden sonra ibadet işleyeni daha ziyade sever demektir.

Firavun da tevbe etmiş ama tevbeyi, ölümle yüz yüze geldiği anda yaptığı için kabul edilmemişti. Allah Teala şöyle buyurur: “İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun ve askerleri de saldırmak ve zulmetmek için onların arkalarına düştü (ve denize daldı). Nihayet boğulma durumuna gelince (Firavun şöyle) dedi: Ben İsrailoğulları’nın inandığından başka hiçbir ilah olmadığına inandım, artık ben (O’na) teslim olanlardanım.” (Yunus 10/90)

“Şimdi mi (iman ediyorsunuz)? Halbuki sen bundan önce (kendini tanrılaştırarak Allah’a) isyan etmiş ve (böylece) fesatçılardan olmuştun.” (Yunus 10/91)

“Bugünde biz, senden sonrakilere ibret olması için cesedini (batıp gitmekten) kurtarıp sahile atacağız. Yine de insanlardan çoğu bizim ayetlerimizden hakikaten gafildirler.” (Yunus 10/92)

“(İnanmak için ne bekliyorlar?) Onlar mutlaka kendilerine (ölüm veya azap) meleklerinin gelmesini yahut Rabbi’nin (imha eden azabının) gelmesini ya da Rabbin’den (kendilerini imana mecbur eden) bazı alametlerin gelmesini mi bekliyorlar? Rabbi’nin bazı alametleri geldiği gün evvelce iman etmemiş veya imanında hayır kazanmamış hiçbir kimseye imanı fayda vermez. De ki: “Bekleyin (o alametleri)! Şüphesiz biz (de) bekleyenlerdeniz.” (En’am 6/158)

“Bizde onu ve ordularını yakalayıp denize atıp boğduk. O, (bu sırada kendisini) ayıplayıcı durumda idi.” (Zâriyat 51/40)

“Nihayet o (müşrik ola)nlardan birine ölüm geldiği (kötü amel ve sonucu kendisine gösterildiği) zaman diyecek ki: ‘Rabbim! (dünyaya) beni döndürünüz, ta ki ben, terked(ip geldiğim o) yerde artık iyi/sevaplı iş yapayım.’ Hayır! Bu onun söylediği (boş) laftan ibarettir. Artık (kıyamette) tekrar dirilecekleri güne kadar önlerinde bir engel vardır. (Ruhen de bedenen de başak bir şekilde dünyaya geri dönemezler.)” (Müminun 23/99-100) 

Peygamberimiz (sav) de şöyle buyurmuştur: “Allah kulunun tevbesini, can boğaza gelinceye kadar kabul eder.” Bir terzi, salihlerden bir zata; “Rasulullah’ın (sav): ‘Allah Teala, günahkâr kulunun tevbesini, canı boğazına gelmeden kabul eder.’ hadis-i şerifi hakkında ne buyurursunuz, diye sual etti. O zat da:

-Evet, böyledir. Ama senin mesleğin nedir?

-Terziyim elbise dikerim.

-Terzilikte en kolay şey nedir?

-Makası tutup kumaşı kesmektir.

-Kaç seneden beri bu işi yaparsın?

-Otuz seneden beri.

-Canın gırtlağına geldiği zaman, kumaş kesebilir misin?

-Hayır, kesemem.

-Ey terzi! Bir müddet zahmet çekip öğrendiğin ve otuz sene kolaylıkla yaptığın bir işi, o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tevbeyi o an nasıl yapabilirsin? Bugün gücün yerinde iken tevbe eyle! Yoksa son nefeste istiğfar ve hüsn-i hâtime nasip olmayabilir… Sen hiç: “Ölüm gelmeden evvel tevbe etmekte acele ediniz!” hadisini duymadın mı?” Bunun üzerine terzi ihlâsla tevbeye sarıldı ve o da salihlerden oldu. Bu kıssada görüldüğü gibi kulların önünde bin bir türlü dünya ve nefsaniyet çukurları vardır ki, bunların en tehlikelisi de samimi tevbeyi devamlı sonraya bırakmaktır. Oysa tevbeye sarılmak, bütün bir ömrümüzün can simididir. Nitekim Rasulullah ashâb-ı kirâma “en büyük derdin günah” derdi, “ilacının da gece karanlığında istiğfar” olduğunu beyan buyurmuştur. Firavun da tevbe etmiş ama tevbeyi, ölümle yüz yüze geldiği anda yaptığı için kabul edilmemişti.

Dördüncü Temhid: Tevbenin Hükmü ve Kısımları

Tevbe günahlardan dönmekte ve Allah’ın (cc) yolunda ilk adımdır ve her saadetin ilk kapısı olduğu için de farzdır. Zira tevbe, edebsizlikten yüz çevirmektir. Diğer tabirle tevbe, kulun Allah’tan (cc) utanıp haya etmesidir. Edepsizlik hangi bir şeye girerse onu mutlaka ayıplı kılar. Edep ve utanç da nerede bulunursa ona mutlaka azizlik ve şeref verir. Ne güzel hikmetli sözdür! Hadis-i şeriflerde;

“Gerçekte haya hayrdan başkasını getirmez.”

“Gerçekte haya ve iman ikisi birlikte beraberdirler; birisi kaldırıldı mı, diğeri de kaldırılır.”

“Sana Allah’tan utanmayı emrediyorum, kavminden salih bir adamdan utandığın gibi.” buyrulmuştur. Bu son hadis-i şerife dayanarak Sıddîkıyye meşâyıhı: “Kişi Allah azze ve cellenin azametini zihninde istihzar ederek hakiki hayaya güç bulmadığı müddetçe kavminden salih bir Müslümanı zihninde istihzar ederek hayayı kazanmalıdırlar. Allah azze ve cellenin azametini istihzar etmekle ondan utanmaya haya, salih bir insanı zihninde istihzar ederek ondan utanmaya da rabıta denilir.” dediler. Bu hadis-i şerif, rabıta etmek delillerinden biridir. Onun için hadis-i şerifte: “Gerçekte haya İslam’ın şeriatindendir. Edebe aykırı çirkin söz söylemek de kişinin kötüye meyletmesindendir.” buyrulmuştur.

Cüneyd Bağdadî (ks), tasavvuf kelimesinden sorulunca dedi ki: “Tasavvuf şu on hasleti kuşatıcı bir isimdir:

1-Dünya emtiasının her şeyinde aza kanaat etmek, çoğaltmaya çalışmaktan sakınmak, yani gerçek tevekküldür.

2-Vasıta kılınan sebeplere güven bağlamaksızın kalibn sadece Allah Teala’ya itimat etmesi.

3-Sıhhat ve selametin bulunuşu anında nafileyle Allah azze ve celleye taat ve ibadet etmek.

4-Fakir kalınması halinde yokluğa sabru tahammül göstererek dilencilik ve şikayet etmekten uzak kalmak, yani gerçek kanaattir.

5-Dünya emtiasının bulunuşu anında almakta en helali seçmek.

6- Allah Teala’nın diniyle çalışmayı, sâir çalışmalardan üstün tutmak, yani ahiret hayatını dünya hayatı üzerine tercih etmeye çalışmaktır.

7- Gizlide zikretmek, cehri zikirlerden sakınmak.

8-Vesvesenin gelişinde ihlâsı gerçekleştirmek.

9- Şek ve şüphenin gelişinde yekîni gerçekleştirmek.

10-Vahşet ve çalkalanmaktan Allah azze ve cellenin huzuruna sığınıp sebat etmektir, yani ünsiyettir. Bu on haslet kimde bulunsa, kendisine sûfî isminin takılmasını hak etmiştir, aksi takdirde yalancı lakabının takılmasına müstahaktır.”

Şah-ı Nakşibend’e kendi tarikatinden sorarken dediler ki: “Sizin tarikatiniz nedir?” Buyurmuştur ki: “Bizim yolumuz edeptir ki, sünnetleri ihya etmek ve bidatlerden kaçınmaktır. Her kim ki bunu işlerse bizim tarikimizdendir.”

Tevbe, mana itibarıyla haramdan kaçınmak ve hudutlardan çıkmamak hususunda farzdır. Gerçek tevbeden sonra hakları ödemek veya terk edilmiş namaz ve orucu kaza etmek de farzdır.

İmâduddîn el-Emevi, Hayat-ul-Kulûb kitabında der ki: “Âdemoğulları hukukun kazalarını döndürmezse tevbesi sahih değildir.”

Şeyh Ali Mansûr der ki: “Tevbe demek Allah’a dönmek demektir ve şartları da üçtür: Günahlardan soyunmak ve uzaklaşmak, yaptığı günahlardan pişman olmak ve ebediyen günahlara dönmemeye azmetmektir. Şayet günahlar insanlara bağlı bir günah ise dördüncü bir şart ziyade olur ki o da hakları sahiplerine iade etmektir veyahut helalleşmektir.” Tafsili olarak cumhura göre ve icmâli olarak Mâliki büyüklerine göre böyledir. Lakin içinde kul hakkı olan zinada helalleşmekte fitne vardır, bundan helalleşmeye lüzum yoktur, demişlerdir.

Mekruh olanları bile terk etmek de tevbenin mendublarındandır. Hatalara ve vesveselere de tevbe etmek çok sevaptır. Binaenaleyh günahları terk etmek ve emirleri yerine getirmek kısmında tevbe farz, vaciplerde tevbe vacib, sünnetlerde tevbe etmek sünnet, mekruhlardan sakınmakta tevbe mendub, vesveselerden tevbe etmek sevablı olmak üzere tevbe beş kısımdır.

Yazımızı Peygamber Efendimiz’in (sav) istiğfarın en üstünü olarak buyurduğu duasına amin diyerek sonlandıralım: “Allahümme ente Rabbi lâ ilâhe illâ ente halâkteni ve ene abduke ve ene alâ ahdike ve va’dike mesteta’tu, eûzu bike min şerri mâ sana’tu, ebuuleke bini’metike aleyye ve ebu’u bizenbi fağfirli zunûbî, feinnehu lâ yağfiruzzunûbe illâ ente. - Allahım! Sen benim Rabbimsin. Senden başka ilâh yoktur. Beni sen yarattın. Ben senin kulunum. Ezelde sana verdiğim sözümde ve vaadimde hala gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların şerrinden sana sığınırım. Bana lütfettiğin nimetleri yüce huzurunda minnetle anar, günahımı itiraf ederim. Beni affet, şüphe yok ki günahları senden başka affedecek yoktur.”

Selam ve dua ile, Allah’a emanet olun.

 

Kaynakça:
İsmail Çetin, Edeple Varış Lütufla Dönüş, Dilara Yayınları, 2007.
Hasan Tahsin Feyizli, Feyü’l Furkân Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, Server İletişim, 2010.

 

Yazar: Şeb-i Vuslat

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort