JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Tevbe Kararlılıktır, Bir Daha Yapmamaya Azmediştir- Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 133 - Ocak 2019

 

Tevbe Kararlılıktır, Bir Daha Yapmamaya Azmediştir

 

Sual: Efendim Cenabı Hak ayeti kerimede: “Ey iman edenler! Allah’a öyle tevbe edin ki, nasuh bir tevbe olsun.” buyuruyor. Öncelikli olarak tevbe, nasuh tevbesi nedir ve bu nasuh tevbe nasıl yapılır?

Cevap: Tevbe bir furkandır yani fark ediştir. Hakk’ın istediği ile nefsin istediklerini fark edip; nefsin istediklerinden kaçıp Hakk’ın istediklerine sığınıştır tevbe. 

Tevbe acziyet, pişmanlık, mahcubiyet duygusudur. 

Tevbe, “Ya Rabbi benim bu nefse gücüm yetmiyor, şeytanla baş edemiyorum. Sana sığınıyorum, Sen benim elimi bırakma, beni kapından kovma. Benim ümidimi, sevincimi kırma Ya Rabbi.” diyerek Allahu Teala’ya karşı aczini itiraf etmektir. 

Bu anlamda acziyeti itiraf, hasbelbeşer yapılmış eksikler, noksanlar varsa bunlardan pişmanlıktır. Harbi bir şekilde “Evet, ben bunları yaptım, şeytanla baş edemedim, nefsime gücüm yetmedi bunları yaptım. Pişmanım, kapına geldim. Küçüğün işi sehv ile isyan büyüğün işi af ile ğufrandır, ben merhametine sığınıyorum.” diyerek pişmanlık duymaktır. Allah’ın azametinden, kibriyasından, yüceliğinden mahcubiyettir, utanma duygusudur. 

Allah Rasulü: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” ayeti kerimesi geldiğinde altı ay semaya doğru bakamamışlar. Ben nasıl Allah’a istediği gibi doğrulacağım, nasıl bunu başaracağım diye edebinden, utanma duygusundan utancından semaya bakamamış. Ta ki O’nun hakkında “عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ - Ey Muhammed! Hikmet dolu Kur’an’a andolsun ki sen elbette dosdoğru bir yol üzeresin.” (Yâ-sîn, 4) ayeti gelinceye kadar. Sen dosdoğru yol üzerindesin, sen doğrusun, korkma! Bu müjde O’na verilinceye kadar gökyüzüne bakamamış Kâinatın Efendisi. 

İşte tevbe böyle bir mahcubiyettir, mahzuniyettir. İnsanın bir kaybı oluyor, misal ailesinden birini kaybediyor; annesini, babasını kaybediyor, evladını kardeşini kaybediyor vesaire, Allah cümle göçmüşlerimize rahmet eylesin. Bundan dolayı ne kadar mahzun oluyor, günlerce yüzü gülmüyor, yemiyor içmiyor, iştahı kaçıyor. Halbuki ölen kendisi değil aileden biri vefat etmiş. Ama onun yokluğu, onun olmayışı bunu bu kadar etkiliyor. Belki onunla yaşadığı şeyleri düşünüyor. Geçmişte güzel şeyler yaşamış, güzel ilişkiler olmuş. Onlar bir daha olmayacak, bunları düşününce mahzun oluyor. 

Bırakın bir insanın annesini babasını kaybetmesini evinde beslediği bir muhabbet kuşu olsa iki üç sene ona baksa su verse, yem verse o muhabbet kuşuyla arasında bir ülfet olsa adeta bir dostluk olsa; onu bir evlat gibi sevse… O kuş uçsa, kaçsa veyahut ölse o insan mahzun oluyor. Kuş, ama üzülüyor insan… 

Veya mal kaybediyor, para kaybediyor; malını satmak zorunda kalıyor. 

Eğer bir mümin işte tevbe ile Allah’a karşı böyle bir mahcubiyet, mahzuniyet yaşamıyorsa o tevbeyi anlamamış demektir. İsyan, günah, gaflet… yaptığın her ne ise sana imanın hakikatini, Allah’ın sevgisini, Allah’ın heybetini kaybettiriyor. Bunları unutmasan zaten, kaybetmesen o günahı işleyemezsin. İhsanı düşünen bir insan, Allah’ı görürmüşçesine hareket etse, Allah’ın kendini sürekli gördüğünü müşahede etse, bunu düşünse kötülük yapamaz. 

Öyleyse bu insan Hakk’ı kaybetmiş, bundan dolayı mahcubiyet yaşaması lazım. Ya Rabbi ben senin gözünün önünde neler yapıyorum!.. 

Misal sigara içiyorsun baban geliyor, deden geliyor, amcan geliyor seni öyle yakaladığında mahcup oluyorsun, hemen ayağının altına atıyorsun. Niye, babana saygından… Allah’a karşı günah işliyorsun, seni her daim gören işiten senden haberdar olan Âlemlerin Rabbine karşı sen bir masiyette, bir hatada, bir isyanda bulunmuşsun. Peki, bunun sende bir mahcubiyeti olmamalı mı? Bir toparlanması olmamalı mı? 

İşte tevbe mahcubiyettir. Tevbe kararlılıktır, bir daha yapmamaya azmediştir. Furkan dedik ya madem fark ettin ki yaptığım şey yanlıştır, Hakk’a karşı yapılmaması lazım, “Ben Müslümanım benim böyle davranmamam lazım.” bunu anladın, ciddi karar vermelisin ki onu bir daha yapmayasın. Bir daha misal yalan söylemeyesin, gıybet etmeyesin, zulmetmeyesin, kimsenin hakkına hukukuna tecavüz etmeyesin, kem gözle kimseye bakmayasın. Kibirden, gururdan, ucbdan uzak durasın. Kararlılıktır tevbe. 

Tevbe ric’atır, dönüştür; Allah’a dönüştür. “Ya Rabbi ben nefsani bir alanda, şehevi arzularla, gaflet içinde yaşıyordum. Şimdi uyandım, Seni tanıdım, bildim. Sen sonsuz merhamet sahibi, mağfiret sahibi, güç kuvvet sahibi Âlemlerin Rabbisin. Sana döndüm Ya Rabbi.” 

Dönüştür; dolayısıyla bir muhabbettir sevgidir, aşktır tevbe. Seven sevdiği ile arayı bozar mı, katar mı? Sevdiğini incitir mi? Günahtan Cenabı Hak inciniyor. Bizi günah işleyelim diye yaratmamış. Hayırda yarışalım diye yaratmış bizi, güzellikleri yapalım diye yaratmış bizi. Şer işledik mi, yanlış yaptık mı inciniyor Cenabı Hak. Nasıl sevdiğimizi incitelim? Çocuğumuzu incitmiyoruz, bizden bir şey istese yok dememeye çalışıyoruz. Misal elbise istiyor, oyuncak istiyor alakaderilimkan ona yok demek istemiyoruz, çocuğun yüzü yere düşmesin… Allah senden kulluk istiyor, ibadet istiyor, itaat istiyor, dürüstlük istiyor, doğruluk istiyor, temizlik istiyor. Seviyorsan eğer bunları var gücünle yapmaya azmedeceksin. 

Tevbe muhabbettir, tevbe istikrardır, sıratı müstakim üstünde, Allah’a dosdoğru giden yol üstünde sabitkadem olmaktır. Kararlılıktır dedik ya kararını vermişsin. Kararın ne idi: Ben Müslümanım, Müslüman kalacağım, Müslüman öleceğim. Öldürseler beni, ben Allah’ın izniyle Rabbime karşı yanlış yapmam. Rabbimi aldatmaya kalkmam, Rabbimi kandırmaya çalışmam. 

İstikrar… 

Namazımdan, abdestimden, helalimden taviz vermem. Hiç kimse beni harama, küfre, fıska, zındıkaya bulaştıramaz. 

Sorunun ikinci bölümü, tevbe nasıl yapılır? İnsan işte bütün bu duyguları, bu erdemleri özünde birleştirip Allahımızın “فَفِرُّوا إِلَى اللَّهِ - O halde hemen Allah’a kaçın” (Zariyat, 50) emri üzerine; bütün bu duygularla masivadan, gafletten, nefsaniyetten, hevau hevesten Allah’a koşuştur tevbe. Şöyle bir akşam vakti okulların dağılma saatinde gidin bir okulun önünde okuldan çıkan çocukları izleyin. Okul bittiğinde, bitiş zili çaldığında o çocuklar sınıflarından nasıl bir heyecanla, bir coşkuyla koşuyorlar… Onlara göre o günkü sıkıntı, yoğunluk bitti, ders bitti. Bir an evvel evlerine koşup ne yapacaklarsa evlerinde, kendilerince huzur ne ise ona bir koşuşları var. Gözü kimseyi görmüyor o talebenin. Birbirini ezercesine okulun kapısından, sınıflardan çıkıyorlar. 

Teşbihimi mazur görün kış vakti ağılda tutulan hayvanları düşünün… Bahar geldiğinde, etraf yeşillendiğinde, ağılın kapısını açtığınızda o hayvanlardaki coşkuyu bir düşünün. O yeşilliklere doğru, yaylalara çayırlara doğru nasıl bir hücum vardır. 

İşte tevbe böyle yapılır. Günahtan, masivadan Allah’ın razı olmadığı her şeyden Allah’ın rızasına, Allah’ın yoluna O’nun emrine böyle bir koşuş… Coşkuyla… 

Cenabı Hak bizden istediği her şeye marka koymuş, kalite koymuş. İman istiyor; kamil iman istiyor. Amel istiyor; salih amel istiyor, vasıflı işler istiyor. Tevbe istiyor; nasuh tevbesi istiyor. “تُوبُوا إِلَى اللَّهِ - Allah’a tevbe edin” Ama “تَوْبَةً نَّصُوحًا - Nasuh gibi tevbe edin.” 

Nasuh kim? Geçmiş Peygamberlerin (aleyhimussalatu vesselam) ümmetlerinden Nasuh isminde bir erkek. Bu Nasuh’un sakalı bıyığı çıkmıyor. Ama şehveti ziyade, arzuları çok. Bu arzularını tatmin için, nefsini körlemek için kendine makyaj yapıyor bayana benzetiyor kendini ve gidiyor bayanlar hamamında tellak oluyor. Kadınları keseliyor, onların mahrem yerlerini görüyor, onlara dokunuyor. Öyle tatmin ediyor kendini. 

Bir gün şehrin valisi hamamı kapatıyor. Kendi ailesini, kızlarını, gelinlerini hasılı mahremlerini hamama getiriyor. Hamama yabancı girmeyecek diyor. Hamamda aileden birinin bir ziyneti kayboluyor. Bu hamamda kaybolduysa o zaman bunu hamamdaki görevlilerden birisi aşırdı, diyorlar ve asker hamamın etrafını kuşatıyor. Vali emir veriyor ki hamamda herkesi arayın. Nasuh’u korku alıyor. Aramada erkek olduğu ortaya çıkacak, sen erkeksin bayan hamamında ne işin var, deyip Nasuh’un kellesi gidecek. Müthiş bir can korkusu… Bu can korkusuyla Nasuh Allah’a yöneliyor. Ya Rabbi sen beni burada satreyle, beni gize, beni kurtar; tevbe bir daha ben bu işi yapmayacağım. Ben vazgeçiyorum ama kellem gidecek, hayatımı bana bağışla. Çok gözyaşı döküyor, çok pişman oluyor. Derken Nasuh’a sıra gelmeden ziynet bulunuyor. Maksat ziynetin bulunmasıydı, diğerlerini aramıyorlar. Ziynet bulununca arama kaldırılıyor. Nasuh çıkıyor o hamamdan, o çıkış bir daha o işi yapmıyor. 

Allahu Teala’nın bu hareket hoşuna gidiyor, bunu kıyamete kadar gelecek insanlığa bir örnek gösteriyor. Nasuh gibi olun, pişman olduğunuz şeyi bir daha yapmayın, kararlı olun. Kalite istiyor. 

Cenabı Hak hoşuna giden şeyleri kıyamete kadar bakileştiriyor arkadaşlar. 

Hazreti Hacer Allah’a sığınarak Safa Merve arasında oğluna su arıyor. Allah’tan başkasında ümidi kalmamış. Kuşun uçmadığı kervanın geçmediği bir yerde, her türlü vahşetin olduğu bir yerde su arıyor. Can havliyle gidip geliyor. Bir ileriye gidiyor bakıyor bir şeyler var mı; İsmail kundakta, çocuktan biraz uzaklaşınca, korkuyor, geri geliyor. Bir çaylak, bir kartal, bir doğan İsmail’i alır. Bir kurt gelir İsmail’i parçalar diye koşarak geri dönüyor, İsmail’e bakıyor. 

Bu gidiş gelişler Allahu Teala’nın hoşuna gidiyor. O annelik duygusu, o şefkat… Kendinden geçmiş çocuğu düşünüyor. Cenabı Hak Hacer’in yaptığı bu ameli, bu gidiş gelişi kıyamete kadar Müslümanlara emrediyor. O arada siz de gidip geleceksiniz. Hacer’i unutmayacaksınız, Hacer’in amelini yapacaksınız. Say diyoruz buna yani gayret… Safa Merve arasında git gel bu ibadet. “إِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِن شَعَآئِرِ اللّهِ - Gerçekten, Safa ile Merve Allah’ın alâme-tlerindendir.” (Bakara, 158) buyuruyor Allah. 

Sen o Safa’yı, Merve’yi bilir misin oralar Allahın şiarındandır, işaretlerindendir, beşaretlerindendir, Allahın kıymet verdiği yerlerdendir. 

Orda kuş uçmaz kervan geçmezdi ama Hacer orayı adeta dünyanın en sayfiye, en lüks yeri haline getirdi, Allah’ın şiarı oldu orası. 

İşte tevbe, Allah’ın razı olduğu şeylere kişinin kendinden, nefsinden, şeytanından, hevasından firar ederek, kaçarak Allah’a sığınmasıdır. Ve bu tevbe de böyle yapılıyor. Allah’a koşarak… Say gibi, tavaf gibi ama kararlılıkla, istikrarla, muhabbetle, mahcubiyetle, mahzuniyetle, itirafla.

O zaman tevbe Nasuh tevbesi olur.

 

Hazreti Şahı Nakşibend

Hazreti Şahı Nakşibend Muhammed Bahauddin el-Buharî el-Üveysî - Abdülkadir Visâlî

Sayı : 133 - Ocak 2019

 

Hazreti Şahı Nakşibend Muhammed Bahauddin el-Buharî el-Üveysî

 

Hicrî 1440/Miladî 2019 yılının elinizdeki bu Ocak sayısında; Nakşî yolunun isim babası, yolumuzun büyüklerinden es-Seyyid eş-Şeyh Mevlânâ Muhammed el-Buharî el-Üveysî (ksa) hazretlerinin tarihçe-i hayatı hakkındaki mâlumâtı toparlamaya çalışacağız. Cenabı Hak muvaffakiyetler ihsan eylesin.

Şahı Nakşibend efendimizin “Silsile-i Âliyye”deki fertleri şu şekildedir:

Şeyhinâ ve melâzinâ ve kıdvetinâ ve imâminâ ve imâm’i-tarîkatizi’l-feydi’l-cârî ve’n-nûri’s-sârî, eş-şeyh behâi’l-hakkı ve’l-hakîkative’d-dîn Hazret-i eş-şeyh Muhammedini’l-Üveysiyyi’l-Buharî, el-ma’rûfi bi-Şâhı Nakşibend (ks)

Şeyhimiz, tâliblerini kayıran, örnek edin-diğimiz, imamımız, tarikatın imâmı, câri feyz ve sâri nurun sahibi, ârif, hak ve hakîkatleri süsleyen, Hz. Şeyh Muhammed Buhârî, Üveysî bilinen ismi isle Şahı Nakşibend. (Allah sırlarını yüceltsin)

Belki sadece yukarıdaki ifadeleri anlayabilsek, bu birkaç cümle bile o büyük velîyi tanımak için bize yeter ama yine de Hazreti Şahı Nakşibend efendimizin, Kâdir olan Allah azze ve celle tarafından takdir edilen hayatını şu minval üzere aktarmaya gayret edelim:

Hazreti Şahı Nakşibend’in doğumundan tam bir asır evvel, Cengiz Han, Buhara’yı kuşattı; işgal edip yaktı, yıktı ve tarumar etti. Bundan sonra Buhara, Moğollarla Harezmliler ve İlhanlılar arasında birçok defa el değiştirerek siyasi açıdan tam bir keşmekeş içinde kaldı. Bahauddîn Buharî’nin doğduğu zaman Buhara, İran Moğolları ile müttefikleri Çağatay hanedanının elindeydi. 

Bu kadar yıkım ve kıtale rağmen Hakk’ın dinini ve Rasul’ün sünnetini ihyâ gayretinde ve yaşama azminde olan insanlar da çok şükür, o topraklarda bulunmaya devam etti. Dîn-i Mübîn-i İslam ve müntesipleri, bütün yok edilme çabalarına rağmen hak ve hakîkat Allah Teala’nın muhafazası ile korunmuş, nesilden nesile aktarılmak suretiyle mübarek büyüklerimize kadar ulaşmıştır.

Şahı Nakşibend Muhammed bin Muhammed Buharî Hazretleri hicrî 718 Muharremi’nde (1318 Nisan) bugün Özbekistan sınırları içerisinde bulunan ve Buhara’ya 1 fersah (yaklaşık 6 km) mesafede bulunan Kasr-ı Hinduvân’da doğdu. Nesebi, baba tarafından Rasulullah Efendimiz’e (as), anne tarafından ise Hazreti Ebu Bekir Sıddîk efendimize ulaşır.

Nakşibend Hazretleri’nin doğu-mundan önce Baba Semmâsî Hazretleri Kasr-ı Hinduvân’a çok gelip gider ve sohbetlerinde: “Yakında bu Kasr-ı Hinduvân, Kasr-ı Ârifân olacak!” buyururlarmış. (Salâhaddîn b Mübârek el-Buharî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 36)

Şahı Nakşibend Hazretleri’nin dede-sinden nakledildiğine göre o şöyle anlatır:

Oğlum Bahâuddin’in doğumu üzerinden birkaç gün geçmişti ki Hâce Baba Semmasî hazretleri müridleri ile beraber Kasr-ı Hinduvân’a geldi. Ben ona çok muhabbet duyardım. Aklıma torunumu alıp ona götürmek geldi. Çocuğu alıp büyük bir tadarrû (yakarış) ve hürmet ile kendilerine takdim ettim. Baba Semmasî hazretleri; “Bu benim evladım… Onu manevi evlatlığa kabul ettim.” buyurdu ve sözlerine devamla “Daha önce buralara her gelişimizde size, güzel bir koku geldiğini söylüyordum. Bu çocuğun doğumuyla koku daha da arttı. İşte bu çocuk, o kokuyu getiren bir Hak eridir. Onun, alemin kendisine uyacağı bir rehber ve insanları irşad edecek bir mürşid olmasını umuyorum.” dedi ve yanında bulunan halifesi Seyyid Emir Külâl’e; “Onu sana havale ettim. Allah Teala’dan sana ulaştırmış olduğum terbiyeyi, sen de en güzel şekilde oğlum Bahauddin’e ulaştır.” diye emir buyurdu.

Şahı Nakşibend hazretleri o günlere dair şöyle buyurmuşlardır: “Allah Teala’nın bana en büyük lütuflarından biri, daha çocukluk günlerimde Baba Semmâsî hazretlerinin mübarek nazarlarıyla müşerref olmam ve onun beni manevi evlatlığa kabul buyurmalarıdır.”

Şahı Nakşibend hazretleri, maneviyat yoluna girmeden önce bir süre dini ilimleri tahsil için Semerkand’a gitti. On sekiz yaşında Semerkand’daki tahsilini tamamlayarak memleketine döndü ve evlendi. Evlenmesinden bir süre sonra ilk şeyhi Baba Semmâsî vefat etti. Kendisi yine şöyle anlatır: “Semmâsî hazretleri vefat ettikten sonra da dedem, nerede gönül ehli bir derviş olduğunu duysa, hemen beni ona götürür ve benim hakkımda güzel nazarlarını esirgememeleri için adeta yalvarırcasına ricada bulunurdu. Onlar da bana iltifat buyururlardı.” Bu arada Kasr-ı Hinduvân’a gelen Emir Külâl, Bahauddin’e şeyhinin vasiyetini hatırlatarak, onun manevi eğitimiyle meşgul olmaya başladı.

Hakkında yazılan eserlerden Enîsu’t-Tâlibîn’in verdiği bilgilere göre Hâkim Tirmizî’nin eserlerini okumuş ve fikri olgunluğa o eserler sayesinde ermiştir. Hatta yirmi iki yıldan beri onun tarikinde olduğunu söylediği kaydedilmektedir. Bu ifadeler, onun tasavvufun amelî ve ahlakî tarafından başka, fikrî tarafıyla da ilgili bulunduğunun delilidir.

Şahı Nakşibend hazretleri gençli-ğinde sık sık Buhara’daki büyüklerin mübarek kabirlerini ziyaret ederdi. Yine böyle bir gece Mezâr-ı Mezdâhin’e gitti. Kıbleye dönük olarak otururken kendilerinde birden gaybet (maddî âlemden kalben alâkayı kesip kendinden geçmek) hâli vaki oldu. Bu halde iken mânevî bir meclis gördü; büyük bir tahtın üzerine yüzü peçeli bir zatın oturmuş olduğunu, etrafında da pek çok kişinin bulunduğunu müşâhede etti. O topluluk içinde Baba Semmâsî Hazretleri’ni görünce bunların vefat eden Hak dostları olduğunu anladı. O Hak dostlarından biri Nakşibend Hazretleri’nin yanına gelip, tahtta oturan zatın Abdulhâlık Gucdüvânî hazretleri, yanındakilerin de halifeleri olduğunu söyledi ve tek tek isimlerini saydı. Sıra Semmâsî Hazretleri’ne gelince:

-Sen onu hayattayken görmüştün. Senin şeyhindir ve sana, Ali Râmîtenî Hazretleri’ne ait bir külâh (bir emanet) vermişti, dedi. Sonra o topluluk:

-İyi dinle! Hâce Abdulhâlık Hazretleri sana seyr u sulûkte zarurî olan şeyleri telkin edecek, dediler.

Hâce Abdulhâlık Hazretleri yüzünden peçeyi kaldırdı ve tasavvufî terbiyenin başlangıcı, ortası ve sonu hakkında bilgiler verdi. Bu şekilde Gucdüvânî Hazretleri’nin ruhaniyetinden feyz ve bilgi aldığı için Nakşibend Hazretleri’ne üveysî denmekte ve onun gerçek mürşidi olarak kendisinden bir asır evvel yaşayan Abdulhâlık Gucdüvânî Hazretleri kabul edilmektedir.

Daha sonra Hazret, üzerine basa basa şunları söyledi:

“Bütün hâllerde ayağı şeriat ve istikâmet caddesine koyarak yürümek, ilâhî emir ve nehiylere uymak lâzımdır. Amelde azîmeti tercih etmek ve Sünnet-i Seniyye’ye tabi olmak icap eder. Ruhsat ve bid’atlerden ziyadesiyle uzak durup, devamlı hadisi şerifleri rehber edinmek ve her zaman Peygamber Efendimiz ve ashabına ait haber ve nakilleri araştırıp öğrenmeye gayret etmek gerekir.”

Hazreti Şahı Nakşibend, uzun yıllar Emir Külâl hazretlerinin hizmetinde bulunmakla müşerref oldu. Emir Külâl Hazretleri, Nakşibend hazretlerine zikir telkin etti ve kelime-i tevhide (nefy ü isbât zikrine) hâfî (gizli) olarak devam etmesini söyledi. Nakşibend hazretleri, gaybet hâlindeyken Gucdüvânî hazretleri’nden aldığı emir üzere gizli olarak zikreder, cehrî zikir yapmazdı. Bununla birlikte, cehrî zikir ve semaya da karşı çıkmaz, bu hususta: “Biz bu işle iştigal etmiyoruz, ama ona karşı da çıkmıyoruz!” buyu-rurlardı.

Şahı Nakşibend hazretleri, üsta-dının her emrini derhâl ve büyük bir titizlikle yerine getirir, Cenabı Hakk’ın bütün mahlukatına ihlâsla hizmet etmeyi canına minnet bilirdi.

Nihayetinde Nakşibend Hazretleri’nin manen yüksek bir mertebeye ulaştığını ve onda daha fazla yükselme kabiliyeti olduğunu gören Emir Külâl Hazretleri bir gün:

“Oğlum Bahauddin! Muhterem üstadımın sizin hakkınızdaki tavsiyesini tam olarak yerine getirdim. Sadrımda ne varsa size ilkâ ettim. Artık ruhaniyet kuşunuz beşeriyet yumurtasından çıktı. Himmet kuşunuz yükseklerde uçmaktadır. Size izin veri-yorum, her kimden rûhânî bir koku alırsanız onunla alâkadar olunuz ve himmetiniz îcâbı ondan istifâde etmeyi ihmâl etmeyiniz!”

Devam edecek..

 

Bu yazımızı hazırlarken;

Muhammed b. Abdullah Hânî Hazretleri’nin; “Behcetü’s-Seniyye (Nakşibendi Adabı)” adlı eserinden,
Semerkand’ın Tasavvuf Klasikleri içerisinde neşredilen “Şahı Nakşibend” adlı kitaptan,
Aslen, Şeyh Safiyyüddin namıyla bilinen MevlânâAli b. Hüseyin Hazretleri’ne ait ve Nakşibendiler nezdinde pek kıymetli bir eser olan “Reşâhat”ın; N. Fazıl Kısakürek tarafından “Can Damlaları” ismiyle Türkçe’ye uyarlaması yapılan eserinden,
Ayrıca, “islamveihsan.com” ve “ismailaga.org.tr” adreslerinin ilgili maddelerinden istifade edilmiştir.
Rabbimiz emeği geçenlerden ebediyyen razı olsun.

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

Şahı Nakşibend Hazretlerinin Fikirleri ve Anlayışı

Şahı Nakşibend Hazretlerinin Fikirleri ve Anlayışı - Vahdettin Şimşek

Sayı : 133 - Ocak 2019

 

Şahı Nakşibend Hazretlerinin Fikirleri ve Anlayışı

 

Muhterem kardeşlerim, bu ayki, sohbet konumuz Hâcegân yolunda çok önemli bir yeri olan, kendisinden sonra bu güzide yol mübarek ismiyle anılan Mevlana Bahauddin Şah-ı Nakşibend (ksa) hazretlerinin yaşantısı ve fikriyatı olacaktır. Elbette ki o büyük mana sultanını bir makale ile tanımak veya tanıtmak mümkün değildir. Fakat gücümüz nisbetinde bizlere kadar ulaşan kaynaklarımızın ışığında, himmetlerini üzerimize çekmek arzusuyla mübarek yaşantılarından bahsetmeye gayret edeceğiz. Çünkü “Salihlerin anıldığı yere rahmet yağar.” emr-i peygamberisi bizim için azim bir nimettir. Hele de günümüzde evliyaullah hazeratına bu kadar iftira ve hücumat varken onları sürekli gündemde tutmak, onların himmetlerinden ve tasarrufuyla hayat bulan bizlerin bu peygamber varisi ve aşığı zatları hiç unutmamamız gerekir. 

Başlangıçta Hâce Bahauddin (ks) hazretlerinin çok sevdiği ve kendisini en çok seven ve tanıyan halifesi Muhammed Pârisa (ks) hazretlerinin şeyhini medheden ve bizlere tanıtan medhiyesi ve şiiriyle başlayalım, inşallah. 

O büyük veli mürşidini şöyle methediyor:

“İrşad ve hidayetin kaynağı, velayet sıfatlarının merkezi, hakikat ve İrfan sahibi insanların kutbu, rabbani sıfatların mazharı, sübhani ahlakın baş temsilcisi yüce himmet sahibi Şahı Nakşibend.”

Beytinde de buyuruyor ki;

Kibirsiz riyasız ve kinden uzak oldu,

Kutsal olan Nura yüzü ayna oldu,

Onunla karşılaşmak her sorunun cevabı,

Her sorun hiç konuşma olmaksızın onunla hal olur,

Onun güzelliği anlatılmaya çalışıldıkça

Zaman biter de bunun vasfedilişi sona ermez.

Onu düşündüğüm her faziletle methetmek isterim,

Ecel bitti de buna dair anlatacaklarım baki kaldı.

Onun (ks) talim ettiği Nakşîlik yolunda en büyük keramet, kerametin gizlenmesiydi, setredilmesiydi. Çünkü Hak Teala bazen veli kulunu kerametle taltif ederek kendisi ile keramet arasında muhayyer bırakarak imtihan eder. Kul, gayenin keramet değil, istikamet ve Hak rızası olduğunu anlarsa kurtulur; değilse ayağı sürçer ve tökezler. Maneviyat yolunun en tehlikeli geçidi burasıdır. Şâh-ı Nakşibend’e göre en büyük keramet kerameti örtmek ve gizlemektir. Bu yüzden kendisinden: “Sizden niçin bu kadar az keramet zuhur ediyor?” diye soranlara şu cevabı veriyor: “Omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen ayakta durabilmekten daha büyük keramet mi arıyorsunuz?”

Sordular:

– Sizin dervişliğiniz mevrûs mudur, yoksa mükteseb midir?

Şâh-ı Nakşibend buyurdu:

– Bizim dervişliğimiz Hak cânibinden bir cezbedir. Hakk’ın ikrâmıdır.

– Peki, sizin tarikinizde cehrî zikir, halvet ve semâ var mıdır?

– Hayır, yoktur.

– Öyleyse sizin tarikatınızın esası nedir?

– Bizim tarikatımızın esası halvet der-encümendir. Yani zâhir halk ile bâtın Hak ile bulunmaktır. “El kârda, gönül yârda” olmaktır. Nitekim Kur’an’daki: “Ne ticaret ve ne de alışverişin Allah’ın zikrinden alıkoymadığı erler vardır.” (Nûr 37) ayetinde bunlara işaret vardır.

Şâh-ı Nakşibend hazretleri, ileri ufuklara bakmayı daima yükselmeyi öğütleyen bir mana sultanıydı. Müridlerine: “Eğer himmetimizi yüksek tutmaz, oyununuzu büyük oynamazsanız, size hakkımı helâl etmem. Üstün himmette öyle olmalısınız ki, ayaklarınızla başıma basmalısınız.” Yani sizin manevi dereceniz benden daha yukarılara ulaşmalı.

Buhara ulemasından biri, Şâh-ı Nakşibend hazretlerine sordu:

– Bir kul namazda huzura nasıl erebilir?

Cevap verdi:

– Dört şeyle:

1. Helâl lokma

2. Namaz dışında da Hakk’ı asla unutmamak,

3. Abdest sırasında da gafletten uzak durmak; Hak ile olmak.

4. İlk tekbiri alırken kendini Hakk’ın huzurunda bilmek.

Tarikatın, şeriatın emrini yerine getirmekle elde edileceğini belirten Şah-ı Nakşibend:

“Bizim yolumuz, sağlam halkadır. Hz. Peygamber’e ve sünnetine tabi olma, eteğine tutunmak, sahabenin izinden gitmektir.” der. (Molla Cami, 720, 721, 739.)

Şah-ı Nakşibend, helal konusunda çok titiz davrandığı için şüpheli yemeklerden kaçınır, müritlerini de sakındırırdı. Emirlerin sofrasında yemek yemez, onların yemeklerini şüpheli görerek şöyle derdi; “Biz Allah’ın lütfu ile manen her ne elde etti isek, Kur’an ayetleri ve Hz. Peygamber’in hadisleriyle amel etmek suretiyle elde etmişizdir. Bu amelden bir netice alabilmek için; 

1.Takva ve şerî kurallara riayet etmek, 

2.Azimete sarılmak, 

3.Ehlisünnet ve cemaat prensipleriyle amel etmek ve 

4.Bidatlerden kaçınmak gerekir.” Bu prensipler, Nakşibendiliğin hükümlere karşı gösterdiği hassas yaklaşımını da ortaya koymaktadır. (Prof. Dr. N.Tosun, 340)

Yine kendilerinden sonra yerine geçen güzide halifelerinden Hoca Alauddin Attar (ks) hazretleri buyuruyorlar ki;

Bizim hacemiz her zaman fakr yolunu seçti ve öyle yaşadı. Dünyaya değer vermedi. Allah’ın gayri olan her şeyden alakayı kesme ve tam olarak Allah’a bağlanma hususunda büyük çaba gösterdi. Allah’tan başka hiçbir şeyi önemsemedi. 

O daima mübarek sözleri ile de fakrı över, fakirlere muhabbet göstermeyi tavsiye ederdi ve “Biz her ne bulduksa fakr sıfatı ile bulduk.” derdi. 

- O yaşayış tarzı öyle idi ki, evinde bulunan mescitlerini kış günü yarayacak bir çözüm olmadığından bir hasır üzerinde ibadet ederlerdi.

- Yiyecek ve içeceklerin helal olmasını azami dikkat sarf ederler şüpheli şeylerden haramdan sakınır gibi sakınırlardı. Bu konuda son derece titiz davranır. Hatta mübalağa gösterirlerdi. Özellikle hane halkına helal lokma temin hususunda haddinden fazla çaba sarf eder elinden gelen gayreti gösterirlerdi.

- Kendisini her kim bir hediye getirirse bu hediyeyi aynı ile veya misliyle mukabele ederdi “Hediyeleşiniz ki sevginiz ve muhabbetiniz devam etsin.” hadisi şerifine göre hareket ederdi.

- Bizim hacemiz huyları en üstün derecedeydi. Eğer bir dostu evine gelse bizzat ona hizmet eder ve her çeşit ihtiyacı ile meşgul olurdu. Hatta misafirin binek hayvanının dahi rahatını sağlamak için gerekeni yapardı.

-Hoca Nakşibend hazretlerinin geçim ve yiyeceklerini nafakasının temini kendi ziraatlarındandı. Ekerler biçerler de her sene bir miktar arpa ve börülce yetiştirilirdi. Onların tohumu tarlası suyu ve ekimi hususunda tam bir itina gösterir ve titiz davranırdı. Bu işlerde kendileri de çalışırlar ve helal-halis yiyelim diye kendi ektiklerinden yerlerdi.

Yine Alauddin Attar (ks) hazretleri Şahı Nakşibend hazretlerinin azim ve iradesini anlatırken şu nakillerini anlatıyorlar.

“Bir gün yürüyüp giderken bir kumarhanenin önünden geçiyordum. İçeride bir topluluğun iştahla Kumar oynamakta olduklarını gördüm. Hele içlerinden ikisi kendilerini oyunu öyle vermişlerdi ki hiçbir şeyin farkında değillerdi. Maddi manevi bütün güç ve varlıklarıyla kumara bağlanmışlardı. Sanki kendilerinden geçmişlerdi.

Böylece ikisi kendi aralarında aldılar verdiler. Bir müddet sonra Onlardan birisi mağlup oldu, küçüldü. Kaybettikçe kaybetti. Her neyi varsa ortaya koydu. Neticede dünyalık olarak yanında ne varsa rakibi hepsini elinden aldı.

O kadar perişan haline rağmen yine işe devamlı ısrar ediyor. Büyük bir çaba ile oyunu sürdürüyordu. Yenildikçe hırsı artıyor bir ara kendisini hep yenen arkadaşına dedi ki;

-Ey yüce dostum malımı bütün servetimi değil bunun için başımı bile vereceğimi bilsem yine oynamaktan vazgeçmem.

Kumarbazın kumarda oynayıp her hususta bu derece zarar görmesine rağmen bu işte ısrarını kararlılığını hırsını ve irade kuvvetini görünce bana da bir şevk ve gayret geldi. Rabbimin rızasını kazanma yolunda ben de öyle bir gayretin zuhuruna vesile oldu ki o günden itibaren Hak yolunu takip etmekte ki gayretin biraz daha arttı. O günden beri hep o hırsla Rabbime kavuşmak için elimden gelen gayreti gösteriyorum. Hamdolsun Rabbime her geçen gün de isteğim artmaktadır.

Devam edecek...

 

Yazar: Vahdettin Şimşek

 

Cumartesi, 01 Haziran 2019 00:08

İSLAMI GÖNÜLLERE NAKŞEDEN EVLİYA

İslamı Gönüllere Nakşeden Evliya

İslamı Gönüllere Nakşeden Evliya - Andelib

Sayı : 133 - Ocak 2019

 

İslamı Gönüllere Nakşeden Evliya

 

Hak Teâla ona nazar etmiş ezeli
Nazarı değse cevher eder gazeli
Evliyalar serçeşmesi, güzeli,
Mürşid derler bir meclise uğradım,
Nakşî derler bir meclise uğradım.

                   Hâce Hazretleri (Kuddise sırruh)

Allah (cc) insanı en güzel şekilde yarattı. İnsana kendini tanıtsın ve sevdirsin diye peygamberlerini gönderdi. Onlar Allah’a (cc) olan kulluklarını en güzel şekilde yerine getirdiler. Kendi ümmetlerine ve kendilerinden sonrakilere de örnek oldular. Peygamberler silsilesinin son halkası, hatemül enbiya olan Peygamber Efendimiz’di (sav). O’ndan sonra daha peygamber gelmeyecek.

İnsan nefs taşıyan bir varlık. Bizim küçük gördüğümüz ama hevası, hırsı çok fazla olan küfür üzere yaratılmış bir nefs vardı içimizde. Şeytan, bizim en büyük düşmanlarımızdandı. Dünya sevgisi bizi dünyaya prangalamış ve Allah’tan (cc) uzaklaştırmıştı.

 

İnsanın, Allah’ın yardımı olmasa doğruyu bulması ve onda sebat etmesi çok zor. Peygamberler bize Rabbimizin en büyük ihsanıydı. Bu ihsan Peygamber varisi alimler ve evliyalar yoluyla devam etti. Evliyalar, Peygamber Efendimiz’den (sav) aldıkları kulluk sancağını en güzel şekilde taşıyıp kendilerinden sonra gelenlere bıraktılar. 

Evliyalar, Allah’ı (cc) tanıtmanın ve sevdirmenin gayesiyle yaşadılar. Onlar peygamber varisi kutlu insanlardı. Onlar, peygamberin izinde Allah’a (cc) giden kutlu kervanın kılavuz rehberleri. Onlar, insanları nefs karanlığından kurtaran yeryüzünün nurlu kandilleri. Onlar; küfrün, nifağın ve şirkin karşısında sarsılmayan, yıkılmayan, dimdik duran İslam kaleleri. Onlar, Hakk’a aşık gönül erleri. Onlar, kullukta zirveye çıkmış ibadet aşıkları. Onlar, zikrin müştakı olmuş zakirler… Onlar hem sabır hem de şükür ehlidirler. Onlara yeryüzünde korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar. Onlar, varlık denizinde fenaya ulaşıp Hak’ta fani olmuş erler. Onlar, Allah’ın (cc) sevdiği ve razı olduğu müminler, muvahhidler, muhlisler, muttakiler ve mukarreblerdir… Onlar, Allah’a (cc) dost olmuş kutlu insanlar. 

Evliyaları övmeye kelimeler kifayetsiz kalır. Onların taşıdığı sır, dağlara, taşlara yüklenseydi tuz buz olurdu. Onlar, Hakk’ın sırdaşları ve gönüldaşlarıdır. Bu kutlu kervanın nadide mücevherlerinden biri Şah-ı Nakşibend hazretleri (ks)…

Doğmadan müjdelendi, taşıdığı manevi nisbetin kokusu kendinden önce geldi. Muhammed Baba Semmasi hazretleri (ks) o bölgeden geçerken buradan bir er kokusu alıyorum demiştir. O er Şah-ı Nakşibend’di. Asıl adı Muhammed Bahauddin olan Şah-ı Nakşibendi hazretleri (ks) Buhara yakınlarında Kasr-ı Hinduvan’da 1318 yılında dünyaya geldi. Peygamber neslinden bir yıdız… Etrafına ışık saçan bir kandil… İslamın güzelliklerini hem kendine hem de müridlerine nakşettiği için adı Nakşibend olur… Evliyalar şahı Şah-ı Nakşibend… Köyünün adı da ariflerin köşkü anlamında Kasr-ı Arifan diye değişir. 

Muhammed Baba Semmasi hazretleri onu küçük yaşta manevi evladı olarak kabul eder. Onun terbiyesini de halifesi Emir Külal(ks) hazretlerine tevdi eder. Manevi bir nisbetle büyüyen Şah-ı Nakşibend İslam aşığı bir gençti. Mahallesinden arkadaşları onu yanlarına çekmek isterler. Onlara gönlüne gelen ayeti okur. “Allah, insanlara rahmetinden neyi açarsa artık onu tutacak, kısacak olan yoktur. Her neyi de tutar kısarsa, onu da, ondan sonra salacak yoktur. O, çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fatır,2) Onlar da okunan bu ayetten etkilenip Şah-ı Nakşibendi’nin yoluna bağlanırlar. Ayetin tesirinin yanında, ayeti söyleyenin de tesiri önemlidir. Evliyaların insanlara çok tesir etmeleri Allah’a (cc) olan yakınlıklarındandır. Onların sözleri, nazarları, halleri insanları aydınlatan ışık gibidir. İnsandaki gafletler, arızi yönler onların yanında kaybolur.

Şah-ı Nakşibend hazretleri (ks) yıllarca Emir Külal hazretlerine hizmet eder, onun sohbetinde bulunur. Hizmete ve öğrenmeye adanmış bir ömürdür onunki… Nefs terbiyesi kolay değildir. Allah’a giden yolda birçok engelin aşılması gerekir. 

Eşik… 

Tasavvuf yolunda eşik menkıbeleri çoktur. Yunus Emre kendinde bir gelişme olmadığını düşünüp dergahı terk eder. Yaşadığı birkaç olayla hatasını anlar ve geri döner. Ona başını eşiğe koyup beklemesi söylenir. Buradan geçerken sana değer, kim olduğunu sorunca “Yunus” dersin “Bizim Yunus” derse elini öpersin derler. Yunus Emre söyleneni yapar. Tasavvufun yıldızlarından olur.

Eşik, tasavvuf yolunda Hakk’a açılan bir kapı olmuş… Eşiği geçenler kapıdan içeri girip hane-i saadete kabul edilmişler. Eşiğe baş koyanlar vuslata ermiş de, eşiğe gelmeyen allemei cihan olsa bu yolda ilerlememiş. Eşik nefs terbiyesi… Eşik mahviyet… Eşik gönülle yola baş koyma…

Şah-ı Nakşibend hazretleri (ks) Emir Külal hazretlerinin (ks) sohbetlerini çok arzularlar. Dergaha bu arzuyla gelirler. Emir Külal hazretleri (ks) bazı sufilerle sohbet etmektedir. Şah-ı Nakşibend içeri girmek için izin ister. Emir Külal hazretleri onu içer almaz dışarıda tutar. Şah-ı Nakşibend hazretlerinin çok zoruna gider. Ne yapmalı? Gönül koyup gitmeli mi? Gönülle eşiğe baş koymalı mı? Şah-ı Nakşibend nefsine zor geleni yapar. Eşiğe baş koyar. Karlı bir gündür … Karlar yağar üstüne. Sabah namazı vakti Emir Külal hazretleri eşikte bulur onu. Eşik terbiyenin zirvesi. Şah-ı Nakşibend de eşiği geçip saadete erenlerden olur. Şah-ı Nakşibend hazretleri yıllar sonra müridlerin gayretinden yakınırlar: 

“Ben her sabah evden çıkarken kendi kendime, ‘ Keşke şimdi başını eşiğe koymuş, talepte bulunan bir mürit olsa.’ diyorum. Ancak şimdi öyle mürit kalmadı, herkes kendince şeyh oldu.” Buyururlar.

Hizmet…

Şah-ı Nakşibend gibi mürşidi kamiller kolay yetişmiyor. Kıyamete kadar istikamet üzere devam edecek, insanların irşad olacağı bir yolun köşe taşlarından olmak kolay değil. 

Emir Külal hazretlerine yıllarca hizmet ettikten sonra birçok evliyanın sohbetinde bulunup onlara hizmet etmiştir. Bu evliyalardan bir tanesi de Halil Ata hazretleridir. Yıllarca Halil Ata hazretlerinin yanında bulunup ona hizmet etmiştir. 

İnsan, ibadetlerinin çokluğu ve bilgisinin fazlalığıyla kemale gelmez. Ahlakının da güzelleşmesi gerekir. Riyazat, ibadet derken şeyhi tarafından hayvanlara hizmetle görevlendirilir. Yedi yıl boyunca hayvanların yaralarını sarar, onların bakımıyla ilgilenir. Yardım ettiği köpeklerden biri sırt üstü yatar, ayaklarını havaya diker, içli içli, iniltili iniltili sesler çıkarmaya başlar. Şah-ı Nakşibend hazretleri de onun bu yakarışına amin der. O gün çok feyz aldığını buyururlar.

Hizmet devam eder. Yedi yıl da yollarda insanlara eziyet veren şeylerin temizliğiyle uğraşır. Nakledilir, müridin biri şeyhine “Efendim, himmet!” demiş. Şeyhi de ona “Oğul, hizmet.” demiş. Hizmet insanın nefsini terbiye etmenin en güzel yollarından biri… Nefs bencildir, hep kendi menfaatini düşünür. Oysa hizmeti başkalarına yaparsın. Mürid hizmetle nefsinin üstüne basar. Yeter ki hizmetine riya, kibir bulaştırmasın… 

Şah-ı Nakşibend hazretleri (ks) hizmetle, aşkla, edeble velayet basamaklarını çıkıp zirveleşen evliyalardan olmuştur. Allah’a (cc) giden kutlu bir yola ismini vermiştir.

Ya Rabbi, bizleri sevdiklerinden ayırma… Ya Rabbi, istikamet üzere büyüklerimizin yolundan gidip onların ahlakıyla ahlaklanan kullarından eyle… Yolumuzdaki eşikleri aşıp hane-i saadete erenlerden eyle… 

Ya Rabbi, sevdiklerini bize sevdir, bizi de sevdiklerine sevdir… Amin…

Şah-i Nakşî Buhari’ye,
Ğavsım Şah-ı Kasrevi’ye,
Abdüssamed Ferhendi’ye,
Kul ben olam, kul ben olam.

           Hâce Hazretleri (Kuddise sırruh)

 

Yazar: Andelib

 

Cumartesi, 01 Haziran 2019 00:07

KUR’AN-I HAKİM -2

Kuran ı Hâkim

Kur'an-ı Hâkim -2 - Fahri Berk

Sayı : 133 - Ocak 2019

 

Kur'an-ı Hâkim -2

 

Bu etkinin sebebini anlamıştık! Türkler bu kitabı akılları ile değil kalpleri yani ruhları ile dinliyorlardı! 

İman; akıl ile değil, kalp ile olur diyorlardı. Bu kitap orjinaldir, temizdir, kirlenmemiştir! İnsan görüşü karışmamıştır! Allah’tan Peygamber’e geldiği gibidir ve Allah’ın kitabıdır… Bu kesindir! Türklerin de imanı temizdi, saftı, kirlenmemişti, hakiki idi.

Halbuki İncil öyle değildir! Allah’ın gönderdiği, İsa peygambere (as) gelen İncil, insanlar tarafından değiştirilmişti. İnsan görüşleri, yorumları İncil’e karışmış, İncil bozulmuştu. 104 İncil’den seçilerek insanların yazdığı dört İncil biz Hristiyanlara Allah’ın diye okutuluyordu! İtiraf etmek gerekirse biz bunu biliyorduk! Ancak; geleneksel olarak oluşan ve devam eden vatan, millet, dinbağlılıklarını terk edemiyorduk! Topluma uyuyorduk… İçine insan sözleri ve görüşleri karışmış İncil! İlahiliğini kaybetmiş ve kirlenmişti!

İngiltere’de yaptığımız bir toplantıda biz de Kur’an’ı değiştirelim dediğimde, Osmanlı’da beraber ajanlık yaptığım Christopher “Bu mümkün değil” dedi! “Evet, Kur’an’ı değiştirmek mümkün değil! Çünkü bütün dünya kütüphanelerinde on binlerce orijinal Kur’an var! Toplamak, yok etmek mümkün değil, toplasanız yok etseniz dahi bütün dünyanın her tarafında yüz binlerce hafız var ve tüm Kur’an-ı Kerim’i ezbere biliyorlar! Her hafız, Kur’an’ı kendi memleketlerinde ayrı ayrı yazsa noktası virgülü değişmeden aynısını yazarlar!” diye devam etti.

Christopher bunu söyleyince Kur’an-ı Kerim’deki bir ayeti kerimeyi hatırladım:

“Şüphe yok o zikri (Kur’an’ı) biz indirdik, her halde biz onu muhafaza da edeceğiz!” Madem Kur’an-ı Kerim’i değiştiremeyeceğiz, o halde başka bir şey olmalı. Bir şey yapmalıydık! Bu kitaba saygı yok olmalı idi. Bu saygının gücünü Müslümanlardan, Türklerden almamız lazımdı! Bu saygının gücü dünyayı titreten Osmanlı Devleti’ni kurmuştu! (Osman Gazi’nin Kur’an-ı Kerim bulunan odada sabaha kadar ayağını uzatmayıp uyumadığından bahsediyor.)

Günler ve geceler boyu bu işin üzerine tartışmalar yaptık! Mısır’da Cemâleddin (Efgâni) ve (Muhammed)Abduh ile baş başa çok kez sabahladık. Ve 1700’lü yıllarda yaşamış meslek-taşımız Hempher’in hâtırâtını okurken Cemaleddin birden: “Ne yapacağımızı buldum!” dedi. Gerçekten de bu dehşet bir buluştu. Bu buluş, İslam alemi ile buluşmalıydı! Müslümanların ilerlemesini artık durdurmalıydık! Onları kendi kitapları olan Kur’an-ı Kerim ile vurmalıydık! Bu dehşet buluş iki kelime idi: “Kur’an’a uyalım!” Evet Kur’an’a uyalım... Önce tüm İslam aydınlarının beynine “Kur’an’a uyalım”ı yerleştirmemiz lazımdı! Sonra tüm İslam alemine bu yayılmalı idi! Kur’an’a uyalım! 

Tüm misafirler şaşırmıştı kurt bakışlı Türk ise dikkat kesilmişti! Gözle-rimin içine bakıyordu! ‘Şimdi siz ne yapmak istiyorsunuz’ der gibi. Salondan çıt çıkmıyordu. Herkes ne diyeceğimi bekliyordu. Ben de dünyanın en büyük savaşını kazanmış bir komutan edası ile salona baktım ve tane tane, yavaş yavaş konuşmaya başladım:

“Onlar bin yıldır Kur’an-ı Kerim’e uyuyorlar!” dedim ve “Kur’an-ı Kerim’e uyanlara ‘Kur’an’a uyalım’ demek ‘Kur’an-ı Kerim’e uymayı değiştirelim’ demektir. Madem Kur’an-ı Kerim’i değiştiremiyoruz o halde Kur’an-ı Kerim’e uymayı değiş-tirelim ve bunun sloganını da ‘Kur’an’a uyalım!’ yapalım.” diye ekledim. Bin yıldır ‘Peygamberlerinin açıkladığı şekilde’ Kur’an’a uyuyorlar! Hepsinin din anlayışı, yani imanı Kur’an okuyanlarda da ve okuyup anlamayanlarda da okumasını bilmeyenlerde de aynı!

Bu iman Kur’an-ı Kerim okunurken hepsini ağlatıyor! Allah Teala’nın kitabı olduğunu biliyorlar! Peygamberlerinin açıkladığı şekilde Kur’an’a uyuyorlar! Bin yıldır Kur’an’ı takkesiz dinlememeleri gerektiğini ve bunun müstehap olduğunu, bunun Kur’an-ı Kerim’e saygı olduğunu ifade ediyorlar ve asla tâviz vermiyorlar! Madem Kur’an-ı değiştiremiyoruz o zaman Müslümanların Kur’an’a olan saygı ile birlikte Kur’an’dan anladıklarını, yani imanlarını değiştirelim. Peygamberlerinin Kur’an’dan anladığını ve açıkladığını bir kenara atalım. Kendi anlayışları ile Kur’an’a uymalarını sağlayalım. O zaman her birinin imanı farklı olur ve imanları farklı olduğu halde kendilerini aynı imanda zannederler! Bunu ancak “Kur’an’a uyalım” diyerek yapabiliriz. Kur’an’a uyalım sözünü bütün aydınların beynine yerleştirmemiz lazım. Evet, bin yıldır Osmanlı’da, Selçuklu’da bir tane Kur’an tercümesi yoktu! Hemen Kur’an’ın tercümesini yaptırmamız lazımdı ve her Müslüman’ın Kur’an’dan kendi anladığına uymasını sağlamamız gerekiyordu. 

Her kafadan İslamiyet adına farklı bir ses gelmeli idi. İşimiz zordu, zaman istiyordu. Bu büyük bir projeydi fakat İslam’ın birliğinin kalbine saplanacak bir hançerdi. İlk iş buna karşı duracak, bunu yok edecek alimleri ortadan kaldırmaktı. ‘Kur’an’a uyalım’ anlayışı dalga dalga yayılmalı idi. Bu bir devrimdi! Karşı çıkacak ve toplumu uyaracak alimler kalmamıştı. Kimse “Hayır! Kur’an’a uymayalım!” diye-mezdi. Biz “Kur’an’a uyalım!” ile Kur’an’a uymanın şeklini değiştiriyorduk! Kur’an ile Müslümanları vurmuştuk! Onlar Kur’an’a Peygamberlerinin sahabelere öğrettiği şekilde, sahabelerin de müctehid imamlara yazdırdığı şekilde uyuyorlardı. Buna “edille-i şer’iyye” diyorlardı. Kur’an-ı Kerim kitapları gibi, imanları da hakiki ve birdi. Şimdi ise kitapları hakiki bir olacak, ancak Kur’an’dan aldıkları imanları farklı olacaktı. Kur’an’a uyarken kendi kendilerine oluşturacakları yeni yeni imanlar olacak (farklı anlayışlardan dolayı), mecburî bu imanlar değişik olacak ve her biri farklı farklı iman etmiş olacaklardı. Bu gerçekten dehşet bir proje idi ve Kur’an’ı değiştirmeden Müslümanların imanını değiştirme, yok etme projesi idi. Bu tahribâtı anlamaları mümkün değildi çünkü artık bunu anlayacak alimleri yoktu ve Kur’an orijinal hali ile duruyordu.

Yapılanı anlamadılar, anlayamadılar. Tüm aydınlar, cemaatler, din okulları ve tüm İslam alemi “Kur’an’a uyalım!” kampanyasına katıldılar. İlk Kur’an tercümesini Zeki Megamiz adlı Hristiyan bir Arab’a yazdırmıştık. İlk meali ise Misak isimli bir Ermeni’ye. Tercümeler ve mealler çoğalmaya başladıkça artık her kafadan bir ses geliyordu. İslam adına farklı cemaatler türüyordu. Her cemaat kendi yolunu, görüşünü savunuyordu. İslam birliğini yok etmiştik hem de Kur’an ile! Müslümanlar Kur’an’a uyduğunu zannederken Kur’an’dan Peygamberlerinin anladığını bırakıyorlar ve insanlar kendi yorumlarına, görüş-lerine, anladıklarına uymaya başlıyorlardı. Kafalar karımıştı, ayrılma ve bozulma devam ediyordu! Kur’an’a uyalım sesleri yükseliyordu.

Kur’an’dan çıkan farklı manalar yeni yeni değişik imanlar oluşturuyordu. Yüz dört İncil’den dört İncil çıkmıştı. Bir Kur’an’dan binlerce iman. Bu İstanbul’u feth etmekten daha büyük bir devrimdi. Kur’an’ları hakiki ve bir fakat anlayışları ve imanları farklı Müslümanlar!

Artık Kur’an-ı Kerim okunmaya başlandığında abdest alıp başında takke; bütün işlerini bırakmış, iki diz üzerine oturup nefesini tutmuş, gözünden yaş akan insanlar yoktu. Kur’an’ı okumak için abdeste gerek olmadığını, Kur’an’ın öcü olmadığını, Kur’an’a uyulması gerektiğini haykıran yüzlerce din adamalarımız, evet bize çalışan din adamları yetişmişti.

Artık “Kur’an’ı ölülerinize okumayın, Kur’an’a uyun!” diye haykıran şairler vardı. Megamiz’lere ihtiyaç yoktu! Kur’an’a uyalım diyen ancak bu işin nasıl olacağını bilmeyen, yani herkesin kendi anladığına uymasının Kur’an’a uymak olduğunu zanneden topluluğu oluşturmuştuk!

Artık “Kur’an’a uyalım!” diye bağıran, Kur’an-ı Kerim’e uymanın saygı ile başladığını bilmeyen, Kur’an’a saygısız Müslümanlar çoğalıyordu! Herkes Kur’an’a uyulmadığı için geri kalındığını, dinden uzaklaşıldığını söylüyor ve tekrar “Kur’an’a uyalım!” diye bağırıyorlardı.

Kur’an’a uyalım diyenlerin sayısı arttıkça, o eski abdestli, iki diz üzerinde, anlamadan gözleri yaşlı Kur’an dinle-yenlerin sayısı yok oluyordu! Artık İslam toplumu Kur’an-ı Kerim’e nasıl uyulur bilmiyordu. Sadece ellerinde orijinal Kur’an-ı Kerim, dillerinde “Kur’an’a uyalım!” kelimesi vardı. Osmanlı’da bir hoca; Allah Teala’nın Peygamberlerin sıfatlarını, 32 farzı, İslam’ın ve imanın şartlarını, namazın farzlarını ve birçok konuyu ezberlemişti.

Yani hakiki İslamı öğrenmişti ve Kur’an-ı Kerim’e uymak bu demişti! Şimdi gusül abdestinin nasıl alındığını bilmeyen, Kur’an’a uyalım diye bağıran bir topluluk oluşturmuştuk. İslam’ın öğreti sistemini değiştirmiştik! Hep bir ağızdan “Kur’an’a uyalım!” diye bağırıyorlardı. Halbuki yukarıdaki bilgileri öğrenmek Peygamberlerinin açıklaması ile Kur’an’a uymaktı.

Eskileri buna “ef’âl-i mükellefin” ve “edille-i şer’iyye” diyorlardı. Ben konuşmamı bitirmiştim! Ortalıkta çıt yoktu! Nefesler kesilmiş herkes bana bakıyordu. Kurt bakışlı Türk’ün gözlerine baktım, o da şaşkındı. Bana bakıyordu ve gözlerinden iki damla yaş akıyordu. Biliyordu artık bunun düzelmesi imkansızdı.

“Kur’an’a uyalım!” sloganı, ahta-potun kolları gibi tüm İslam alemini sarmıştı! Toplantıdan çıkarken İngiliz konsolosun, kulağına “O Türk kim?” diye sordum. O da “Albay Hüseyin Feyzullah” dedi. (Yani bilinen ismi ile Alparslan Türkeş)

[Papaz Jeffs Warren, 03 Aralık 1955 ABD Sacremento California doğumlu çok eşli Mormonpapaz’ın Hatıralarından.]

Rabbim yeniden azîz milletimizi ve ümmet-i Muhammed’i özüne, dinine, birliğe, kardeşliğe, ilme, adalete, ehli sünnet ve’l-cemaat yoluna iletsin.Güçlendirsin ve birleştirsin.

Zafer Hakk’ın ve Hakk’a inananlarındır.

 

Yazar: Fahri Berk

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort