JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

2- İslâmî düşünceye sahip münevverlerin, Müslüman ilim adamlarının siyasi parti kurarak mücadele etmeleri ve bunlardan dolayı Müslümanların kazanımları ve kayıpları…

Bu konuda öncelikle şunu belirtelim ki, laik devlet düzeninin kurmuş olduğu veya kurulmasına müsade ettiği siyasi partiler, kimler tarafından, hangi anlayış ile kurulursa kurulsun asla İslâmî addedilemez. Ancak Müslüman siyaset adamları ve cevazına fetva veren ulema tarafından, Müslümanların önünün açılması ve rahat tebliğ edebilme açısından kabul edilebilir.

Büyüklerimiz “İslâmî duyarlılığı olan siyasetçilerin kurmuş oldukları partileri çölde susuz kalmış bir Müslümanın ölmeyecek kadar şarap içmesinin caiz olmasına teşbih etmişlerdir. Yoksa ölmeyecek kadar içmeyi caiz görüp, ölçüyü kaçırarak sarhoş olmak doğru değildir.” buyurmuşlardır.

Türkiye’de 1970’li yılların başında kurulmaya başlanan ve gerek darbeler, gerekse hukuk sistemi tarafından kapatılan İslâmcı partilere cevaz verilmesi başlangıçta yukarıdaki düşünceyle olmuştur. Yoksa laik düzenin en önemli müesseselerinden olan siyasi partiler ile İslâmî bir yönetim şekli oluşturmanın mümkün olmadığı gayet aşikardı ve bugün de bu ayniyle böyledir. Hiç bir beşeri sistem kendi koyduğu kurallarla kendini ortadan kaldıracak bir müesseseye müsaade etmez.

Nitekim olaylar ayniyle belirttiğimiz gibi zuhur etmiştir. Her kurulan parti bir darbe veya muhtıra ile kapatılmış, ardından kurulan yeni parti daha yumuşak ve tavizkar kurallarla hayat bulmuştur. 12 Eylül’de kapatılan İslâmî düşüncedeki partinin yerine kurulan parti ve partiler daha fazla İslâmî söylemlerden uzak, yuvarlatılmış kelimelerle siyasi arenada boy göstermeye başlamışlardır. 90’lı yıllardan sonra kitle partisi olmaya heves ederek yaşantıları ve söylemleriyle İslâm şeriatının düşmanı olan partilerle ittifaklar yapılmış ve bu gayri İslâmî fikre sahip değişik çevrelerden insanlar milletvekili, bakan ve parti yöneticisi yapılmıştır.

28 Şubat’ta yine İslâmî çevrelere büyük bir darbe indirilmiş, Müslümanların yirmi yılda oluşturdukları müesseseler bir hamleyle yerle bir edilmiştir. Akabinde yine, yeni partiler kurarak aynı şekilde mücadele etmeye çalışılmıştır. 2000’den sonra ise bölünmeler yaşanmış ve aynı çizgideki insanlar birbirlerini münafıklıkla, Bizans çocuğu olmakla ve diğer cepheden bağnazlıkla ve katılıkla yaftalamaya başlamıştır. Sonuçta bir taraf iktidarı ele geçirmiş, belki elle tutulan kazanımlar da sağlamıştır. Fakat İslâmî yaşantı protestanlaştırılmış, maddeci ve modernist Müslüman anlayış revaç bulmaya başlamıştır.   
Dikkatlerinizi bir noktaya yoğunlaştırmak ve siyasi partiler kurarak yapılan İslâmî çalışmaların seyrini irdelemek için kısa bir kronoloji oluşturmaya çalıştık. Görünen o ki tamamen samimi ve ihlaslı bir şekilde başlayan bu hareketler, her geçen gün İslâm’ın    özünden tavizler vererek gerçek gayesinden sapmıştır.

Evet, asıl gaye Kur’ân ahlakını ülkemizin her köşesinde cari bir yaşantı şekline dönüştürmek ve bu sayede İslâm’la kazanılan bin yıllık izzet ve şerefin Cenâbı Hakk’ın lutfu keremiyle yeniden kazanılması idi. Başlangıçta bu anlayış genciyle-yaşlısıyla, kentlisiyle-köylüsüyle, akademisyeni ve avamıyla İslâmî duyarlılığı olan halkımız tarafından ciddi bir kabul gördü. Siyonistlerin ve emperyalistlerin maşası olan fitne ocakları bazı saf Müslümanları belli menfaatler karşılığında aleyhte çalıştırsa da yine de bu siyasi hareket hem güçlü bir hüsnü kabul gördü hem de bahsedilen şer çevrelere korku salmaya yetti.

Biz şuna inanıyoruz ki bu hareketlerin, başlangıçta samimi ve ihlaslı olabilmesinin en önemli sebebi, dönemin büyük evliyasının ve ulemasının zâhir ve bâtın desteğini almaları, o devletli zatların tavsiyelerine uymalarındandır. Bu sayede kemmiyet olarak az görünseler de keyfiyet olarak küfür odaklarını kökünden sarsacak ve onlara “Osmanlı ruhu yeniden diriliyor!” korkusunu saracak kadar güçlü bir tesir yapmıştı.

O dönemde siyasi hayata dahil olan münevverler ve devlet adamlarının tamamına yakını ya bir insan-ı kamilin tasarrufu altında ya da bir İslâmî cemaatin hizmeti içinde bulunan şahsiyetlerdi. Yani kendi başına hareket edebilecek, meselelere nefsini karıştırdığında mürşidi, hocası ya da kanaat önderi tarafından ikaz edilebilecek durumları vardı. Ahlaken yetişmiş insanlar olduğu için, diğer Müslüman kesimlerin de nasihatlerini dinleme erdemini kendilerinde bulunduruyorlardı.

Fakat daha sonra on yıl gibi kısa bir zamanda bazı başarılar elde etmeleri vesilesiyle içlerine sızan dalkavukların ve münafıkların tesiriyle, zamanla elde edilen muvaffakiyetlerin öncelikle Cenâbı Hakk’ın lutfu, büyüklerinin himmeti ve sevenlerinin duasıyla olduğunu unutmaya başladılar. İşte başta da büyüklerimizin buyurduğu gibi şaraptan lezzet almaya ve sarhoş olmaya başladılar. Artık her şeyi yapan, kazanan, başaran kendileriydi. Özellikle hareketin çekirdeğini oluşturan, İskender Paşa Cemaati’nin mürşidi ve zamanın büyük velilerinden Mehmet Zahid Kotku Hazretleri (ks) tarafından ikaz edilmeye başladılar.* Meselenin artık Hakk’ın rızası dışına doğru çıkmaya başladığını ve siyasi hareketten çekilmenin gerektiği noktasında Mehmet Efendi’nin malum zevatı uyardığı biliniyor.

Fakat lider konumundaki şahsiyetler, bunu dikkate almayarak yollarına devam ettiler. Ardından 12 Eylül darbesi milliyetçi ve solcu kesimin üzerine yapıldığı gibi bir zan hakim olsa da aslında İslâmî harekete büyük bir darbe vurulmasına sebep olmuştur.

12 Eylül’den sonra siyasi hareketten ümidini kesen İslâmî gençliğin bir kısmı, İran devriminden, bir kısmı selefî-vahabî ekollerden, bir kısmı da tamamen ümitsizlik içerisinde dış güçlerin oyunlarına bilmeden maşa olarak Türkiye’deki İslâmî hareketin bin bir parçaya ayrılmasına sebep olmuştur.

Fakat! Meseleyi illa da siyasi parti kurarak, iktidarı ele geçirmek suretiyle başarılı olunacağı fikrinde kalıplaştıran lider kesim yeni partiler kurmaya ve iktidar olabilme hırsıyla yanlış üstüne yanlış yapmaya devam ettiler.

1990’dan sonra birinci parti olmalarına kesin gözüyle bakılırken, ırkçı/milliyetçi cepheyle ittifak yaparak hem Güneydoğu’lu seçmenlerine sırt çevirmişler hem de ellerindeki iktidar fırsatını kaçırmışlardır.

Bundan sonraki hedef ise bir çok İslâmî davranışlardan taviz vererek kitle partisi olma eylemine girip, İslâm’la hiçbir alakası olmayan, laik kesim tarafından itilmiş, siyasileri, gazetecileri -demokratlık adına- hareketlerine dahil ederek Müslümanların yıllarını vererek elde ettikleri kazanımlarını heba etmişlerdir. Sonuçta iktidar da olunmuştur, fakat rıza dairesinden çıkıldığı için muktedir olamamışlardır. Bunun sonucunda on binlerce çocuk ve genç, İmam-Hatip Liseleri’nin ve Kur’ân kurslarının kapatılması sonucu dini değerlerinden yoksun olarak yetişmişdir.

Fakat bu kadar zarara rağmen onlar bıkmadan usanmadan yeni partiler kurmaya ve her kurdukları parti için yazdıkları tüzükleriyle biraz daha yumuşamaya ve taviz vermeye devam etmişlerdir.

Bugün geldiğimiz nokta da yine aynı zihniyetin ürünü olan fakat, İslâmî duyarlılıkla kurulmayan, sadece Türkiye’de demokratik özgürlüğün ortaya çıkması için çalışan iktidar partisi ise bizim düşünce yapımıza uygun olmasa da laik düzenin anayasasının izniyle kurulabilen bir partinin yapabileceği hizmetleri halkına sunmaya çalışmaktadır. Belki son zamanlarda Müslümanların 28 Şubat’ta kaybettiği haklarını iade etme gayreti içinde olarak,  bizleri nisbeten sevindirse de yine de yapılan ahlaki ve akidevi tahribat bu yapılanların fevkindedir.

Çünkü belki bize bir verirken öte tarafa on vermek zorundalar. Belki darbecileri yargılıyorlar, fakat darbecileri yargılayabilecek safhaya gelinceye kadar, Türkiye’de gençliğin önünde yaşanacak bir din bırakmadılar. Biz özgür olup dinimizi yaşama kolaylığına kavuşana kadar, diğer taraftan açılan gediklerle her tarafı kırpılmış, kılık kıyafetinden ve ibadetlerinden soyutlanmış bir dini anlayış ortaya çıkarılmıştır. Özgürlüğün sınırı kaldırıldığı için gençliğimiz beşeri ideolojilerin ve şehvetin önüne itilmiştir.

Biz bunların kasıtlı yapıldığı fikrinde değiliz fakat bir şeye yanlış tarafından başlanıldığında devamı da yanlış gidecektir. Bir atasözü bu manada ibretliktir. “Gömleğin düğmesini baştan yanlış iliklemeye başlarsan devamı da yanlış olur.”

Şurasını unutmayalım ki hiç bir fikir tepeden inmeci olarak halka maledilemez. Yerleşmiş bütün düzenler halkı eğiterek, yani tabandan başlayarak tavana kadar ulaşır. Bunun en mükemmel örneği asrısadettir. Efendimiz (sav) Mekke’de yetiştirdiği aklı ve kalbi selim, vefakâr, fedakâr, cefakeş ashabı ile birlikte Medine’de İslâm toplumunu oluşturdu. Bunları yaparken akıl almaz işkenceler karşısında “Bir elime ayı, diğer elime güneşi verseniz yine davamdan vazgeçmem!” buyurdu. İşin kolayına kaçıp hemen “Mekke’den çıkalım bu işkenceden kurtulalım, ya da Mekke devletine tavizler verip önce kendimizi saklayalım, sonra çoğunluğu sağlarsak iktidarı ele geçirelim.” kolaycılığına girmedi. Direndi, dayandı, taviz vermedi ve O’nun davası için direnişini gören halk peyderpey İslâm’a katıldı.

Sonuç olarak başlangıçta samimi duygularla, halkın saygı duyduğu İslâmî kanaat önderlerinin desteği, fikri ve himmetiyle kurulan siyasi partiler, zamanla meselenin özünü kaybedince Cenâbı Hak her hareketlerinin sonunda düşmanlarını önlerine çıkardı. Yoksa sadece Allah (cc) için yapılan bir ameli Cenâbı Hak akamete uğratmaz. Kafirlerin hileleri zayıftır. Yasin Sûresi 9. ayeti kerimede; “Hem önlerinden bir sed hem arkalarından bir sed çekmişiz, kendilerini sarmışızdır. Baksalar da görmezler.” buyuruyor, Rabbimiz (cc) Hazretleri. Biz yeni başladık sanıyorduk, fakat aslında yeniden başlamaktan korktuğumuzdan hep kaldığımız yerden devam ettik. Acaba yaptığımız hareketlerde nerelerde yanlış yaptık? Yoksa başlangıç çizgisinin gerisinden veya çok ilerisinden mi hareket ettik? “Bir saat tefekkür, bin sene nafile ibadetten evlâdır.” buyuruyor Kâinâtın Efendisi (sav).

Buna çarpıcı bir misal verecek olursak, son günlerde 28 Şubat ile ilgili hukuksal süreç başlatıldı. Üzerinde birçok yorumlar yapılıyor. O dönemin kimi aktörleri, samimi veya değil beyanlarda bulunup bazı konularda hata yaptıklarını itiraf ediyorlar. Bahsedilen darbeye maruz kalan İslâmî duyarlılığa sahip partinin yöneticilerinin hiç birinden “Ya evet, bize karşı bir darbe yapıldı. bu büyük bir haksızlıktı. Ancak bizim de bu manada şu hatalarımız olmuştu.” gibi ifadeler duyanınız oldu mu? Meseleye Müslümanca bakacaksak, “Acaba biz Hakk’ın hangi hududnu çiğnedik de bize bu reva görüldü?” diye düşünmemiz gerekmez mi?

Mesela yıllarca kadın elinin sıkılmasının haram olduğunu söylüyor ve namahrem bir kadının elini sıkmıyorduk. Şimdi buna kendimizden fetva bularak önümüze gelen kadının elini sıkar olduk. Hatta daha ileri gittik, kadınlarımız resepsiyonlarda başka erkeklerin elini sıkar oldu. Bu Rabbimiz’i incitmiş olmasın, diye hiç düşünülüyor mu?

Bazen Hakk’ın rızası detaylarda gizli olabilir. Biz bunu bilemeyiz. Ashabın hayatı bu ince anlayışın ibretlik vesikaları ile doludur. Hazreti Ömer efendimiz zamanında kazanılacak bir savaş misvak sünneti terk edildiğinden kaybedilmeye yüz tutmuş, durumu fark eden Ömer efendimiz develerle misvak getirip İslâm askerlerine dağıtarak savaş kazanılmasına sebep oluyor.

Müslümanların meselelerini kendi meselemiz gibi gördüğümüzden ve bugünkü İslâmî yaşantının nasıl yozlaştığını gözlemlediğimizden ötürü bir öz eleştiri yaparak çözüm üretmek zorundayız.

Biz bu manada tâ en başa dönülmesi taraftarıyız. Nasıl ki ilk harekette Mehmet Zahid Kotku (ks) Hazretleri gibi Hakk’ın ilhamatına gönülleri açık olan ve bizlere Hak’tan taze bilgiler sunan evliyaullah hazeratını işlerimize karıştırmış ve bu şekilde kısa zamanda başarı sağlanmıştı; bugün de onların ferasetleri, basiretleri sayesinde, nasıl onlar Allah’ın nuruyla bakıyorlarsa bizler de onların nurlarının ışıklarından istifade etmeliyiz. İstişarelerimizi parti köşelerinde, fikri dumura uğramış üç beş insanla değil, peygamber varisi insanı kamillerin sohbet ve zikir meclislerinde yapmalıyız.

İşte biz buna ancak yeniden başlama diyebiliriz. Yoksa her kapatılan parti yerine inatla yenisini koyarak değil...

Selam ve dua ile Allah’a emanet olunuz.  


*Mehmet Zahid Kotku, Cennet Yolları

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Kıymetli okurlarımız, bu ayki konumuzda Türkiye’de İslamî hareketlerin cumhuriyetten sonraki seyrini işlemeye çalışacağız. Konu ile alakalı makale yazan arkadaşlarımızla konuları paylaşırken, bize, ülkemizdeki İslamî hareketlerin siyasi yönde hangi merhalelerden geçtiği ve bugün gelinen noktanın hangi konumda olduğu ile alakalı kısım düştü. Bu konuyu, meselelere tamamen İslamî perspektiften bakarak işlemeye gayret edeceğiz. Cenâbı Hak doğruları söylemeyi lütfetsin ve tesir halketsin, inşaallah…

Başlarken bir hatırlatmada bulunmayı vazife addediyoruz. Yapacağımız tespitler kimseyi karalamak veya tenkit etmek için değildir. Biz şuna inanıyoruz ki, Müslümanlar meselelerini kendi anlayışlarına göre değil, İslam’ın evrensel ilkelerine göre değerlendirmek zorundadırlar. İnsanların nefislerini karıştırarak ortaya koydukları fikir akımları elbette ki bizi Hakk’ın razı olduğu bir anlayışa götüremez. Bazı insanları lâyüs’el göstererek yıllarca önce yaptıkları yanlış tespitleri “bir hikmeti vardır” mantığıyla kabullenmek, geçmişte bizi yanılttığı gibi,  bugün de bizlerin doğru tespitler yapamamamıza sebep olacaktır. Bundan dolayıdır ki, bu makalemizde yapılan bazı hatalı uygulamaları ortaya koyarken niyetimiz geçmişte yapılanlardan ders alarak, Hakk’ın rızası doğrultusunda ilerlemeye çalışmaktır.

Malumdur ki Osmanlı Devleti içteki ve dıştaki düşmanlarının ortak gayretiyle yıkılıp yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve bunun sonucunda halifeliğin lağvedilmesiyle Müslümanlar tüm dünyada başsız kaldılar. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki baskılar sonucu çoğunluğu Müslüman olan halk, inançlarını yaşayamaz hale geldi. Ezanlar Türkçe okunmaya başlanmış, alfabe Latin harflerine dönüştürülmüş, medreseler kapatılmış ve adeta “Allah” demek yasak hale gelmişti. Bu istibdat dönemi 1950’lere kadar böyle devam etti. Halk artık patlama noktasına gelmişti. Bunu gören devletin ileri gelenleri tüm yetkiler yine kendilerinde olmak kaydıyla çok partili hayata geçilmesine karar verdiler. 1946 yılında Demokrat Parti kuruldu, 1950 yılında tek başına iktidar oldu ve tek partinin baskıcı yönetimi son buldu. İşte biz yazımızda bundan sonraki dönemde Müslümanların tercih biçimlerini irdelemeye çalışacağız. Bunu yaparken mevzumuzu iki ana konuya ayırarak incelemek gerektiğini düşünüyoruz:

1- Değişik görüşlerdeki insanların kurduğu ve Müslümanların desteklediği siyasi akımlar ve bunlardan Müslümanların kazanımları ve kayıpları…

2- İslamî düşünceye sahip münevverlerin, Müslüman ilim adamlarının siyasi parti kurarak mücadele etmeleri ve bunlardan dolayı Müslümanların kazanımları ve kayıpları…
Birinci kısım iki devre olarak düşünülmelidir:

a- İslamî düşünceleri olmadığı halde, içinde inançlı insanların bulunduğu ve genel olarak Müslümanların önünü açabileceklerine Müslümanlar tarafından inanılarak, zarûreten desteklenen siyasi akımlar. Başlangıçta Demokrat Parti ile başlayan bu süreç, İslamî düşünceye sahip siyaset adamlarının bizzat siyasi parti kurmalarına kadar ki dönemi kapsamaktadır. Müslümanların başka tercih hakları olmadığı için, bazı pazarlıklar sonucunda sağcı diye adlandırılan, fakat aslında emperyalist ülkelerin güdümünde hareket eden siyasi hareketlerin olduğu dönem. Bu zaman diliminde Müslümanların kaybettikleri bazı hakları elde edebilmek için bu siyasi akımları desteklemeleri belki mazur görülebilir. Çünkü denize düşen yılana sarılır misali Müslümanlar bu nifak ocaklarıyla ittifak yapmak zorunda kalmışlardır ve gerçekten İslamî feraset sahibi münevverler bunu bir geçiş dönemi olarak kabul edip ilk fırsatta Hakk’ın razı olduğu bir siyasete yönelme düşüncesiyle hareket etmişlerdir.

Fakat bu dönemde yukarıda bahsedilen feraset ve basireti gösteremeyerek bu İslam dışı nifak ocaklarını, çevrelerindeki insanlara İslamî imiş gibi göstererek yıllarca bu münafıklar tarafından Müslümanların fikirlerinin ve tercihlerinin sömürülmesine sebep olmuşlardır.

b- İslamî düşünce sahibi münevverlerin ve ilim adamlarının kendi görüşlerini daha rahat ortaya koyabilecekleri düşüncesiyle direkt siyasi parti kurarak siyasi hayata dâhil olduklarından, sonraki dönemde yukarıda bahsedildiği şekliyle bazı İslamî hareketlerin idaresini elinde bulunduran şahsiyetlerin, Müslümanların kurdukları hareketleri desteklemek yerine, o nifak odağı olan ve hatta bazen siyasi görüşleri tek parti döneminin baskıcı görüşleriyle bire bir örtüşen siyasi hareketleri tercih etme ve bağlılarına tercih ettirme yanlışına düşebilmişlerdir. Bunun sonucunda Müslümanların tercihleriyle iktidara gelen insanların Müslümanlara mavi boncuk uzatarak, emperyalist ülkelerin taşeronluğunu yapıp, ülkemizi fikri ve ekonomik olarak sürekli dışa bağımlı hale getirmişlerdir.

Son yıllarda ortaya çıkan birçok mesele bu konuda ne kadar yanlış yapıldığını ortaya koymuştur. Yıllarca mitinglerde Kur’ân öperek, ayetlere mana vererek Müslümanlardan destek alan insanların aslında nasıl İslam ve memleket düşmanı oldukları ortaya çıkmıştır. Cemaatlerinin menfaatleri için perde arkasında anlaştıkları politikacıların, kendilerine bir verip, diğer taraftan İslam düşmanlarına, emperyalistlere ve siyonistlere ülkenin kaynaklarını nasıl peşkeş çektiklerini arşivlerden öğreniyoruz. “28 Şubat”ta belirttiğimiz anlayışta olan Müslümanları korkutarak dönemin inançlı ve vatansever iktidarına karşı duruş sergilemelerinin sonucunda, hem manevi alanda kazandığımız birçok müesseseyi kaybetmemize hem de ülkemizin milyarlarca dolarlık servetinin üç buçuk soysuz tarafından yok edilmesine sebep olmuşlardır.

İşin acı tarafı bu otuz yıllık sürece bugün baktığımızda her şekilde kullanıldığımız ayan beyan ortada iken, halen bahsedilen Müslüman cemaatler tarafından doğru yapıldığı inancının devam etmesidir. Başörtüsü düşmanlığıyla, hatta cenazesinde Kur’ân okunmasına tahammül edemeyecek kadar İslam şeriatine düşman olan bir politik lidere bugün dahi şefaat edebileceklerini açıkça söyleyebilmektedirler. Yine bu anlayıştaki Müslümanlar, yıllarca hak ve adaletin hâkim olması için çalışan, dini vazifelerini yerine getirmede dikkatli olan, İslam düşmanlarına karşı gücü nispetinde karşı duran Müslüman siyasetçileri o gün sevmedikleri gibi bugün de onlara karşı sergilemiş oldukları vefasızlıktan tevbe etme gereği bile duymuyorlar. Hatta halen daha onların yanlış, diğerlerinin doğru yaptıklarını düşünebiliyorlar. Oysa Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) “Mümin bir delikten iki kez ısırılmaz.”  buyuruyor. En büyük erdem, kişinin hatasını anlaması ve ona tevbe etmeyi bilmesidir.

Bu anlayışta olan Müslümanlar şöyle de düşünebilirler. “Biz böyle yaparak büyük kazanımlar elde ettik.” Evet! Belki sizler büyük kazanımlar elde ettiniz. Fakat acaba ülkemizin geri kalmışlığına bir çare olunabildi mi? Müslümanların ezilmişliği, itilip kakılmışlığı sona erdi mi? İslam coğrafyasında ve diğer ezilen insanların olduğu bölgelerde kan, gözyaşı, açlık ve sefilliğe çare bulunabildi mi? Elbette hayır! Biz belki rahat ettik, fakat bizim desteklediğimiz insanların sayesinde hem ülkemizin bir bölümü hem de dünya kan gölüne döndü. Oysa biz Hakk’ın yeryüzündeki halifeleri olarak batıya ve doğuya, kuzeye ve güneye nizam, intizam vermeye memur edilmiştik. Bizler yıllarca üç kıtada bunu gerçekleştirmek için gayret etmiş ve bunu gerçekleştirmiş bir ecdadın torunlarıydık. Ve ecdadımız bunu sadece “i’layı kelimetullah” davası için yapmışlardı. Bugün bizim büyük zannettiğimiz küçük hesaplarımız, hem İslam kardeşliğine zarar vermekte hem de bu yüce davayı anlayamamamıza sebep olmaktadır.

İşte yıllarca bizden olmayan politikacıları, bizdenmiş gibi göstererek bizleri sömüren anlayışa topyekûn Müslümanlar olarak artık dur deme zamanı gelmiştir. Şunu unutmayalım ki bugünkü gençlik her şeyi tüm çıplaklığıyla görüyor ve kavrıyor. Bugün biz, onları İslam’ın kuşatıcı davasıyla tanıştıramazsak, yarın onlar ahirette bunun hesabını bize ağır ödeteceklerdir. Çünkü ashabın gençleri gibi onlar da artık İslam’ın nurlu sancağını dünyanın burçlarına dikmenin özlemini çekiyorlar. Dedeleri ve babaları gibi zalimler tarafından sömürülmek istemiyorlar. Şanlı peygamberlerinin ve O’nun varislerinin izinden yedi kıtaya adalet götürmek istiyorlar. Dünyanın neresinde olursa olsun ezilen insanlığın yaralarına merhem olmak kararlılığındalar. Liderlerinin, hocalarının, ağabeylerinin minimum kazanımlar için dünya sistemini elinde bulunduran emperyalistlerle bir arada olmalarına artık tahammül göstermek istemiyorlar.

Yazımıza inşaallah önümüzdeki ay devam edeceğiz. Cenâbı Hak bizlerden yardımını esirgemesin. Âmin…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Perşembe, 22 May 2014 15:41

İLİM, AMEL VE İHLAS

Halık-ı Zülcelal Hazretleri Kitâb-ı Kerim’inde buyuruyorlar ki:

“Ve Adem’e bütün isimleri öğretti. Sonra o isimlerin delalet ettiği şeyleri meleklere gösterip: ‘Haydi davanızda doğru iseniz, Bana şunları isimleriyle haber verin!’ dedi. Dediler ki: ‘Yücesin Sen (ya Rab!). Bizim, Senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen bilensin, Hakîmsin.”(Bakara 31-32)

İlim Cenâbı Zü’l-Celâl Hazretleri’nin sıfatlarındandır ve O (celle celâluhu) ilmi dilediğine lutfeder. Cenâbı Hakk’ın ilim gibi, bir çok yüce sıfatları vardır. Bu sıfatların kâinat üzerinde ve hususen insan üzerinde tecellilerinin var olduğunu büyüklerimizden işitiyoruz. Cenâbı Hakk’ın (celle celâluhu) ilim sıfatını da yukarıdaki ayeti kerimelerde dedemiz Hazreti Âdem’e isim isim öğrettiğini ve yine büyüklerimizin buyurmasıyla “Her ismin muhtevasını da ilim olarak kendilerine lutfettiklerini.” anlıyoruz.

Cenâbı Hakk’ın Hazreti Âdem’e eşyanın isimlerini ve hikmetlerini öğretmesindeki mana “Sen çok bilgili ol, senin neslin çoğaldığında sen onların arasında en bilgili ol, onlara bir üstünlüğün olsun” diye değildir. Çünkü Cenâbı Hak (celle celâluhu) hadisi kudside “Kendi bilinmekliğini murad ettiği için insanı yarattığını.” buyuruyor. Yani Allahu Teâlâ Hazreti Adem’e eşyanın hakikatini öğretirken eşya ve hadise ile açığa çıkan Hakk’ın tecellilerine bakarak zatını tanımasını ve zatının azameti karşısında her şeyi bırakıp O’na (celle celâluhu) yönelmesini murad buyurdular.

İnsanoğlu ise Hazreti Adem’in yaratılmasından bugüne kadar bilgiye ulaşmak için çalıştı, çabaladı. İlahi emirlerden nasibini alamayanlar, kendi akılları ile keşfettikleri bilgileri insanlığa bazen iyilik, bazen de kötülük olarak kullandılar. Fakat peygamberlerinden öğrenerek bilgi sahibi olanlar hep Hakk’ın bilinmeklik sırrına hizmet etmeye çalıştılar.

Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) dünyayı teşrifiyle ilahi emirler vahiy yoluyla tamamlanınca, ilim onun varisleri aracılığıyla tevarüs etmeye başladı. O’nun gerçek manada varisi olan arifler Hakk’ın ilim sıfatının tecellisi ile Marifetullah’a eriştiler. İlim Efendimiz’e kadar peygamberler silsilesi ile devam ederken, Efendimiz’in gelmesiyle kıyamete kadar önce Zat-ı âli’leri ve ashabı, daha sonra da varis-i ekmelleri tarafından sadırdan sadıra aktarılarak devam etti ve el’an da bu minval üzere devam etmekte...

İlim kâinatın ayakta durması için büyük bir gerçektir. Ancak Hakk’ın muradı doğrultusunda kullanılırsa insanlığa fayda vericidir. Bunun için ilim, eğer onu hakkıyla muhafaza edebilecek âlim-i billah olan zatlarda ve onların himayesindeki insanlarda olursa dünyanın ayakta durmasına vesile olur. Çünkü o zatlar ilmin gerçek sahibini tanıdıkları için onu en kıymetli bir hazine gibi korurlar. Nâehil insanların eline geçmesine müsaade etmezler. Onlar bildikleri ile amel ettiklerinden dolayı Cenâbı Hak (celle celâluhu) onları bilmediklerine varis kılar.

Onların Allah’ın razı olduğu ahlâk-ı Muhammediyye ile tahalluk ettiklerinden Cenâbı Hak onların ilimlerini de baki kılmıştır. Üzerlerinden asırlar da geçse insanlık onların irfanlarından faydalanmıştır ve faydalanıyorlar.

İslam tarihine baktığımızda ilmî kabiliyeti yüksek olan ne kadar âlim şahsiyet varsa son dönemlerinde zahir ilimleri yeterli görmeyerek, batıni ilimleri de tahsil etme gereği duymuşlardır. Bunların örneği sayılamayacak kadar çoktur. Çünkü kitaplardan öğrenilen zahiri bilgilerin insanı Hakk’a yaklaştırmak yerine kibirlilik getirdiğini bizzat yaşayarak görmüşlerdir. Az bir bilgisi bile olsa bildiği ile amil olan kimselerin amellerini daha ihlaslı yapabildiğini; ibadetlerini yalnız Allah için yapmaya gayret eden mü’minlerin Hakk’a daha yakınlaştıklarını müşahade ederken kendi çok bilgilerinin ise Allah’tan uzaklaşmaya sebep olduğunu fark ederek her biri kendi dönemlerinin yektası olan evliyaullah-ı izam hazeratının kapısına gitmiş gerçek ilmin Marifetullah olduğuna kanaat getirerek zülcenaheyn olmuşlardır.

İmam-ı Âzam Hazretleri’nin Caferi Sadık Hazretleri’ne giderek son iki yılında ona hizmet edip kendi deyimleriyle helâkten kurtulmaları; İmam-ı Gazali Hazretleri’nin ilimde mislinin olmamasına rağmen Ebu Ali Farmedi Hazretleri’ne kapılanmaları; Ebu’l-Hasen Şazîli Hazretleri’nin İbnü’l-Meşiş Hazretleri’ne gelmesi ve her türlü varlıktan sıyrılarak Hakk’a vasıl olması; Mevlânâ Halidi Bağdadi Hazretleri’nin zahiri ilimde meşhur bir âlim olmasına rağmen Abdullah-ı Dehlevi Hazretleri’ne giderek Delhi’den “Mevlânâ Halid-i Zülcenaheyn” olarak dönmesi ve burada zikretmekten aciz kalacağımız kadar çok ulemanın gerçek ilmin Marifetullah ilmi olduğuna kâni olup nasıl çilelere katlanarak bu ilmi elde etmeye çalıştıklarını biliyoruz.

Hâce Hazretleri’nden (ksa) dinlediğimiz bir büyüğümüzün halini buraya alıntılayarak yukarıda belirtmeye çalıştığımız hakikati örnekleyelim. Buyurdular ki: Necmüddin Kübra hadis sahasında yektadır. Kübra ismini de ilimdeki büyüklüğünden dolayı almıştır. Hadis’te olduğu kadar Tefsir’de de büyük bir âlimdir. Mecmuatü’l-Kübra isimli tefsir kitabı vardır. Bu zat ilimde böyle mütehassıs birisi ama sûfilere, dervişlere sıcak olan biri değil. Yani “İlim varsa tamam, ilimden başka bir şeye ne hacet.” düşüncesindeler.

Bir gün bir mecliste bir muhaddisten hadisi şerif dinlerken, orada bir gaybet hali oluyor, kendinden geçiyor. Bakıyor ki Efendimiz’in (sav) huzurunda, Hazreti Ebubekir Efendimiz de orada... Efendimiz’in huzuruna varıyor. Efendimiz buna buyuruyor ki:

-Bu senin yaptığın gibi olmaz, gündüzlerini ilimle değerlendir. Hadis oku, okut, mütalaa et. Gecelerini zikirle değerlendir. Yoksa bana ulaşamazsın.

-Nasıl zikredeyim ya Resûlallah, diye sual edince Efendimiz de Kur’ân-ı Kerim’de Kendilerinden bahsedilen ayeti kerimeleri vird olarak Hazret’e veriyor ve,

-Bu ayeti kerimeleri zikir olarak yap, diyorlar ve Hazreti Ebubekir efendimize de ona tarif etmesini emir buyuruyorlar. Hazreti Ebubekir efendimiz de tarif buyururken:“

Bu ayetleri sık sık tekrar edersen kalbinde Resûlullah’ın muhabbeti ziyadeleşir. Bu muhabbet arttıkça onun ahlâkı sende tecelli eder.” buyurur. Efendimiz (sav) ona bir isim veriyorlar... Derken o halden uyanıyor, anlıyor ki, bu iş sadece ilimle olmayacak, muhakkak zikir de olması lazım. Kalkıyor ve bir kâmil insan aramaya başlıyor. Baba Ferec isminde Tebrizli bir zata gidiyor. O zat hem Hakk’ın muhiblerinden hem de meczub bir zatmış.

Baba Ferec Hazretleri’nin huzuruna girip ilk kez kendilerini gördüklerinde, o zatın nazarıyla bazı manevi haller yaşıyorlar, bir manevi heybet hali oluyor. Necmüddin Kübra Hazretleri seyrederken o halin tesiriyle üzerlerindeki elbiseler yırtılmaya başlıyor. O yırtılan elbiseleri kendi üzerlerinden çıkarıyorlar. Hazret’e soyun buyuruyorlar ve o yırtılan elbiseleri ona giydiriyorlar. Giydikten sonra onda yine bazı haller oluyor. Bazı gaybi sırlara muttali oluyor. O zata hizmete devam ediyor. Bu arada ilim okuduğu hocası geliyor ve diyor ki; “Birkaç dersin kaldı gel onları da oku ilmini tamamla.” Derslerini tamamlamaya niyet etiiğinde şeyhi geliyor ve buyuruyor ki “Hak seni kendi zatına davet ederken yakışıyor mu sana Hakk’ın dedikodusuyla meşgul olacaksın.” Böylece her şeyi bırakıyor halvete giriyor. Orada yine birçok manevi makamlara ulaşıyor.

Şeyhi ondaki büyük istidadı görünce onu başka bir şeyhe gönderiyor. Orada da değişik haller yaşıyor. Fakat gönlüne “Evet, bu zatın manevi kemali benden fazla ama ilimde benim gibi değil” gibi bir düşünce gönlüne vuruyor. Kendini şeyhinden üstün görüyor. O zat hemen gelip: “Sende bir itiraz rüzgarı esti, o itiraz sendeki hakikat kapısını kapattı. Sen daha buradan bir şey alamazsın. Senin bu manevi marazının tedavi edilmesi lazım.” diyerek onu Rüzbehan Bakli Hazretleri’ne gönderiyor.

Rüzbehan Hazretleri’ne geldiğinde kendilerinin abdest aldığını görüyor. Fakat abdest aldığı su fıkhen yeterli değil, içinden “Niye böyle yapıyor. Bunu bilmesi lazım diye düşünürken?” Şeyh Hazretleri abdestini bitiriyor. Necmuddin Kübra bakıyor ki kaptaki su hiç eksilmemiş. Rüzbehan Bakli Hazretleri dönüyor, elinde abdestten kalan suyu onun yüzüne doğru çırpıyor ve Hazret bayılıyor. Manen bir hal oluyor ve bakıyor ki mahşer, herkes bir tarafa doğru gidiyor. Bir zat bir tahtın üstünde oturuyor ve geçenlerden bazılarını seçip “Bu benim” diyor kenara çekiyor. Hazret soruyor;

-Bu gidenler nereye gidiyor.

-Onlar cehenneme gidiyor! diyorlar.

-Peki bu zat kim bazılarını yanına çekiyor, onlara ne oluyor? Diyorlar ki,

-O Resûlullah’ın varislerinden, Rüzbehan Bakli Hazretleridir. Kendi bağlılarını yanına alıyor.

-Ben de onun mensubuyum, diyerek yanına gidiyor. Buyuruyorlar ki; -Hayır! Sen evliyanın münkirisin sen evliyanın hallerine itiraz ediyorsun. Sen yürü...

Çok telaşlanıyor, şeyhin önüne kapanıyor ve ensesine bir tokat vuruyorlar. O tokatla kendine geliyor. Bakıyor halen yüzünde o abdest suyunun ıslaklığı var. Şeyhe bakıyor namaz kılıyor. Namazını bitirince yanına varıyor, aynen rüyada gördüğü gibi ensesine bir tokat vuruyor ve “Buyuruyor ki evliyaların hallerine itiraz sana bir şey kazandırmaz.” Hazret diyor ki “Elimde olmadan bir anda hatırıma geliyor.” Bunu elinden tutup halakayı zikirde bulunan dervişlerin ortasına atıyor. -Necmuddin Kübra (ks) halakayı zikre ve semaya o zamana kadar karşıymış- Dervişler zikrettikçe onların nefesi Hazret’e vuruyor. Semanın rüzgarı vuruyor. Ayakta duracak takati kalmıyor. Bir duvara yaslanıyor ve kendine nazar ediyor. Bakıyor ki içinden bir şey süzülüp çıkıyor. Rüzbehan Bakli Hazretleri ona diyor ki “Senin işin tamam artık asıl şeyhinin yanına dönebilirsin...”

Yine aynı sohbette Hâce Hazretleri (ksa) devamla buyurdular ki: “Merhum İsmail Çetin Hoca’nın kayınpederi Şeyh Masum, Diyarbakır’da otururdu. Kendisi Muhammed Sadaka’nın halifesidir. Aynı zamanda âlim de bir zat, Abdussamed Efendimiz’in (ks) mücazı... Ondan dinlemiştim. Buyurdu ki: ‘Şeyh Sadaka okuma yazma bilmiyordu, fakat 200.000 hadisi ravileriyle, senet zincirleriyle biliyordu...’

Şam-ı Şerif’te Abdullah Dağıstani Hazretleri, Şeyh Nazım Kıbrısi’nin şeyhi, ümmi bir zat kırk sene Şam’da kalmış Arapça bilmiyor Fakat âlimler yanında Buhari-i Şerif okuyorlar Abdullah-ı Dağıstani Hazretleri okunan hadisleri Türkçe mana ediyor ve şerhini yapıyor. Onlar Arapça’ya çeviriyorlar ve yazıyorlar...”

Bugün belki Allah dostlarına inancın en zayıf olduğu dönemlerden biri olduğundan, bizler de bu yanlış anlayışın ortadan kalkması için her meselemizde, her ortamımızda, her sohbetimizde onların anlayışlarını, şahsiyetlerini, ilmi üstünlüklerini anlatmayı kendimize en önemli vazife addetmişiz. Çünkü “Nefsini bilen Rabbini bilir.” buyrulmuş. Onlar nefislerin tüm arzularını Hakk’ın zatına vasıl olmak için yok etmişlerdir. Allah’ın (celle celâluhu) muhabbetinden başka her şeye gönüllerini kapatmışlardır. Cenâbı Hak da onlara kendi katından ilim vermiştir. Amelin en güzeli, en ihlaslısı da bu olsa gerektir. İlmin de en mükemmeli az da olsa ihlaslı bir kalble amel edilenidir. Hakk’ın zatı ehadiyyeti karşısında kendinde olan her şeyi nefyetmektir.

İşte büyüklerimiz bunu Cenâbı Hakk’ın lütfuyla başarmışlar ve bizlerin de başarması için bizlerden fazla gayret etmektedirler. Başta da belirttiğimiz gibi ilim Hakk’ın sıfatıdır. Ne kadar çok insanda bulunsa Cenâbı Hak o kadar bilinmiş olur. Fakat mühim olan sadece “bize çok biliyor” desinler diye değil Rabbimize kulluğumuzu bilinçli yapabilelim anlayışıyla ilim talebinde bulunmamızdır.

Bir kişi, Ebu Hureyre'ye şöyle der: “İlim öğrenmek istiyorum; fakat kaybetmekten korkuyorum.” Ebu Hureyre de şöyle cevap verir: “Zaten ilim öğrenmemekten daha büyük bir kayıp yoktur insanoğlu için.”

İbrahim b. Uyeyne'ye: “İnsanlar içerisinde en çok kimler nedâmet duyarlar?” diye sorulduğunda şöyle der: “Dünyada yaptığı takdir edilmeyen, âhirette ise, ilmi olup ameli olmayan kimseler.”

Netice-i kelam olarak; ne Marifetullah’tan yoksun olarak yaşayıp kaybedenlerden olalım ne de ilim ehli olup onu ihlasla amele dönüştüremeyenlerden olalım. İlmiyle âmil arif-i billah olan insanı kâmillerin sohbetlerine devam ederek her şekilde Hakk’a vuslat arzusunda olanlardan olalım.

Cenâbı Hak bizi büyüklerimizin yolundan ayırmasın. Amin…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 12 May 2014 12:58

MÜSLÜMAN KADININ ŞAHSİYETİ -2

Müslüman hanımların şahsiyeti konusuna “Müslüman hanımların Hakk’ın rızasını kazanmaları için nasıl davranmaları gerektiği” ile devam edeceğiz.

Öncelikli olarak Müslüman hanımlar zamanın şartlarını değil, Efendimiz’in (sav) hanımlarını ve sahabe hanımlarını örnek almaları gerekir. Çünkü mü’mine bir hanımefendinin hangi hallerde olursa olsun yaşadığı problemlerin bir örneği onlar tarafından yaşanmıştır.

Meselâ sahabe hanımlar eşlerine nasıl davranmışlar, çocuklarının eğitimiyle nasıl ilgilenmişler, ilme kabiliyeti olanlar ilim tahsilini nasıl yapmışlar, çalışmaları gerekiyorsa hangi kurallara uyarak çalışmışlar?

Bunların hepsini onların hayatında bulabiliriz. Çünkü onlar bazen erkeklerinden dolayı bir sıkıntı yaşadıklarında rahatlıkla Kâinatın Efendisi’ne sorabiliyorlardı veya annelerimizden Efendimiz’le yaşadıkları tecrübeleri paylaşmalarını talep ediyorlardı. Hatta bazen ileri gidip, kadınların özel hallerini bile Efendimiz’e sordukları olmuştur. Bir örnek verecek olursak sahabe hanımlardan Habîbe binti Cahş’ın (r. anhâ) sağlık-sıhhat konusunda başına bir sıkıntı gelmişti. Kadınlara mahsus özel bir durumu ile o sanki bir imtihana tâbi tutulmuştu. Tam yedi yıl istihâze (adetten başka olarak damar çatlamasından dolayı kan gelme) haline müptelâ oldu. O, özür sâhibi olarak ne yapacağını, nasıl ibadet edeceğini bilemiyordu. Edeb ve hâyâsından durumunu da kimseye açıklamak istemiyordu. Fakat bu dînî bir konuydu, mutlaka öğrenmeliydi. Dînî konularda utanma olmazdı. İnsan bilmediği şeyi sorup öğrenmek zorundaydı. Bunun için Habîbe (r. anhâ) bir fırsatını bulup Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz’e geldi. Başına gelen hâli arz ederek ibadetlerdeki durumunun ne olacağını sordu ve şöyle dedi:

-Yâ Rasûlallah! Ben istihâze gören biriyim. İbadetlerimi nasıl yapacağım? Fahr-i Kâinat (sav) Efendimiz Habîbe binti Cahş’ın (r. anhâ) sorusunu şöyle cevapladı:

-O, ancak damar(dan çıkan bir kan)dır. Yoksa hayız değildir. Her namaz vakti abdest alarak namazını kıl, buyurdu.

İlim konularında Hazreti Aişe (r. anhâ) ve Ümmü Seleme (r.anh) en az erkek sahabeler kadar mütebahir olmuşlardı.

Hazreti Ebu Bekir’in kızı Esma (r. anhâ) zekâsı ve cesaretiyle ön plana çıkmış bir sahabe annemiz. Hicrette Efendimiz ve babasının yol hazırlıklarını yapmıştır. Ebu Cehil onu babasının yerini öğrenmek için dövdüğünde erkek askerlere taş çıkaracak bir ağzı sıkılıkla onlara istedikleri cevabı vermemiştir.

Bu da Efendimiz tarafından hoş karşılanmış ve şöyle medhü sena görmüştür:

“Hiç kimse, hiçbir asker bu kadar cesur görev göremez. Boynunda ölüm korkusuyla yerlerimizi söylemedi Ya Ebu Bekir!”

Tabii ki İslam’ın ilk kadın şehidesi Hazreti Sümeyye’yi (r. anhâ) unutmamak gerekir. Kocasıyla birlikte “Allah birdir!” diye haykırarak karnında çocuğu ile birlikte müşrikler tarafından şehid edilmişlerdir.

İslam tarihi boyunca kadınların kendi hakları ile ilgili konularda kendilerini savunmaları olagelmiştir. İslam’ın kadınlarla ilgili emirlerini kadınlara baskı unsuru olarak kullanmaları menedilmiştir.

Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) hakkında da benzer bir misâl zikredilmektedir. Hazreti Ömer, mescitte kadınların çok fazla mehir istediklerini ve bunun evlenmeyi zorlaştırdığını söyleyerek, mehir miktarını sınırlamak istemişti. O sırada mescitte Hazreti Ömer’i dinlemekte olan arka taraflardan bir kadın, ayağa kalkmış, kadınların istedikleri kadar mehir talep edebileceklerini işâret eden âyet-i kerîmeyi (Nisâ, 20) okuyarak Hazreti Ömer’e itiraz etmiştir. Bunun üzerine Hazreti Ömer hatâsını anlamış ve; “Kadın isabet etti, Ömer yanıldı.” buyurarak görüşünü değiştirmiştir.

Evet, bu örnek hanımefendilerden çokça bahsetmek mümkündür. Onların ortak özelliği dünyevi hiçbir istekte bulunmamak kaydıyla Efendimiz’e (sav) hizmet etmekti. O razı olsun da başka bir şey gerekmiyordu. Çünkü o razı olursa Rabbi (cc) razı olacaktı. Hak Teâlâ Hazretleri’nin rızası dünya ve içindekilerin tamamından daha kıymetliydi.

Günümüz Müslüman hanımlarının şahsiyetlerini kazanmaları da birilerine şirin görünmek veya kendilerine sosyal hayatta yer bulmak gayesiyle olmasa gerektir. Bize şahsiyet kazandıracak en büyük olgu rızası doğrultusunda yaşayarak Rabbimiz’in bize kulum ve Efendimiz’in de bize ümmetim demesidir. Yoksa günümüz ortamında insanlara hoş görünmek çok kolaydır. İki tane feminist söylemle kadının erkek tahakkümünden kurtulması fikrini savunan bir hanımın toplumda yer bulması zor değildir. Ayetlere yeni yorumlarda bulunmak, hadisi şeriflerin işlerine gelmeyenlerini zayıf veya uydurma yaftalarıyla yok saymak bugünün hem erkek hem de bayan Müslümanlarının ortak hastalığı olmuş.

Bunları söylerken inanın itham etmiyoruz. Konuyu araştırırken bazı internet sitelerine göz attık. Öyle vahim fikirler var ki, özellikle imam-hatip ve ilahiyatlarda okuyan kız çocuklarımızın fikirleri korkunç derecede İslam’ın özüne aykırı ve neredeyse Cenabı Hakk’ın erkek ve kadına verdiği vazifeleri adeta sorgulayacak kadar ileri gidebilmektedirler.

Yabancı erkeklerle yakınlık konularında rahatlıkla batılı anlayışı savunmaktadırlar. Tesettür ve mahremiyet konusunda batılı düşüncede olanların Müslümanları; “Sizin kalbiniz bozuk, kadınla erkeğin bir arada olmasının ne mahsuru var.” fikrini günümüz feminist Müslüman (!) açıkça konuşabilmektedirler.

Buna canlı bir misal verecek olursak; bir arkadaşın dükkânında oturuyorduk. İçeri bir erkek ve bir bayan öğrenci girdi. Bir gazeteye abone olmamız için geldiklerini söylediler. Bizde doğal olarak

-Siz kardeş misiniz, diye sorduk.
-Hayır! Dediler.
-Nikâhlı mısınız? Dedik.
-Hayır! Dediler.
-Peki, hiçbir akrabalık bağı olmadan sizin ikinizin yan yana gezip gazete abonesi yapmanız doğru mu, sorumuza:
-Bizi gönderen büyüklerimiz bir mahsuru yok dediler. Eğer bir mahsuru olsaydı, bizi beraber göndermezdi, dediler.

Şimdi burada sizle Efendimiz’in (sav) bir hadisi şerifini paylaşmak istiyoruz.     

Bir gece vakti, Allah Rasûlü, hanımlarından biriyle sokakta yürürken karşılarına çıkan ensardan iki şahsa yanındaki kimseyi tanıtır mâhiyette:

-Bu, anneniz Safiye binti Huyey’dir, buyurmuştur. Ashâbın:
-Rasûlü’nün uygunsuz bir davranışta bulunmasından Allah’ı tenzih ederiz, yâ Rasûlâllah, demeleri üzerine de:
-Şeytan insanın vücudunda kan gibi dolaşır. Onun sizin kalbinize bir kötülük veya bir şüphe atmasından korkarım, buyurmuşlardır. (Buhârî, İ’tikâf 11; Müslim, Selâm 23-25.)Böylece insanlarda şüphe ve töhmete sebebiyet vermemeyi tembih etmiştir.

Bir önceki yazımızda Kur’ân-ı Kerim’de Nûr Sûreyi Celîlesi’nde kimlerin mahrem, kimlerin nâmahrem oldukları nakledilmişti. Mevzuumuza bu cepheden ve yukarıdaki hadisi şerif zaviyesinden baktığımızda aslında fazla yorum yapacak bir durumumuz yok. Her şey âyan beyân ortadadır.

Netice olarak Müslüman hanımlara tavsiyemiz şudur ki;

İslam dini sahipsiz ve herkesin kendi nefsine göre yorumlayacağı bir din değildir. Sağlam delillerle bin dört yüz yıllık bir yaşanmışlığın ürünüdür. Ve bu dini bize va’z eden Hazreti Allah bu dini koruyacağını va’d etmiştir. Uygulayıcısı olan Habibi Kibriya Efendimiz ve ashabı tüm yaşantıları ile bizim için “hayy”dırlar. Efendimiz (sav) asrısaadette olduğu gibi bugün de ümmetinin başındadır ve her şeyleriyle ilgilenmektedirler.
Ayrıca bu din Efendimiz’in varisi ekmelleri olan evliyaullah hazeratı, müctehidân-ı îzâm hazeratı ve ilmiyle amil ulema sayesinde bugüne kadar tertemiz gelmiştir.

İşte böyle muazzam bir muhafaza ile korunan dinimizi istesek de nefsimize uyduramayız. Uydurmaya çalışsak da bu tavrımız İslam olmaktan çıkar. Çünkü Efendimiz (sav) her asırda dini tecdid edecek bir insanı kâmilin bulunacağını beyan buyurmuşlardır. Bu noktada Müslüman hanımlara tavsiyemiz her türlü modernist söylemlere kulaklarımızı tıkayıp ahiretimizi ve her an ölüm bizi bulacakmış gibi düşünerek amellerimizi ve anlayışlarımızı yeniden gözden geçirelim.

Unutmayalım ki hiçbir maddi menfaat, kariyer ve şöhret Rabbimiz’in, Efendimiz’in ve Allah dostlarının sevgisinden üstün değildir. Rabbimiz bizim hamurumuzu sevgi ile yoğurmuş. Her türlü düşüncemizle, amelimizle ve ahlakımızla ona olan sevgimizi ziyadeleştirmeye odaklanmalıyız. Yoksa dünyada bizi ön plana çıkaran her türlü menfaat ölümle son bulacaktır. Kabirde bizleri bed amellerimiz yerine Rabbimiz’in sevgisi kucaklasın. Buda Resûlullah’ın ashabının ve evliyaullah hazeratının izini takip etmekle gerçekleşir. Bundan başka uyulacak her yol uzun ve karanlık olacaktır.

Allah’a emanet olunuz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 07 May 2014 13:55

MÜSLÜMAN KADININ ŞAHSİYETİ

Bu yazımızda Müslüman hanımların İslamî şahsiyetlerini nasıl ortaya koymaları gerektiğini ve günümüzde özellikle İslamî camianın bir kısmında ahlaki yozlaşmaya varacak derecede Müslüman hanımların ön plana çıkarılmaya çalışılmalarının mahsurları üzerinde duracağız.

Meseleye Genel Bir Bakış  

İslam kadını fıtratına uygun en güzel bir şekilde koruma altına almıştır. Gerek ayeti kerimelerde Rabbimizin (cc) buyrukları, gerekse de Efendimiz’in (sav) sözleri ve fiilleri Müslüman kadına şahsiyet kazandıracak, cahiliye döneminde olduğu gibi ikinci sınıf insan olmaktan kurtaracak bir çok haklar vermiştir. Bunun en önemlisi de Hakk’a muhataplık ve kulluk açısından erkekle kadını eşit tutmasıdır. Yani ilahi emirlere karşı erkeğin durumu neyse kadınların durumu da aynıdır. Bu İslam’ın kadınlara verdiği en büyük haktır. Çünkü cahiliye döneminde kız çocuğu doğurmak ancak diri diri toprağa gömülüp öldürülerek temizlenebilecek kadar büyük bir ayıptı. Zengin ve soyluların kadınları ile aşağı tabakadan olanların hakları bir değildi. Kadınlar alınıp satılabilmekte ve değersiz görülmekteydiler. Yukarıda da belirttiğimiz gibi İslam kadını muhataplık ve insani haklar açısından erkekten ayrı görmemiştir.

Fakat yaratılıştaki farklılık, kadının daha zayıf olması, korunmaya erkekten daha fazla muhtaç olması ve anne olması hasebiyle İslamî emirlerde kadına erkekten farklı bir konum verilmiştir. Bu farklı konum Halık-ı Zülcelal Hazretleri’nin şefkatinden ve merhametinden kaynaklanmıştır. Bunun için kulluk ve muhataplık açısından erkekle eşit olan kadın, sosyal yaşantı açısından erkekten farklı emirlere muhatap olmuştur. Bu emirleri en güzel bir şekilde kabullenip bu şekilde yaşamaya çalışan bir mü’mine hanımefendiye ancak şahsiyetli bir hanım denilebilir.

Günümüzde Müslüman Hanımların Hali

Özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde ve 21. asrın başında erkeğiyle kadınıyla tüm Müslümanların ortak hastalığı olan modernizm rüzgarı Müslüman toplumları aşırı bir şekilde ahlaki yozlaşmaya itmiştir. Dinin bir çok emirleri zamanın şartları ileri sürülerek adeta sorgulanmaya başlanmıştır. Batılılarla birlikte yaşayabilme veya onlara kendimizi kabullendirme adına 1400 yıllık İslamî gelenekler sorgulanmaya, tebdil ve tağyir edilmeye başlanmıştır. Bu anlayışın tazyikiyle ayeti kerimelere yeni yorumlar getirilmiş, hadisi şerifler ayıklanmaya çalışılmış bunun la birlikte Müslüman kadını hayatın her safhasına pervasızca sokarak, ahiret anlayışını bir tarafa iterek dünyevileştirmişlerdir. Bunu gerçekleştirmek için önlerinde dinin va’z ettiği ne kadar engel varsa batılı argümanları kullanarak değiştirmişlerdir. Tesettür emrinin içini moda ve şıklık adına her türlü pespayelikle boşaltmışlardır.

Ayeti kerimede Cenâbı Hak (cc): “Mü’min kadınlara da söyle; gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Zînet yerlerini açmasınlar, bunlardan kendiliğinden görünen kısmı müstesnadır. Başörtülerini yakalarının üstüne koysunlar, zînet yerlerini, kendi kocalarından, kocalarının babalarından, oğullarından, kocalarının oğullarından, kendi erkek kardeşlerinden, kendi kardeşlerinin oğullarından, kız kardeşlerinin oğullarından, kendi kadınlarından, kölelerinden, erkeklik duygusu kalmayan hizmetçilerden veya henüz kadınların gizli yerlerine muttalî olmayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizlemekte oldukları zînetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler! Hepiniz Allah’a tevbe edin. Böylece korktuğunuzdan emin, umduğunuza nail olursunuz.” (en-Nûr: 31) buyuruyorlar.

Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır (rh.a) tefsirinde bu ayeti kerimeyi açıklarken şöyle buyurmuşlardır: “Önce erkekler hakkındaki bu emir ve ihtardan sonra Müslümanlar, şimdi de kadınlar hakkındaki şu emre dikkat etsinler:  Müminelere de, yani mümin kadınlara da söyle, gözlerini indirsinler, helal olmayan erkeklere bakmaktan sakınsınlar, zira bakmak, zinanın postacısıdır derler. Avret yerlerini korusunlar, tamamiyle örtüp zinadan korunsunlar. Zinetlerini teşhir etmesinler.  Kadının zineti denince örfte, taç, küpe, gerdanlık, bilezik ve benzeri takılar, sürme, kına ve benzerleri ve elbise süsleri gibi şeyler akla geliverir  A’râf Sûresi’nin 31. ayetinde: ‘Ey Ademoğulları! Her mescide gidişinizde zinetli elbiseler giyinin.’ buyrularak zinetin elbise demek olduğu da geçmişti.  O halde bu zinetleri açmak bile yasaklanmış olunca, bunların mahalli olan vücudu açmak öncelikle yasaklanmış olur. Yani vücudlarını açmak şöyle dursun, üzerlerindeki zinetleri bile açmasınlar.

Bununla birlikte bir kısım âlimler, burada zinetten maksadın zinetin takıldığı, kullanıldığı yer olduğu fikrini kabul etmişlerdir ki, yüz, sürme ve allık yeri; baş, taç yeri; saç, örgü ve büklüm yeri; kulaklar, küpe yeri; boyun ve göğüs, gerdanlık yeri; el, yüzük ve kına yeri; bilekler, bilezik yeri; pazular, pazubent yeri; baldırlar; halhal yeri; ayaklar da, eller gibi kına yeridir. Bunlardan başka vücudun kısımları da aslında açılmaz.

Bu âlimlerden bazıları muzaafın hazfi veya zikr-i hâl, irade-i mahal ile “ziynet yeri” takdirinde bir mecaz gözetmiştir. Buna delil olarak da kadının vücudundan ayrı olduğu zaman o zinetlere normal olarak bakmak ve alıp satmak ittifakla caiz ve mübah olduğunu ifade ve kabul etmişlerdir. Bazıları da yine bu delil ile kadının asıl zineti, vücudunun güzel yaratılışı, zinet yapmaktan gaye de vücudun süslenmesi olduğunu kabul ederek bu zinetten maksadın, yalnız vücut olduğunu kabul etmişler ve kadınların birçoğu yapmacık zinetten uzak bulunmakla zaten zinetli oldukları halde yaratılış zinetinin zaten hepsinde bulunması ve her kadın bedeninin özünde bir zinet olması hükmün genelliği hakkını yerine getirme noktasından bu tahsisin bir destekleyicisi olduğunu söylemişler ve buna göre şu mânâyı vermişlerdir: Kadınlar yaratılıştan zinetleri demek olan vücudlarının hiçbir tarafını açmasınlar. (Hak Dini Kur’ân Dili en-Nûr Sûresi 31.ayet tefsiri)

Biz bu ayeti kerimenin tefsirini sadece Elmalı’lı tefsirinden alıntılamayı uygun gördük. Fakat Efendimiz’in (sav) annelerimize uygulattığı pratik uygulamalar, diğer sahabe hanımların uygulamaları ve daha sonra yazılan tefsirlerin tamamında yukarıdaki Müslüman hanımların dışarıda tamamen örtünmeleri, vücut hatlarının kesinlikle belli olmayacağı şekilde giyinmeleri, zinet denilen yerlerini, erkeklerin bakışlarını ve şehvetlerini üzerlerine çekecek her türlü takı, koku, renk ve yürüyüş şekillerinin men edildiği hususunda müttefiktirler. Ayrıca ayeti kerime bir Müslüman hanımın kimlerle mahrem, kimlerle namahrem olduğu hususunu da açıkça belirtmiştir.

Şimdi günümüz Müslüman hanımlarının özellikle toplumun her kesiminde olmak isteyenlerin durumunu bir gözden geçirelim.

Tesettür konusunda ehli sünnet alimlerinin tamamının görüşü uygulanıyor mu, yoksa kendilerini güzel gösterecek şekilde tamamen toplumun inançsız kesimlerine kendilerini kabul ettirecek vasıflarda bir giyim tarzı mı ağır basıyor? Sadece ekonomik özgürlük adına namahrem erkeklerle iç içe, kadın zerafetine uygun olsun olmasın her türlü ortamda çalışması İslami hassasiyeti olan bir hanımefendi için acaba ne kadar uygundur? Özellikle okul ortamlarında Müslüman erkekler ve Müslüman kızlarımızın birbirleriyle münasebetleri şeriat-ı Mustafa’nın (sav) emirlerine göre uygulanıyor mu? Son zamanlarda bayanların sürekli camilere teşvik edilmeleri gündemde; camilerimiz Müslüman hanımların rahat namaz kılabilecekleri (Haremlik-selamlık uygulanabilecek) şartları haiz midir?

Bu tür soruları çoğaltabiliriz. Çünkü günümüz Müslüman hanımlarının ekserisi kabuğunu kırma ve başta da belirttiğimiz gibi  batılı kadına özenme duygusundan dolayı oryantalistlere taş çıkaracak anlayış ve fikirlerle yaşam kalitelerini artırma(!) gayretindeler. Adeta İslam dini sadece dünya  ağırlıklı bir dinmiş gibi ahireti, ölümü, haşrı unutmuş veya Cenâbı Hak tarafından kendilerine hayatlarının süresi hakkında garanti verilmiş gibi, tesettür ve mahremiyet esaslarını hiçe sayarak, yaşantılarını idame etmeye çalışıyorlar.

Örnek olarak okula alınmadığı için başını açıp okuması ve ‘Okul bittiğinde tekrar kapanırım’ anlayışı...

Bir iş yerinde çalışan bir bayanın ‘Emekli olduğumda inşaallah kapanacağım’ veya ‘elde etmem gereken kariyerler var, onlara ulaştıktan sonra kapanacağım ve tüm mahremiyet kurallarına uyacağım.’ düşüncesi vs...

İşte tüm bu anlayışlar seküler anlayışın bir ürünüdür. Çünkü biz inanıyoruz ki dünya hayatı geçicidir ve bu hayatın ne zaman biteceği konusunda hiç bir fikrimiz yok. Halık-ı Zülcelal Hazretleri rızkımızı dünyada ne kadar tahsis etmiş bilmiyoruz. Hayatımızı İslam’a göre tanzim etmeden yaşamaya çalışırsak, Hakk’ın razı olmadığı bir hayat tarzı içindeyken emr-i Hak vâki olursa ebedi pişmanlık içinde, bizi her şekilde nimetlere gark eden rabbimizin huzuruna mahcup ve müflis olarak çıkmış olmaz mıyız?

Bu yazımızda  Müslüman kadının şahsiyeti ile alakalı günümüzdeki hastalıklara değinmeye çalıştık. İnşaallah bir sonraki yazımızda “Müslüman kadının şahsiyeti nasıl olmalıdır” konusunu sahabe hanımlarının hayatından ve büyüklerimizin meseleye bakışlarıyla birlikte ortaya koymaya çalışacağız.

Allah’a (cc) emanet olunuz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort