JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 03 Haziran 2014 14:17

TASAVVUFUN TOPLUM HAYATINA ETKİLERİ

Kıymetli okuyucularımız; geçen ayki yazımızda tasavvufun insana kazandırdıkları konusunu gücümüz nisbetinde izah etmeye çalışmıştık. Bu ayki yazımızda da tasavvufun toplum hayatına etkilerini incelemeye gayret edeceğiz inşaallah...

Tasavvuf büyükleri bulundukları zamanın ihtiyaçlarına göre hizmet etmeyi vazife edinmişlerdir. Onlar Allah’ın (cc) kalblerine ilhâmâtı ve Efendimiz’in (sav) mübarek ruhaniyetlerinin denetiminde hareket ettikleri için her dönemde zamanın ihtiyaçları neyse ona göre irşadlarını devam ettirmişlerdir. Çünkü zamanın gerçek sahibi Cenâbı Hak’tır. Dostlarını da yaşadıkları zamana sahib olacak şekilde donatmıştır.

İşte bu yönüyle evliyaullah hazerâtı insanlığı her dönemde en mükemmel şekilde, Hakk’ın rızası doğrultusunda yetiştirmeye çalışmışlardır. Değil insanlığın, hayvanâtın ve nebâtâtın bile zulüm görmesine razı gelmemişlerdir. Mânevî hastalıkları tedavi için nasıl hâzık bir doktor olmuşlarsa, zâhirî hastalıkların tedavisinde de işinin ehli bir tabip olmuşlardır. Hayvanâtın hâli bile onları etkilemiş, onlardan dersler çıkararak insanları eğitmişlerdir. Bunları bazı büyüklerimizin hayatlarından örnekler vererek misallendirelim.

1- Muhammed Bahâuddîn Nakşibend Hazretleri (ks) bir Allah dostunun yanına gittiğinde, o zât kendilerine şunları tavsiye eder:

Şimdi hayvanlara hizmet gayreti içerisinde olman gerekiyor. Bu hizmet süresinde yine ihlâs halini korumalısın. Zira hayvanlar da Allahu Teâlâ’nın yarattığıdır. Düşünürsen onlar da Rabbimiz’in ilâhi rahmet nazarlarına meyleder olmaktadır. Bu yüzden hayvanlardan birinin sırtında veya başka bir yerinde bir yara görürsen onu iyileştirmeye gayret göstermelisin.

Şahı Nakşibendî Hazretleri o zâtın, bu tavsiyelerini emir telakki edip yedi yıl gibi uzun bir müddet hayvanlara hizmetle meşgul olur. Bir hayvan gördüğünde onun geçmesini bekler, önüne bile geçmezdi. Yaralarını sarar, onları temizlerdi. Nihayet yarasını sarıp temizlediği bir gece, bir köpeğin davranışı ona çok tesir etti. Bir ağlama, bir inilti halinde iken köpek sırtını yere koymuş, yüzünü gökyüzüne çevirmiş, ayaklarını da yukarı kaldırıp başlamıştı inlemeye. Şahı Nakşibendî Hazretleri dua ederken köpek de; “Âmin!” diyordu. Öyle buyurdular ki:

O an elde ettiğim manevi saadeti daha sonraki zamanlarda bulamadım. Tek şey istiyordum Rabbim’den; O’na (cc) tam manasıyla teslim olabilmek.
Yine o Allah dostu, bu kez yolları temizleme hizmetinde bulunmasını ister ve; “Yolda insanları rahatsız edecek ne varsa kaldırıp yolları temizleyeceksin.” der. Yedi yıl boyunca bu hizmette bulunur. Bu hizmeti yaparken eli, eteği taş ve toprak içinde kalıyordu. Fakat kendisi, o Allah dostunun emretmiş olduğu bütün amelleri ihlâsla, hiç itiraz etmeden tam bir teslimiyetle yerine getiriyordu. Yapmış olduğu bütün bu hizmetlerin nefsinin üzerindeki faydalı neticelerini müşahede ediyordu.

2- İstanbul’un manevi fatihi  Akşemseddîn Hazretleri daha çok tasavvufi yönü ile tanınmıştır. Fakat o aynı zamanda, asrının en iyi hekimlerinden birisidir. Hiç kimsenin iyileştiremediği Kazasker Çandarlıoğlu Süleyman Çelebi’yi hazırladığı ilaç ile iyileştirmiştir. Ayrıca rahatsızlanan, Fatih’in kızını da tedavi ettiği kaynaklarda yer alan bilgiler arasındadır.

Dini eserlerinin yanında tıp alanında da önemli eserler kaleme almıştır. Bu konuda en önemli eseri Maddet’ül Hayat’tır. Onun bu eserindeki şu cümlesinden tıp tarihinde büyük bir keşfede imza attığını anlıyoruz: “Bütün hastalıkların çeşitli tipleri, bitki ve hayvanlarda olduğu gibi tohumları ve asılları vardır.” Akşemseddîn’in burada tohum olarak adlandırdığı, hastalığa yol açan nesnenin mikroptan başka bir şey olmadığını anlıyoruz.

3- İbrâhim Hakkı Hazretleri tefsîr, hadîs, fıkıh gibi naklî ilimlerin yanında, aklî ilimlerle de uğraşmış, canlılar hakkında çeşitli teoriler ileri süren batılı ilim adamlarından çok önce, en basit varlıktan, yaratılmışların en mükemmeli olan insana kadar düzgün bir tekâmül bulunduğunu yazmıştır. Bu konuyu ele alırken, bu tekâmülde arada görülen belli noktaları, husûsî özellikleri ve her birinin hudutlarını tesbit etmiş, hepsinin ayrı ayrı cinsler olduğunu ayrıca belirtmiştir. O sâdece biyoloji ilmi ile değil; fizikten kimyâya, matematikten astronomiye kadar, devrindeki bütün ilimlerle uğraşmış, bir ilim ve mârifet hazînesi olan Mârifetnâme’sinde, bütün bunlara yer vermiştir. Mevâlîdî, yâni canlı cansız bütün varlıkların yaradılış sırrını bilmek ve irfânı tahsîl etmek, onda pek açık olarak görülmektedir.

4- Muhammed Diyauddin Hazretleri’nin (ks) şeriata tavizsiz, dillere destan bağlılığı ve yaşadığı devrede çıkan 1. dünya savaşı...

O sıralarda tüm büyükler yetiştirdikleri ile birlikte cephede... Bir yerde Üstad Bediüzzaman, bir yerde Hazret... Bu cihatta gerçekleşen bir olayı Şeyh Said savaştan çok sonra Varto’ya gelince anlatır. Şeyh Said Varto’ya gelince orada Hazret’in vefat haberini alır. Çok üzülür ve şöyle der: “İşte hakiki şeyhlerden biri bu idi, vefat etti, Biz onunla aynı cephede Ruslar’a karşı cihad ederken yemin ederim ki her namaz vakti geldiğinde; “Haydi arkadaşlar namazımızı cemaatle kılalım.” ve her ikindiden sonra yine; “Haydi arkadaşlar cemaatle hatmemizi yapalım.” der ve hep beraber hem namazımızı kılar hem de hatmemizi yapardık. Hazret’e: “Efendim cihaddayız. Namaz cemaatle olmasa, hatta hatme bile olmasa olur.” denilince kendisi;

“Hayır! Cihad ayrıdır, bu vazife ayrıdır. Biz hem cihad ederiz hem vazifemizi yaparız.” derdi.

O sıralarda bir yerde arkadaşları ile beraber bir top mermisi bulurlar. Onunla uğraşırken mermi patlar ve Hazret’in bir kolu kopar. Ondan sonra artık tek kolla hayatının sonuna kadar irşad ve tedrisata devam ederler... Bu savaşta Hazret’in kardeşlerinden Muhammed Said de şehit olmuştur.
5- Mahmud Vehbi Efendi Hazretleri: Vehbi Efe denilince hatırlananlar; suları bulmak, çeşmeler yapmak, yoların taşını paklamaktı. Ömrü boyunca köy yollarındaki taşları topladı, çeşmeler yaptı veya çeşmelerin akarlarını temizledi, sulara geçitler yaptı, köprüler kurdu. O tam anlamıyla bir hizmet ehliydi. Hâce Mahmud Vehbi Efendi yaşadığı bölgenin ilmine, irfanına ve bilhassa sosyal hayatına pek çok hizmet etmiştir. Hasankale civarındaki köylerde görülen birçok hayır eseri Vehbi Efendi Hazretleri’ne aittir.

6- Seyyid Abdulhakim Bilvânisî Hazretleri, bir sohbetinde; “Evliya yetiştirme mektepleri olan tarikatlar, artık iman kurtarma mektepleri haline geldi. Eskiden insanlar yıllarca gezer, kendilerine şeyh ararlardı. Şimdi ise şeyhler kapı kapı dolaşıp Müslümanları, imanlarının kurtulması için çağırıyor ve topluyorlar. Şahı Hazne (Ahmed el-Haznevî) ümmeti Muhammed’in imanını kurtarmaya çalıştı. Yoksa bu zamanda tarikat meselesi diye bir şey olmuyor. Şimdi bir oyalamadır yapıyoruz. Maksat iman kurtarmaktır. Tam hidayet, Mehdi Aleyhi’r-rahme zamanında olacaktır.” buyurdu ve kendi dönemlerinde herkes kariyerli ve rütbeli insanlarla uğraşmaya çalışırken O (ks) garip ve fakirlerin irşadıyla uğraşarak tasavvuf yolunda bir çağ açmıştır.

7- Nihayetinde her şeyin birbirine karıştığı, ilim alanında ve tasavvuf alanında ehliyetsiz ve liyakatsiz insanların, mü’minlerin imanını zayi etmeye çalışan haramilerin çoğaldığı asrımızda Rabbimiz’in büyük nimeti ve rahmeti Seyyid Mevlânâ Hâce Yakûb-i Hâşimî (ksa) Hazretleri… Küçük yaşından bu zamana kadar her şeyini insanlığa feda etmiş bir insanı kâmil. “Biz şeyhlik kapısını kapattık, dostluk kapısını açtık.” buyurarak, bugüne kadar kimsenin yapmaya cesaret edemediği bir tenezzül ile bizleri kucaklayan bir vâris-i ekmel-i Peygamberî.

Zamanımızın ahlâki yozlaşmasına ve Müslümanların dünyevileşmesine karşı Efendimiz’in sünnetine ve şeriatine sıkı sıkıya bağlı olarak yaşayabilmenin yolunu talim ettirmeye gayret eden bir mürşidi kâmil. Hazreti Ebû Bekir’in (ra), Hazreti Ömer’in (ra), Hazreti Osman’ın (ra), Hazreti Ali’nin (ra), Müslümanların şahsında bugün de yaşayabileceğini öğretmeye çalışan bir mürebbi-i kâmil.

İşte tasavvuf denilince akla ilk gelen şudur ki, mürşidi kâmil hazerâtı toplumun o dönemde neye ihtiyacı varsa onu öncelikli olarak onlara vermeye çalışmışlardır. Her dönemde numûne-i imtisâl olarak bizlere öncü olmuşlardır.

Bu çerçeveden baktığımızda tasavvuf, insanlık için bir olmazsa olmazdır. Başta da belirttiğimiz gibi, bu müessesenin hakiki öğreticisi, mürebbi-i hakiki olan Cenâbı Hak Teâlâ’dır. Çünkü hadisi kudsîde Cenâbı Hak  “Kulumu sevince de (adeta) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Ben’den her ne isterse onu mutlaka veririm, Bana sığınırsa onu korurum.” (Buhari, Rikak, 38) buyuruyorlar. Yani  her işini biz üzerimize alırız, yaşadığı dönemin ihtiyaçlarına göre insanlığa örnek olmasının yollarını ilham ederiz, buyuruyorlar.

İşte bu sebeplerden dolayı tasavvuf dinin anlaşılmasında ve yaşanmasında birinci etkendir. Çünkü tasavvuf satırlara hapsolmuş bir bilgiden insanları kurtarıp, dini öğrenip öğreterek canlı ve taze, yaşanılabilirliği ispat edilmiş bir hayat tarzını ortaya koymaktadır. Dinin ve şeriatın özüne dokunmadan Hakk’ın razı olabileceği bir hayat tarzıyla, manevi bir huzur haliyle yaşamaktır. Sevgiyi tatmamış bir eşeği bile kapılarında barındırmayacak kadar, aşkla yoğrulmuş kâmillerin mesleğidir. İslam kardeşliğini her türlü meşreb birlikteliğinin üstünde tutarak gerektiğinde kardeşi için kendini feda edebilme yoludur. Her türlü maddi ve manevi nimeti paylaşmanın, zevkini tadabilmenin okuludur.

Kısaca tasavvuf hayatın anlamlı ve huzurlu yaşanabilmesinin yegâne yoludur. Yokluklar içinde de olsa Rabbi’nin yakınlığını hissettikten sonra başka bir şey istemeyecek ya da varlık içinde olsa dahi Hak’tan başka hiç bir şeyi gönlüne koymayacak bir nesl-i cedîdin yetişmesi için yegâne yoldur. Çünkü bu yol ashabı kiramın, selefi salihinin, evliyayı izamın yolu, kısaca bu yolMuhammedî yoldur.

Ne mutlu bu yolda hizmet edebilmenin lezzetine erenlere! Ve ne mutlu Allah dostlarına bende olabilme şerefine erişenlere!..           

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 02 Haziran 2014 16:35

TASAVVUFUN İNSAN HAYATINA KAZANDIRDIKLARI

Bu ayki konu başlığımız “tasavvufun insan hayatına kazandırdıkları” olacak, inşaallah…

Bu vesileyle büyüklerimizin tasavvuf hakkındaki görüşleriyle başlayalım istedik. Onların bakış açısıyla meseleye bakmak, en kestirme yoldur, diye düşünüyoruz.

Osman Bedruddin Erzurûmî (ks) Hazretleri tasavvufun tarifini “İçi, derûnu kötü ahlâktan temizlemek, iyi ahlâk ile muttasıf olmaktır.” şeklinde yapıyorlar.

Evet, yukarıdaki tariften de anlaşılacağı gibi tasavvuf kalbin amelidir. İnsanın sadece zâhir hâllerini değiştirmesi değil, bâtınını da temizlemesidir. Yani zâhirde iyi bir insan olma gayretini devam ettirirken, iç dünyasında da bunu kendisine kabul ettirerek yapmanın adıdır tasavvuf.

Buna örnek verecek olursak; bir mü’min insanların çoğunluğunun kabul etmediği bir ahlâksızlığı, insanlardan çekindiği için yapamaz. Bu güzel bir şeydir. Yani hayâ insanda olması istenilen bir duygudur. Fakat asıl istenilen ve önemli olan halktan uzakta, nefsiyle baş başa kaldığında da aynı itinayı göstermesidir. Önemli olan budur. İşte bu, basit şekliyle insanın bâtınen de ahlâkî davrandığının işaretidir.
Bu toplumsal ilişkilerde böyle olduğu gibi ibadet hayatında da aynıdır. Yani bir mü’min, Rabbi’ne ibadet ederken, halkın içindeki duyguları neyse, aynısını yalnız başınayken de hissedebilmesi kemâldir. Başka bir deyişle insanın bâtınındaki kemâl durumu hangi konumdaysa kalabalıkta veya tenhada durumu aynı olur. Eğer bâtınının temizlenmesi için gayret etmemiş, sadece zâhirine ehemmiyet göstermişse yapacağı her amelde yapmacıklık olacak, kandırmaca, riyâ, kibir gibi ahlâk dışı hallere düşecektir ve bazen bunların farkına bile varamayacaktır.

İmam Efendi Hazretleri’nin tasavvufun mevzusu olarak da; “Gafletten sakınarak her an huzûr-i ilâhide olduğumuzun idrakini iktisâb ve istihsâl etmektir.” buyurması, aslında yukarıda izaha çalıştığımız mânâ ile ilgili konuyu daha net açıklamaktadır. Çünkü insan yaratılış itibariyle Hâlık-ı Zü’l-Celâl Hazretleri’nin muhatabıdır. Yani yaptığı her işi insanlarla birlikte yapsa bile sorumluluğu Rabbi’ne karşıdır. Tüm hesabını ilâhi adalete verecektir. Kul Rabbi’ni unutur, O’ndan yüz çevirirse her yönüyle zararlı bir insan hâline gelir.

Bunu İslâm çerçevesinde değerlendirdiğimizde, sadece zâhiri amellere yönelip her daim Rabbi’nin huzurunda olduğunu unutup gaflette olursa böyle bir Müslüman da yine zararlı hale gelebilir. Çünkü insan idrakinin temeli kalbden gelen anlayışlarla şekillenir. Eğer kalb Hakk’a karşı gaflet halindeyse nefsin iğvaatları insanın idrakini farklı cephelere yönlendirebilir. Zâhir amelleri işlemeye muvaffak olduğu halde kötü ahlâk sahibi olmak bundan dolayı olur.

Örnek verecek olursak, namaz kıldığı halde rüşvet alan bir memur, takva olmak amacıyla çokça ibadet ettiği halde gözünü kırpmadan insan hayatına kasdeden cani, en basiti yaptığı amelleri büyüklenme vesilesi kılan âbid... İşte bunlar amellerine öz katamadıkları için yaptıkları fayda vermeyen Müslüman örnekleridir. Bu ahlâka sahip insanlar sonuçta toplumun bozulmasına sebep olurlar. Hem kendilerine zarar verirken hem de çevrelerine zarar verirler.  

Yine İmam Efendi (ks) buyuruyorlar ki; “Tasavvufun faydası; nefsânî rezilliklerden temizlenerek insanı kâmil olmak ve kulun Mevlâsı’na layık olmasıdır.”

İşte bu manadan dolayıdır ki; tasavvuf insanı gerçek bir şahsiyet sahibi yapar. Çünkü insanın her açıdan hem kendine hem de topluma karşı faydalı olabilmesi için Hakk’ın murâdına uygun bir hâle gelmesi gerekir. Cenâbı Hak, Hazreti Âdem Aleyhi’s-selam’ı yaratıp, ona halifelik vazifesini verdiği zaman nefsini tezkiye etmesi ve yeryüzüne sulh getirmesi için emirlerini ve yasaklarını bildirdi. Âdem (as) bunu başarmaya gayret ederken zâhirinde ve bâtınında mükemmel insan modelinin ilk numunesi oldu.

Daha sonra Âdem’in (as) nesli iki yoldan yeryüzünü idare etmeye başladılar. Bir kısmı Hakk’ın tüm emirlerini nefislerinin arzularına tercih ettiler ve yeryüzünde adalet ve nizamın temsilcisi oldular. Bir kısmı ise nefislerinin arzularını Hakk’ın emirlerine tercih ederek yeryüzünde fitne ve fesada sebep oldular. Bu, her dönemde hak ve batıl mücadelesi olarak devam etti. Bu günde el-an devam etmektedir.

Anlaşılması gereken şudur ki, Hak Teâlâ Hazretleri’nin razı olduğu bir hayat tarzının hâkim olması ancak murâd-ı ilâhiyi anlamış insanların yetişmesi ile mümkündür. Bunu sağlayacak olan da model insan yetiştirmek için gayret sarf eden tasavvuf müesseselerinin varlığıdır. Rabbimiz rızası için ‘halka hizmet Hakk’a hizmettir’ düsturuyla hareket eden örnek bir insanı kâmil nesli yetiştirmek tasavvufun gayesidir. Tasavvufun öncelikli olarak insan merkezli olması bu gayenin tezâhürü içindir.

Bunun için tasavvufta ferdiyetçilik esastır. Bir insanı kâmilin yetişmesi, bütün âlem için saadet kaynağıdır. Çünkü gerçek mânâda Rabbi Zü’l-Celal Hazretleri’nin muhatabı onlardır. Bizler anlasak da anlamasak da Cenâbı Hak işlerini onların eliyle yürütür. Cenâbı Hak mahlûkatın rızıklarını dahi onların hürmetine verir.

İşte tasavvuf, insanı kâmillerin eli ile yukarıda bahsedilen masivadan arınmış, temizlenmiş Hakk’a kulluğun dışında hiçbir şeye rağbet etmeyen, hem kendiyle hem de halkla barışık insanlar yetiştiren ve bu vechesiyle İslâm’ın ruhu olan bir müssesedir.

Bu müessesede yetişen insanlar:

1- Ehli muhabbet olurlar; Hâlıkı’nı ve O’nun yarattıklarını severler. Yaptığı her ameli sevgi mayasıyla yoğururlar. Sevgisiz yapılan her iş doğru yapılsa bile onlara eksik görünür. Dolayısıyla Hakk’ın onları sevmesiyle halk da onları sever ve onlara yaklaşarak ilâhi muhabbeti öğrenirler.

2- Fedakâr olurlar; her türlü nimetin Rabbleri’nden geldiğini bilir ve O’nun için hiçbir fedakârlıktan sakınmazlar. Gerektiğinde mallarını ve hatta canlarını çekinmeden verirler. Hakk’ın emirlerini ve yasaklarını halka anlatmak için gerektiğinde eşinden, dostundan ve vatanından vazgeçerler.

3- Sehâvet sahibidirler; Rabbi’nin ikram ettiği nimetlerden O’nun yolunda sarf ederler. Kendileri aç kalsalar bile garip ve yoksulları gözetirler.

4- Cefâkeştirler; uğradıkları her türlü eza ve cefâyı Rableri’nin imtihanı olarak görür ve sabrederler. Asla isyankâr olmazlar. Başlarına gelen musibetleri Rabbi’nin kendisiyle alışverişi olarak görür ve memnun olurlar.

5- Vefakârdırlar; Rabbi’ne ve insanlara karşı her zaman vefalı davranırlar. İnsanlardan zarar görecek dahi olsalar, O’nunla bir hukuku varsa görmezden gelirler. İnsanlar onları terk etse bile onlar kimseye sırtını dönmezler.

6- Şefkatlidirler; insanların hep iyiliğini isterler. Hiç kimsenin Rabbi’ne isyan edip ateşe gitmesine razı olmazlar.

7- Sadıktırlar; hiç bir dünyevi güç onları Hakk’ın rızasından ayıramaz. Hak’tan gelen her emri sorgulamadan kabul ederler.

8- Doğrudurlar; doğru kelimesi dahi onların yanında eğri kalır. Başlarının gideceğini bilseler doğruluktan ayrılmazlar.

9- Takvadırlar; Allah Azze ve Celle’den en çok onlar korkarlar. Çünkü onların korkusu Hakk’ın gönlünden düşme korkusudur. Onlarda sevgiden neşet etmiş bir korku bulunur. Amellerini hep bu terazide yaparlar.

10- Mücahiddirler, Gerektiğinde Hakk’ın emri çiğnendiğinde, Hakk’ı tutup kaldırmak için cihad ederler.    

İşte hususiyetlerinden sadece birkaç tanesini yazabildiğimiz bu numune şahsiyetler, bu özelliklerini ancak tasavvuf vesilesiyle kazanmışlardır.

Bu da elbette mürşidsiz olmaz. Yani baştan beri anlatmaya çalıştığımız muradı ilâhiye muntazır bir insanın yetişmesi, yukarıdaki özelliklerin ve daha birçok güzel huyların insanda olgunlaşması ancak bunları kendisinde barındıran ve irşad ehliyetine sahip bulunan bir mutasavvıf şahsiyetin terbiyesiyle gerçekleşebilir. Böyle insanların terbiyesi sonucunda kemâlât kesbedenlerin sayısı ne kadar fazla olursa dünya nizamı da o kadar düzgün olur.

Tekrar edecek olursak bütün bunları insana kazandıran tasavvuf terbiyesinden başka bir şey değildir.

Önümüzdeki ayki yazımızda da inşaallah tasavvufun toplum düzenine katkılarını incelemeye çalışacağız, inşaallah.

Allah’a (cc) emanet olunuz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Dergimizin bu ayki konusu güzel ahlâk olacak, inşaallah.

Ahlâk mânâ itibariyle huylar, seciyeler, mizaçlar, anlamında bir kavram. Hulk, hulûk kelimelerinin çoğul şeklidir. Hulk veya hulûk insanın beden ve ruh bütünlüğü ile alâkalıdır. Ahlâk bu çerçeve içinde, "İnsanın bir amaca yönelik olarak kendi arzusu ile iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak olmasıdır" şeklinde tanımlanabilir.

Kur'an-ı Kerîm'de Resûlullah’a (sas) hitaben: “Sen en yüce bir ahlâk üzeresin.”  (el-Kalem, 68/4) buyurulmuş ve Hz. Peygamber'in kendisi de: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.”  buyurmuştur. (İbn Hanbel, Müsned, II, 381)

Buradan anlıyoruz ki; ahlâk denince aklımıza Efendimiz (sav) ve O’nun mükemmel yaşantısı gelmelidir. Çünkü O (sav ) Cenâbı Hak tarafından tüm güzelliklerin ayinesi olarak bezenmiştir. Tüm insanlık ahlâk numunesi olarak O’nu kabul etmiştir. Efendimiz gibi olmak, her şeyimizle O’na benzemek Rabbimizin bizden en büyük muradıdır.

Fakat bazılarımızın hatrına bu mânâda “O (sav) peygamberdi ve Allah’la (cc) konuşan ve sürekli kontrol altında bulunan bir şahsiyetti. Biz O’na nasıl benzeyebiliriz?” gibi sualler gelebilir. Bizler de, “Evet, söylenilenler doğrudur. Fakat O’nun yetiştirdiği ashabı var. Bunlar bizlere daha yakın örnekler olabilir. Biz onlara uyabiliriz” diyoruz ve bu mânâda Efendimiz’in (sav) gönlüne Cenâbı Hak tarafından akıtılan her ne varsa gönlüne akıttığı Hazreti Ebubekir’i en mükemmel şahsiyet olarak görüp onu örnek almamız ve sırayla diğer sahabe efendilerimizi örnek almamız gerekir, kanaatindeyiz. İşte bu zaviyeden bakarak bizler de güzel ahlâk konusunda Hazreti Ebubekir (ra) efendimizin gücümüz nisbetinde ahlâkını incelemeye çalışacağız...

Efendimiz (sav) bir hadisi şeriflerinde:

“Allah Teâlâ'nın üç yüz ahlâkı vardır. Kim onun huzuruna o üç yüz ahlâkın biriyle ahlâklanıp da tevhidle beraber varırsa cennete girer.
Bu söz üzerine, Hz. Ebubekir (ra) şöyle sordu:
- Ey Allah’ın Resûlü! Bende o ahlâklardan biri var mı?
- O ahlâkların hepsi sende vardır. O  ahlâkların Allah katında en sevimlisi de cömertliktir.” buyuruyorlar. (Taberânî)

Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak, yani Rabbimizin hoşnut olduğu ahlâka bürünmek murad-ı ilahiyi kavramış olmak demektir. Cenâbı Hakk’ın yüce ahlâkı, sıfatlarının tecellilerinden neşet etmiştir. Cemal sıfatlarından neşet ettiği gibi celal sıfatlarından da neşet etmiştir. Meseleye bu zaviyeden baktığımızda yukarıdaki hadisi şerif daha iyi anlaşılabilir. İşte bu mânâyı Hazreti Ebubekir efendimizin bazı hususiyetlerine değinerek açıklayabiliriz. Çünkü hadisi şerifte emir buyrulan ahlâkların tamamını üzerinde topladığı beyan ediliyor.

İlk olarak; Efendimiz’in (sav) Hazreti Ebubekir’i İslâm’a davet etmesi esnasında hiç tereddüt etmeden bey’at etmesi ve Miraç mucizesini müşriklerden duyduğunda “Bunu O’ndan mı işittiniz?” sualine “Evet! Ondan işittik”  cevabına karşılık “O (sav) söylediyse muhakkak doğrudur.” cevabıyla sıddıkiyyete ermesi Hazreti Ebubekir efendimizin teslimiyet noktasındaki ahlâkını ortaya koymaktadır.

İkinci olarak; hicret esnasında Efendimizle beraber olması ve mağarada yaşanan hadiseler... Biliyorlardı ki bu yolculuğun sonunda ölüm olabilir. Çünkü müşrikler hemen en hızlı develeriyle peşlerine düşeceklerdi. Nitekim bu oldu.

Müşriklere görünmemek maksadıyla girdikleri mağarada Efendimiz istirahat maksadıyla Ebubekir efendimizin dizine başını koyup, uykuya dalmışlardı. Bu esnada bir yılan Ebubekir efendimizin mübarek ayağını ısırdı. Cenâbı Peygamber Efendimiz’in  uyanmalarından çekindiği için yılan sokması anındaki şiddetli acıya dayanması ve bu yüzden gözlerinden gelen yaşların istemeden Efendimiz’i uyandırması gibi fedakârlıklar karşısında Cenâbı Hakk’ın Efendimize tevbe suresi 40. ayeti kerime de: “Eğer siz ona (Peygamber'e) yardım etmezseniz, Allah ona yardım eder. Hani o kâfirler, onu Mekke'den çıkardıkları vakit sadece iki kişiden biri iken, ikisi de mağarada bulundukları sırada arkadaşına «Üzülme, çünkü Allah bizimledir.» diyordu. Allah onun kalbine sükûnet ve kuvvet indirmişti ve onu görmediğiniz bir orduyla desteklemişti. Kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan Allah'ın kelimesidir. Ve Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.” buyurmasıyla Hazreti Sıddîk efendimizi taltif etmesi...

Tebük savaşında malının tamamını Allah Resûlü’ne getirmesi ve Efendimiz “Geriye ne bıraktın ey Ebubekir” buyurduğunda “Allah ve Resûlü’nü bıraktım ey Allah’ın Resûlü” cevabını buyurması…

Efendimizin dünyadan ayrılmasının ardından oluşan karmaşa sırasında Hazreti Ömer efendimizin bile kendinden geçerek “Kim O öldü derse onu öldürürüm!” buyurması karşısında “Kim ki Muhammed'e (asv) tapıyorsa, bilsin ki, Muhammed (asv) ölmüştür. Kim ki Allah'a ibadet ve kulluk ediyorsa bilsin ki, Allah Hayy'dır, ölümsüzdür.” (Tabakât, 2:268; Buharî, 3:95) buyurarak halkı teskin etmesi…

Hilafet tartışmaları varken en layık o olduğu halde kendini ön plana çıkarmaması ve kendisine bey’at edilince irad ettiği hutbesinde: “Allah’a yemin olsun ki , ben sizin en iyiniz değilim. Bu makamımda istemeyerek bulundum. İstedim ki bu işi başkası yapsın (ama olmadı). Siz benim size karşı Resûlullah’ın davrandığı gibi davranabileceğimi mi sanıyorsunuz? (Öyleyse yanılıyorsunuz). Ben öyle davranamam.

Çünkü Resûlullah vahiyle destekleniyordu. Ve yanında Cebrail (as) vardı. Benim yanımda da nefsimi bırakmayan şeytan var. Öfkelendiğim zaman benden uzaklaşınız ki size zararım dokunmasın. Üzerimden gözünüzü eksik etmeyin. Sırat-ı mustakim üzerindeysem bana yardım ediniz. Yoldan saparsam beni düzeltiniz.

Ben bir beşerim, doğru da yapabilirim, yanlış da. Eğer doğru yaparsam Allah’a hamd edin. Hata yaparsam düzeltin.” buyurarak tevazunun zirvesini göstermesi…

“Ya Rabbi! Bedenimi o kadar büyüt ki, cehennemde kimseye yer kalmasın” buyurarak Ümmeti Muhammed’e olan düşkünlüğü ve merhameti…

Son olarak hilafeti esnasında mürtedlerle ve zekât vermeyenlerle savaşması…

Bu örnekler Hazreti Ebû Bekir efendimizin hayatındaki önemli olaylardan bazılarıdır. Dikkatimizi çeken şu ki; Hazreti Sıddîk’ın (ra) yerine göre mükemmel teslimiyetiyle Efendimiz (sav) ve davasını desteklemesi, yerine göre malının tamamını vererek cömertlikte zirve yapması, fedakârlığı, sabrı, metaneti, tevazusu ve yeri geldiğinde Hakk’ın hudutlarını korumak için irtidad eden ve zekât vermeye yanaşmayanlara ölüm emri vermesi. İşte bunların hepsi onun, Allah’ın üç yüz küsur ahlâkıyla ahlâklandığı gösteren vakıalardan bazılarıydı.

Anlatmak istediğimiz şudur ki; İslâm ahlâkı denince halim selim, kimseye karışmayan, Müslüman veya kâfir herkese hoş görünen, beyefendi, başına vur elindekini al, anlayışı anlaşılmamalıdır. Şartlar neyi gerektiriyorsa, o şartlar altında Hakk’ın rızası hangi doğrultudaysa onu yapmaya çalışmak İslam ahlâkıdır. Güzel ahlâk denilince Rabbimiz’in emirlerine en güzel şekilde amade olmak anlaşılmalıdır. Güzel ahlâk, mü’minlere karşı zillet, küffara karşı izzet sahibi olmaktır.

Netice olarak, ahlâkı hamideye ulaşmış olan bir Müslüman herkesin haklarına riayet eder. Her durum ve ortamda mü’minlere sevimli olmaya çalışır. Kimseyi incitmemeye ve kimseden incinmemeye dikkat eder. Fakat Hakk’ın incineceğini düşündüğü ortamlarda da öncelikle nasihati elden bırakmaz. Nasihatin kâr etmediği yerlerde de gösterilmesi gereken tavrı gösterir.
Bu mânâda Hâce Hazretleri’nin (ksa) bir sohbetinden yaptığımız alıntıyla yazımızı bitirelim:     

“Bir Müslüman ahlâktan yoksun olmaz. Ahlâksızlık toplumları hep değişik felaketlere düçâr kılar. En az iman kadar ahlâk da önemlidir. Bir mü’min için hele. Ölçülü davranmak, temkinli davranmak hep bunlar ahlâk ile alâkalıdır ve ahlâkın şubeleridir. Bu mânâda sadece ilâhi emirleri yerine getirmek yeterli değildir tek başına. Namaz kılan bir insan, inanmış bir insan, belli, bilinen haramları terk eden bir insan; ahlâken de insanlara zarar verici, hayvanlara zarar verici her türlü şeyden kaçınmalı, sakınmalı. İnsanları kandırmayı terk etmeli. Şaka dahi olsa yalan söylememeli. Esprisiyle dahi olsa arkadaşını incitmemeli. Onların ters anlayacağı kelimeler konuşmamalı, espri bile olsa. Bunlar ahlâka dair şeyler. Bunlara dikkat etmeli. Karşıdakini kıracak, incitecek, bozacak, onun şerefiyle oynayacak, kişiliğine zarar verecek her türlü hâl, davranış, tutum, önyargı gibi şeylerden kaçınmalı. İşte nefsin bu kuvvetini, bu dirayetini kıracak şey tasavvuftur. Bir insan-ı kâmil’in terbiyesinde, onun göstereceği usulde zikre, fikre devam etmeli. Onun tasarrufu altında olmalı. Yoksa bundan başka türlü kurtuluşumuz mümkün olmaz.”

Cenâbı Hak, Efendimiz’in, ashabının ve varisi ekmellerinin ahlâkıyla ahlâklanmayı cümlemize nasib buyursun. Âmin...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 28 May 2014 16:45

HUZUR HÂZIRI UNUTMAMAKTIR

Muhterem okuyucularımız; dergimizin bu sayısında Cenâbı Hak Teâlâ Hazretleri’nin yardımları ve büyüklerimizin himmetleriyle tasavvufî terimlerin en önemlilerinden olan “huzur” konusunu açıklamaya çalışacağız.

Huzur, “bir yerde hazır olmak, birinin veya bir şeyin yanında, yakınında bulunmak” demek aslında. Mukaddes ve mübarek varlıkların isimlerinin yanında, hürmet ifadesi olarak kullandığımız “hazret” kelimesi de aynı kökten türetilmiş. Birisini “hazret” unvanıyla anıyorsak, bir yandan onun, huzurunda bulunmakla bize şeref bahşettiğini anlatmış, bir yandan da sanki hakikaten o varlığın önündeymiş gibi hürmetkâr davrandığımızı ifade etmiş oluruz. Barış, sulh anlamında kullanılan “hazar” ile medenî mânâsında ki “hadarî” kelimesi de “huzur”la aynı kökten türemiştir.

Şunu anlatmak istiyoruz: “Huzur” kelimesinin bugün söylendiğinde akla ilk gelen “gönül rahatlığı, kalp itminânı” mânâsı lügatlarda mevcut değildir. Sonradan kazanılmış bir anlam olmakla birlikte aynı zamanda bir tasavvuf terimidir. Başka bir deyişle “gönül rahatlığı” mânâsına “huzur”, tasavvufun dilimize hediye ettiği bir kavramdır. Tasavvufta huzur, sûfînin Hak ile hâzır olması, O’nun katında bulunması “hâl”idir. Zikrin kalbi istilâ etmesiyle husûle gelir, derler. İnsanın ruhlar âleminde, Elest Meclisi’nde “nur dağını yayladığı” zamandaki sürûr ve sükûnuna benzetilir. (Semerkand Dergisi; Haziran 2006)

Bir başka mânâ olarak huzur; sâlikin her an Rabbi’nin huzurunda olduğunun bilincinde olmasıdır. İhsan sırrının “Allah’ı görüyormuşcasına ibadet etmek” kısmının kişide meleke hâline gelmesidir. Hazreti Ali efendimizin “Ben görmediğim ilâha ibadet etmem.” anlayışının anlaşılabilmesi ve Mabud-u Hakikimiz’le ilişkimizi bu mânâda olgunlaştırabilmenin adıdır huzur.    

Hâce Hazretleri de (ksa) buyuruyorlar ki; “Hazret kelimesini Türkçe’de “z” ile söylüyoruz, aslı “dat” harfi iledir, Hadret... Hadreti İnsan’ın bir mânâsı da huzura ermiş, huzuru bulmuş insandır; bir mânâsında da hadret ihtiramdan gelir. Muhterem insan, kıymetli insan…  Hangi mânâda alırsan al, birinci mânâsı daha hoş, huzurlu insan… Huzurun, gönüldeki huzurun muhafazası çok önemlidir. Marifet-i ilâhî o huzur ile tahsil ediliyor da ondan. Huzur varsa marifet-i ilâhi, marifet-i Rabbânî var; huzur yoksa yok.”

Buradan farklı bir mânâyı da anlayabiliyoruz. Türkçe’de kullandığımız şekliyle huzur, dertten tasadan kurtulmuş, rahata ermiş insan hâli olarak anlaşılır. Bu cepheden baktığımızda mutmain olmuş bir kalbin Rabbi’yle ilişkisi ona huzur verir. Çünkü öyle bir itminan hâli oluşmuştur ki; başına ne gelirse gelsin, ister tatlı ister acı, ister kederli, ister neşeli hiçbir şey onun huzurunu etkilemez. Her şeyin O’ndan geldiğini adeta görür. Başına gelen her hâli Hakk’ın kendisiyle ilgilendiğine delil olarak kabul eder.     

Muhammed Parisa Hazretleri Tevhide Giriş adlı eserinde: “Büyük arifler buyurmuşlar ki; Hak Teâlâ Hazretleri her an feyyazdır. Mevhibeleri ve feyizleri hiçbir an kesilmeden devam etmektedir. Eğer kulda istidad olursa her an ona hazır bulunur. Kalb aynasını iyice temizler ve cilalarsa bu her an devam eder. Devam eden mevhibelerden istifade eder.” buyuruyorlar.

Buradan da anlıyoruz ki; huzur sahibi bir salikin gönlü her an Rabbi’ne dönüktür. Saniyeden daha az bir zaman diliminde dahi O’ndan ayrılmaz. Çünkü o farkına varsın veya varmasın uyanık kalması için Cenâbı Hak her anda yetmiş kez onun kalbine nazar eder ve uyanık olduğu her an feyizleriyle kalbini doldurur.

Fakat her amelin kemâle gelmesi için bir terbiye veya bir usta gerektiği gibi müridin huzur makamına erebilmesi için evvela mürşidiyle bunu talim etmesi gerekir. Bunun da başlangıç eğitimi mürşid rabıtasıdır. Salik mürşidiyle ilişkisinde kemal kesbetmesi gerekir ki Hakk’ın huzurunda olabilmenin de farkında olabilsin. Bunun için her an mürşidinin huzurundaymış gibi davranarak zamanla bu davranış, onda hâl olabilsin. İşte bu da ancak rabıtada kemâl bulmuş mürid için geçerlidir. Mürşidi kâmil gönlünde sürekli Hakk’ı taşıdığı için, ona yönelen bir kalb de Hakk’a yönelmiş olur. Bunun sonucunda kişi huzuru elde edebilir ve bu amele devam ederek de huzur hâlini muhafaza edebilir.

İşte mü’minin Hakk’ı görüyormuşcasına ibadet etme hâli bundan sonra başlar. Çünkü “Biz Hakk’ı göremiyorsak da O bizi görüyor.” hitab-i Peygamberî’nin muhatabı olur. Evliyaullah Hazeratı’nın büyüklerinin tamamı “Bir göz kırpması zaman diliminde dahi Hak’tan gaflet etsek, imanımızı kontrol ederiz.” buyurmuşlardır. İşte huzur hâlinin mükemmeli bu olsa gerektir: O’ndan (cc) bir an dahi gaflet etmemek, her an huzuru dâimîde emre âmâde olmak.    

İrfan Gündüz Rabıtanın Delilleri isimli çalışmasında gerçek huzur hâlini “râbıta-i huzur” başlığı altında şöyle değerlendiriyor:

“Râbıta-i Huzur: Râbıta çeşitlerinin asıl gayesi budur. Hak’tan gayri her şeyi akıldan ve hayalden tamamiyle silerek, her an Hakk’ın huzurunda bulunduğu düşüncesini muhafaza etmek ve muhabbetullaha bürülü bir kalbe sahib olmaya çalışmak demektir. Gözlerin gördüğü, akılların düşündüğü şeyleri bilen, Allah’ın huzurunda bulunduğu düşüncesini kaybetmeksizin, ihsân derecesine ermeye çalışmaktır. Mürid huzur râbıtasına kalbi üzerinde nurdan yazılmış bir mahya gibi etrafını aydınlatan ‘Lafza-i Celâl’ hattını tahayyül ve tefekkür ederek başlar.”

İşte Cenâbı Hakk’ın “Biz insana şah damarından daha yakınız.” ilâhî fermanının mânâsı tam olarak anlaşılmış olur. Çünkü biz bu ayeti tefekkür ederken şah damarının boyundaki bir damar olduğunu bildiğimiz için “Allah bize yakın” anlamını düşünüyoruz. Bu düşünce bile aslında bir uzaklık anlamı taşıyor. Ayeti kerimenin mânâsı derinlemesine düşünüldüğünde Cenâbı Hak bize bizim tahayyül edemeyeceğimiz kadar yakın, bizi bizden önce düşünen, her işimize yeten, kuluna olan muştakiyetinden isyankâr dahi olsa onu hep bekleyen ve Zât-ı Kerîmi’ne dönmesi için imkânları ayaklarına serendir.

İşte ehli huzur şahsiyetler bunu bildikleri için adeta -hâşâ- O’na zahmet vermemek için her an uyanıklıkla hayatlarını devam ettirmektedirler.

Huzurun Muhafazası

Bu kısımda, baştan beri bahsedilen huzur hâli nasıl muhafaza edilmelidir, biraz da bundan bahsedelim.

İmam Efendi Hazretleri (ks) buyurmuşlar ki: “Bizim Nakşilerin büyüklerinden İsmail Atâ Hazretleri’ne birisi intisab ettikten sonra buyumuşlar ki; ‘Biz şimdi seninle kardeş olduk. Bari sana bir kardeş nasihatı vereyim de unutma, hatırında tut. Farzet ki bu gökkubbenin altında yalnız seninle Allah vardır. Şimdi sen de zikir ve fikrinle O’nun varlığında mahvü ifnah et, yalnız O kalsın.

Huzur iki türlüdür. Biri fikren, diğeri de zevken ve şevken Cenâbı Hakk’ı unutmamaktır. Tabii ikincisi kemâldir. Ancak birincisi yapılmadan ikincisine de ulaşılmaz.”

Elbette ki Hazret’in buyurduğu birinci kısım yani fikren huzur hâlinde bulunmak, avamın hâlidir.  Başta da belirttiğimiz gibi bir mürşidi kâmilin terbiyesinde olmayan mümin için fikren de huzur hâlini yakalamak ve bunu tefekkür etmek imkânsız gibi bir şeydir. Çünkü Hakk’ın huzurunda olduğumuzun bilinci, tanıma ile mümkündür. İnsan tanımadığı bir varlığın karşısında nasıl durması gerektiğini bilemez. Bunun için huzur hâlini elde etmiş ve bu mânâda kemâlât kazanmış bir insanı kâmilin talim ettirmesiyle ve Hakk’ı tanıtmasıyla ancak Hakk’ın yakınlığı tefekkür edilebilir. Bunun da sağlam olabilmesi için, bir mürşidi kâmile intisab eden mü’min şahsiyet o mürşidin rabıtasını en güzel bir şekilde yapmalı ve kalbini onun kalbine rabtederek huzur hâlinin tatbikini yapmalıdır.

Bundan sonra zevken Cenâbı Hakk’ı unutmama hâli müridde başlamış olur. Bunu en mükemmel hâle getirmeye çalışan kişi azamî olarak huzur hâlini muhafaza etmiş olur. Artık o da mürşidinin gönlünde Hakk’ın ikramlarına ve belki de imtihanlarına muhatab olmaya başlar. Yani Hak Celle ve Âlâ Hazretleri artık onunla da yakînen ilgilenmeye başlar ve sonuçta kemâl mertebelerini tamamlayan salik, vuslatını tamamlamış olur.

Cenâbı Hak büyüklerimizin engin himmetleriyle cümlemizi bu hâle ulaştırsın... Âmin.      

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 28 May 2014 15:31

NAMAZ MÜ’MİNİN HAYATIDIR

Dergimizin bu ayki konusu Hâce Hazretleri’nin (ksa) işaretleriyle “namaz” olacak inşaallah… Efendimiz’in (sav); “Gözümün nuru” diye tasvir buyurduğu ve her mü’min ve Müslüman için, mü’min ve Müslüman olarak tanınmasına vesile olan namaz ibadetini teşvik açısından…

Makalemizi yedi başlık altında incelemeye çalışacağız.

1- Namaz iman ile küfür arasında bir perdedir

Ayeti kerimede Cenâbı Hak Teâlâ Hazretleri; “Sizi cehenneme sokan nedir? ‘Biz namaz kılanlardan değildik.’ derler.” (Müddessir; 42-43 ) buyuruyorlar.

Efendimiz de (sav); “Muhakkak namaz, insan ile küfür ve şirk arasında bir perdedir. Namazı terketmek bu perdeyi kaldırmaktır.” [Müslim, İman, H. 134 (82)] ve

“Onlarla bizim aramızda alâmet-i fârika namazdır. Binaenaleyh namazı terk eden kâfirlere benzemiştir.” (Tirmizi, 2623; Nesai, 1/231: İbn Mace, 1079) buyuruyorlar.

Ayetler ve hadisi şeriflerin ışığında anlıyoruz ki; namaz mü’minin kimliğidir. Bir şahsın müslim veya gayrimüslim olmasının en önemli alâmeti namazdır. Efendimiz (sav); “Kıyamet gününde kulun hesaba çekileceği ilk ameli onun namazıdır. Eğer namazı düzgün olursa işi iyi gider ve kazançlı çıkar. Namazı düzgün olmazsa, kaybeder ve zararlı çıkar.” (Tirmizî, Salât, 188) buyuruyorlar. Demek ki Hakk’ın bizleri cennetine kabul buyurması için imandan sonra namaz gelmektedir. Çünkü kulluğun en önemli emaresi namazdır. Namaza dikkat etmeyen, hatta kılmayan bir Müslümanın imanı sönmeye yüz tutmuş mum ışığı gibidir âdeta, küçük bir hava akımında sönmesi kaçınılmazdır.

2- Namaz kılan mü’min emin bir şahsiyettir

Cenâbı Hak Hazretleri (cc) Kelâmı Kadimleri’nde buyuruyorlar ki; “Namaz insanı her türlü kötülükten alıkoyar.”  (Ankebût; 45)

Âyeti kerimeden anlıyoruz ki, namaz kılan bir mü’min her türlü ahlâksız durumdan berî olur. Kötülüklerden sakınır. Kul hakkına riayet eder. Hem kendi nefsine hem de çevresine faydalı olur. Hakk’ın rızası dışında davranmamaya azami özen gösterir.

İşte böyle yaşayan bir mü’min şahsiyet çevresi için emniyet kaynağıdır. Elinden ve dilinden emin olunandır. Numune insandır. Böyle insanların çoğunlukta olduğu bir belde de elbette emin, huzurlu ve yaşanabilir bir mekândır.

Bunun zıddını düşünürsek namaz kılmayan bir insan, potansiyel bir kötülük kaynağıdır. Kendi nefsine düşmanlık yaptığı gibi topluma da zarar verme ihtimali yüksektir. İşte bu yüzdendir ki İslam’ın hâkim olduğu dönemlerde namaz kılmayan insanlar en azından bu kötü huyunu değiştirmesi için hapsedilmişlerdir. Çünkü toplumun içinde bu hastalıkları ile ahlaksızlık yayabilir düşüncesiyle toplumdan izale edilmişlerdir. Israrlarına devam etmeleri durumunda idama varacak derecede cezalar uygulanmıştır.

3- Namaz İslam toplumu arasında uhuvveti ve dayanışmayı geliştirir

Vakit namazlarının, cuma, bayram ve cenaze namazlarının cemaatle kılınması  Müslümanların birbirlerini tanıması, birlikte hareket etme ruhu kazanılması, ortak dertlerin paylaşılması ve ortadan kaldırılmasında ve en önemlisi karşılıklı sevginin oluşmasında  birinci derecede etkendir. Bir mahalle camisi düşünelim, o mabedde bir araya gelerek namaz kılan mü’minler, birbirlerini daha yakından tanıyarak komşuluk ilişkilerini ilerletirler. Maddi durumlarından haberdar olarak, düşkün olanlara yardım ederler. Hasta komşularını ziyaret edip, onlara moral desteği vererek çabuk iyileşmesine sebep olurlar. Cenazelerinden haberdar olarak acılarını paylaşırlar.

İşte böyle mükemmel bir toplum oluşmasına namaz ibadeti vesile olmuş olur.

4- Namaz sevinçte ve kederde mü’minin Hakk’a teşekkür ve sığınma kapısıdır

Efendimiz’in (sav) sünnetinden ilham aldığımız bazı nafile namazlar günlük hayatımızda yaşadığımız iyi veya sıkıntılı anlarımızda adeta Rabbimiz’e iltica kaynağı olmuştur.   

Bir hacetimizin yerine gelmesi ve Cenâbı Hak’tan vereceğinin hayırlısını lutfetmesi için kıldığımız hacet namazı; güneş  ve ay tutulmalarında o anın kasavetinden halas olmak için kıldığımız kûsuf namazı; yağmur yağmadığında Rabbimiz’e yalvarmak için kıldığımız istiska namazı; gaflete düşüp Rabbimiz’den af dilemek için vesile olsun diye kıldığımız tevbe namazı; arzuladığımız bir şey olduğunda hem onun Rabbimiz’den olduğunu bilmek hem de teşekkür mahiyetinde kılınan şükür namazı gibi Efendimiz’in (sav) kılarak bizlere sünnet olarak hediye ettiği namazlar, bahsettiğimiz namazlardan bazılarıdır.

Bu namazlar sayesinde yaptığımız her işin Hâlık-ı Zü’l-Celâl Hazretleri’nin merhameti ve yardımıyla olduğunu veya başımıza gelen, bizlere sıkıntı veren olayların da O’nun bizleri ikaz ettiği anlayışıyla gerçekleştiğini kavrayarak hareket etmiş oluyoruz.

5- Namaz maddi - manevi temizliktir

Efendimiz (sav) hadisi şeriflerinde,

- Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde her gün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiç kir kalır mı, ne dersiniz? buyurmuş.

Ashab da,

- Bu hal onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz, dediler.

Bunun üzerine Aleyhi’s-Selâtu Ve’s-Selâm Efendimiz:

- İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde bütün hataları siler.” buyurdular. Bu emri şeriflerinde Efendimiz (sav) namazın mü’minde masivaya dair hiçbir iz bırakmayacağını buyuruyorlar.

Zahirde de insanın günün yorgunluğu ve stresi arasında serin bir suyla aldığı abdestin nasıl bir rahatlık ve temizlik sağlayacağı aşikardır.

6- Namaz mü’minin günlük hayatını düzenli yaşamasını sağlar

Gerçek manada İslamî şartlara göre yaşayan bir mü’min günün yirmi dört saatinde yapacağı işleri namaz vakitlerine göre ayarlamalıdır. Sabah namazından sonra mesaisine başlaması, tam yorulmuşken öğle namazının vaktinin girmesiyle hem güzel bir abdestle namazını kılarak ruhunun gıdasını hem de yemeğini yiyip istirahat ettikten sonra bedeninin gıdasını almış olur.

Tekrar çalışmaya başlar, günün en zor zamanında Cenâbı Hakk’ın da Asr Sûresi’nde üzerine yemin ettiği ikindi vakti girer. İyice yorulmuş olan bedenimiz selâtu’l-vusta ile adeta yenilenir. İkindi namazının akabinde rızkımızın temini için harcadığımız mesai biter ve evimize dönerken akşam namazı girer. Üzerimizdeki o kadar yorgunluğa rağmen yeni bir abdestle yenilenip adeta birazdan kıyamet kopacakmış gibi bir ruh haliyle akşam namazını kılarız. Biraz istirahat edip ilgimizi ve alakamızı bekleyen aile efradımızla muhabbet ederek akşam yemeğini yedikten sonra artık her şeyin sonu gelmiş gibi hissederken yatsı ezanı kıraat edilmeye başlanır. Günün tamamını Rabbimiz’in rızası doğrultusunda geçirmiş olmanın  huzuru ve bir günümüzü mutlulukla tamamlamış olmamızın şükrünü bildirmek için yatsı namazı niyyetiyle huzuru Rabbü’l-İzzet’e yöneliriz.

İşte namazı düzenli kılan bir mü’minin günlük programı böylece tamamlanmış olur. Artık Rabbimiz’in bize sunduğu emniyetle istirahat edebiliriz. Her günü böyle olan bir Müslümanın artık planlı ve programlı bir hayatı vardır. Çünkü kendisini kendisinden çok düşünen Rabbi, onun her saniyesini nasıl değerlendireceğinin programını o daha dünyaya gelmeden belirlemiştir.

7- Namaz mü’minin miracıdır

Baştan beri izah etmeye çalıştığımız şekilde hayatını namaz merkezli yaşamaya çalışan bir mü’mine Efendimiz (sav) çok büyük bir müjde olarak; “Namaz mü’minin miracıdır.” buyuruyor.

İman sahibi bütün mü’minler miraç denilince hiç bir beşere nasib olmayan, yalnız Kâinâtın Efendisi’ne Rabbi tarafından ikram edilen mucizeyi anlarlar. İşte namazı, Efendimiz bu mucizeye teşbih etmişlerdir. Adeta buyurmuşlardır ki, şartlarına uyarak sadece Allah için kılınan bir namazın neticesi O’nun (cc) cemalini görmek gibidir. Dünyadayken vuslatı yaşamaktır. Hâce Hazretleri (ksa): “Biz namazı geçemedik.” buyuruyorlar. Bu elbetteki onların tevazularından dolayıdır. “Bazen secdeye gittiğimde kalkmak istemiyorum.” buyuruyorlar. Oradaki yakınlık duygusuna kendilerini öyle kaplıyor ki secdeden kalkmak istemiyorlar. Biz de acizane düşünüyoruz ki, böyle bir namazı geçmek elbette mümkün olmaz. Çünkü bizim inancımız odur ki kümmelini evliya hazeratının namaza bakışı ve kıldıkları her namaz dostla buluşma anıdır.

Bundan dolayıdır ki, biz yazımızı sahabe efendilerimiz ve hak dostlarının kibarı kelamlarıyla sonlandırmayı uygun görüyoruz.

Namaz vakti geldiğinde Hazreti Ali (ra) titrer, beti benzi atardı. Bu durumu müşahade edenler; “Ey emire’l-mü’minin bu sarsıntı ve telaş nedir?” diye sorunca hazret şu cevabı verirdi; “Göklere, yere ve dağlara arz edilen ve onların yüklenmekten sarf-ı nazar edip korktukları emanetin (namazın) vakti geldi de ondan.” Hz. Hüseyin’in oğlu Ali (Zeynel Abidin) Hazretleri’nin abdest aldığında beti benzi attığını gören ehli kendisine; “Abdest alırken senden görülen bu durum neden ileri geliyor?” diye sormuş.

İmam Zeynel Abidin (ra); “Kimin huzuruna çıkmak istediğimi biliyor musun?” cevabını veriyordu.

Hatemi Esem’den (ra) rivayet edildi ki, Zeynel Abidin Hazretleri’nden namazı hakkında sual sorulduğunda şu cevabı verdi.

“Namaz yaklaştığı zaman tam bir abdest alırım. Namaz kılmak istediğim yere gelirim ve azalarımı sükûnet bulsun diye orada otururum. Bu maksat hasıl olunca namazıma kalkar, Kâbe’yi iki kaşımın arasına, sıratı ayaklarımın altına, cenneti sağıma, cehennemi soluma, ölüm meleğimi arkama alır ve benim en son namazım olacaktır zannıyla korku ve ümit arasında namaza dururum. Her şeyine inanarak ve bütün özelliklerine riayet ederek tekbir alırım. Tertil ile okumaya başlarım. Tevazu ile beraber rükuya varırım. Huşu ile karşılıklı secde yaparım. Sol kalça üzerinde oturup, sol ayağın sırtını yayarım. Sağ ayağın baş parmağı üzerine dikerek otururum. Bu durumları ihlasla mühürlerim. Bunları yaptıktan sonra Cenâbı Hakk’ın bu ibadetlerimi kabul edip etmeyeceğini bilmem. Zira takdir O’na aittir.” (İhya-i Ulûmu’d-din; Namazda Huşu Bahsi)    

İmamı Rabbani Hazretleri buyuruyor ki:

Namaz kılmak ve diğer ibadetleri yapmak ancak mü’minlere kolay gelir. Kur’ân-ı Kerim’de; “İman ve ibadet etmek, müşriklere güç gelir.” ve “Namaz kılmak mü’minlere kolay gelir.” buyrulmaktadır. Namaz kılmamak, iman zayıflığından ileri gelir. İmanın kuvvetli olmasının alâmeti, dinimizin emirlerine severek, kolaylıkla uymaktır. (C.1. m. 191, 289)

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort