JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazartesi, 05 May 2014 15:16

MÜSLÜMANIN SOSYAL YÖNÜ

Bu ayki yazımızda Müslümanların sosyal yönünü incelemeye çalışacağız. Günümüzde çok fazla kullanılan deyimlerden birisidir; “sosyal olmak”. Toplumdan uzak yaşamak, zamanın şartlarına adapte olamamak gibi meseleler Müslümanların, özellikle sûfîlerin en çok eleştiri aldığı konuların başında gelmektedir. Müslümanlar da bu kınamaların haksız olduğunu ortaya çıkarmak için bir çok sosyal faaliyetler yapmaya çalıştılar. Vakıflar, dernekler kurarak bunların vasıtasıyla adeta İslam dışı çevrelerle yarışmaya başladılar. Bunların müsbet kazanımları olduğu gibi menfi kayıpları da olmuştur ve oluyor.

Meselenin menfi tarafı; karşı tarafın batıdan ve dolayısıyla batıldan aldığı anlayışlarla Müslümanları eleştirmeye ve hatta onlara saldırmaya çalışması sonucunda, bazı Müslüman çevrelerin de bunun etkisinden kurtulmaya çalışıp modern dünyaya ayak uydurabilmek kaygılarıyla oluşturdukları sosyal çevreler ve onlarla ilişkileri sonucunda çeşitli anlayışlar geliştirmeye başladıklarını müşahade etmekteyiz. Bunun sonucunda modernist Müslümanlık adı altında İslam dışı ve İslam şeriatına düşman olan çevrelerle bir yarışa başladılar. Onların nesi varsa modernist Müslümanların da İslamî kılıflar altında ahlâkî yozlaşmaların baş gösterdiği yaşantı şekilleri ortaya çıkmaya başladı. Bir zamanlar yapılan İslamî faaliyetlerde -konferanslar, paneller, kermesler, düğünler vs.- haremlik selamlık uygulamaları varken, modern görünme veya karşı tarafa şirin gözükme adına karışık oturmaları, batılı tarzda müzik dinlemeleri; bir bir aralarında otururken Yunus Emre’den, Hazreti Mevlânâ’dan ve bunların edebi eserlerinden esinlenerek güfteler yapmaya çalışan sanatçılar yerine Çaykovski, Mozart gibi batılı sanatçıların eserlerinden bir birlerine sitayişle bahsetmeleri, Müslüman erkeklerin batılı tarzda giyim, kuşam, saç, sakal ve bıyık şekillerini tercih etmeleri, bayanların ise İslamî tesettür adı altında defilelerde mankenlerin sunumuyla beğendikleri kıyafetleri tercih etmeleri bu sözde İslâmî kesimin sosyal yaşantılarının ne kadar yozlaştığının ve batılılaştığının göstergelerinden bazılarıdır.

Sosyal faaliyet adı altında düzenlenen konserler ve bu konserlerdeki İslamî söylemler batılı tarzlarda (pop, rap vs.) veya aşırı sayıda enstrümanın gürültüsüne boğulmuş, müziklere elle tempo tutan kızlı erkekli gençler ve tüm bunların zamanla yozlaşan ahlâkî yapılarıyla tamamen çökmüş bir toplum yapısının oluşmasına sebep olmuştur.

Buradan hareketle sadece menfi hallerden bahsedip tabloyu karartmak niyetinde değiliz. Fakat Hak Celle ve Âlâ Hazretleri’nin rızasına muvafık bir toplum yetiştirme gayreti bizde varsa buna göre hareket etme durumundayız. Bundan dolayıdır ki genel bir çerçeve çizmek zorundayız. Yukarıda bahse konu olan mevzuların Müslüman toplumda genel anlayış olarak yerleşmeye başladığını bilmek zorundayız.

O zaman belki şöyle bir soru sormak zorundayız: “Müslümanın sosyal yaşantısı nasıl olmalıdır?”

Şurası unutulmamalıdır ki İslam dini Hâlıkımız, Râzıkımız, Allah (celle celaluhu) tarafından, Kâinâtın Efendisi ve varlık sebebimiz Hazreti Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) gönderilmiş ve hayatımızın tamamını kapsayacak şekilde va’z edilmiştir. Dolayısıyla bizim herhangi bir faaliyet yaparken şurasına kadar dinî emirlere uyalım, şuradan sonrasını da kendi düşüncelerimize veya günün şartlarına göre biz belirleyelim deme hakkımız yoktur. Müslümanın zihninde “Hiç olmazsa” anlayışı bulunmamalıdır. İslam dini “Ya hep ya hiç” düsturuyla uygulanır.  Müslüman’ın sosyal yaşantısı da sadece İslamî esaslara uygun olmak zorundadır.

Müslüman bir düğün mü yapacak? Her şeyiyle Kur’ân-ı Mübîn‘e, sünenât-i Ahmediyye’ye ve müçtehidânı izam hazeratının içtihatlarına uymak zorundadır. Kadınların da yine aynı şekilde, sahabe hanımlarının, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) aileleri olan annelerimizi örnek alarak yaptıkları uygulamalar gibi bu hayırlı işlerini deruhte etmeleri gerekir. Erkeklerin de dinimizin bizim için belirlediği sınırları aşmadan kendi aralarında eğlenmeleri gerekir.

İslam’ın bir meselesini tebliğ etmek için hazırlanan bir konferans veya panelde, ahkâmı şer’iyyeye uymayan hiçbir uygulama olmamalıdır ki, orada anlatılan faideli bilgileri, dinleyenlere Cenâbı Hak tesirli halketsin. Gönüllerinde o güzel sözler inkişaf etsin.

Yoksa birileri kınayacak veya gericilikle suçlayacak diye Rabbimiz’in (celle celaluhu) rızasına uymayan uygulamalarla yapılan sosyal faaliyetler bizleri Cenabı Hakk’a yakınlaştıramak yerien, ahlâkî yozlaşmalara kapı açacaktır.

Şurasını unutmamalıyız ki bizim en büyük mesuliyetimiz Allah’a karşıdır. İslam dini her şekilde yorum yapabileceğimiz bir din değildir. Her asırda, zamanda, zeminde yaşanılabilirliği olan bir dindir. Öyle olmasaydı Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) son peygamber, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan da son ilahi mesaj olmazdı. Bu din  kıyamete kadar câri ve ilâhî iradenin korumasındadır. Bize düşen hakkımız olmadığı halde zamanın şartlarına uymak adına sağından solundan kırpıp, dinde reform gibi yanlış söylemlere kanmamamızdır.

Meselenin başka bir boyutu da “Müslümanın sosyal yaşantısı” derken aklımıza hep değişik faaliyetler; eğlence, müzik, müslüman olmayanlarla ilişkiler geliyor. Bunlar acaba sosyal yaşantımızın olmazsa olmazı mıdır?

Mesela; bir Müslüman kendi düzenlediği yukarıdaki faaliyetlere hararetle insanları çağırırken, ona deseniz ki, “Tamam! Meşru zeminde yapacağınız her faaliyete katılırız. Fakat bir kere de sizi biz bir sohbete götürelim. Bir âlim, fâdıl, ârif zât falan yerde nasihat ediyor.” veya “Bir yerde toplanıp Cenâbı Hakk’ın Esma-i Hüsnası’nı zikrediyoruz. Bir müsait zamanda beraber gitsek de bu manevi ortamdan sizler de faydalansanız.”  Verilecek cevap ekseri aynıdır; “Adamlar bilimde ne kadar ilerlediler görmüyor musunuz? Siz hâlâ dergahlarda ‘Hay-Hû’ çekiyorsunuz.” diyeceklerdir.

Şimdi tekrar soruyoruz; bu din gerçek manasıyla asrısaadette yaşanmadı mı? Ashabı kiramın sosyal faaliyetleri, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem)  sohbeti, Mescid-i Nebevî’de yapılan zikirler, ashabı suffada yapılan dersler değil miydi? Kabul edelim ki zamanın şartlarına uygun, meşru zeminde farklı faaliyetler de yapmak gereklidir. Fakat bunun temeli asrısaadet uygulamaları; tâbiîn, tebe-i tâbiîn ve onların yolunu takip eden varis-i ekmeller, evliyaullah hazeratının uygulamaları olmalı değil midir? Bizim sosyal faaliyet olarak tanımladığımız, hizmetlerimizin dayanağı batı felsefesi mi olmalıdır? Bu kıstasları güzel yapmalıyız. Neye nasıl taraftar olduğumuzu iyi tetkik etmeliyiz. Her ne yaparsak yapalım dinin aslına zarar vermemeliyiz.

Sonuç olarak sosyal olacağız diye batıl esaslarla İslamî faaliyetlere devam etmemiz bizi sadece yozlaştıracaktır. Evet, Müslümanların uluslararası kademelerde temsil edilmesi gerekir, devlet kademelerinde temsil edilmesi gerekir, üniversitelerdeki bilimsel faaliyetlerde bulunması gerekir, eğitim ve tebliğ kastıyla vakıflar dernekler kurup buralarda uygun faaliyetler düzenleyebilir, Müslümanlar edebiyat ve müzik alanlarında eserler ortaya koymak için çalışabilir. Ancak bütün bunları yaparken saf, temiz, bin dört yüz yıllık yaşanmışlığı olan İslam şeriatının -içine hiç bir beşeri ideolojinin fikirlerini karıştırmadan- emirleri doğrultusunda hareket etmek zorundayız. Aksi takdirde bu faaliyetlerin hiç birine İslamî faaliyet dememiz mümkün olmaz. Beşerin kıt aklı, ilâhî iradenin üzerine çıkarıldığı için bu da sadece beşeri düşünce yapısına uygun bir ekol olur.

Bunu başarmanın yolu ise Hakk’ın yeryüzünde kamil manada tecelli ettiği insanı kâmilin gönlü ile ilişkiye geçmekle olur. Çünkü her türlü mânevî nimet ancak onların gönlünden alınmaya çalışılırsa temiz ve saf olarak bize ulaşabilir. Böyle bir gönülle irtibatı olan insanların faaliyetleri büyüklerimizin irfan süzgecinden geçirilerek icra edildiği için Rabbimiz (celle celaluhu) bu faaliyetlerin tamamından yine o zâtı akdesin hürmetine razı olur.

Bu düşüncelerle Kurban bayramınızı tebrik ediyor, hayırlara vesile olmasını temenni ediyoruz. Allah’a emanet olunuz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 05 May 2014 14:37

HELÂL KAZANÇ

Ebu Hureyre (ra) hazretleri rivayet ediyorlar;  Resulullah (sav) (bir gün) şöyle hitap ettiler: "Ey insanlar! Allah Teala hazretleri tayyibtir, tayyibten başka bir şey kabul etmez. Allah'ın mü'minlere emrettiği şeyler, peygambere emretmiş olduklarının aynısıdır. Nitekim Allah Teala hazretleri (peygamberlere): "Ey Peygamberler, temiz olanlardan yiyin de salih amel işleyin" (Mü'minun 51) emretmiş, mü'minlere de: "Ey iman edenler, size rızık olarak verdiklerimizin temizlerinden yiyin" (Bakara 172) diye emirde bulunmuştur." Sonra seferi uzatıp, saçı başı dağınık, toz-toprak içinde kalan ve elini semaya kaldırıp: "Ey Rabbim, ey Rabbim" diye dua eden bir yolcuyu zıkredip, dedi ki: "Bu yolcunun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve (netice itibariyle) haramla beslenmektedir. Peki böyle bir kimsenin duasına nasıl icabet edilir?" buyurdular. Müslim, Zekat 65, (1015); Tirmizi, Tefsir, Bakara,(2992)

Bu ayki konumuz helal kazanç ile alakalı olacaktır. yukardaki emri peygamberiden de anladığımız kadarıyla helal Rabbimiz teala hazretlerinin yiyilip-içilmesinde, elbise olarak kullanılmasında veya insani yaşantımızın idamesi için kullanılmasında razı olduğu herşeyin adıdır. bunun zıddı olan yani Cenabı Hakk'ın(celle celaluhu) razı olmadığı herşeyin adı  haramdır.

Haram ve helalin bir çok yönü vardır.Fakat  kişinin hayatını idame ettirebilmesi ve çoluk çocuğunun nafakasını temin etmesi açısından helal  kazanç daha çok ön plana çıkmıştır. Biz günümüz uygulamaları açısından helal kazancı izah etmeye çalışacağız.

Genel olarak müslümanların helal kazanca bakışı zamanın şartları ileri sürülerek hatalı olarak uygulanmaktadır. Aslına bakılınca haram olan şeyler genel çerçeve olarak bellidir. Günümüz müslümanları aşırı tüketici oldukları için, zaruri ihtiyaç sınırlarını nefsani arzularına göre genişlettikleri için, kazançlarının yetişmediği durumlarda hemen haramlardan veya şüphelilerden fetva aramaya başlıyorlar. Oysa Cenabı Hakk'ın(celle celaluhu)  rızka kefil olması sadece insanın zaruri ihtiyaçlarını karşılaması içindir. Hayatını idame ettirecek bir maişete Cenabı Hak kefildir. Bunun dışındaki her şey insanın kendi gayretiyle, çırpınmasıyla elde edebileceği dünyalık şeylerdir.

İşte tüketim toplumu haline gelen müslümanlar, tükettikleri şeyleri kendileride üretemediklerinden, çoğunlukla dışardan ithal edilerek alındığından dolayı kazancı kendine yetmemektedir. Hırsı ve tamahı yüzünden şeytanın ve dostlarının ortaya çıkardığı bir çok haram yolları günümüzün sözde alimlerinin fetvasıyla caiz kılıfında kullanmaktadırlar.

Misallendirirsek, kredi kartları, kazanmadan tüketmeye meylettirip daha sonra kullandığımız miktardan az kazanınca otomatik olarak bizi faize sürüklüyor. Bu ister faizli bankalar olsun ister finans kurumları olsun aynıdır. İşte "efendim ben günümde ödüyorum." mantığıyla kredi kartlarının kullanılması dolaylıda olsa faizli bankaları kalkındırdığından, İslam dışı olan bu müesseselere yardım etmek de farklı bir haram kazanca sebep olmaktır.

"Enflasyon oranına kadar olan nema miktarı faiz değildir." gibi tamamen yine faiz sisteminin oluşturduğu bir enflasyonist etki yüzünden müslümanın Allah'a ve Resulüne savaş açması haram kazancın başka bir boyutudur. Oysa müslüman bu haksız sistemin faydalarından yararlanmak için İslamın helal-haram çizgilerini genişletmeye çalışmak yerine tüm gayretiyle bu sistemin yanlış olduğunu anlatmaya çalışmalıdır. Gücünü nimetlerden faydalanmaya değil, kifayet miktarı helalinden kazanarak ve helalin verdiği manevi güçle batıl düzenlerin düzeltilmesi için gayret sarf etmelidir.             

Ebu Hureyre (ra) hazretleri rivayet ediyor: Resulullah (sav) buyurdular ki: "Öyle bir devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helalden mi, haramdan mı oduğuna hiç aldırmayacak." [Rezin şu ziyadede bulunmuştur: "Böylelerinin hiç bir duası kabul edilmez."]  Kaynak: Buhari, Büyu 7, 23; Nesai, Büyu 2, (7, 243)

İşte tam bu zamanda yaşıyoruz. Kürsüye çıkıp va'z edip faizin haramlığında bahseden hatip efendinin, mihrapta namaz kıldıran imam efendinin, cemaati müsliminin ekser çoğunluğu bugün az bir daraldıklarında faiz müesseselerinin yolunu rahatlıkla tutabilmektedirler. Bu yüzden hadisi şerifte emir buyurulduğu gibi helalin ve haramın birbirine karıştığı ve dolayısıyla ibdetlerin manasının bozulduğu, müslümanların manevi gücünün azaldığı ve duaların kabul edilmediği bir ortama zemin hazırlanmış oluyor.

Bir başka bilmeden yaptığımız helal zannedip aslında bizi harama bulaştıran uygulama işçi haklarıdır. Bir müslümanın elinde imkanı az olupta yanında çalıştırdığı kişiye elinden geldiği kadarını vermesi ve o işçininde daha münasip bir iş bulduğunda oraya gitmesini kabul etmesi güzel karşılanabilir. Fakat çalıştırdığı işçiden ona verdiği maaaşın kat kat fazlasını kazanıp, onu asgari ücrete mahkum etmesi, işçiye yaptığı işin karşılığını vermemesi kazancına haram bulaştırmasıdır. Helede bunu işsizliğin yoğun olduğu yerlerde o işçinin mecburen çalışması gerektiği gibi bir durum varsa bu tam bir fırsatçılıktır. Çalışma saatlerini anlaşıp daha sonra buna riayet edilmemesi, işçi itiraz ettiğinde "işine gelmiyorsa çalışma, boş gezen çok..." gibi ifadelerle onu zorlaması yine onun sırtından haksız mal kazanmak tır. İşçinin sosyal haklarına riayet edilmemesi de (sigorta, haftalık tatil, yıllık izin vs.)  ayrı bir haksız kazanç yoludur. Bunu sistemin ve zamanın şartlarına bağlamak yukarda da belirttiğimiz gibi İslam inancına terstir. Çünkü islam her ortamda bize adaleti emrediyor. kul hakkını herşeyin üzerinde tutuyor.

Günümüzdeki haram kazanç yollarının tamamını yazmak mümkün değil, biz birkaç örnekle iktifa edeceğiz. Peki müslümanların bu hale ve anlayışa gelmelerinin sebebi acaba nedir?

Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) bir hadisi şeriflerinde: "Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir şey yemiş değildir" (Buhârî, "Büyû`", 15; "Enbiyâ", 37) buyurmuş, kendisine en temiz kazancın ne olduğu sorulduğunda da, "Kişinin kendi elinin emeği, bir de dürüst ticaretin kazancı" (Müsned, IV, 141) cevabını vermiştir. Yine bir defasında Resûlullah, Tebük dönüşünde Sa`d b. Muâz ile karşılaşıp tokalaşmış, ellerinin nasırlaşmış olduğunu görünce bunun sebebini sormuş, o da "Çoluk çocuğumun nafakasını temin için hurma bahçemde çalışıyorum" cevabını verince Hz. Peygamber, Sa`d b. Muâz'ın elini öpmüş ve "İşte bu eller Allah'ın sevdiği ellerdir" buyurmuştur. (Serahsî, Mebsut, c. 30, s. 245)

Bindörtyüzelli sene önce Kainatın Efendisi (sallallahu aleyhi vesellem) helal kazancın yolunu açıkça beyan buyurmuşlardır. Kişinin elinin emeğinden daha temiz bir kazanç yoktur. Biz çoğunlukla tüketim toplumu olmaya meylettiğimizden bunun farkına varamadık. Yaklaşık yüzelli sene evvel Abdülhamit han hazretlerine hediye edilmek istenen batılıların yapmış olduğu arabayı, Ulu Hakan'ın kabul etmemesi bu noktada çok önemlidir. Buyuruyorlar ki; "ben bunu kulanmam, ancak herşeyini kendim yapabilirsem kullanırım. Şimdi bunu kullanırsam her parçası için ecnebilere muhtaç olurum"

Bu en üstten verilen bir örnektir. Düşmanlarımız bunu çok iyi bildiklerinden bizi hep üretmeden tüketen bir topluluk haline getirdiler ve biz onların bize sundukları her şeyi teknolojinin nimetleri olarak kabul ettiğimizden, sonunda bir baktık ki, köle olmuşuz. Sürekli artan ihtiyaçlarımız karşılayamadığımızda da bu sefer faizle karşımıza çıktılar.

Oysa biz emri peygamberiyi (sav) dinleseydik elimizin emeğini kullanmaya çalışsaydık kazancımız bize yetecekti. önümüze konan her yeni şeye mal bulmuş mağribi gibi saldırmazdık. Batılıların kendi ürettikleri malları kendileri kullanmadan bize verip, kendileri kullandıkları şey miadını doldurana kadar beklemeleri ve ülkelerimizi teknoloji çöplüğü haline getirmeleri hep bizim aç gözlülüğümüzden ileri gelmektedir.

Diğer bir helal kazanç türüde ticarettir. Efendimizin: “Rızkın onda dokuzu ticarettedir.” İfadelerinde olduğu üzere İslam, insanları ticaret yapmaya teşvik etmektedir. “Dürüst tüccarın ahirette nebiler ve Salihler ve şehitlerle haşir olunacağı” da yine Efendimizin ifadelerindendir. Meşru dairedeki ve kuralına uygun ticaretin toplumda ekonominin canlanmasına önemli katkılar sağlayacağı muhakkaktır. Şimdilerde uluslararası bir boyut kazanan ticaret, direkt üretimle de ilgilidir. Zira üretim kalemlerinizin çokluğuna göre ihracatınız ve ticaretiniz gelişmiş olacaktır. Ticarette kendilerini geliştirenler ise uluslar arası arenada da söz sahibi olurlar.

Fakat burda da helale elimizden geldiği kadar dikkat etmeliyiz. Ödemelerin gününde yapılması, verilen sözlerin zamanında tutulması, işin kaliteli olması, işçi haklarına riayet edilmesi ticarette helal açısından çok önemlidir. Özellikle çok kazanan müslümanların zekata dikkat etmeleri gerekir. İhtiyaç kavramının iyi gözden geçirilmesi lazımdır. Bizim ihtiyaç diye aldığımız çok pahalı arabalarımız gerçekten zaruri ihtiyaç kavramını karşılıyor mu? Ellibin, yüzbin, ikiyüzbin lira gibi rakamlarla araba alınıp, bunlar zaruri ihtiyaçtandır düşüncesiyle tamamının zekattan düşülmesi acaba doğru mudur?

Hace hazretleri (ks) "bir insanın ihtiyacını görecek araba günümüzde otuzbin liradır. Daha pahalısı lükse girer. Onun için fazlasının zekatını vermelidir." buyuruyorlar. bir müslümanın evinde, birden fazla aynı eşyadan olması, misal; iki üç takım koltuk, her odada televizyon, yerdekiler hariç kullanılmayan halılar vs. bunların hepsi ihtiyaç dışıdır. Dolayısıyla israftır. israf ise haramdır. Belki helala riayet edilerek kazanılan mallar haram olarak kullanılabilmektedir.   
Hz. Peygamber şöyle buyurarak uyarmıştır: "Besleneceğin şeyleri helal ve temiz yap ki, duaların kabul olunsun." 14- Münziri.Et-Terğib vet-Terhib,2-547

Biz haramın sadece birinin malını çalarak veya açıktan faiz yiyerek veya devletin malını haksız kullanarak oluştuğunu zannediyoruz. Halbuki yukarda verdiğimiz, örnekler ve bunlardan ayrı olarak şüphelilerden de haram oluşabilir. Sahabe efendilerimiz "biz bir harama düşmemek için yetmiş helali terkederdik" buyurmaları çok önemli bir uyarıdır. Bir müslüman sadece alıveriş yapmakla değil, alışveriş yaptığı yere dahi çok dikkat etmelidir. İslami hassasiyeti olmayan yerlerden yapılan alışverişler bizi harama bulaştırabilir. Haram şeylerin satıldığı -içki vs.- yerlerden alışveriş yapmak haramdır. Dolayısıyla helal kazandığımız parayı üç kuruş ucuz mal alacağız diye haram yapmış oluruz.

Helal ve haram hakkında büyüklerimizin kibarı kelamlarından birkaçını istifadelerinize sunarak konumuzu nihayete erdirelim   

Sehl (ra): "Haram lokma yiyenin azaları - bilsin bilmesin, istesin istemesin- isyan eder ve yediği helal olan kimsenin de azaları kendisine itaat eder ve hayırlı işleri yapmaya muvaffak olur." demiştir.

Hz. Ebu Bekir (ra) kölesinin getirdiği bir sütten içti ve hemen kölesine dönerek: "Bunu nereden aldın?" diye sordu. Köle: "Kehanette bulundum, yani gaybden bazı haberler verdim de ücret olarak bu sütü aldım." dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir (ra), içtiği sütü midesinden çıkarmak için boğazına parmak saldı ve boğulacak şekilde istifra ederek, çıkarmaya çalıştı, sonra da: "Allah'ım, midemde kalıp damarlarıma karışan kısmından sana sığınırım." dedi. (12)

Hz.Mevlana'nın diliyle:"Bilgi de hikmet de helal lokmadan doğar; aşk da, merhamet de helal lokmadan meydana gelir. Bir lokmadan haset, hile doğarsa, bilgisizlik, gaflet meydana gelirse sen o lokmanın haram olduğunu bil. Hiç buğdayını ektin de arpa çıktığını gördün mü?"

İbrahim bin Edhem'de şöyle demiştir: "Kemale erenler, ancak midelerini gireni kontrol etmekle kemale erebilmişlerdir."

"Kişinin dindarlığı ekmeğinin helalliği nispetindedir." (Süfyan-i Sevri)

Büyüklerimizin kibarı kelamlarından da anlıyoruz ki; kamil mü'min olmanın en önemli yollarından biri helal lokmaya dikkat etmektir. çünkü bir haram lokmanın kırk gün salih amel yapmanın yolunu tıkadığını büyüklerimiz beyan buyruyorlar." aman sende" anlayışı, "her şeyi inceleme", "her şey bize mi gelmiş?" "zamanın şartları böyle " gibi düşmanlarımızın bizim içimizi oymak için oluşturduğu klişe kelimeler bizi yolumuzdan alıkoymaması gerekir. çünkü bize şüpheci olmamız emrediliyor. bizi midemize giren herşeyden rabbimiz hesaba çekecek . şurası da unutulmamalıdır ki; bizler insanı kamil adaylarıyız. bizden hazreti insan zuhur edecek. kainatın manevi yükünü çekecek güçte bir kemalata ulaşmak için değil haram, değil şüpheli, helalleri bile mutmain olmadan yiyip içip kullanmamalıyız.

Cenabı Hak (celle celaluhu) bizleri razı olduğu helal rızıklarla merzuk eylesin. Tertemiz bir kalb ile zatına yönelmeyi nasib eylesin. Allah'a emanet olunuz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 30 Nisan 2014 14:06

AMELİN AHLÂK ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdular:

“Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” [Ebû Hureyre (ra), Mâlik]

Bu yazımızda amel ahlâk ilişkisini incelemeye gücümüz nisbetinde gayret edeceğiz.

Cenabı Hak birçok ayeti kerimede imandan sonra salih ameli zikretmişlerdir. Buradan da anlıyoruz ki imandan sonra ameli salih gelmektedir. Çünkü saf, amelsiz iman korumasız kalır. En küçük küfür ve nifak cereyanında zarar görme ihtimali yüksektir. Bu yönüyle amel hem gerekli hem de kulluğun nişanesi olarak önemlidir. Amelsiz bir mü’minin iman elbisesi üzerinde iğreti duracaktır. Sonuçta imanın kalbine yerleşmediği kişilerden olacaktır.

İşte amel bir mü’min için bu kadar hayati bir öneme haiz iken, amel de tek başına istenilen bir olgu değildir. Amel de muhakkak güzel ahlâkı doğurmalıdır. Çünkü -farzlar müstesna- ahlâk, amelden daha öndedir. Ahlâk, olgun imanın göstergesidir. Günümüz insanının en büyük eksikliği amel ve ahlâk noktasındadır, inanç noktasında değil. Kendince inandığını, en azından öyle söylediği için inancının var olduğunu kabul ediyoruz.  Eksiklik amelde ve onun meyvesi olan ahlâktadır. İşte amel, inancın aksiyona dönüşmesi; ahlâkın da parlamasına vesile olur.  Yani ahlâk imanın vitrinidir. Öne çıkan yönüdür.

Konuyla ilgili Hâce Hazretleri’ne (kuddise sırruh) yönelttiğimiz suale; ”İman bir mevhibe-i ilâhidir. Artıp eksilmesi konusunda ihtilaflar olmuş, ziyadeleşip zayıflaması mümkün görülmüştür. Kâinâtın Efendisi’nin de ahlâkı tamamlamaya gönderildiği ve güzel işlerde yani amelde örnek olduğunu unutmamamız gerektiği, hayatın ve ölümün güzel amellere zemin, vesile olduğu için imtihan olduğu, öyleyse yaşarken bizi ölüm ötesine hazırlayacak saadeti bize getirecek amellerin ve bunların yapılması dolayısıyla da bunun ahlâk üstündeki ciddi etkisi kişinin nefsinin amelle terbiye edilmesi, eğitilmesi önemlidir. İşte mü’minin nefsinden eksildikçe ahlâkında güzelleşme olacak, nefsinden kibir kaldırdıkça yerine güzel ahlâkın şubesi olan tevazu gelecek; nefsinden cimriliği kaldırdıkça güzel ahlâkın şubesi olan cömertlik, seha gelecek; nefsinden dünya sevgisini yok ettikçe yerine vera gelecek. Bunlar hep ahlâkın meyvalarıdır. Yani ne kadar nefsinden eksiltirse o kadar ahlâkında tekâmül olacak. Bir de dışa yansıdığında insanlığın istifadesi olur. Onda amel adeta ham madde, ahlâk amelin işlenmiş hâli. Yani benim namazımın belki topluma faydası olmayacak, orucumun bir faydası olmayacak ama namaz, oruç beni topluma faydalı hale getirecek, toplum bu şekilde istifade edecek. Ben müeddeb olacağım, güvenilir olacağım, emin bir kişi olacağım. İbadetler bende bunu sağlayacak. Dolayısıyla bu bende olgun bir ahlâk meydana getirecek, halk benim bu yönümden istifade edecek.” buyurdular.

Bu noktadan hareketle günümüze baktığımızda amellerin neticesinde güzel ahlâkın oluşmadığını görüyoruz. Güzel ahlâk denince aklımıza sadece insani ilişkiler gelmemelidir. Mü’minin asıl müeddeb olması gereken makam Hakk’ın makamıdır. Bizim kendimizce ürettiğimiz ahlâki kurallar Hak cephesinde kabul görmeyebilir. Mesela insanlarla çok güzel ilişkileri olan bir Müslümanın, faizli bir müessesede çalışması ve bunu zaruri bir rızık kapısı olarak görmesi ahlâki yapısının bozuk olduğunu gösterir. İbadetlerini eksiksiz yerine getirmeye çalışan bir kişinin fikrî planda İslam’ın kabul etmediği bir ideolojiyi benimsemesi (ırkçılık, liberallik, sosyalistlik vs.) ahlâkî açıdan problemli olduğunu gösterir. Örneğin namaz sürekli teşvik ediliyor. Gündemde tutulmaya çalışılıyor. “Herkes erkekli bayanlı camilere koşsun…” deniyor. Fakat kadın-erkek münasebetleri, kadınların ve erkeklerin giyim tarzları her geçen gün ifrat derecede İslam’ın tesettürü öngördüğü şartların dışına çıkarılıyor. Namaz kılan bir Müslüman kızımız, namaz kılan bir Müslüman oğlumuz dışarıda çok rahat bir şekilde flört edebiliyor ve bu artık aileler tarafından yadırganmıyor. Çocuklarımız için artık kız arkadaş veya erkek arkadaş kavramları normal bir şekilde kullanılabiliyor.

İşte Ramazan-ı Şerîf’i geride bıraktık. O mübarek günlerde gündüz oruç tutanların iftardan sonra ramazan etkinlikleri adına her türlü eğlence programlarına gitmeleri, sokaklarda kurulan iftar çadırlarından fakirlerin faydalanması gerekirken artık herkesin katılmaları; üstelik muhafazakar diye bilinen belediyeler ve bazı kuruluşların bu hadiseleri reklam aracı haline getirmeleri bu ameliyelerin içinin boşaltıldığının bir göstergesi değil midir? Oysa Ramazan, manen arınma ayıdır. Mü’minin kendini yenilemesi, geçmişini tefekkür edip geleceğini tanzim etmeye çalışması, geceleri Rabbi ile baş başa kalıp O’na yakınlaşmanın yollarını araması gerekmez mi?

Bu örnekleri çoğaltmamız mümkün. Başta da belirtildiği gibi amel neticede güzel ahlâkı doğurmalıdır. Yapıldığında sadece bir açlık veya yorgunluk insanda kalıyorsa o amel bize “amelelikten” başka bir vasıf kazandırmaz. Bugünkü en büyük sorun ibadetlerin adetleştirilmesidir. Çevreden çekindiğimiz için, anne babamızdan gördüğümüz gibi, araştırmadan, televizyonların reyting malzemesi hocaların patronlarının anlayışına göre verdikleri fetvaların gölgesinde aldığımız bilgilerle amel ediyoruz. Bunun neticesi olarak da yapılan amelin bizde oluşturması gereken ahlâki erdemler olgunlaşmıyor. Cenabı Hakk’ın “Şüphesiz namaz fuhşiyattan ve kötülükten alıkoyar...” buyurması bir hakikati ortaya koyuyor. Demek ki hukukuna riayet edilerek kılınacak bir namaz mü’mini fahşadan ve kötülüklerden alıkoymalıdır. Namazını hiç geçirmeyen bir kişinin toplumda numune insan olması gerekir. Oysa namaz kıldıktan sonra dünya menfaati için “Bilge köyünde” katliam yapanların kıldıkları namaz, nasıl bir ameldir? Namaz insana huşu vermeli, huzur vermeli, kalb yumuşaklığı vermeli değil miydi?

Bu kadar örneklerden sonra anlamamız gereken şudur ki; ameller bizim rahatlıkla içini boşaltabileceğimiz adetlerimiz değildir. Ameller Rabbimiz’in (celle celaluhu) emridir. İbadetlerimizi yerine getirirken kulluğumuzun gereğini yerine getirmiş oluyoruz. Kulun, Rabbi’nin emirlerini yine O’nun emrettiği şekilde ifa etmesi gerekir ki Mürebbi-i Hakiki’de  onu murad ettiği şekilde terbiye etsin. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) buyuruyorlar: “Beni Rabbim terbiye etti, O ne güzel terbiye etti.” Buradan da anlamamız gereken şudur ki Rabbimiz’in emrettiği şekilde kulluk, ancak O “en güzel terbiye edileni” taklit ederek, O’nun ısri manevisine ittiba ederek olur. Yoksa sürekli günümüz şartlarını bahane ederek sünnete muhalif bir şekilde yaşamak amellerin içini bo şaltmanın tâ kendisidir. Bunun için amellerimizin salâha ulaşması gerekir ki, o ameller bizde güzel ahlâkı ikmâl etsin. Salih amel de ancak “salih”lerin amelidir. Kim, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) ve kamil varislerinin yolunu takip eder ve onların tavsiye ettiği amelleri tavsiye ettikleri şekliyle yapmaya azami gayret ederse bilsin ki o ameller onu güzel ahlâka taşıyacaktır. Çünkü günümüzün keşmekeşi içerisinde mü’minin sığınacağı en sağlam liman salihlerin meclisidir. Kulluğun anlaşılması ve yaşanması için büyüklerin sohbeti ve himmeti elzemdir. Bizim amellerimiz kuru ekmek mesabesindedir. O yüzden ahlâka dönük bir karşılığı olmuyor. Büyüklerin tarif ve talim buyurdukları ameller ekmeğin yanındaki çok lezzetli katıklar gibidir. Sürekli kuru ekmek yiyen bir insan nasıl zayıf, atıl olur hepimizin malumudur. Ancak sofrasında her türlü vitaminin bol olduğu bir yemeği yiyen insan nasıl güçlü, zeki ve atak olursa, işte Allah dostlarının yanında güzel amellerde bulunan bir mü’minin de ahlâkı o şekilde güzelleşir. Tüm insanlık onun güzel halinden istifade eder. Onların bol olduğu yerlerde terör olmaz. Onların yaşadığı bölgelerde cehalet olmaz. Herşey Cenabı Hakk’ın (celle celaluhu) emnü emanı altında olur. O beldelere emin beldeler denir. Çünkü içinde yaşayanlar emin insanlar olduğundan herkes emniyet içinde olur.

Yazımızı nihayete erdirirken bilmeliyiz ki, İslam bir hobi değildir. Herkes istediği tarafından, istediği gibi yaşayamaz. Din bir bütündür. İman amelsiz olmaz, amel de güzel ahlâkı doğurmuyorsa manasız olur. Mü’minler uydum kalabalığa mantığından vaz geçip tefekkür müessesesini biraz çalıştırırlarsa her şeyin yerli yerine oturması mümkün olabilir. Aksi halde, “İslam yayılıyor, gelişiyor” düşünceleri şişirilmiş bir balon gibi olabilir. Patladığında –Allah göstermesin- tüm insanlık zarar görebilir.

Selam ve dua ile Allah’a emanet olunuz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 30 Nisan 2014 13:26

İLİM VE İMAN

Bu ayki konumuz ilim ve iman kavramları; bu iki kavramın birbirleriyle olan irtibatlarını Hacegan anlayışı çerçevesinde incelemeye çalışacağız.

Hâce Hazretleri (ks); “İman ve akıl göz gibidir. Bilgi ışık gibidir ışık olmadan görülmez.” Buyuruyorlar.

yine buyuruyorlar ki; İlim mufassal, iman ise mücmel bir kavramdır.

Her şeyden önce ilim Cenabı Hakk’ın sıfatıdır. Ezeli ve ebedidir. İman ise sonradan yaratılmış ve her insana cenabı hak tarafından mevhibe olarak verilmiş bir lutfu ilahidir.  İmanın anlaşılması ve aksiyona geçirilmesi için temiz yoldan gelmiş bir ilim gereklidir. Bu da öncelikle vahyi ilahi ile peygamber efendilerimize ve Hakk’ın ilhamatıyla imanda kemal kesbetmiş peygamber varislerine verilen ilimdir. Her iki yolla da elde edilen ilmi billahtır. Yani Hakk’ın muradını her zamanda tam manasıyla anlayıp insanların bunu taşıyacak kamil imana ulaşmalarını sağlayacak bir anlayışın oluşmasını sağlamak.

Yine Hâce Hazretleri (ks) kendilerine tevcih edilen bir suale verdikleri cevaplarında
—Efendim, Allah’a niçin iman etmemiz gerektiğini nasıl öğrenebiliriz? Okuduğumuz kitaplardan edindiğimiz bilgiler bunları bize verebilir mi?       
— Dünyada Allah’ın kullarına en büyük ihsanlarından biri bilgidir. İlim… İlim tarifi mümkün olmayan bir nurdur. Bilgi ışıktır. Mükevvenatın güneşi gibidir ilim. Aynı zamanda, bilgi çok tehlikeli boyutlara da varabilir. Patlayıcı C4 gibi.  Yanlış kullanıldığında birçok şeyi tahrip edebilir. Güneşteki kızıl ötesi ışınlar gibi, ultraviole ışınları gibi, insanın bir yerine temas etse, o insanda kansere yol açabiliyor. Işık kâinatı aydınlatıyor. Önümüzü görmemize yardımcı oluyor.  Her şey rengini, tadını, ondan alıyor, hayat veriyor. Ama bazen de hiç istenmeyen, beklenmeyen hadiselere sebebiyet veriyor. Şimdi bizler bu bilgiyi elde etmeye çalışırken, bilgiyi anlamaya çalışırken, cidden dikkat etmemiz gereken bir konu var insanlık olarak. Bilgiyi malumat sahibi olmak için, bileyim, merakımı gidereyim, bilgiç olayım, konuştuğumda, anlattığımda güzel şeyler söyleyeyim diye öğrenmeyeceğim. Enemin, egomun sermayesi haline getirmek ve bu amaçla bilgiyi edinmek bilgiyi C4 gibi kullanmak demektir. Zararlı güneş ışınları gibi kullanmak demektir. Kendimi de, yanımdakileri de infilak ettiririm, ve onların helâkine sebep olurum...

Bilgi anlayış içindir, anlamak içindir. Bilgi öz olarak, beni yaradan, beni var eden ile benim aramdaki ilişkiyi istenilen düzene getirmek için, onunla benim aramdaki bütün meselelerin nedenini, niçinini, nasılını anlamak içindir! Kulluk bunlarla mükemmelleşir. Beni yaratanla benim aramdaki ilişkinin en mükemmel hâle getirilmesi içindir. Bilgi bunun malzemesidir.

işte hace hazretlerinin buyurduğu gibi; iman ilimle ve ilimle yoğrulmuş temiz bir anlayışla kullanılır hale gelir. yoksa yine büyüklerimizin “hazreti ebubekir ile ebu cehilin imanı yaratılış olarak birdi. hazreti ebubekir onu efendimizden aldığı temiz bilgiyle elmasa dönüştürdü. ebu cehilinki ise kömür olarak kaldı.”  buyruklarındaki gibi olur.

bu gün en büyük sıkıntımız imanı anlayamamamızdandır. herkes ben mü’minim diyor, fakat iman insanda nasıl bir etki yapar, imanlı bir insan hangi vasıflara sahip olmalıdır, bunlar bilinmiyor. klasik klişeleşmiş bilgilerle insan iman ettiğini zannedebiliyor.

mesela; belirgin bir misal verecek olursak, işte imanın şartı altıdır diyoruz. buna inanıyoruz. fakat bu şartlara inanmak bizde neleri değiştirmeli bunu araştırmıyoruz.

allah’a (cellecelaluhu) iman etmeliyiz. bu sadece söylemekle yetinilecek bir olgu mu olmalıdır.? yoksa Allah’a iman ettik derken tüm sıfatlarıyla ona iman etmemiz ve o sıfatların tecellilerinin bizde olgunlaşması için gayret sarfetmeli değilmiyiz?

kitaplara iman derken; dört kitap indirilmiş, ben bunları kabul ediyorum, demek acaba kitaplara iman mıdır? yoksa şu anda efendimiz (sav) ‘e yeni iniyormuş gibi kabul edip kur’an-ı Kerimin iki kapağı arasında ne emredilmişse tamamının önce nefsimizde sonra toplum hayatının tamamında cari olması için gayret etmeli değilmiyiz? hayatımızdan çıkardığımız onlarca kur’an hükümlerini zamanın şartları ne olur olsun ilk tazeliğiyle hayatımıza kıble edinmemiz gerekmez mi?

bizim peygamberlere imanımız acaba Hakk’ın emrettiği gibi mi? yoksa iseviler ve musevilerin peygamber inancı mı bizde hakim. Rabbimizin tüm mükevvenatı hatırına yarattığı ve her türlü amelimizde kendisine uymamızı emrettiği efendimiz as a imanımız ve mutabaatımız tam mı?

bizim ahiret inancımız, kaza ve kadere imanımız Hakk’ın emrettiği gibi mi? hayır ve şerrin Allah’a (cc) ait olduğuna kamilen kanaat getirebiliyor muyuz?

işte bizim iman diye inandığımız klişe kelimeler imanı olan mü’minlerde oturması gereken şartlar olmalıdır. yoksa biz bunlara inandık ve mü’min olduk şeklinde düşünmek yanlıştır. baştada belirttiğimiz gibi cenabı hak bizi yaratırken iman mayasını içimize yerleştirmişti. biz sonradan öğrendiğimiz bilgilerle imanın işlevini anlamaya çalışıyoruz.

demek ki bizim için önemli olan meselemizi iyi kavramamızdır. bunun içinde ilim gerekir. gerçek rabbani bir ilimle ancak imanın hakikatlerini anlayabiliriz. o iman ki bize hayatımızın her safhasında yol gösterici olur. yapacağımız dünyevi ve uhrevi amellerimizde Allahın yardımıyla doğru olanı yapma melekesi kazanırız. kimleri sevip, kimleri sevmeyeceğimiz imanımızın gayretiyle doğru yönde ortaya çıkar.  

işte bu ilme ve imana ulaşabilmenin yegane yolu, peygamber varisi, arifi billah ve imanı mükemmel ulema ve sulehanın yanında bulunup, onlardan temiz ilmi ve saf imanı elde etmektir.  
Yine hace hazretleri buyurmuşlar: “İman bilgileri tespih gibi dizmektir.”

Bu gün müslümanların en büyük sıkıntısı, anlayışlarıyla imanlarının aynı paralelde olmamasıdır. Herkes imanın korunması, muhafaza edilmesi gerektiğini söylüyor. Fakat imanda kemal kesbedilmesi konusunu kimse işlemiyor. İmanın muhafazası adı altında imanın özüne sığmayan her türlü tavizler veriliyor, ama kamil bir iman sahibinin nasıl Hakk’ın emnü emanı altına gireceği konusunda bir bilgi verilemiyor.

Bunun sebebi ise kamil iman sahiblerine olan ihtiyacın bilinememesindendir. İman hammadesini işletip elmas haline getirecek sarraflarla irtibatımızın kesilmesindendir. Bu yüzden bizde sahabe efendilerimizin imanı gibi bir iman olgunlaşamamaktadır. Bizler sahabe-i Güzin hazeratının mükemmel imana sahip olduklarını kabul ediyoruz. Fakat buna nasıl ulaşmışlar bunu hiç irdelemiyoruz. Onların hayatlarını adeta bir çerçeve yapıp başucumuza asmışız. Örnek alamamışız. Kaf dağının ardında, ulaşılamaz bir yaşanmışlık olarak düşünmüşüz. Halbuki onların bu imana ulaşmalarındaki tek umde efendimiz sav ile olan ilişkileri idi. Bu gün bizlerin sahabe olma gibi bir durumumuz yok, onların faziletlerine ulaşma imkanımız yok. Ancak gerçek peygamber varisleri ile irtibatlanarak onların iman anlayışlarını yakalayabiliriz. Belki bir hazreti ebubekir olamayız, lakin onun efendimize olan teslimiyetini efendimizin varislerine göstererek onun sadakatini örnek alabiliriz. Belki bir hazreti ömer olamayız fakat onun şecaatini, cesaretini adaletini örnek alabiliriz.

İşte böyle bir imanın oluşabilmesi için evvela varisi tâm ve arifi billah olan bir insanı kamil ile irtibat kurup onun anlayışı ile fikrimizi geliştirip imanda kemal kesbetmenin yollarını tedris ederek hem gerçek ilme, hem de dolayısıyla kamil imana ulaşabiliriz. Bunun dışındaki tüm yollar imanın hakikatlerini anlama konusunda nakıs kalacaklardır.

Cenabı hak hepimizi gerçek ilim, irfan ve iman sahiplerinin yolundan ayırmasın.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 29 Nisan 2014 15:42

TASAVVUFTA HİLÂFET VE VEKÂLET -2-

2- Tasavvufta Vekâlet:

Bir mürşidi kamilin; imanına, ihlasına, gayretine güvendiği müridine kendisi yokken mürşidi adına ders vermeye, sohbet etmeye, durumlarıyla ilgilenmeye ve izin verildiği ölçüde virdlerini artırmaya izin verdiği kişiye vekil denir. Bu vazife mürşid hayatta olduğu müddetçe ve izninin devam ettiği sürece devam eder. Şeyh hayattayken vazifeden almışsa veya o şahsa hilâfet vermeden vefat ederse vekalet biter. Posta oturan zat devam izni verirse devam eder. Yoksa vazifesi biter.

“Vekiller, şeyhlerin temsilcileri konumundadır. Bu sebeple hâl ve hareketlerine çok dikkat etmelidir. Evinde veya dışında, gizli veya aşikâr hallerde şeriata dikkat etmeli, şeyhini temsil ettiğini unutmamalıdır.

Vekil kendini ihvanın hizmetçisi bilmelidir. Vekâlet bir makam değil, bir hizmettir. Bu sebeple bir kibir, gurur vesilesi olmamalıdır. Vekillik istenmemeli, ancak verildiği takdirde reddedilmemelidir. Vekil görevini ihlâs ve samimiyetle yaparsa sevabı çok büyüktür. Peygamber (sav) Hz. Ali’ye; “Allah’ın senin elinle bir kişiye hidayet etmesi senin için kırmızı develere sahip olmaktan daha hayırlıdır.” buyurmuştur. Bir başka hadisi şerifte: “Kim bir hayra sebep olursa o kimseye de hayrı işleyenin sevabı gibi ecir verilir.” buyurmuştur. Şayet vekaleti dünyevi emellerine alet eder, müritlerin parasını toplama veya toplumda bir nüfuz elde etme gibi kötü maksatlı kullanırsa vebali çok büyüktür.

Vekillere saygı ve hürmet etmeli, toplum içinde değerlerini düşürecek davranışlardan kaçınmalıdır. Fakat şeyhlere olduğu gibi onlara edep tutmak yanlıştır. Aslında vekil olsun veya olmasın her mümin, mümin kardeşine, özellikle büyüklere ve âlimlere hürmet ve saygı göstermeli, kimseyi küçük görmemeli, halk arasında küçültmemelidir. Vekiller de mütevazı ve vakarlı olmalı, çevresindekilere şefkat ve merhametle davranmalıdır. Şeyhler, müritlerini kendine değil, aslında Allah’a bağladığı gibi vekiller de müritleri kendine değil şeyhine bağlamalıdır.

Ayrıca şeyhin dergâhında, özellikle meclisinde vekillik geçerli değildir. (Su bulunduğunda teyemmüm bozulduğu gibi.) Şeyhin huzurunda halifesi bile olsa herkes mürittir. Şeyhten başkasına iltifat edilmemelidir.” (Sorularla Tövbe ve Tasavvuf- Süleyman Hoca)

Yukarda tarif edilen tasavvufi manada vekillik aslında çok mühim bir vazifedir. Hâce Hazretleri bir sohbetlerinde “Halifeler asıl olarak mürşidlerini temsil ederler, fakat vekiller saâdâtı kiramı temsil eder.” buyurmuşlardı. Bu yönüyle önemli ve faziletli bir görevdir. Bu açıdan baktığımızda vekil olan şahsiyet hem şeyhini hem de saâdatı temsil edebilecek ahlaki yaşantıya sahip olmalıdır. Onunla muhatap olan gerek ihvan gerekse diğer mü’minler onda mürşidinin yansımasını görmelidirler. Halifelerde olduğu gibi şer-i şerife ve sünenatı seniyyeyye gönülden bağlı olmalıdırlar.

Günümüzde bu noktada da bir enflasyon görmekteyiz. Aynı bölgede bir mürşidin onlarca vekili ve her vekilin yanında tuttuğu üç beş mürid. Şer-i şerifin uygun görmediği ortamlarda -mesela faizli bankalar- çalışan insanların erkek vekil yapılmaları; İslam’ın öngördüğü tesettüre ve mahrem-namahrem hususlarına dikkat etmeyen bayan vekiller tasavvufi ekolleri anlaşılmaz hallere sokuyor. Vekilin en önemli vazifesi tevbe vermek iken tevbe etmemiş olan bir kişinin başkalarının tevbelerine şahit olmaları ne kadar uygundur, iz’anınıza bırakıyoruz.

Hâce Hazretleri’yle bir yerde otururken elli yaşlarında bir zat geldi. Hâce Hazretleri (ks) sünnet gereği tanışmak istedi. O zatta kimliğini ve oturduğu yeri tanıttıktan sonra, bir tarikate de bağlı olduğunu, şeyh efendisini sadece bir kere gördüğünü ve kendisine hem ders hem de vekalet verdiğini anlattı. Hâce Hazretleri hayretle sordular; “Sizin hangi üstün özelliğinizi gördü de hemen vekalet verdi?” diye sorduklarında “Hiç! Ben hiçbir bilgisi olmayan bir kişiyim. Ama bizim orada şeyh efendiden dersli kimse yok. Ben onlara ders vereyim diye verdi.” şeklinde cevap verdi.

Şimdi  sormak lazım değil mi ki; ümmet-i Muhammed’in en çok muhtaç olduğu bir yol olan  tasavvuf yolunu bu kardeşimiz o insanlara nasıl anlatacak? O Müslümanın eline acaba Hazreti Musa’nın yed-i beyzâsı gibi bir keramet mi verildi de elini vurduğu kişiler hidayet bulacak.

Himmete muhtaç dede,
Gayriye nasıl himmet ede!

Buyuran büyüklerimizin kelamı burada hatırımıza gelmiyor mu?

Bir de vekaletin mürşidin vefatıyla bitmesi hususuna gelince; bu da bugün farklı bir muamma olmuş. Kendinden sonra bir halife bırakmayan mürşidi kamiller veya bıraktığı halde onu tanımayıp kendini halife gibi tanıtmaya çalışan vekiller günümüzde nefsin enaniyyetine düşmüş insanları ortaya çıkarmıştır. Kendilerinde olmayan hususiyetleri insanlara varmış gibi gösteren müteşeyhler, Peygamber Efendimiz’den rüyada aldıklarını sohbet edip internetteki video paylaşım sitelerine koyduranlar, sohbet ederken “Vallahi ben şeyhim, billahi ben şeyhim” gibi sözler sarfedenler, kendilerine nikahı helal olan kadınlara el öptürüp banyoda sırtına kese yaptıran müsveddeler hep vekillikten sonra kendi kendilerine icazet vermişlerdir.

Halbuki tasavvuf yolu yokluk değil miydi? Biz tasavvufun edebini, ahlakını sahabe efendilerimizden öğrenmedik mi? Cennetle müjdelendikleri halde günahlarını düşünerek “Ya rabbi keşke beni bir ot olarak yaratsaydın da, beni bir otlayan koyun yeseydi de senin huzuruna bu halde gelmeseydim.” Ya da “Keşke beni bir koç olarak yaratsaydında sahiplerim beni kesip yeseydi.” gibi ilticalarda bulunmuşlardır. Evliyaullah hazeratının büyükleri kendilerini hep gizli tutmaya çalışmışlar, hayatlarında bir kere dahi “ben”  kelimesini kullanmamışlardır. Buyurmuşlar ki; “Telefon rehberi ve kapı zilinin dışında bir yere ismini yazdırman kibir olarak sana yeter.”

İşte eğer bu iddiada bulunan insanlar ashabı kiramın ve evliyaullah hazeratının yolundan gittiklerini iddia ediyorlarsa önce varlık günahına bir tevbe etsinler. Şeriat-i mutahharaya ve Efendimiz’in temiz sünnetine uysunlar. Sonra Allah’a ne kadar yakın olduklarını ve nasıl dost olduklarını dinleyelim.   

Netice-i kelam olarak Cenabı Hak bizleri emri bil ma’ruf ve nehyi anil münker için gönderdi. İster  halife olalım ister vekil olalım eğer insanları Allah’a, Allah’ı da insanlara sevdirme vazifesini yapabiliyorsak ne âla. Yani insanlığı Allah’a çağırıyorsak güzel, yok kendimize çağırıyorsak vasfımız ne olursa olsun çirkin. Aksi halde nefsimizi büyütmeye kılıf aramış oluruz. Bu günah olarak bize yeter.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort