Gülzâr-ı Hâcegân
‘YERYÜZÜNDE İNSAN, İLK İNSAN TOPLUMU VE TARİHÎ GELİŞİMİNE’ DÂİR DERKENAR -4-
Sonuç
İnsan düşüncesinin hayat ve medeniyet şartlarına uygun bir gelişme gösterdiğini, daha doğrusu bu şartların çerçevesi içinde şekillendiğini söylemek mümkündür. Yalnız düşüncenin ve topyekûn insan hayatının ne derecede ve nasıl bir tekâmül kaydetmiş olduğunu kat’î olarak söyleyebilmek için ilkel insanın değil, ilk insanın yaşayış ve düşünüşünü bilmemiz gerekirdi. Son asırlarda ilkel topluluklar arasında yapılan araştırmalar, insanlığın yüz binlerce sene öncesi için belki aşağı yukarı bir fikir verebilir, fakat yüzde yüz bir hüküm vermez. Çünkü ilkellik iklim şartlarının meydana getirmiş olduğu bir ortam olarak da düşünülebilir.
Acaba insan nevî Darwin’in dediği gibi çok basitten başlamak sûreti ile bir biyolojik tekâmül geçirmiş midir? Auguste Comte’ün “üç hâl kanunu” ile izah etmeye çalıştığı tekâmül, bütün devirler ve bütün cemiyetler için doğru mudur? Ve bütün beşer hayatını tek başına izah etmeye yeterli midir? Yoksa “Allah her şeyi iyi ve mükemmel yaratmıştır, her şey insan elinde bozulmuştur.” diyen J. J. Rousseau mu haklıdır? Hitler’in, neslin ıslâhı ve yetiştirilmesi konusunda ileri sürdüğü fikirlerin esaslarını Emil’de bulmak mümkündür. Hitler, “Din adamları en saf mükemmel insanın Âdem olduğunu söylerler, fakat onlara gelin Âdem gibi saf ve kusursuz bir nesil yetiştirelim diyecek olursanız buna yanaşmazlar ve dudak bükerler.” diyordu. Çünkü o, insanın, Allah’ın diğer eserleri gibi mükemmel yaratılmış, fakat sonradan bozulmuş olduğu konusunda tıpkı Rousseau gibi düşünüyordu. Öyleyse insanı da aslında olduğu gibi mükemmel hâle getirmek lâzımdır. Narenciyenin, diğer ziraat mahsullerinin, kümes hayvanlarının, hemen her şeyin cinslerinin ıslahı düşünülüyor da niçin hepsinden daha değerli ve önemli olan insan nevini sağlam bir bünyeye, dolayısıyla sağlam bir düşünce ve ahlâk yapısına sahip olması için gerekli tedbirler alınmıyor? Rousseau’nun pedegojik görüşlerinin izleri Hitler’in tatbikatında kendini işte böyle göstermişti. İlk insanın mükemmel yaratılmış olduğu fikrine Müslümanlar da katılırlar. Çünkü Âdem sadece ilk insan değil, aynı zamanda ilk peygamberdir. Peygamberlerin kusursuz yaratıldığı fikri ise İslâm’da bir postüladır. Ayrıca Âdem Safiyyullahtır. Yani Allah’ın saf ve süzülmüş olarak yarattığı, arı kıldığıdır.
P. W. Schimidt, pigmeler arasında yaptığı araştırmalara dayanarak ilk dinin tevhid dini olduğunu ileri sürdü. Çünkü teşkilatlanmış bir cemiyet hayatları, hatta kendilerine ait bir dilleri bile bulunmayan bu insanlar, sosyolojideki ilkel cemiyet fikrine en uygun düşen kimselerdir. Zira ilkel topluluk olarak gösterilen klanda toteme bağlı bir teşkilatlanma vardır. Halbuki bunlarda öyle bir teşkilatlanmadan eser bile göze çarpmıyor. Buna rağmen bu insanlar tek tanrı fikrine dayanan bir inanca sahiptirler. Öyleyse totemden ruhçuluğa, ruhçuluktan çok tanrılı dinlere, ondan da tek tanrılı dinlere geçildiği ve totem inancının bütün dinlerin esasını teşkil ettiği fikri doğru değildir. En ilkel topluluklarda bile tek tanrılı dine rastlandığından anlaşılıyor ki ilk din tek tanrı inancına dayanıyordu. Diğer dinler, bilahare tevhid dininin bozulması sonucu meydana gelmişlerdir. Totem dininde dikkati çeken bir husus vardır. Birinci derecede kutsal olan şey, totem olan hayvanın kendisi değildir. Onun resmini taşıyan şuringalardır. Burada bir nevi sembolizm ve ileri mücerret görüş vardır. Aynı şekilde putperest Arapların düşüncelerinde de buna benzer bir durumla karşılaşırız. Çünkü Araplar putlara tanrının kendisidir düşüncesiyle tapmıyorlardı. Ona Allah’a yaklaştırıcı ve yardımcı bir unsur olarak bağlanıyorlardı. Onun vasıtasıyla Allah’a tapınıyorlardı. “Allah’ı bırakıp da putları dost edinenler; ‘Biz bunlara sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.’ derler.”1 İşte bütün dinler insanlığa vasıtasız olarak doğrudan doğruya Allah’a tapmayı öğrettiler. İnsanın mükemmel yaratılmış olduğunu savunanlar ilk dinin de tek tanrı inancına dayanan mükemmel bir din olduğuna kanidirler.
Totem veya Animizm (Ruhçuluk) dinlerini ilk din olarak ele alanlar, bu din saliklerinin ilk insanlar olduklarını sandıkları içindir. İnsan da, cemiyet de onunla beraber dinler de çok basitten başlayarak durmadan terakki ve tekâmül etmiş ve bugünkü şekli almıştır. Böyle düşünen tekâmülcülere göre; cemiyeti iyi anlayabilmek için ilkel cemiyeti iyi bilmek gerekir. Çünkü şimdiki cemiyetteki sosyal kurumlar karışmış ve kaynaşmıştır. İlkel cemiyet sadedir, anlaşılması kolaydır. Dinler de öyledir. Bugünkü dinleri şimdiki durumları ile anlamak kabil değildir. Halbuki ilkel din basittir, anlaşılabilir. Bunlara göre sonraki bütün dinler, zamanla ilk dinin evrimlenmesinden meydana gelmişlerdir. Tekâmülcüler, dinin ilahi bir kaynaktan geldiğini değil de, cemiyetin ihtiyaç ve şartlarından doğduğunu, dolayısıyla o ihtiyaçlara uyarak şekil değiştirdiğini düşünürler. Çünkü cemiyet hayatı ihtiyaçları ve sosyal kurumları ile birlikte evrimlenir. İnsanlık başından sonuna kadar işte böyle bir tekâmül kanununun peşindedir.
Gerçi insanlığın hayatında zahirde böyle bir tekâmül vardır ve bu inkâr edilmez bir gerçektir. Fakat önce gelenin mutlaka daha geri, sonra gelenin de ileri olması illâ ki bir zaruret, bir kanun değildir. Sokrat, zamanımızdan iki bin beş yüz sene önce yaşamış olduğu halde bugünkü münevverlerin yüzde doksanından daha makul düşünebiliyordu. Bununla beraber Avrupa’nın en modern şehirlerinden büyüye inanan, fala bağlanan en ilkel düşüncelerle dolu bir sürü halk barınıyor. Sonra eski Hint ve eski Mısır medeniyetinde öyle taraflar var ki bugün dahi benzeri yapılamıyor. Bunlardan bir tanesi de mumyacılık sanatıdır. Tarih durmadan terakki eden bir millet ve hiç bozulmadan kalabilen bir medeniyet gösteremiyor. Yalnız, bir medeniyet sönmeye yüz tutarken, diğer bir medeniyet parlıyor. Bir sonraki medeniyet, öncekinden bazı unsurlar alarak, üzerine kendisi de yeni şeyler ekleyip, orjinal sentezler meydana getiriyor ve bazı sahalarda öncekini geçiyor. Bugünün medeniyetinin karakteristik özelliği teknolojidir. Fakat asrımız medeniyetinin bilhassa tatbikatta İslâm medeniyetinden hattâ Roma medeniyetinde daha üstün bir hak ve hukuk anlayışına sahip olduğu ve buna riayet ettiği ileri sürülemez. Çünkü bugünkü sınıf dengesizliklerini meydana getiren tek sebep de aslında yine teknolojidir.
Bunu söylemekle tekâmülün varlığını büsbütün inkâr etmek istemiyoruz. Fakat insanlığın hayatını baştan sona kadar bütün sahalarıyla sadece tekâmül kanununa dayandırmak ve başkaca tesirleri hesaba katmamak biraz gözü kapalılık olur. Dostoyevski’nin dediği gibi “Allah’ın yarattığı her şey sırdır.” İnsan da, cemiyet de, hayat da, varlık da sırlarla doludur. İnsan bünyesinde her an binlerce hücre ölürken, yine binlercesi doğmakta, ölenlerin görevlerini devralmaktadır. Bir taraftan bakılınca durmadan yenilenen ve tazelenen bu yapının ebediyen dipdiri ve taptaze kalması düşünülür, fakat insan yine de ölmektedir. Her felsefi görüş varlıktaki bir gerçek tarafı göstermiştir. Fakat bu bakımdan nisbî ve izafî bir hakikat payı vardır. Yoksa tek başına hiç bir görüş yaratılıştaki sırrı çözmeye ve varlığı bütünüyle izah etmeye kâfi gelmez.
Bilmiyoruz ama eğer, Darwin sırf tekâmül nazariyesinde bir boşluk meydana gelmesin diye ilk insanı daha basit canlılardan tedricen tekâmül ettirerek meydana getirdi ise, tekâmül kanununun varlığının ve insanın en mütekâmil bir canlı olduğunu ispat için onun bu kadar zahmet etmesine lüzûm yoktu. İnsanın en son yaratılmış olduğunu söylemek de aynı şeyi izah ederdi. Çünkü insanın diğer canlılara olan üstünlüğü onun en son yaratılan canlı olduğunu gösterir. Gerçekten de insan basit canlılardan türemeyip, orjinal bir tür olarak yaratılmışa benzer. Fakat onun yaratılışı diğer canlılardan herhalde sonra olmuştur. Çünkü insan bünyesi ve hayatî ihtiyaçları böyle gelişmiş bir ortamın varlığına muhtaçtır. Âdem’in yaratılış kıssasına karışan yılan, tavûs ve elma gibi şeylerden, yeryüzünün sürüngenler, kuşlar, diğer canlılar ve meyve veren ağaçlarla donanmış bir ortama sahip bulunduğu anlaşılmaktadır. Âdem’in yeryüzünde yaratıldığında ittifak vardır. Çünkü âyette yeryüzü kelimesi sarih olarak geçmişti: “Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife (insan) yaratacağım.’ demişti. Melekler de; ‘Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak olanları mı var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve büyüklüğünü dile getirip tasdik ediyoruz.’ dediler. O ‘Ben hiç şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim.’ dedi ve Âdem’e her şeyin ismini öğretti, sonra o şeyleri meleklere gösterdi, ‘Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini Bana söyleyin.’ dedi. Onlar ‘Sen münezzehsin, bizim Senin öğrettiğinden başka hiç bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz bilgin de Sensin, hâkim de Sensin.’ diye cevap verdiler.”2 Elmalı’nın dediği gibi “Yeryüzünde insan nevinin ezelî ve kadim olmadığı ve kürre-i arzın bir kemal devresinden sonra bizzat harika olan bir hilkat hadisesi ile başladığıdır.”
Bununla beraber Âdem, tarih öncesinde yaşamış ve nesli inkiraz bulmuş, insana çok benzeyen neviler de dahil hepsinin atası mı, yoksa sadece bugünkü mütekâmil ve üstün insan cinsinin atası mıdır katî olarak bir şey söylenemez. Yalnız meleklerin dünyayı kana boyayacak demelerinden ve halife tabirinden daha önce insan nevine yakın, fakat belki daha yırtıcı bir takım türlerin de yaşamış olduğu İslam âlimlerince düşünülmüş ve hesaba katılmıştır.
İlk insanlar mağaralarda yaşıyor, ormanda av avlamak ve hazır meyveleri toplamakla karınlarını doyuruyorlardı. Bütün hayat av hadisesinin etrafında düğümleniyordu. Aşiret erkeklerinin ava çıkmaları dolayısı ile yapılan belirli merasimler o insanların bütün duygularını dile getirirdi. Uğurluluk ve uğursuzluk avdaki başarı ve başarısızlık ile ilgili olarak yorumlanırdı. Bu toplumda dine düşen şey bu merasimleri teşkilatlandırmak ile toplum için gerekli yasaklar ve kurallar koymaktan ibarettir. Böyle basit bir hayatı teşkilatlandıracak olan dinde derin bir mânevî taraf, yüksek bir fikir ve hikmet örgüsüne zaten lüzûm ve ihtiyaç yoktu. Çünkü öyle bir dini anlayacak ve tatbik edecek bir hayat ortamına sahip değillerdi.
İnsanlar daha sonra bazı uysal hayvanları ehlileştirmeyi ve sürü halinde üretmeyi başardılar. İnsanlık tarihindeki bu ikinci devreye “çobanlık devri” adı verilir. Daha önceki “avcılık devri”ne nisbetle bu devir, büyük bir gelişme demektir. Çünkü artık insanın, ertesi gün av bulamasa aç kalacağı korkusu ile uykusu kaçmıyordu. İnsanın açlık korkusu azalmış, fakat düşüncesi artmıştı. Çünkü artık sırf kendi yiyeceğini düşünmüyor, beslediği hayvanların yiyeceğini de düşünüyordu. Yazın kolayca tabiatta bol otlaklar bulsa bile kışın kendini ve hayvanlarını açlıktan korumak için hazırlık yapması gerekiyordu. Böylece insan toprağı işleyip ondan daha çok faydalanmanın yolunu tutarak çiftçilik (tarım) yapmaya başladı. İnsanın toprağa bağlı bir hayat düzenine kavuşması ile “şehirleşme” başlamış ve ilk “siteler” doğmuştur. Medine, şehir demektir. Medeniyet ise şehirleşme karşılığıdır. İşte medeniyet tarihi ve sosyoloji toprağa bağlanmamış olan göçebe toplulukları “ilkel”; köy, kasaba ve şehir gibi dâimi meskenlerde oturanları da “medenî” topluluklar diye iki sınıfta mütalâa eder, ilkel topluluklarda faaliyetler iş bölümü esasına göre ayarlanmıştır.
Şunu hemen söylemeliyiz ki tarih bize ilkel topluluklardan hiçbir şey bırakmamıştır. Çünkü gerek anıt, harabe yoluyla gerek yazılı belgeler yoluyla eserleri bize kadar gelenler ilk çağların şehirlerinde yaşayan toplumlardır. Bunlar da medenî toplumlardır. Göçebe hayatlardan tarihe vesika kalmış değildir. Yalnız günümüze kadar gelen ve hâlâ devam eden göçebe topluluklara bakarak geçmişteki ilkel toplumların hayatını anlıyoruz. Son üç asır içerisinde ilkel toplumlar hakkında yapılan bütün araştırmalar da hep bu yolla yapılmıştır. Çünkü insanlık bütünü ile avcılık, çobanlık ve çiftçilik devrine bir anda geçmiş değildir; kesin çizgilerle ayrılarak da geçmiş değildir. Yani insanlar çobanlık devrinde avcılık, çiftçilik yaparken de çobanlığı devam ettirmişlerdir. Fakat çobanlık eski önemini kaybetmiş ve ikinci dereceye düşmüştür. Devirlere bu ad verilmesi, o devrin ana vasfı ve karakteristik özelliği itibariyledir.
Her devrin ve her cemiyetin kendi hayat şartlarına uygun bir düşünce tarzı olmuştur. Her din geldiği devrin ve cemiyetin icaplarını ve ihtiyaçlarını gözetmiş, cemiyetlere şekil ve medeniyetlere yön vermiştir. İnsanlık kendini bildiği günden beri beşer hayatında en mühim rol oynayan temel müessese yine din olmuştur. Bir insan dindar olmayabilir, fakat dinin insan hayatındaki yerini inkâr edemez. Her din beşer hayatında yeni bir dönem açmış ve bir merhale olmuştur.3
1 Zümer: 3
2 Bakara: 30-32
3 Işık, Emin, “İlk İnsan ve İlk Din”, Fikir ve Sanatta Hareket, V. seri, Cilt 5, Sayı 51, Mart 1970, S. 7-9
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
‘YERYÜZÜNDE İNSAN, İLK İNSAN TOPLUMU VE TARİHÎ GELİŞİMİNE’ DÂİR DERKENAR -3-
İlk İhtilâftan Sonra
İnsanlar doğru yoldan saptıkça, Allah onlara peygamberler göndermiştir. Yukarıda da söylediğimiz gibi, insan her zaman için yaratılışının çamur yönüne gitme eğilimindedir. O kadar ki insan, heva ve hevesini ilâhlaştırır;# bütün fakültelerini, kabiliyetlerini arzularını tatmin yolunda kullanır. Bir hadisi şerifte, “Gök kubbe altında kendilerine tapınılan (sahte) tanrıların Allah katında en kötüsü heva ve hevestir, nefistir.”# buyrulmuştur. Şeytan da sürekli olarak insanı azdırmak, onu heva ve hevesine uydurmak için tuzaklar kurmakta ve onu iğfal etmeye çalışmaktadır. Bu sebeple Kur’ân, Allah’tan başkasına tapınmayı şeytana tapınma olarak da belirtir.# Fakat Kur’ân’da iblisten tekil olarak söz edildiği halde, yer yer “şeyatîn” şeklinde şeytanlar tabiri geçmektedir ki, bundan pek çok şeytan bulunduğunu anlıyoruz. İşte insanlar, hak yolu bırakıp bu şeytanların peşinden gittikçe ve onları kendilerine rabler, ilâhlar edindikçe, Allah, azabının korkutucuları ve rahmetinin müjdecileri olarak peygamberler ve yanlarında, insanlar arasında hükmetmeleri için kitaplar indirmiştir.
Kur’ân’da eski kavimlerin kıssalarının anlatılmasının maksatlarından biri, belki en önemlisi, biz Müslümanların onlardan ibret almasıdır. Hâdiselerin yeri, zamanı ve oluş tarihi gibi ayrıntılara genellikle fazla bir önem atfetmeksizin anlatılan bu kıssalar, bir yerde İslâmî tarih anlayışının da önemli ipuçlarıdır. Kuşkusuz, Kur’ân’da ismi geçen peygamberler ve anlatılan kıssalar, bütün gelip geçen kavimlerin hallerine bir örnek ve herhalde, Arap Yarımadası’nda ve komşu bölgelerde geçen kıssalar olarak nakledilmiştir. Dolayısıyla bu, hiç bir zaman başka yerlerde başka peygamberlerin de bulunmadığı manâsına gelmez. Batıl dinler olarak kabûl edilen Zerdüştlük, Budizm, Taoizm, Konfüçyanizm gibi dinlerde bile önemli ölçüde “Tevhid Dini” özellikleri göze çarpmaktadır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, peygamber gönderilmeyen veya peygamber tebliğinin erişmediği hiç bir kavmin olmadığını bize bildirmektedir: “Andolsun ki Biz, her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin, putlar(a tapmak)dan kaçının.’ diye tebligat yapması için bir peygamber göndermişizdir.”#
Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlerin gönderiliş sebeplerini açıklayan âyetlere dikkat ettiğimizde, onların Allah’a şirk koşan, O’nun yanı sıra başka başka rabler ve ilâhlar edinen kavimlere gönderildikleri hemen gözümüze çarpar. Onlara karşı çıkanlar ise, genellikle takip edegeldikleri yolu ve başkalarının rağmına rahat hayatlarını bırakamamaktan, soyluluk kavgalarından, gurur ve enaniyetlerini yenemeyip, bir zaman idareleri altında bulunan insanlarla başka şartlarda ve başka değerler çizgisinde bir araya gelememekten ve çıkar hesaplarından dolayı karşı çıkıyorlardı.1
Yine Kur’ân’da açıkça ifade edildiği üzere, Arap müşrikleri de, daha bazı sebeplerin yanı sıra, Hz. Peygamber’in (sas) getirdiği dini kabûl edip, tek Allah’a kulluk ettiklerinde makam ve mevkileri sarsılacağı, çıkarları zedeleneceği, alıştıkları hayatın değişeceği endişesiyle, bir zaman köleleri olan ve istedikleri gibi kullandıkları insanlarla İslâmî değerler çizgisinde bir araya gelmeye gurur ve enaniyetleri elvermediği için Resûli Ekrem’e karşı çıktılar. Bu karşı çıkışta, kabile ve kavim çekişmelerinin de çok önemli olduğu açıktır. Burada Ebu Cehil’in şu sözünü aktarmak, yerinde olacaktır düşüncesindeyim: “Muhammed’e inanmak mı? Haşimoğulları hacıları yedirdiler, biz de yedirdik; onlara su verdiler, biz de verdik… Her işte onlarla at başı gittik ve hiç bir zaman geri kalmadık. Şimdi ise, onlarda, kendisine gökten haber geldiğini söyleyen bir peygamber var, biz de olamayacağına göre, imkânı yok iman etmem.” 2
İşte Hz. Âdem ve Hz. Havva’dan itibaren, ilk insan-ilk peygamberin rehberliğinde ihtilâfsız bir toplumla başlayan insanlık tarihinde, bazılarının, Allah’ın Dini’ne uyulduğunda sağlanan adalet, insanların kanun karşısında mutlak eşitliği, üstünlüğün ırk, renk, servet, makam, isim vs. de değil, sadece takvada, Allah’a bağlılıkta, O’nun koyduğu değerlere sadakatte yattığına tahammül edemeyip, heva ve heveslerine ittibaen diğerleri üzerinde bağy etmeleri, onların haklarına tecavüz etmeleriyle ihtilâflar çıkmış, bu ihtilâflar farklı ve batıl din, farklı toplum ve sistemlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu durumu yeniden Allah’a iman ve teslimiyete, dolayısıyla adalete, hakkaniyete, ebedî değerlere çevirmeleri için Allah, peygamberler göndermiş ve beraberlerinde kitaplar indirmiştir. Tarih, bir bakıma bu süreçten ibarettir diyebiliriz.3
1 Furkan 25/43
2 Taberani, Mu’cemü’l-Kebir, HN: 7502
3Ya-Sin 36/60
4 Nahl, 16/36
5 Bakara, 2/258; Hud, 11/59; Mü’minûn, 23/24; Şuara, 26/151-152...
6 Köksal 1973, 200
7 Akyüz, Ali, Yeni Ümit, Ekim-Kasım, s.62, 2003
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
‘YERYÜZÜNDE İNSAN, İLK İNSAN TOPLUMU VE TARİHİ GELİŞİMİNE’ DÂİR DERKENAR-2-
İnsan Yeryüzünde
Hz. Âdem ve eşi Hz. Havva’nın yeryüzüne indirilmesiyle, yeryüzünde ilk insan topluluğunun oluştuğunu görüyoruz. Bu ilk insan toplumu hakkında çok çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
Semavî olmayan bütün eski dinlerde, bu ilk toplumla ilgili bir “Altın Çağ” efsanesi göze çarpmaktadır. “Bu ilk çağda dünya kronos denilen zaman tanrısı tarafından yönetiliyordu. O’nun zamanında eşitlik, doğruluk, hürriyet ve bolluk vardı. Mutluluk içinde yaşayan insanlar, yoksulluk nedir bilmezler ve birbirlerinin haklarına tecavüz etmezlerdi. Tanrı’nın barış ve kardeşlik içinde yaşayan sevgili kulları olduklarından tanrılar gibi yaşarlar, yaşlılık nedir bilmeden ölürlerdi.”1
Bu, Yunanlılar’ın ileri sürdüğü “Altın Çağ”dı. Lao-Tze’yi izleyen Kwang-Tze ise, “Çinliler’in Altın Çağı”nı şöyle anlatıyor: “Mutlak erdem çağında insanlar, akıllılığa değer vermiyorlardı. Dürüst ve namusluydular. Böyle olmanın haklılık olduğunu bilmeden, iyilik olduğunu bilmeden birbirlerini severlerdi. İçtenlik olduğunu bilmeden namuslu ve içtendiler. İyi niyetlilik olduğunu bilmeden görevlerini tam olarak yaparlardı.”2
Batılı sosyologlar, bu ilk toplumun bir aile toplumu olduğunu ve çobanlıkla geçindiğini ileri sürmektedirler. Gerçi, “ilkel toplumların kökenlerinin çözülmesine imkân olmadığını” söyleyenleri de bulunmakla birlikte, Kitab-ı Mukaddes’te anlatılanlara dayanarak, bu toplumun türü üzerinde fikir yürütenleri de pek çoktur. Onların “tabiatın ortak masasında yemek yediklerini, avcılık ve balıkçılıkla geçindiklerini, hayatlarında herhangi bir özel mülkiyet türünün görülmediğini” iddia etmekte ve bu toplumda hiyerarşik bir düzenin başlamasını, avcılık ve balıkçılık toplumundan tarım toplumuna geçişte görmektedirler. Bunlara göre, Habil ve Kabil kavgası, bir çoban ve tarım toplumu kavgasıdır.3
Müslüman Âlimlere Göre İlk İnsan Toplumu
Şurası bir gerçektir ki, yeryüzündeki insan hayatının ilk devresinde ihtilâfsız bir dönem yaşanmıştır. Hz. Âdem’in iki oğlundan biri diğerini öldürünceye kadar bu hayat sürmüş ve bu cinayet olayıyla, tek bir ümmet olan insanlar bölünmüşler, başkalaşmışlar ve sonuçta, farklı özelliklere sahip çeşitli dinler ve toplumlar doğmuştur.
Müslüman müfessirler, ilk insan toplumunun oluşumu üzerinde bazı fikirler ileri sürmüşlerdir. Fakat bu konuda Kur’ân’da ve hadislerde kesin bilgiler mevcut olmayıp, bütün görüş ve teoriler, genellikle eldeki Kitabı Mukaddes’in verdiği bilgilere dayanmaktadır. Allah (cc), Hz. Âdem’i topraktan ve eşi Havva’yı da, Hz. Âdem’den veya onunla aynı mahiyette bir özden yarattığını Kur’ân’da bize bildirmekte,4 çoğalmanın ise Âdem’in çocukları arasındaki evlenmeden ileri geldiğini ise müfessirler belirtmektedir. Onlara göre, Havva vâlidemiz yirmi doğum yapmış ve her doğumda ikiz çocuklar dünyaya gelmiştir. Tabiîdir ki, bunlar da birbirleri arasında evlenerek çoğalmışlardır. Fakat, yine müfessirlerin verdiği bilgiye göre, Allah, Âdem’e bir batında doğan çocuğun, diğer batındaki karşıtıyla evlenmesini, yani çaprazlama bir evlilik usulünü vahyetmiş ve böylece insan soyu üremiş durmuştur. Fakat, bu tür evliliğin, bir müddet sonra neshedildiği ortadadır. İlk insan toplumu ve tarihin daha sonraki gelişimi konusunda Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurur:
“İnsanlar bir tek ümmetti. (Kimi iman etmek, kimi küfre sapmak sûretiyle ihtilâfa düştüler.) Bu sebeple Allah, (onlara) (rahmetinin) müjdecileri (ve azabından) uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve beraberlerinde insanların ihtilâf ettikleri hususlarda aralarında hüküm vermek için hak kitaplar indirdi. Halbuki, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, birbirleri aleyhinde “bağy” sebebiyle ihtilâfa düşenler, o (kitap) verilenlerden başkası değildir. Allah, iman edenleri, kitap verilenlerin ihtilâf ettikleri hususlarda, bizzat iradesi ve izniyle gerçeğe ve doğruya ulaştırdı. Allah, kimi dilerse, onu doğru bir yola iletir.”5
İlk insan toplumu ve onun dini üzerinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu dinin, totemizm, natürizm veya animizm olduğunu iddia eden Batılı dinler tarihçilerin yanısıra, Müslüman müfessir ve âlimlerden de, ilk insanın dininin semavî bir din (İslâm) olmadığını ileri sürenler de olmuştur. Herhalde bunların ayrıldığı nokta, Hz. Âdem’in peygamber olarak mı yeryüzüne indirildiği, yoksa yeryüzüne indirildikten bir müddet sonra mı kendisine peygamberlik geldiği sorusudur.
Kur’ân, Hz. Âdem’in yeryüzüne indirilişinden hemen sonra, Allah’tan bellediği kelimelerle tevbe ettiğini açıklamaktadır ki, ilk insan toplumunun bir şirk veya ilkel dine inanan bir toplum olduğunu ileri sürmek için, Hz. Âdem ve Havva’nın yeryüzüne indirildikten sonra irtidat etmiş olmaları gerekir. Bu da, düşünülemeyecek bir şeydir. Nitekim Kur’ân’da söz konusu edilen Âdem’in iki oğlunun kıssasının biz ilâhî bir dinden ilk ciddi sapma olduğunu sanıyoruz. İlk insan toplumunun, bundan önce ihtilâfsız olduğu âyetten anlaşılmaktadır. Çünkü ihtilâfın ilk ümmet olma durumunu takiben meydana geldiği âyette açıktır:
“İnsanlar, başka değil, ancak tek bir ümmettiler, sonra ihtilâf ettiler”6
Âyeti, ilk toplumun ihtilâfsız bir ümmet olduğu konusunda yeterince açıktır. Bu konu üzerinde duranların görüş ayrılığı, ihtilâfsız ilk durumun nereden kaynaklandığı konusundadır. Bunu, ilk toplumu oluşturan insanların düşünce, his ve “içgüdü” bakımından basit, ayrıca his ve temayüllerde henüz farklılaşmaya yol açacak bir tekâmül derecesine ulaşamamış olmaları gibi bir iddia ile açıklamaya yeltenenler bulunduğu gibi7 bazı Mutezile âlimleri de, ilk insanın dininin “akılcı bir din” olduğunu ve bu dönemde insanların aklî kurallara göre bir organizasyona gittiklerini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre Allah, Kendi varlığını bilmenin dışında haram ve helâl sınırları için insanları sorumlu tutmamıştır.8 Oysa insan, her zaman insandır; onun hisleri, temayülleri, arzuları, tutkuları, “içgüdüleri,” ilk insan için de, bugünkü insanlar için de farklı olmasa gerektir; çünkü bunlar, onun bizatihî mahiyetinden kaynaklanır. Bunu, Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın daha yeryüzüne inmeden, cennetteki ilk sürçmelerinde görüyoruz. Fark, bunları etkileyecek, farklı yönlere çekecek, artırıp azaltacak zemin ve şartlardır. İlk insanlarda da mutlaka kıskançlık, bencillik vardı. Dolayısıyla, iki kişi de olsa, birlikte hayatları için belli kuralların ve bu kuralların dayanacağı adaletin bulunması gerekirdi. Ve hiçbir insanın aklı, bu adaleti bütün boyutlarıyla kavrayamaz; dolayısıyla onun tesbit ve sağlanması için de gerekli kaideleri vazedecek olan her zaman Allah’tır. Adalet üzere ihtilâfsız bir toplum, hangi çapta olursa olsun, ancak İlâhî kurallar üzerine oturabilir.
İkinci olarak, Hz. Âdem (as), bir peygamber olduğuna göre, ilk insan toplumunun oluşumununda vahyin temel teşkil etmediğini söylemek zordur. Hele Hz. Âdem’e on sayfalık bir kitap (suhuf) indirildiğini de göz önüne alırsak, bu durum daha çok aydınlığa kavuşacaktır. Bu bakımdan, Batılıların anladığı ve iddia ettiği anlamda bir ilkel toplumdan söz etmek bize göre imkânsızdır.
Biz, gerek Hz. Âdem’e suhuf indirilişine ve o’nun peygamber oluşuna, gerekse, Kur’ân’da, “insanların önceden tek bir ümmet olduğu”nu belirten âyete ve “bir toplumun ümmet olabilmesi için, insanların tek din, tek emir, tek zaman ve mekân üzerinde toplanmalarının şart olduğuna”9 dayanarak, bu ilk insan toplumunda, basit de olsa en azından bir cemaat teşkilatlanmasının bulunduğu düşüncesindeyiz. Çünkü Allah (cc), Hz. Adem’e gönderdiği suhufta, herhalde yeryüzünde nasıl davranacaklarını açıklamış ve bununla ilgili bazı emir ve yasaklar koymuştur. Kaldı ki, Hz. Allah’ın (cc), Hz. Âdem ve Hz. Havva’yı yeryüzüne indirirken; “Artık bundan böyle size Benim tarafımdan bir hidayet gelir de, kim Bana ait bulunan o hidayet kaynağına uyarsa, onlar için bir korku söz konusu olmayacak ve onlar, herhangi bir şekilde üzülmeyecekler de.”10 buyurduğunu Kur’ân-ı Kerim’de okuyoruz. Bu da, Allah’ın insanı yeryüzünde kendi başına ve sahipsiz bırakmayacağına ve bırakmadığına açık bir işarettir.
Bu âyet, din konusundaki evrim teorisini de çürütmektedir. İlk insan hayatı ilâhî ışık altında başlamış ve Allahü Teâlâ, ilk insan olarak Hz. Âdem’i yarattığında ona gerçeği açıklamış ve doğru yolu göstermiştir.
Hz. Âdem’in oğulları bir süre bu yolda yürüdüler ve sonra hak yoldan saparak kendilerine ayrı ayrı dinler icad ettiler.11 Kur’ân’da ilk açıklanan sapma da, Âdem’in iki oğlu hakkındadır ve:
Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Hani onlar, (Allah’a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı da, ikisinden birininki kabul olunmuş, öbürününki olunmamıştı. Kabûl olunmayan, (kardeşine) “Elbette seni öldüreceğim!” dedi. (Beriki de şöyle) cevap verdi: “Allah, ancak muttakîlerden kabûl eder.” 12
Âdem’in bu iki oğlunun kıssası hakkında Kitab-ı Mukaddes’te anlatılan ayrıntılar Müslüman müfessirlerce de tekrarlanmıştır. Fakat, bu konuda rivayet edilen en sağlam hadiste, bu iki oğulun adları bile anılmamaktadır. “Hiç bir Âdemoğlu zulümle öldürülmez ki, onun kanından (günahından) Âdem’in ilk oğluna da bir pay ayrılmamış olsun. Çünkü, bu cinayeti âdet edenlerin önderi odur.”13
Görülüyor ki, hadiste fazla ayrıntıya inilmemektedir. Fakat, bazı müfessirler, Hz. Âdem’in iki oğlundan Kabil’in kardeşi Habil’i, kendisiyle doğan ve çapraz evlenme biçimiyle Habil’e düşen kızı almak istediğinden öldürdüğünü söylerler. Kur’ân-ı Kerim’de “takarrüb” maksadıyla, her iki oğulun da birer kurban adadıkları, ama kurbanı kabûl edilmeyenin, kâbul edilen kardeşini öldürmeye yeltenmesi üzerine, öbürünün, “ancak takva sahiplerinin kurbanlarının kabul edileceğini” söylediği anlatılıyor. Bu kurban sırf Allah’a yaklaşmak için mi sunulmuştur, yoksa müfessirlerin anlattığı gibi, Kabil’in Habil’e zulmetmek istemesi sonucu mu sunulmuştur, bilemiyoruz. Hattâ, müfessirler, Habil’in çoban olduğundan koyunlarının en iyisini (veya bir koçu) kurban ettiği halde, çiftçi olan Kabil’in, cimrilik ederek zayıf başakları kurban olarak sunduğunu14 ve gökten gelen bir ateşin Habil’in koyununu alıp gittiğini belirtirler.
Bu konudaki tartışmalar, konumuz açısından bizi çok ilgilendirmiyor. Konumuz açısından bu hâdisenin ortaya koyduğu gerçek, Kabil’le birlikte ilâhî ahkâmdan sapıldığı ve ittifak üzere bulunan ilk toplumda ihtilâfların baş göstermeye başladığıdır. Taberî gibi bazı müfessirler, Kabil’in Yemen taraflarına gittiğini ve sundukları kurbanı bir ateş alıp götürdüğünden, ateşe tapınmanın Kabil’le başladığını ileri sürmektedirler. Bundan sonra, her zaman için artık bir hak din ve bunun karşısında çok sayıda batıl dinler olagelmiştir.
Dipnotlar:
1- Hesiod 1949, 7
2-Parkinson 1976, 20
3-a.g.e., 20-21
4-Nisa, 4/1
5-Bakara, 2/213
6-Yunus 10/19
7-Esed, Bakara, DN: 197
8-Yazır, 2/749
9-İsfahani, 23
10-Bakara, 2/38
11-Mevdudi, 1/228
12-Maide, 5/27
13-Zebidî, 9/83
14-Taberî, 1/88
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
‘YERYÜZÜNDE İNSAN, İLK İNSAN TOPLUMU VE TARİHİ GELİŞİMİNE’ DÂİR DERKENAR
Politik olsun, ekonomik olsun her sistem, insanı temel almak zorundadır. Çünkü her sistem veya düzenin muhatap kabûl ettiği ve yeryüzündeki davranışları için kurallar koyduğu, emir ve yasaklar getirdiği varlık, insandır.
Mahiyeti ve Fonksiyonuyla İnsan
Kur’ân-ı Kerim’de insanın nasıl ve neden yaratıldığını açıklayan âyetlerin sayısı bir hayli kabarıktır ve bu âyetler çeşitli sûrelere serpiştirilmiştir. Kur’ân’da ilk insanın yaratılış maddesi olarak iki şeyden söz edilir: biri toprak, diğeri “Allah’ın ruhu”. Toprak ise, tek bir şekilde olmayıp, çeşitli isimler altında geçer. Bunlar 1- Türab (toprak), 2- Tîyn (çamur), 3- Tîn-i lâzib (şekil kabul eden çamur), 4- Salsal (kuru balçık), 5- Hame-i mesnun (şekillenmiş kara balçık) olup, insanın belli tavırlardan geçirilerek yaratıldığını belirten âyete de1 dayanan Ragıp el-İsfahânî gibi bazı âlimlere göre bunlar, “Allah’ın ruhundan üflenme” ile birlikte ilk insanın altı yaratılış merhalesini ifade etmektedir2. İlk insandan sonraki insanlar için ise, yaratılış maddesi olarak menî ve nutfe gibi maddeler de nazara verilir.
İnsanın yaratılış maddelerinden olan çamur ve bilhassa “atılan su” olarak nitelenen menî, hor ve hakîr bir maddedir. Bu hususa Kur’ân-ı Kerim’de dikkat çekilmekte ve insanın neden yaratıldığına bakmadan böbürlenip, Allah’a düşman kesildiği anılmaktadır. Ama öte yandan bu çamura, ilk insandan sonraki insanlar için ise, bir hadis-i şerife göre, anne karnında altıncı haftanın bitiminde cenine “Allah’ın ruhu”ndan üflenmesinden bahsedilir3. Yani insan varlığının, Kur’ân’da “Allah’ın ruhu” olarak nitelenen çok önemli bir hususiyeti, bir boyutu daha vardır. Bunun anlamı ve niteliği burada konumuzun dışındadır. Fakat şurası inkâr kabul etmez bir gerçektir ki, çamurdan yaratılan bu insan, “Allah’ın Ruhu”ndan üflemeye bağlı büyük bir şerefe sahiptir. Tefsircilerin çoğu da, bu ruhtan kasdın, insana verilen yükseklik ve şerefi belirtmek için olduğu görüşündedir.
Bir yandan çamur, öte yandan “Allah’ın ruhu”ndan üflemeye bağlanan bir şeref ve yükseklik. Çamur, bayağılığın, durgunluk, hareketsizlik, çirkinlik gibi hususiyetlerin simgesiyken, Allah’ın ruhu ise, mutlak ve sonsuz güzelliğin, ihtişamın, kuvvetin, şuur, duygu, aşk, irade, hürriyet, bağımsızlık ve sonsuzluğun simgesi ve insanı zirvelere, yücelere, göklerin azametine taşıyan bir unsurdur. Bunu, Kur’ân’da, ulema ve mutasavvıfların eserlerinde de görürüz. Bir yanda “çamur”, öte yanda “Allah’ın ruhu”ndan üfleme; bir yanda “nefis” ve “şeytan”, öte yanda “kalb, ruh” ve “melek.”
Gerçekten insan, iki zıt kutup arasında gidip gelen bir varlıktır. Allah, insanı yarattıktan sonra, meleklerin onlara secde etmesini emretmiş ve böylece onun ne yüce bir varlık olduğunu ortaya koymuştur. Tabiî olarak, böylesine yüce bir yaratılışı olan insan başıboş bırakılacak değildir. Onun yüceliğine denk sorumluluğunu ise Kur’ân, “emanet” olarak takdim buyurur4.
Müfessirlerin bazısı, emanetin namaz, oruç gibi emirler, işlenmesi yasak edilen haramlar olduğu görüşünde ise de, Kadı Beydavî ve Seyyid Kutub, bu arada Mevlâna, onun “irade” olduğunu söyler. Bediüzzaman Said Nursi ise, çok daha farklı ve önemli bir yorumla, emanet’in insanın “ene”si, yani, beni veya egosu olduğunu beyan eder5. Şu kadar ki, irade, insan benliğinin en önemli ve temel unsurlarından biridir. İnsan, bilme veya öğrenme kabiliyeti, konuşması ve hür iradesiyle, yeryüzündeki bütün yaratıklardan farklı kılınmıştır. Cinleri istisna edersek, varlıklar içinde yalnız o, hür iradesiyle “içgüdü”lerine aykırı davranabilir. Bütün dağlar, gökler Allah’ı tanıyıp O’nun iradesine boyun eğmişler, hiçbir gayret harcamadan Allah’a itaatkâr olmayı kabullenmişler, emanetin sorumluluğundan ürpermişler, ama insan, insan olma emanetini ve bunun unsurları veya gerekleri olan irade emanetini ve bundan doğan Allah’a ibadet ve itaat emanetini, özel çalışma ve gayret isteyen dînî sorumluluklar emanetini yüklenivermiştir. Bu emanet dolayısıyla insan, yaptıklarından sorumludur. Yeryüzünde yüklendiği bu emaneti yerine getirip getirmemek konusunda imtihan edilmektedir. Bu emaneti başardığı an o, meleklerin de üstünde bir yüceliğe ermekte, başaramadığı ve emaneti yerine getirmediği zaman “aşağıların en aşağısı”na yuvarlanmaktadır. “Biz hakikat insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına yuvarladık. Ancak, iman edip de, sâlih amellerde bulunanlar başka…”6 Allah, emanetini yerine getirmesi için, yerde ve gökte ne yarattıysa insanın hizmetine vermiştir: “Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini Allah’ın muhakkak sizin için müsahhar kıldığını, açık ve gizli bir çok nimetlerini sizin üzerinizde bol bol tamamladığını görmediniz mi?”7
İnsanın Hilâfeti
Allah, insanı niçin yaratmıştır? Bir yerde “aşağıların aşağısı”na yuvarlanan, “kan dökücü, zalim, cahil, nankör, isyankâr” olduğu halde gökler, ay, güneş, yıldızlar, dağlar, bitkiler, hayvanlar, sular hizmetine verilen bu varlık, yeryüzünde niçin var edilmiştir? İnsan ki, yeryüzünü kirletmekte, fesada vermekte, kan dökmekte, zulmetmekte ve hayvanlardan daha aşağı bir derekeye düşmektedir. Yeryüzünde savaşlar çıkaran, Allah’ın toprağını paylaşamayıp O’nun nimetlerini yalnız kendine ayırmaya kalkan ve başka insanlar üzerinde taht kurmaya çalışan yine insandır. O insan olmasa, yeryüzündeki her varlık belki rahat rahat yaşayıp gidecekti. Kanlar dökülmeyecek, Allah’a karşı gururlanıp böbürlenenler, haddi aşanlar bulunmayacaktı. Ama öyle değil! İnsan olmasa belki bu bitkiler, bu hayvanlar, bu yer, bu gök, bu denizler de olmayacaktı. Bütün bu kâinat, taşıyla toprağıyla insanı meyve vermek için, insan da yeryüzünde “halife”lik fonksiyonuyla yaratıldı; yalnızca Allah’a ibadet etsin, kulluğunda O’na kimseyi ortak tanımasın diye yaratıldı: “Hani Rabbin meleklere: ‘Muhakkak ben yeryüzünde bir halife var edeceğim’ demişti. (Melekler) de: ‘Biz Seni hamd ile tesbih ve Seni takdis edip dururken, orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse mi var edeceksin?’ diye sormuşlardı. Allah (da): ‘Sizin bilemeyeceğinizi herhalde Ben bilirim’ cevabını vermişti.”8
“Hilâfet, başka birine vekillik etmek demektir: kendisine vekâlet edilen kimse ister ortada bulunsun, isterse vekil (halife) bıraktığı kişiyi ölüm sebebiyle veya aczinden ya da yüceltmek için böyle bir göreve getirmiş olsun, durum değişmez.”9 Şu halde, eğer insanın halifeliğini, bazı müfessirlere ittibaen “Allah’a halifelik” şeklinde anlayacak olursak, onun halife kılınışından gelen kıymet ve şeref, onu halife yapan Allah’ın ululuğunun derecesinden kaynaklanmakta, o, yüceliğini, kıymetini ve şerefini Allah’tan almaktadır. Melekler, ister insandan önce yeryüzünde fesat çıkaran cinlerle insanı mukayeseden, ister insanın mahiyet ve niteliğini kavramış olmaktan, isterse kendilerinden başkalarının masum ve günah işlemez olmayacaklarını hissetmelerinden veya bütün bunların hepsinden ileri gelmiş olsun, Allah’a insanın yeryüzünde halife kılınmasının hikmetini sormaktan kendilerini alamamışlar ve “orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi var edeceksin?” demişlerdi. Yaratılmaktan gaye, Allah’ı hamd ve tesbih etmek değil miydi? Bunu da melekler yapıyordu. Ama Allah, “Ben sizin bilemeyeceklerinizi bilirim” diyerek, bu icraatında meleklerin bilmediği pek çok hikmetlerin bulunduğunu beyan etti.
Ne yapacaktır bu halife yeryüzünde? Allah’ın kendine verdiği halifeliğin gerektirdiği yetkilerle donanmış olarak yeryüzünde ve oradaki yaratılmışlar üzerinde bir takım tasarruflarda bulunacak, Allah’ın adına yeryüzünde O’nun “ahkâm”ını yürürlüğe koyacaktır10. Yeryüzünü imar edecek, oradaki kuvvet ve enerji noktalarını, hammadde kaynaklarını bilip keşfederek, onları hayatın gelişip ilerlemesi için kullanacak, ama her şeyi Allah adına, O’nun adıyla ve O’nun iradesinin gerçekleşmesi için yapacak, kâinat kanunlarıyla ahenk içinde bir hayat sürecektir11. İşte, yeryüzünde halife olmanın anlamı budur. Kâinatların ruhundaki esrarı keşfedecek, dünyanın bağrındaki gizli kuvvet, kudret ve potansiyel imkânları ortaya çıkaracak, her şeyi yerli yerinde kullanarak, Allah’ın ilim, irade, kudret... gibi sıfatlarına şuurlu bir temsilci olacaktır. Ve insan, kendine verilen emaneti, Allah’a inanıp ibadet etmeden eşya ve hâdiselerin esrarına vâkıf olmaya, ondan da tabiata müdahale etmeye kadar fevkalâde geniş bir dairede cereyan edecek12 bu temel misyonu yolunda kullanacak ve bu misyonun, yani hilâfetin gereğini yerine getirdiği zaman, O’nun gerçek kulu olacaktır. Bunun adı da, yalnızca Allah’a “ibadet”tir.
Demek ki insan, yalnızca Allah’a ibadet etmek için yaratılmıştır. “İbadet”, köle olmak ve kulluk etmektir. Her ikisinin lügat anlamı da, “itaat etmek ve alçak gönüllülük göstermek”tir. Daha açık bir ifade ile, isyan etmeden, yüz çevirmeden, karşı koymadan itaat etmek ve boyun eğmektir. Kendisine boyun eğilen de boyun eğeni dilediği gibi istihdam eder. Şu halde insan, başka hiçbir şeye, meselâ nefsine, menfaatlerine, heva ve hevesine, kendi cinsinden olsun veya olmasın bir takım başka varlıklara, putlara değil, yalnızca Allah’a kul olacak, yani yalnızca O’na “ibadet” edecek, ibadetinde O’na hiçbir ortak tanımayacaktır.
Kur’ân, Firavun’un yeryüzünde gururlanıp İsrailoğulları’nı kendine kul, köle edindiğini, Nemrud’un rububiyet konusunda Allah’la çekiştiğini, Ehl-i Kitab’ın Hz. İsa’yı, Hz. Üzeyr’i ve bilginlerini, rahiplerini rabbler ve ilâhlar edindiklerini, kendilerine yanlarından çıkardıkları hükümlerle kanunlar ortaya koyan ortakları bulunduğunu, müşriklerin Allah’ı hakkıyla tanımayıp, O’nun yanısıra kendilerine yarar ve zararı olmayan birtakım putlara taptıklarını anlatır13. Ve bütün müşrik kavimlerin şirk koştukları yönleri ayrı ayrı açıkladıktan sonra, Allah’tan başka hiç bir ilâh ve rabb olmadığını, ulûhiyet ve rububiyetin parçalanma kabul edemeyeceğini, bunun kâinat için de insan için de aynı olduğunu ilân eder. Her türlü duanın, sığınmanın ve başvurunun mercii Allah’tır. O’nun, nasıl bütün kâinatı yaratırken hiçbir ortağı yoktu ise, O, kâinatın hayatı için koyduğu kurallarda da ortak kabul etmez. Saltanatında O’na denk ve ortak olacak kimse yoktur, O birdir; eşi, benzeri, ortağı olamaz; babalık ve oğulluk gibi, yaratılmışlara ait bütün hususiyetlerden mutlak manâda uzaktır. O’nun yanında, yaratılmış olmaları bakımından bütün insanlar eşittir ve bu insanların birbirlerini ilâh ve rabb edinmesi yasaktır ve şirke varan bir durumdur. O, insanların da Rabbi, Melik’i ve İlâhıdır.
Allah, sorumluluğu çerçevesinde insana “isim”leri öğretmiştir. Bu isimler, müfessirlerin kabulüne göre, bütün eşyanın isimleri olduğu gibi, Hz. Âdem’in zürriyetinden kıyamete kadar gelecek insanların da isimleridir. İsim müsemmanın aynısı olduğu için, isim koymak, isimle tanımak, ismin sahibini de tanımak ve onun üzerinde tasarrufta bulunabilmek demektir. Yani insan, kendisine öğretilen isimlerle, tasarruf sahasındaki varlıklar üzerinde, sınırlı ve sorumluluk getiren bir hâkimiyet elde etmiştir14. Daha sonra Cenabı Allah (cc), insanı, mahiyeti konusunda farklı görüşler bulunan cennete eşiyle birlikte yerleştirdi ve onu bir imtihana tâbi tuttu. Bu imtihan, esasen yeryüzünde yaşamak ve hilâfet fonksiyonunu yerine getirmek için yaratılmış bulunan insanın, yeryüzündeki hayatına uzanan süreçte geçeceği bir merhale idi. İnsan, zahiren bir sürçme ile bu merhaleyi geçti ve yeryüzündeki hayatına başladı.
1- Nuh, 71/14
2-İsfahanî 1961
3- Müslim, “Kader,” 3
4- Ahzab, 33/72
5- Sözler, “30’uncu Söz”
6- Tîn, 95/4-6
7-Lokman, 31/20
8- Bakara, 2/30
9- İsfahani, “Halife” md.
10-Yazır,1960, 1/299
11- Kutub, 1/144; 16/75
12- Gülen, Nisan 1999
13-Bakara, 2/258; Âl-i İmran, 3/64; Maide, 5/72; Tevbe, 9/30-31; Hud, 11/59; Şuara, 26/22; Şura, 42/21; Zuhruf, 43/51
14- Yazır, 1/309-310
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
APARTMANLAŞMANIN ALGI PROBLEMLERİ -1-
Şehirler, medeniyetlerin yeryüzüne aksetmiş izleridir. O izler bizi bir kanaate götürür. Medeniyetlerin inceliklerini, felsefesini, seviyelerini ve büyüklüğünü kurdukları şehirlerden anlarız.
İnsanı hesapsız ve yalın bir şekilde takip eden, onun has bir tanığı olan ve şehrin ana unsuru olan ev; uzun tarihinde sayısız biçimde yüzünü gösterdi. Bugünün evlerine benzeyen ve benzemeyen pek çok ev inşa edildi; farklı evlerden geçti insan, farklı evlerde farklı hayatlar sürdü. İnsanın uzun yürüyüşünde evler sürekli değişti durdu; insanın hayatı, hayat tarzı, iklimi değiştikçe evleri de değişti. Yahut evlere göre hayatını, hayat tarzını değiştirdi insan. Evler, insanın fiziksel gerçekliğine olduğu gibi onun zihinsel, kalbî, toplumsal ve kültürel gerçekliğine de denk düştü. Bu bakımdan evin tarihi, süreğen bir tanıklığın tarihidir; insan ve toplumun en hesapsız tanığıdır.
Evin uzun tarihi, inanç, gelenek, kültür ve medeniyete göre dalgalanan değişik tarzlar, biçimler, anlayışlar sunar. Çadır, kulübe, alaçık, residence, stüdyo daire, apartman, villa, köşk, yalı, gökdelen, konak, gecekondu, güvenlikli site gibi sayısız biçimde yapılaşan ve her bir biçime özgü bir hayat tarzını imleyen ev, devirleri, çağları, dönemleri ân ân takip eder, ortaya serer. Evin uzun tarihi, ayrıca, evin özellikleri, bölümleri, büyüklüğü, yüksekliği, genişliği, darlığı, konumu, değeri, mevkii, teknik ve teknolojik özellikleri, fonksiyonları gibi pek çok özelliğine ilişkin zengin bir veri sağlar. Sadece biçimsel açıdan değil fonksiyonel ve yaşamsal pratikler açısından ev, büyük, köklü dönüşümlerin alanıdır. Bir gösterge olarak ev, toplumsal dönüşümün tüm yönlerini temsil etme, yansıtma, taşıma görevini üstlenir. Evin tarihi, evin bir imgeye dönüşmesinin tarihidir. Bu imge, verimli bir sembolizmi yüklenerek, etrafında yapılaşan tüm hayat şekillerine işaret eder.
Yeni Çağların Başat Konutu Apartman
Apartmanlar, birçok ailenin bir arada yaşadığı konutlar olarak Osmanlı kültüründe ilk defa 19. yüzyılın son çeyreğinde inşa edilmeye başlandı ve geleneksel yaşama biçimine yabancı mimari bir tipin örnekleri olarak tanımlandılar.
Apartman, evin uzun tarihinde yeni bir biçim, yeni bir kurgu ve olgu. Bütün evler gibi apartman da başlı başına bir imge, metafor ve gerçeklik. Hem fiziksel hem de kültürel-toplumsal bağlamda okunması gereken bir imge. Birkaç yüzyıldır baskın bir ev modeli olarak hayat bulan apartman, aynı zamanda toplumsal değişim araştırması için de net bir örnek. Modernleşme, sanayileşme, zenginlik, konfor, kentleşme, lüks konut, sosyal konut gibi pek çok mühim meselenin anlaşılmasında merkezi bir kavram ve metafor. Mimari, kültürel, toplumsal, iktisadi, siyasal ve teknik gibi pek çok nedene dayalı bir şekilde ortaya çıkan apartman, kendinden önceki evlerden kimi özellikler taşımasına karşın yeni bir model olarak kabul görür. Evin tarihinde bir dönüşümü belki de köklü bir dönüşümü ifade eden apartman, hem biçim hem de içerik ve anlam olarak bu dönüşümü ifade eder.
Apartmanı ortaya çıkaran koşulların başında yeni yapı malzemeleri ve yeni teknikler göze çarpar. Demir, çelik ve betonun kullanılması, ayrıca yeni tekniklerin uygulanması apartmanı diğer evlerden ayırır. Her üç öge de bir gücü ve kuvveti sembolize eder; dayanıklı, uzun ömürlü ve yıkılmazdır. Apartman, yapıldığı malzemelerden dolayı güçlü bir ev imajı edinir. Ahşap ve kerpiç evlere karşı büyük bir üstünlük sağlar. Sağlamlık, apartmanı öne çıkarır. Çağın güç, kuvvet, sağlamlık, dayanıklılık, kalıcılık gibi idealleriyle örtüşür apartman. Küçük bir yangında küle dönen ahşap evlerle ve hafif bir esintide toza dönen kerpiç yapıların yanında apartman, ihtişamlı bir iktidar objesi haline dönüşür. Demir, çelik ve beton gibi yapı unsurları, apartmanı yeni çağların başat konutu haline getirir. O da eski çağların evlerini geriletir. Dönem değişir, ev de. Yeni çağların evi, o çağların değerlerini kendi bedeninde yansıtır.
‘Lüküs Hayat’
Apartmanın ortaya çıkış şartları arasında dönem özellikleri dikkat çeker. Genelde sanayileşme, modernleşme ve kentleşme süreçleri paralelinde analize tabi tutulan apartman, hız, seri üretim, rasyonalite, lüks, konfor gibi yeni değerler halesinde var olur. Kentleşme ve nüfus artışının da desteklediği yahut zorladığı apartman, gerekli konut ihtiyacının karşılanmasında bir çözüm olarak yüceltilir. Daha fazla ailenin daha küçük arsa ve parsellerde ikametini kolaylaştıran apartman, bir kolektif konut kimliği kazanır.
Ancak apartman aynı zamanda bir lüks ve konfor meselesidir; modern teknolojinin bir ürünü olup yeni değerlerle mücehhez bir ev modelidir. Bu yüzden apartman, pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de bir sosyal konut, işçi konutu yönünden öte, zenginlik, lüks, iktidar ve seçkinlik objesidir. Lüküs hayat opereti, “Şişli’de bir apartıman/ Yoksa eğer halin yaman” sözleriyle apartman ile lüks, zenginlik ve şaşaa arasındaki yakın bağa işaret eder. Dolayısıyla apartman yalnızca ucuz konut değil aynı zamanda lüks, konforlu, pahalı, modern ve seçkin bir evdir. Çoğu zaman bir zenginlik göstergesi olarak işlev görmektedir; ev içiyle de bu işlevi yerine getirir. Örneğin, eşyalar, mobilyalar, aksesuarlar, dekoratif malzemeler, bölmeler, evin her yanına serpiştirilmiş ayrıntılar birer gösterge olarak varlık kazanır. Apartman, toplumsal kesimler açısından hâlâ cazip, çekici ve arzu edilir bir konut tipidir.
Geleneksel İle Modernin Çatışması
Apartman, bir kolektif konuttur; farklı ailelerin aynı yerde yaşamasını zorunlu kılar. Müstakil ev kültüründen daha farklı yeni bir konut kültürü geliştirir. Kendine özgü kurallar, normlar, standartlar, alışkanlıklar ve ritüellerle örülen bir yaşam biçimini gerektirir. Belli bir yaşam tarzının metaforu olarak okunabilecek apartman, komşuluk, kentlilik, mahallelilik, akrabalık gibi temel ilişki biçimlerine yeni yorumlar ekler. Hiçbir ilişki biçiminin ‘eskisi gibi’ olmasına müsaade etmez. Önceki alışkanlık ve ritüellerin kimi zaman yumuşak kimi zaman radikal biçimde değişmesini arzular. Bir geçiş modeli olduğu için kimi çelişkilere ve çatışmalara yol açar. Apartman eleştirileri sökün edip gelir. Geleneksel ilişkilere, komşuluğa, mahalleliliğe, samimi ve sıcak insan ilişkilerine verdiği zarar çokça konuşulur. Geleneksel ile modern arasındaki çatışmayı yahut denge ve uzlaşıyı ironik bir şekilde terennüm eder. Yeni bir toplumsallaşma biçimi olarak apartman, geleneksel ile modern arasındaki ilişkilerin boyutlarını, özelliklerini bizzat kendi bünyesinde ifade eder. Kültür, inanç, meslek, etnisite, maddi sermaye ve sosyal sermaye bakımından farklı kökene mensup ailelerin bir arada yaşaması, ister istemez yeni bir toplumsallaşma yorumunu doğurur. Acaba bu yönüyle apartman bir ideal-mekân hatta bir ütopya-mekân mıdır? Yoksa iş bilir bir rasyonalitenin bol kârlı kurgusu mudur sadece?
Apartman, biçimsel özellikleriyle dikkat çeken bir modeldir. Çok katlıdır, yüksektir, dikey yapılaşmaktadır. Yüksek bir yapı oluşu apartmanı diğer evlerden ayırır. Farklı bir bakıştır bu kuşkusuz, farklı bir zihniyet durumu. Ev, sokaktadır ama aynı zamanda sokağın fevkinde, mahallede ama aynı zamanda onun dışında, ötesindedir. Elbette tabiattan ayrı bir yerdedir. Hatta insanlardan. Apartman, insanı, sokaktan, mahalleden, tabiattan, insandan koparan bir ajan mıdır? Bütün bunların ortasına inatla dikilmiş bir çelik-beton anıt mıdır yoksa? Yoksa masum, mazlum, naif bir ev mi; sadece döneminin yeni koşullarınca inşa edilmiş ve öylece hayata dâhil olmuş bir ev midir?
Apartman yeni bakışla evin içini yorumlar; biçimsel yorum evin dışında olduğu gibi içinde de gözlenir. Oda taksimleri daha bir özelleşir; salon, oturma odası, çalışma odası, yatak odası, mutfak, misafir odası, çamaşır odası gibi farklı işlevlere dönük yeni mekânsal düzenlemelere yol açar. Her oda neredeyse tek işleve göre düzenlenir. Ayrıca, modern mimari üslubunun izlenmesinde öne çıkan bir olgu olarak balkon ve teras eklenir apartmana. Balkonsuz bir apartman düşünülemez bile. Geleneksel evin ‘hayatı’, modern evin balkonuna taşınır bir bakıma; ama arada müthiş kopuşlar, farklılaşmalar sökün edip gelir elbette. ‘Hayat’ mahremiyeti temsil ederken, balkon açılmayı, açıklığı, görünürlüğü ve görmeyi temsil eder.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR



