JoomlaLock.com All4Share.net

O'NUN (SAV) ŞAHSİYETİ VE MANEVİ KİMLİĞİ ŞERİATİN ME'HEZİDİR

Şer-i şerife bir teori gözüyle bakarsak; ilâhî, İslamî bir teori olarak değerlendirirsek sünnet-i Rasûlullah (Aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) da bu teorinin pratiğidir. Pratiğe dönüşmeyen teoriler zaman içinde âkim kalacaktır. Biz bunu geçmiş semâvî dinleri, Musevîliği, İsevîliği tetkik ettiğimizde çok rahatlıkla görebiliriz. Böyle bir pratiği olmadığı için, yaşanmışlık veya yaşanılırlık arz etmedikleri için hepinizin malumu ciddi bir tahrifata uğramış. Ve o dinin bünyesinde yetişen ulemâya baktığımızda -Belki ulemâ demek de doğru olmayacak da onların kendi ifadeleriyle teologlar diyelim. Çünkü ulema bize özgün ve Allahu Teâlâ’nın (Azze ve Celle) Alîm sıfatına nisbeti olan bir ifade.-  bugün için Hak’la çok fazla bir nisbetleri kalmamış. O yüzden onları bizim çerçevemiz/zaviyemiz içinde değerlendirecek olursak yanılabiliriz. Bu şu anda konumuzla pek alakalı değil farklı bir müzakere konusu edilebilir…

Onların teologları kendilerini merkez olarak görüp adeta şeriatlerini kendilerinden menkul hale getirmişler. Ve bugün de sayısal olarak dünyada çok ciddi bir nüfusa sahip olmalarına rağmen huzur ve sükûneti bulamamışlar. Bunun için bir tarafta aşırı, vahşiliğe dönüşecek derecede bir saldırganlık, kötülük; bir tarafta iç huzursuzluk ve şu anda yakinen takip ettiğinize inanıyorum bulundukları ortamları yakıp yıkıyorlar. Biz bunu espri olarak kullanıyorduk; “Roma’yı da yakarız!” hesabı, Roma’yı da yaktılar. Müthiş bir huzursuzluk, dengesizlik... Her şey çığırından çıktı.

Ama İslam âlemine baktığımızda Müslümanlar olarak cehaletimizin, gafletimizin acısını/bedelini biraz pahalı ödedik.
Ateş yanmayan yerden duman çıkmaz, derler. Şu anda bir bahardan söz ediliyorsa, Arap Baharı vesair… değişik isimlerle anılsa da, bu tünelin ucundan ışık göründüğünün işaretidir. Bu bahar sadece bir kavmin, bir milletin baharı değil, inşaallah bütün inananların baharı olabilir. Eğer inananlar emin adım atarlarsa, duyarlı olurlarsa, kaybettikleri değerlere yeniden sahip çıkmaya azmederlerse ve hayatlarında teoriyle pratiği birleştirirlerse; imanla ameli; bilgiyle, kültürle ahlâkı; gayretle, yüce himmetlilikle sanatı; yani belli güzellikleri birbirinden ayırmadan, birlikte değerlendirirlerse; sevgiyi ve uhuvveti/kardeşliği birleştirirlerse bu bahar inananların baharına dönüşebilir. Arap baharı olmaktan çıkıp insanlığın baharı olur. Çünkü “İnanıyorsanız üstünsünüz.” buyuruyor Cenâbı Hak. Müslümanlar adeta bütün dünya milletlerinin, Müslüman olmayan insanlığın lokomotifi gibi yaratılmışlar. Bütün insanlığı peşlerine çekebilirler. Elbette ki istisnalar olacaktır, muannitlere bizim yapabileceğimiz çok fazla bir şey yok, çünkü İslam belli şeyleri sınırlandırmış, hudutlar koymuş. Zalimlerin, belli kâfirlerin, belli müstekbirlerin, müstevlilerin hidayeti olmadığını Cenâbı Hak beyan buyurmuş. Bu konuda da bizim ısrarcı olmamız kraldan çok kralcılık olur, yanlış olur.
Ama biz öncelikle toplumsal olaylardan ziyade -bunları bırakalım anlamında söylemiyorum- ferdin, kendimizin tekâmülüne özen göstermeliyiz. İmanımızın tekâmülüne, amelimizin salihleşmesine, bilgimizin temiz ve dürüst kaynaklardan gelmesine, ahlâkımızın istenilen evsafta olmasına, nefsimizin mez’mum sıfatlardan berî olmasına özen göstermeliyiz. Bununla birlikte ciddi bir şekilde İslam cemiyetinin, İslam cemaatinin çekirdeği olabilecek aile hayatını bu teori ve pratiğe göre tesis edip, bilâhare “Kû enfusekum ve ehlîkum…” fehvasınca, Kur’ân’ın bize beyanı üzere kendimizden başlayarak aile, çevremize yönelmeliyiz. Bu Mevlâ’nın lütfuyla yayılacaktır. Çünkü “Şükrederseniz ziyadeleşecektir.” buyuruyor Cenâbı Hak. Nimetin önce mün’imini bilip yani o nimeti kimin verdiğini ve bize niçin verdiğini bilip anlayabildiğimiz kadarıyla o Mün’im-i Hakiki’nin, nimet vericinin muradı, işareti-beşareti doğrultusunda nimeti kullanmak, değerlendirmek şükrün ta kendisidir.

Sultanu’l Enbiya hamd ifadesini dua ifadesi olarak zikretmişler. “Duaların en efdali elhamdülillah demektir.” buyurmuş. Yani Allah’ı yüceltmek... Ama Allah’ı yüceltmek sadece bir kelime ile değil kulun amelinde, aksiyonunda, hal hareketinde de olmalı ki işte bu şükürden sayılırsa o zaman mesele ziyadeleşecek. Cenâbı Hak müminlerin sözlerine tesir halk edecek, işlerine bereket lütfedecek. Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle belki bir saat, bir yıl hükmüne geçecek bu kadar bereketli, huzurlu ve nusretli bir an olacak. Bu olduğunda zaten istenilen de, bahar diye kastedilen bu olsa gerek diye düşünüyorum.

Ama bunun temelinde bizim önce kendi şahsımızda nefsin tekâmülüne önem göstermemiz lazım. Hz. Mevlânâ’nın güzel bir ifadesidir: “Nefis dört köşeli bir dikene benzer, hangi köşesine otursan rahat edemezsin, batar.” Nefsini ne yönde kayırmaya, kollamaya kalksan o sana huzur/rahat vermez, onun her cephesinden zarar görürsün. Bunun için bütün bütün nefsin tekelinden, nefsin tahakkümünden kulluk bilinciyle Allah’a teslim ve tevekkül etmek lazım, Allah’ın iradesine râm olmak lazım, Allah’ın muradını anlamaya çalışmak lazım.

Bu da sadece inanmakla -Şeriata iman ediyoruz elhamdülillah!- ve sadece sevmekle -Kâinatın Efendisi’ni (sallallahu aleyhi ve sellem) seviyoruz- bitmiyor. İnanmak ve sevmek başlangıç, belki ilk adım ama bu inancı ve sevgiyi pekiştirmek… Biz iyi biliyoruz ki bu Din-i Mübin yaşanmak için gönderilmiştir. Din ideolojik bir mesele değildir. ‘Sadece inanılsın’ değil, yaşanılması için bu din gönderilmiştir. Ve Cenâbı Peygamber de numune-i imtisal olarak bize lütfedilmiş, bildirilmiş. Yine Bediüzzaman’ın güzel bir ifadesidir ki Fakir’i çok etkiler, belki sünneti son dönemde böyle güzel tarif edebilecek bir ifade ender bulunur… Buyurmuşlar ya: “Zat-i Risaleti Ahmediyye’nin Cenâbı Peygamber’in (Aleyhi’s-selâtuve’s-selâm) gerek şahsiyyeti ve gerekse O’nun manevi kimliği, risaleti O’nun her etvarı/tavrı eşya ve hadise karşısındaki tutumu, her ahvâli/hâli -bu ister dünyevi olsun, ister uhrevi olsun-, her akvali/sözü, kelamı bunların tamamı şeriatın me’hezleridir, şer-i hükümlerin çıkış noktaları, oluşum sebepleridir ve menabi-i dindir.” buyuruyor. Bunlar dinin dayanakları/direkleri, dini hakikatlerin membaıdır diyor. Bunun için Cenâbı Hak bize buyuruyor ki, “O’na bakın! Allah’a inanıyorsanız, Allah’ı seviyorsanız Sultanu’l Enbiya’ya bakın (Aleyhi’s-selâtuve’s-selâm). O’nu sevin ve O’na ittiba edin/tabi olun.” Bu, anlayışınızdan tutun da Muhammedî bir anlayış, Muhammedî bir duruş Muhammedî bir ahlâk… Bu oluşumları genişletebiliriz. Cenâbı Hak “Her hâli ile bir Muhammedcik olun!” buyuruyor adeta. Çünkü Allah’a ve ahirete iman edenler için bütün güzellikler O’nda toplanmıştır.

Burada güzellikten kasıt nedir? Resûlullah’takiler sadece -la teşbih- bir sanatsal güzellik midir, yani seyirlik midir sadece? Bakalım, “Ne muazzam, ne mükemmel, ne müthiş bir şahsiyet”… Sadece bu ifadelerle sınırlandırabileceğimiz bir varlık mıdır ‘risalet’ ve ‘sünnet’? “Güzellikler O’ndadır” buyuruluyorsa bu güzellikten kasıt; sizin için kurtuluş, saadet, selamet, çıkış yolu O’ndadır…

Bunun için diyorum ki sadece sevmek yetmiyor. Hazreti Peygamberi sevmek de başlı başına bir meseledir. Zaten sevmeden ittiba edemeyiz. Sevmediğimize mutabaat edemeyiz. Sevgi aynîleşmeyi getirir. Sevgi saridir/bulaşıcıdır, meseleyi biraz daha kolaylaştırır ama kuru kuruya bir sevgi de bize yetmemeli. Bu pratiği gücümüz nisbetinde madem ki Mevlâm bizden güç yettiremeyeceğimiz yükleri/sorumlulukları/zorlukları istememiş, gücümüzün yettiği, elimizin, fikrimizin gönlümüzün uzanabildiği yere kadar Kâinatın Efendisi’nin hayatını hayatımıza taşımalıyız. O zaman Cenâbı Hakk’ın vaadettiği hakikatler gerçekleşecektir, istediğimiz şeye çok kolay ulaşacağız. “Allah’a iman eder ve salih amellere devam ederseniz sizden evvelkilere lütfedildiği gibi yeryüzünün idaresi -zaten yaratılış gayemiz bu idi- size lütfedilecektir.” buyuruyor Cenâbı Hak.

Bu anlamda şeriat ve sünnet birleşerek hikmeti, hakikatı oluşturmaktadır. Bunun dışında ister tasavvufî cemaatler yani zikri cemaatler olsun, ister fikrî cemaatler olsun farklı çizgilerdeki insanlar olsun zaten âyetin bizden istediği bu her ikisinin birlikte olması. “Fa’lem ennehu lâ ilahe illallah” buyurmuş Cenâbı Hak. “Fa’lem” bilgidir, harekettir, aksiyondur, ameldir; “Lâ ilahe illallah” tevhiddir, ihlastır, zikirdir, ötelerin ötesine kadar bizi ulaştıracak olan yegane vasıtadır “Lâ ilahe illallah”. Ama bunun ikisi birlikte zikredilmiş.

Zikri ve fikri birbirinden ayırmak Müslümanların özünde başladığı için sonra bed amel olarak çıkmış. Zikri ve fikri birbirinden ayırmışız bir kısım ehli ilim demiş kendine ilmin taassubuna düşmüş gurur, kibir, taassub farklı bir âleme dalmış. Öbürü bu sahayı bırakmış ‘Ben zikirle varacağım.’ demiş, o da zikre düşmüş, cehlin karanlığına batmış, cehalete düşmüş, dolayısıyla da gaflete düşmüş. Çünkü zikretmiş ama neyi zikrettiğini, niçin zikrettiğini bilmemiş, bundan habersiz olmuş.

Arada bu uçurum oluşunca Cenâbı Hak insanlığı irşad için adeta farklı bir hal olarak bunu karşımıza çıkartmış. Bakmışız siyasette mekteple medresinin birbirinden ayrılması gerçekleşmiş. Bir tarafta dünyasız ulema bir tarafta, çok özür dilerim, dinsiz MEKTEPLİLER. Eski tabirle alaylılar, mektepliler denirdi; bir tarafta alaylılar, bir tarafta mektepliler oluşmuş ama her ikisinin de bir şeyleri noksan ve bugüne kadar bu çatışma süregelmiş. Günün insanı bu iki sahayı birleştirme durumunda. Hem aklın medeniyetine hem vicdanın, irfanın medeniyetine erişme durumunda, bununla sorumlu/yükümlü. Hem şer’î ilimleri mükemmelen, sağa sola bakmadan tahsil edip hem de müsbet ilimlerden nasibini alıp vicdanın ve aklın medeniyetine ulaşarak, zikri ve fikri birleştirmeli. Nedenli mücadeleci, mücahid ise o denli de mücahedeci, sûfi/derviş olmalı. Çünkü salt, kuru bir mücadelede insanı başa götürmüyor. Yakın tarihimizde bunun örneklerini çok gördük. Müslümanlar ciddi mücadeleler verip elde ettikleri kazanımları mücahede eksikliklerinden dolayı kaybettiler, kaybetmek zorunda kaldılar. Geçmişimizde Afgan hadisesi, Afgan-Rus savaşı bunun çok açık örneğidir. On beş sene Rusla savaştılar, müthiş bir zafer kazandılar. Süper bir gücü darmadağın ettiler ama o dört köşeli dikene benzetilen nefislerinden feragat edemedikleri için bakın halen kendi içlerindeki mücadeleleri devam ediyor. Geçenlerde Allah rahmet etsin Rabbani’yi ortadan kaldırdılar. Ne derece doğru bilemiyoruz tabi bunlar duyumlar ama Taliban ortadan kaldırdı diyorlar… Ne acı bir şey.

Bir savaş esnasında Usame b. Zeyd bir müşriği öldürürken o müşrik “Lâ ilahe illallah” dedi. Ama Hz. Usame durmadı yine o müşriği öldürdü. Bu Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kulağına geliyor, Hz. Usame’yi   sorguluyor: “Nasıl Allah’ın emanına giren birini, Allah’tan eman isteyen birini nasıl katledersin?” Usame ister istemez savunmaya geçiyor: “Ölüm korkusundan Allah’a sığındı, ölümden korktuğu için o ‘Lâ ilahe illallah’ dedi.” diyor. Efendimiz’in cevabı tokat gibi: “Sen onun kalbini yarıp içine mi baktın, kalbinde miydin?” Yani o andaki halet-i ruhiyesini nasıl bildin? Hz. Peygamber bunu bir müşrik için söylüyor. Yukarıda bahsi geçen mevzu ise müminin mümine karşı tavrı. Çok acı bir şey…

İşte bu mücadele anlayışı oluşmuş ama mücahede anlayışı, mücahede hali oluşmadığı için bir çok güzel kazanımlarımızdan fedakarlık etmek durumundayız. İnşaallah Türkiye’deki Müslümanlar bu duruma düşmezler. Güzel bir noktaya gelinmiş bu Allah’ın bir nimeti, afedersiniz, kıldan tüyden sebeplerle birbirimizi tekfir etmemeli, tenkit etmemeliyiz. Yapıcı tenkit güzel birbirimizi tenkit etmeliyiz ama bir bir yüzümüze bu tenkidi yapmalıyız. Hayrı, doğruyu bulmak için bu tenkitleri yapmalıyız. Tenkidin de dozunu arttırmamalıyız. Tenkitlerimiz tekfire varmamalı, kırıcı parçalayıcı olmamalı. Eğer bu durum yaşanıyorsa bu bizim mücahede eksikliğimizden kaynaklanır. Bizim zafiyetimizden kaynaklanır ki bunun bedelini biz öderiz.

Malum o günlerde yapılan zikir ile fikrin ayrılması, sosyal hayata yansıyan yönü: mekteple medresenin ayrılması; daha ileri doğru giderek dinle siyasetin ayrılması… Ayrışmalar, kopmalar başlamış. Bakın bu işin temeli Üstad Necip Fazıl’dan dinlediğimiz, Abdulhakim Arvasi Hazretleri buyuruyor ki: “Bu hak müesseseler, geçmişten gelen kadim geleneğimizin ocakları olan o medreseler, zaviyeler/tekkeler kendi kendilerini kapatmışlardı, işlevlerini yitirmişlerdi. Medreselerden zikir kalkmıştı, tekkelerden ilim kalkmıştı. Medreseler cedelcilerle doldu, tekkeler tembellerle doldu, asalaklar yuvası haline geldi. Sahibi, Cenâbı Hak bundan razı olmadı. Bir ferd-i leîmi gönderdi, hepsini seddetti, hepsinin kapısına kilit vurdu. Asıl kilitleyen bizim ahvalimizdi/halimizdi. Hadisi şeriftede buyuruluyor ya; “Allah sizin suretlerinize, şekillerinize vesairelerinize bakmaz. Allah sizin gönüllerinize ve o gönüllerinizin içindeki kastınıza/niyetinize, amelinize bakar.” Halimiz onu gerektirdi ve Cenâbı Hak öyle bir zuhuratta/lütufta bulundu. Bunu bizler şimdi anlayabiliyoruz ve diyoruz ki zararın neresinden dönersek kârdır. Geçmişimizden iyi dersler alıp -her ne kadar bugün bunları da elimizden almaya çalışsalar da- bir yandan şer-i şerifin ahkâmını, sünenat-ı seniyyeyi, ahlâkı Muhammediyye’yi iyi muhafaza etmeye çalışmalıyız.

Hatta bugün fitnevizyonda bir kanalda birisine kulak misafiri oldum, çok da vaktim yoktu. Kur’ân-ı Kerim’in bir ayeti üstünde yorumda bulunuyor. Aişe annemizin başına gelen “İfk Hadisesi”ni de delil getiriyor. Olayı tefsirlerden okumuşsunuzdur, o yüzden pek teferruatına girmeyeceğim. Rabbimiz’in emri gereği mesele selamete, açıklığa kavuşana, hakikat ortaya çıkana kadar Efendimiz Aişe annemizi Hz. Ebubekir Efendimiz’in evine bırakıyor. Çünkü söylentiler var, ashabtan farklı farklı görüş beyan edenler var. Cenâbı Peygamber de Allah’ın emrini bekliyor, kararı bekliyor…

Bu arkadaşımız bu mevzuyu delil alıyor, şurayla bağlantı kuruyor: İslam’da bir erkeğin hanımını dövmesi yoktur. Geçmiş fukaha, koca koca fıkıh âlimleri bu ayeti, evlerin ayrılma mevzuunu almış hanımı dövmeye dönüştürmüşlerdir ve hanımı dövmeye delil oluşturmuşlar, dövülmesine cevaz vermişler. Bunu o geçmiş ulema meşrulaştırmışlar…

Bir şey izah edelim, gerçeği/doğrusunu anlatalımama geçmişimizi karalayarak nereye varabileceğiz… Biz o geçmişin meyvasıyız. Eğer geçmişteki maya bozuksa bugün bizim temiz olmamız, dürüst olmamız mümkün değil. Geçmişin çekirdeği özürlü ise bugünkü ağaçlar, bugünkü meyvalar da kurtlu olmak durumunda. Biz geçmişin meyvasıyız ve geleceğin çekirdeğiyiz. Geleceğe de biz temel oluşturacağız. Biz kendi temelimizi böyle zîruzibar edersek geleceğe ne bırakacağız?

Bu bir iftira… Nasıl geçmiş ulema bu ayetleri, o hareketi delil almış da eşlerin dövülmesine bundan hüküm çıkarmış, istinbat etmiş, böyle bir içtihatta bulunmuş… Ne alâka… Konu ile ilgili farklı ayetler var. Aile hayatıyla ilgili, aile terbiyesiyle ilgili, eşlerin bir birleri üstündeki hukukuyla ilgili çok farklı hükümler, emirler, tavsiyeler var Kur’ân-ı Kerim’de. Bununla nasıl bağdaştırırsın.

Bakın meseleyi buradan nereye getiriyor… Diyor ki, bugünkü kadınlar Aişe annemize çok dua etsinler, ona müthiş bir minnet içinde olsunlar. Niye, ilk kadın haklarını savunan, kadın haklarını gündeme getiren Hz. Aişe’dir… Aişe hangi mektepte yetişti… Aişe’yi yetiştiren o üniversite… Bunun hiç mi önemi yok,  Allah’tan korkalım.

İşte sünneti çarpıtırsak, sünnetle şeriatın arasını açarsak; dedik ya şeriat teori, o zaman ona biz istediğimiz gibi pratikler bulabiliriz. Bugün yapılmaya çalışılan bu. Buna karşı Müslümanlar duyarlı olmalı. Bizim memleketimiz Osmanlı ve devamı olan Türkiye geçmişte bir istila yaşamadı, sömürge/müstemleke olmadı ama şu anda müthiş bir kültür istilası yaşıyor. Bunun belki sömürge olmaktan çok daha ciddi tehlikesi var. Sömürge olan ülkeler bakın bir gün özgürlüklerine kavuşuyorlar. İşte Libya’dır, Tunus’tur, Mısır’dır… Bunlar özgürlüklerini elde etmeye uğraşıyor, Suriye bunun için mücadele ediyor, Allah muvaffak kılsın. Ama kültür istilası çok farklı bir şey. Yeni yeni bir uyanış, yeni yeni bir diriliş başlamışken insanların bu ihlâsını, bu asla dönüşlerini bu şekilde etkilemeye çalışıp çıkmaz sokaklara insanları sevk etmek; bir taraftan feminizmi körüklemek yani Hz. Aişe’yle Hz.Muhammed’in (Aleyhi’s-selâtuve’s-selâm) arasını açmaya çalışmak, dolayısıyla kadınları Hz. Peygambere değil de bir ikinci şahsiyete yönlendirmek, sanki onların peygamberi Aişe’ymiş gibi o tarafa yönlendirmek; geleneksel aile yuvasını ki Rabbimiz “Er-ricâlu kavvamune ale’n-nisa” buyuruyor, erkeğin idaresinde, erkeğin kanatları altında, erkeğin enerjisinde bir aile, bir yuva… Bunu değiştirmeye çalışmak, burada kadını obje haline getirmek…

O kişinin konuşmalarından ben bunları anladım, bende yaptığı çağrışımlar bunlar oldu. Basit gibi görünen bir meseleyi anlatırken detaylı düşündüğümde meselenin boyutları çok farklı yere gidiyor. Bu aile huzurunu bozmaktan başka bir şey değil. Düşün ki şimdi böyle bir kadın bütün hakları kendi elinde görerek, feminist bir anlayışla evde eşine dikildiğinde dayak yiyecek bu kadın. Dayak yiyecek çünkü biz erkeğimizi tanıyoruz. Bu makul olduğu için söylemiyorum inşaallah anlıyorsunuz, ama mevcut yapı bu. Biz bu yapıyı anca zaman içinde, eğitimle değiştirebiliriz. Ahlâk-ı Muhammediyye’yi insanlara aşılayarak bunu değiştirebiliriz. İnsan sevgisini öğreterek bunu değiştirebiliriz. İnsana saygıyı öğreterek bunu değiştirebiliriz… Her şeyi kadın hakkı, erkek hakkı deyip karşı karşıya getirip çatıştırarak bir yere varamayız. Bazen de huzur için belli haklardan fedakârlık gerekir. Bazen erkek fedakârlık yapar, bazen bayan fedakârlık yapar,  huzur böyle olur. Toplumda da bu böyledir, çünkü aile toplumun maketidir, zübdesidir. Bu fedakârlıklarla buraya varılabilir.

Bunlar kasıtlı. Asıl kasıt ne, pratikle teorinin arasını, şeriatla sünnetin arasını uçurumlaştırmak, bunları birbirinden ayırmak. Planlı olarak yapılmak istenilen bu. Rabbim Müslümanlara güç, kuvvet versin. Şuur, basiret, feraset versin. Hakkı hak görüp ittiba etmeyi, batılı batıl görüp batıldan sakınmayı lütfetsin inşaallah…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort