JoomlaLock.com All4Share.net

KUR'AN-I KERİM İLE İNSAN-I KAMİL TEV'EMDİR

Kur'an-ı Kerim ile İnsan-ı Kamil Tev'emdir - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 103 - Temmuz 2016

 

Kur'an-ı Kerim ile İnsan-ı Kamil Tev'emdir

 

Sual: Bir sohbetinizde Kur’an-ı Kerim’in kendisini temiz olanlara, temiz niyetle bakanlara açtığını buyurmuştunuz. Misal Kur’an-ı Kerim’i herkes okur fakat herkesin istifadesi farklı olur. Bu pencereden bakarsak mürşidi kamil, insanlara kendisini nasıl açar, ondan istifade nasıl olur?

Cevap: Büyükler buyurmuşlar, insanı kamil ile Kur’an-ı Kerim tev’emdir, yani ikiz gibidir. İnsan konuşan bir kitaptır. Cenabı Hak birçok esrarı, hikmeti insana yazmıştır. Kitap yani elimizdeki Mushaf Bediüzzaman’ın da ifadesiyle “fihriste-i âlem”dir; alemlerin bir fihristidir. Yani onlarda mevcut olan şeyleri bildirir. 

İnsan bir kitaptır, kainat bir kitaptır. Dolayısıyla nasıl ki Kur’an’ın kendisine has bir edebi varsa Kur’an’la bütünleşmiş olan insanın, Hazreti Peygamber’in edebini de yine Kur’an tarif etmektedir: Önüne geçilmemesi, O’nun yanında sesin yükseltilmemesi, birbirimize yaptığımız muamelenin O’na yapılmaması noktasında ciddi bir şekilde Kur’an bizi ikaz buyuruyor. Hatta bunlara riayet etmezsek amellerimizin iptal olacağını bildirir Sure-i Hucurat’ta: “اَنْ تَحْبَطَ اَعْمَالُكُمْ - Amelleriniz batıl olur.” diye Cenabı Hak ikazda bulunur.

Temiz olmayanlar Kur’an’ın hakikatine giremedikleri gibi demek ki taharet-i batine, taharet-i kamile sahibi olmayan insanlar da insanı kamilin hakikatine ulaşamazlar. İmamı Rabbanî: “İnsanı kamili tanımak Allah’ı tanımaktan zordur.” diye ifade eder. Kainat Allah’a delalet/işaret eder. Ama insanı kamil hicabı beşerle mestur olduğu için beşeri sıfatlarla gizlidir. Meğerki insanın onda nasibi olsun.

“Kamil insan kibriti ahmer gibidir.” der İmamı Rabbanî, az bulunan bir kimyadır. Kibriti ahmer; kırmızı başlıklı kibrit anlamında kullanılır. Bu abı hayat misali bir iksirdir, bir kimyadır. Kamili ona teşbih eder. Bu yüzden onu tanımak güçtür. Meğerki Allah bir nasip halk etsin. Ondan yana sende bir nasip halk etsin ki o sana açılsın…

Tabi bütün meseleler kişinin ihtiyaç hissetmesiyle başlar. Hazreti Sultanımız: “Görenedir görene, köre nedir köre ne!” buyururlardı. Yoksa Cenabı Hak her şeyi gözümüzün önünde zahir kılmış.

Niyazi Mısrî (ks) buna işareten buyurur ki:

Hak’tan ayan bir nesne yok,
Gözsüzlere pinhan imiş. 

Hakikatten ve hikmetten açık bir şey yok. Cenabı Hakk’ın batıniyyeti; zuhurunun şiddetindendir. Cenabı Hak kadar zahir bir varlık yoktur. Zuhuru o kadar şiddetlidir ki bundan dolayı görünmez olmuştur. Dolayısıyla da O’nunla irtibatlı olan her şey zahirdir ama biz görmek istersek, biz ihtiyaç hissedersek… İman bir ihtiyaç meselesidir. Bu yüzden Kur’an buyurur ki:

“فَمَنْ شَٓاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَٓاءَ فَلْيَكْفُرْۙ - Artık dileyen iman etsin dileyen inkar etsin.” (Kehf 29)

Kim buna ihtiyaç hissediyorsa iman etsin; dileyen de inkarda bulunsun, iman etmesin. Bu aslında çok gerçek bir demokrasidir. Bu bir ihtiyaç meselesidir. İnsan bu imanın tekamülü, işlenmesi, cevhere dönüşmesi manasında bir ihtiyaç hissediyorsa kamile de ihtiyaç hisseder. Onun için Rabbimiz:

“مَنْ اَنَابَ اِلَيَّۚ” buyurur (Lokman 15). Kim Allah’a inabe etmişse onlara uymamızı emreder. Kainatta her şey birbirine sebeptir. Sebepsiz insan vuslat bulamaz. İstisnalar şaz hükmündedir. Onların üzerinden bir durum değerlendirmesi yapamayız. Dinin inzaline de insan sebeptir, çünkü insan içindir. İnsan olmasaydı dine bir ihtiyaç duyulmayacaktı. Cenabı Hakk’ın farklı muratları olabilir, bilemiyoruz. Ama biz zahire göre konuştuğumuz için ancak idrakle yani anlayışımızla konuşabiliyoruz. Dinin inzaline, dinin nazil olmasına insan sebep olmuş; insanın terbiyesine, Hakk’a vuslatına da din sebep olmuş. Din insanı eğitmek içindir.

Her şey mutlak bir sebeple bir menzilden bir menzile ulaşabiliyor. Bu anlamda da kamil insanlar öğrenmemizde, yaşamamızda ciddi bir sebeptir.

Büyüklerimiz öyle buyuruyorlar, ki bu da bir cilvedir, bazen kamiller adamın elinden tutup kapı kapı dolandırır kamil aratırlarmış. Allah bizi böylelerinden etmesin.

Bu anlamda Ebu Talib’in, Ebu Leheb’in, Ebu Cehil’in durumunu düşünün. Bunların Peygamber (asv) ile zahir noktada ciddi bir karabeti/yakınlığı var. Kan bağları var; amcaları, amcaoğulları ve belki sürekli bir birliktelikleri var. Ebu Talib’in ciddi katkıları var. Belki o dönemdeki birçok müslümanın sağlayamayacağı kadar katkıları var. Ama ihtiyaç meselesi, bakış meselesi… Öbür tarafta bir Selman’a bakın, Bilal’a bakın, Zeyd b. Harise’ye bakın, Süheybi Rumî’yi düşünün. Bunların konumu; dışarıdan gelen garip insanlar, yabancı insanlar, hiçbir zahiri karabeti olmayan insanlar. Ama onların istifadesini düşünün, onların teslimiyetini, nasiplenmesini düşünün…

O gün durum ne ise aslında bugün de durum o. Biz bugün ne durumdaysak o güne yetişseydik yine aynı durumda olacaktık. Bugün bizim kamillere bakışımız o gün nebilere bakışımızı belirleyecek. Şimdi biz belki bu meseleyi kendimize sorduğumuzda mangalda kül bırakmıyoruz; biz şöyle yapardık, böyle yapardık diyoruz. Ama bir söz var ya “Halep orda ama arşın burada.” derler. Hadise çok farklı değil…

Meseleyi şöyle anlamayın; bu ifade kamille en mükemmeli yani bir peygamberi eşitliyoruz anlamında değil… Bizim tavrımız değişmez. Yoksa verilişte Ebu Leheb’in imanı ile Ebu Bekir’in imanı aynıydı.

İkisine de mevhibe olarak iman verildi. Her ikisi de yaratılışında İslam fıtratı üzere yaratıldı. Ama birinde o iman kömür oldu, birinde elmasa döndü. Ebu Bekir’de (ra) cevherleşti elmasa döndü, öbüründe kömüre dönüştü, kendini de yaktı. Fark ettiren şey; bakışları, ihtiyaçlarıydı.

Cennetmekan Terzi Baba’nın Erzincan’da biraz şöhreti duyulmaya başlayınca bazı çevreler merak ediyorlar; altı üstü bir terzi bu kemali nasıl elde etmiş, nasıl kazanmış, nerden bulmuş, kimden almış diye. Bir mektep, medrese gördüğüne dair çok da bir şey duyulmamış, çok fazla öyle rivayetler de yok onun hakkında. -Günümüz insanı da böyledir; bu hepimizde olan bir hastalık. Allah eş-Şafii ismi hürmetine bu yönlerimizi şifayab kılsın.- 

Erzincan müftüsü bir gün davet etmiş Terzi Baba’yı, o da meraklanmış demek o çevrelerde bu tip konular konuşuluyor. Biraz sohbetleşip tartmak istiyor Terzi Baba’yı. Konuşurlarken Cenabı Hakk’ın sıfatları üzerine mevzu açılmış. Akaide dair neler biliyor, kelamdan haberi var mı gibi bir kantara çekecekler. Yunus da der ya; “Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.”

Bunu da sigaya çekmeye başlamışlar. Cenabı Hakk’ın sıfatları üzerine mevzu açılınca Terzi Baba adette birini noksan söylüyor. Cenabı Hakk’ın ilim, basar, hayat, kudret, irade… gibi sıfatlarını zikrediyorken bunlardan birini noksan söylüyor. Diyorlar ki; 

- Bu bir tane eksik olmadı mı? 

- Sizin için böyle, buyuruyor. 

- Nasıl bizim için böyle? Diyor ki,

- Siz Allah’ın kudret sıfatına inanmıyorsunuz, size göre Allah kadir değil.

- Nasıl olur, diyorlar. Terzi Baba buyuruyor ki: 

- Eğer siz Hakk’ın kudret sıfatına inansaydınız, düşünürdünüz ki Allah dilerse bir terziye de bir şeyler verir. Bu Allah’ın kudretinden eksik midir, değildir. Buna gerçekten iman etmiş olsaydınız bir düşünce hissesi, bir pay ayırırdınız. O yüzden ben sizin inanışınızı söyledim; size göre bir tanesi noksan…

Mahcup oluyorlar ve konular açıldıkça bakıyorlar ki mesele onların bildiği gibi değil ve aralarında sulh oluyor. 

İşte insan bunu bazen düşünemiyor; kamilde ne var, bizden farkı ne? Bunu Peygamber için de düşünmüşler ki; Cenabı Hak O’nun dilinden o farkı bize açıklıyor, o farkı söylemesini emrediyor O’na:

“قُلْ اِنَّـمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ” (Kehf 110)

Evet, görünüşte bir farkım yok. Bir insanda beşeri olarak ne özellikler varsa bir Peygamber olarak bizde de o özellikler var buyuruyor Cenabı Peygamber. Ama bir fark var; Allah bizi seçmiş. İşte düşünülmeyen nokta burası; Allah’ın seçiciliği... Terzi Baba’nın ifadesiyle kudreti, tercihi… İşte bu anlayışla bakınca sufiler demişler: “Her gördüğün Hızır bil.” Yani herkeste böyle bir hazine olabilir. “Her geceyi Kadir bil.” Ki Hakk’a kurbiyet/yakınlık, vuslat için vesile olsun sana. İlla Kadir Gecesi için oturup da ramazanı şerifi bekleme.

Zaman zaman paylaşırım sizlerle Üstadımızın halifelerinden cennetmekan Lütfi efendi var. Biri gelmiş bunu sıkıştırmış; vaktin kutbu kim, zamanın manevi sahibi kim, irşad postunda oturan kim, diye. Gelen kişinin sözde bu işlere de merakı, muhabbeti var. Biraz da demek ki nazı geçiyor, bunu ona sürekli soruyor ve onu kendince sıkıştırıyor. Kalender meşreb biri ama bazen de sertleşebiliyor Lütfi efendi, Allah rahmet etsin.

Buyurmuş ki: “Aha da benim! Kutup benim, gel!” Adam kalmış, böyle bir şey beklemiyor. “Kutup benim!” demiş. Yani niye böyle bu kadar zorlayıp duruyorsun, buyur hadi gel ne yapacaksan yap, demiş. Adam kalmış... Lütfi efendi buyurmuş ki: “Sana desem ki kutup başka biri ne değişecek ki sende?”

Eğer bizde o öz olursa, o ihtiyaç olursa ve bunda samimi olursak Cenabı Hak bizim irademizi, ihtiyarımızı yönlendirir. Bizim o bir adımımıza karşılık onları bize on adım yaklaştırır. Yoksa kamillerin başında gök kubbe boyunlarında ak habbe olmaz, diyor Ladikli Ahmed Ağa.

Reşahat’da zikredilir de Zenci Ata hazretleri diye bir zat var, Türkistan’da yaşamış büyüklerden birisi. Biz nasıl şimdi şeyh diyoruz, Türkler de büyüklerine o dönemlerde ata unvanı verirmiş. Oldukça esmer bir zat imiş devletli. Çobanlık yaparmış... O dönemin meşhur alimlerinden dört kişi medreseden mezun olmuşlar. İkisi seyyid, sâdâttan, Peygamber nesli insanlar. Aralarında meşverette bulunmuşlar ki; şimdi biz bir ilim sermayesine kavuştuk ama bu sermayeyle bir ticaret yapmamız lazım ki kâra geçelim. Bu ilmi; amele, ahlaka, irfana dönüştürmeliyiz. Bunu da biz kendi başımıza yapamayız. Biz bir ustaya çırak olalım, oradan bu işi talim edelim. Aramaya başlarlar; duydukları, işittikleri, tavsiye edilen sohbet meclislerine gitmeye başlarlar.

Bir gün yine bir yere giderken yolda yorulur, dururlar ve burada Zenci Ata hazretlerini görürler. Sürülerini yaymış, oturmuş kendince tefekkürle, zikrullahla meşgul. Selam verirler ve otururlar. Neyse hoş-beş, ikram faslı; sorar kimsiniz, nerden gelip nereye gidersiniz. Derler ki bizim böyle bir maruzatımız var, senin bu bölgelerde bildiğin, duyduğun, tanıdığın, kamil bir insan, bize cevap verebilecek, bizdeki cevheri işleyebilecek birilerini tanıyor musun, biliyor musun, hiç işittin mi diye. Gözlerini kapatır dalar mübarek. Sonra gözünü açar der ki; kainatı taradım, sizin irşadınız bana verildi. Size benden başka mürşid yok, sizin irşadınız bende… Çok şaşırırlar; sen ne diyorsun sen bir çobansın, derler. Evet, ben bir çobanım ama gerçek bu, der. Hayır, olmaz derler. Buyurun gidin arayın, mürşidinizi bulun der. Kalkarlar, biraz dolaşırlar bir zaman geçer o iki seyyid der ki; bu kişi bir çobandı ama bu çoban sözü değildi. Bunu Allah söyletti. Bu ya hakikatse biz neyi arıyoruz? Onların ikisi gelir teslim olurlar. Hatta Yunus misali dergahın kazanlarının diplerinden alıp üzerlerine sürmüş; tekkenin eşiğine yatmışlar. Demişler ki; biz senin zahirinin karasına itiraz ettik. Dudakları kalın, elleri ayakları nasırlı, zenci, çoban… Senin karana takıldık, biz içimizin karasını görmedik. Bizim içimiz kara imiş; şimdi Allah için bize yardım et, bu içimizin karasını ak edelim, biz bunun için geldik. Ardından intisab eder; kısa zamanda tekamül ederler. Öbür iki arkadaşları bunların halini görünce eyvah derler. Biz ne yaptık… Onlar da gelmek isterler ama geldiklerinde öbür iki arkadaşları gibi kabul görmezler.

Elbette gözümüz kapalı, meseleyi hiç araştırmadan, tetkik etmeden bir şeyler yapalım anlamında bunları söylemiyoruz. Ama insanoğlu eğer bu kainat çarşısında ne aradığını bilemezse aradığını bulamaz. Biz kendimizi mi arıyoruz, Hakk’ı mı arıyoruz, bu önemli? Eğer Hakk’ı arıyorsak ve biraz önce de dendiği gibi bunda da samimi isek, o zaman bizi arayan asıl onlardır. Ama biz kendimizi arıyorsak yani kendi vehmimizi, kendi hayalimizi arıyorsak, kendi kurgularımızı arıyorsak öyle biri olmayabilir.Bu yüzden kamili tanımak gönül temizliğiyle oluyor, diğer şeyler sonra… Gönül temizliği, niyet temizliği, ihtiyaç, ihtiyaçta samimiyet...

Sual: Bu son anlattığınız konuyla ilgili olarak bir noktayı sormak istiyoruz. Kişinin bu kainat çarşısında ne aradığını bilmemesi durumunda akıbeti iyi olmaz. Bu aramayla ilgili olarak vazife yine kendisine mi ait? Mesela biz şöyle düşünüyoruz; bana gelen, elde ettiğim bilgilerle, okuduklarımla, vesaireyle ben birçok şeyi bulabilirim. Bunu derken aslında çok da bir şey bulamıyoruz. Karmaşıklıktan olsun, kendimizdeki temiz olmamadan olsun, kişinin kendisindeki o temiz şeyleri görememesinden olsun bazen levhaları karıştırıp başka bir yola girebiliyoruz. Yani buradaki tercih kendimizin yaptığı bir tercih olduğu için bazen isabet ediyoruz, bazen edemiyoruz. Bu durumda; benim gayretim iyiye doğru yol almaktı ama ne yapayım olmadı diyebilir miyiz? Bu bizi neticeye götürür mü? Bir de bunlar sadece tasavvufun incelikleridir, bunlar mutasavvıfların işidir diyebilir miyiz?

Cevap: Daha önce yine naklettiğimiz bir vakıa var. Pirimizle bizim aramızda yaşanan bir vakıadır. Bir anekdot kabilinden bunu ifade etmek istiyorum. Bir gün Gazzalî’nin İhya’sını okuyorum. O anda içeri girdiler, ne yapıyorsun diye sual ettiler. Kitap okuyorum dediğimde bırak, okuma buyurdular. Hatta Türkçeleri zayıf olduğu için; at diye buyurdular. Fakir, ifadelerini tevil etmedim attım kitabı. O anda bir şey buyurmadılar, odadan çıktılar; peşlerinden ben de çıktım.

Bir zaman sonra bahçede otururken o kitabı niye attın, buyurdu. At buyurdunuz, dedim. Dedi ki, ben o anlamda değil, bırak anlamında söyledim. Sen bir bahis okuyordun oradan dediler. -Mürşid bahsini okuyordum. Biliyorsunuz İmam Gazzalî, sâdâtın büyüklerinden Ebu Ali Farimedî’ye mensuptur.-

Sonra da buyurdular ki: “Eğer Gazzalî’nin gözüyle mürşid ararsan rehbersiz kalırsın, ortada kalırsın. Zamanın mürşidi zamana göredir, zamanın müridi zamana göredir. Eğer sen Tebrizli Şems gibi birini ararsan senin de Mevlana olman lazımdır. Sen İmam Gazzalî’nin mürşidi gibi bir mürşid ararsan senin Gazzalî olman lazımdır.” Yani o da Gazzalî gibi bir mürid arar…

Şimdi insan bunu anlayınca işte bu çarşıda aradığı şeyin lüksünden vazgeçer. Kendini dev aynasında görmez. Ciddi rahatsızlığı olan, bir dertten muzdarip olan bir insanın hastanede ilk müracaat ettiği yer hastanenin acil bölümüdür, başhekimi aramaz. Hayır, ben başhekime görüneceğim o yoksa kimseye görünmüyorum, demez. Bunu diyen insanın derdi yoktur, bu insanın derdi lükstür. Bu yüzden ararken biraz kendi konumumuzu da düşünmemiz lazım; davul bile dengi dengine çalar derler.

Tasavvufun konusuna gelince… Elbette ki bu bahsedilen konular tasavvufun ilgilendiği meselelerdir ama asli konuları değildir. Hakikatte mürşid Allah’tır. İnsan tasavvufa bunu bilerek girmelidir. İstikamet ve irşad yani hidayet Allah’a aittir. Bunun dışında olan şeyler sebeptir. Cenabı Hak yapacağını bu sebepler dairesinde yapacaktır. Öyleyse bizim burada dikkat edeceğimiz şey sebeplerin temizliğidir. Sebeplerin şartlara uygunluğudur. Onun zahiri şartları vardır. Misal abdest alacağız; abdest almak için suyun özellikleri vardır. O özellikler o suda mevcutsa o su hem temizdir, hem temizleyicidir. Ama Paşapınarı suyu olmayabilir. Şimdi sen şart koşarsan ki; hayır ben Paşapınarı’ndan olan su ile abdest alacağım, bu senin lüksündür bunu bulamayabilirsin. Ama İslam fıkhının suda bildirdiği temiz ve temizleyici özellikleri varsa, mesele yoktur. 

Namaz için namazın ön şartları bellidir. Bunlar tahakkuk ettiyse insan namaz kılabilir. Bu insan derse ki illa benim kalbim mutmain olacak, basiretim açılacak, Kâbe gözümün önüne gelecek ben böyle namaz kılacağım; bu senin yolunu yokuşa sürmendir. Hayır, sen müslüman isen, baliğ isen ve namaza engel bir konumun, bir durumun yoksa temizsen namaz senin üzerine farzdır. Namazı kılmakla yükümlüsün; Kâbe gözünün önüne gelir, gelmez. Böyle bir mecburiyet yoktur.

Diğer bazı meseleler tasavvufun incelikleridir benim aklımda bu inceliklere çok yetmez öyleyse kendimi bu işten müstağni tutayım; yok. İnsan şeriat ayrı tarikat ayrı diye bakarsa bu insan aldanmıştır. Biz bunu hep söylüyoruz, isterseniz bizi tenkit edebilirsiniz. Diyoruz ki: “Bizim şeriatımız tarikatımızdır, tarikatımız da şeriatımızdır.” Bunların ikisi arasında biz fark gözetmiyoruz. Eğer bir farklılık varsa biz o tarikatı kabul etmiyoruz. Öyle bir yoldan beriyiz.

Eğer o tarikat ki; şeriatın içinde yürümüyorsa, şeriat dairesinde değilse tariki butlandır. Ve bizim bütün müminlere de tavsiyemiz budur; böyle bir ayrıma gitmeyin. Çünkü bu ayrımda baktığınızda arada ciddi uçurum görürsünüz, orayı aşamazsınız. Tarikat şeriatı daha itinalı, daha dikkatli yaşamanın adıdır, bunun dışında bir şey değildir. Eğer hangi tarikat bu anlamda şeriatı zorlaştırıyorsa, şeriattan farklı bir anlayış ortaya koyuyorsa biz öyle tarikat için “لَـكُمْ د۪ينُكُمْ وَلِيَ د۪ينِ – Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize” diyoruz.

Her bir isim bu anlamda bir dindir. Bir tarikat olmaktan çıkar. Şeriatımız tarikatımız, tarikatımız da şeriatımızdır elhamdulillah. Böyle olunca bir zorluk kalmıyor. Biz şeriatın farz kıldığı, vacip kıldığı yükümlülüklerimizi yine şeriat çerçevesinde tarikat neşesiyle ziyadeleştirmeye çalışıyoruz. Ama bunu yaparken yine onun müsaadesiyle… Misal biz namazı ziyadeleştiriyoruz ama şeriatın verdiği ruhsat dairesinde nafilelerle. Namazı ziyadeleştirme adına namazı altı vakte çıkarmıyoruz; sünnetteki namazları farzlara ilave ediyoruz; teheccüdüdür, evvabinidir, duhasıdır, işrakıdır vesaire…

Biz yine şeriatın müsaadesiyle orucu ziyadeleştiriyoruz; muharremdir, üç aylardır, eyyamı bîzdir, pazartesi, perşembedir. Ama ziyadeleştireceğiz diye bir ay farz olan orucu kırk gün tutmuyoruz. Veya bunu eksiltmiyoruz, birilerinin yaptığı gibi yirmi dokuz gün yapmıyoruz. Verilen ruhsat dairesinde ibadetlerimizi ziyadeleştiriyoruz. Biz zekatın kırkta birinin farz olduğuna iman etmişiz, inanıyoruz ama bunu sadaka ile infakla ziyadeleştiriyoruz. Ve Allah yolunda verilmesi gerektiğinde biz bütün malımızı zekat gibi görüyoruz. Ama zekatın hududunu bozmuyoruz, demiyoruz ki bu kırkta bir değil de ellide birdir. Bu anlamda diyoruz ki; bizim tarikatımız şeriatımız, şeriatımız da tarikatımızdır.

Tarikatı şeriatten farklı görmeye başladığımızda ona ulaşamıyoruz, ulaşamayınca da ulaşamadığımız ete kedi misali murdar diyoruz ve bundan bütün bütün mahrum oluyoruz. Bu yüzden tasavvufun şeri şerifin dışında bir konusu yok. Yani bir şey ki; şeriatta yok ama tasavvufta var; hayır, biz onu kabul etmiyoruz. Kitapta yoksa, sünnette yoksa, icmada yoksa onu kim söylerse söylesin muteber bir söz, muteber bir uygulama olmaz bizim için.

İşte insan burada kendi lüksünden fedakarlık etmelidir. Kişinin kendi belirlediği vehim de olabilen belli şeyler vardır. Bunlar insana bazen engel olabiliyor. İnsan onlarla bakınca aradığını bulamıyor. Hani insan sufi deyince, tasavvuf deyince bir farklılık istiyor ya, sanki insanüstü, doğaüstü bir şeyler düşlüyor, hayal ediyor. Öyle de olmayınca yok benim aradığım yer bura değil, diyor. Bu anlamda diyorum ki; ne aradığını bilmiyor.

Sual: O zaman da akla şu soru geliyor. Önceki konuda tekamülden bahsettiniz. Madem ki tarikatın şeriattan bir farkı yoksa yani tarikat şeriatı daha iyi yaşamak ve daha itina ve dikkate vererek, incelikleriyle içselleştirmekse, o zaman birbirlerinden farkı nedir bu iki hususun? Ve tekamül noktasında ne tekamül etmektedir?

Cevap: Ayeti kerimede buyrulmuş:

“ فَسْـَٔلُٓوا اَهْلَ الذِّكْرِ اِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَۙ - Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.” (Nahl 43)

Bizim Allah’ın dini hususunda bilmediğimiz o kadar çok şey var ki… Biz bunları eğer öğrenmek istiyorsak, bu inceliklere, bu hikmetlere talip isek; bunu ehlinden öğreneceğiz. Emanetlerin ehline verilmesini emir buyuruyor Cenabı Hak. İşte tekamül bu noktadadır. Biz şu anda ne yapıyorsak, taklit noktasındayız.

Ben nefsime bakarken böyle bakmayı uygun görüyorum, illa siz de böyle bakın anlamında bunu söylemiyorum. Cenabı Hak Hucurat Suresi’nde buyuruyor ki: “Onlar biz iman ettik demesinler.” Bunlar Peygamberi gören insanlar, İslam’ı Peygamber’den talim eden insanlar ama Rabbimiz buyuruyor ki: “İman henüz onların kalplerine yerleşmedi.”

Biz şöyle bir müjde olduğunu da düşünebiliyoruz bu ayette ki; demek ki yerleşecek. Şimdi yerleşmemiş ama zaman içinde eğer samimi olurlarsa, sebat gösterirlerse bu iman kalplerine yerleşecek. Şimdi biz kendimize bu konumda bakıyoruz. Kalbimiz tam itminan bulmamış, huzura ermemiş, iman kalbimize yerleşmemiş dolayısıyla azalarımız tam bir istikamet tutmamış. İnanıyoruz ki tasavvufun bereketiyle o iman kalbimize yerleşecek, itminana erişecek kalbimiz. Ve biz şöhretten, şehvetten, riyasatten vs… kurtulacağız. Tekamül bu noktada olacak.

Dolayısıyla biz dinin inceliklerini öğreneceğiz. O inceliklerin nasıl tatbik edileceğini öğreneceğiz. O tatbikle işte taklitten tahkike geçmiş olacağız, ihsana erişmiş olacağız. Bunu kişinin tek başına yapması güç… Daha önce olmamış çünkü, bunun bir örneği yok. Bu anlamda insanların tekamülü peygamberler eliyle olmuş. Eğer bu surette sanal bir şekilde olsaydı peygamberler gelmeyecekti. İnsanlara kitap belki gelecekti ama peygamberler gelmeyecekti.

Cenabı Hak insanların tekamülünü yine insan eliyle gerçekleştirmiş. Hem de onların kendi içlerinden biriyle. Geçmiş insanlar ne demişlerdi; bunun bir melek olması lazım değil miydi? Müşriklerin böyle ifadeleri var, Kur’an bunu haber veriyor. Bu nasıl bir peygamber ki bu bizim gibi yiyor, içiyor, çarşıda geziyor, yük taşıyor, iş yapıyor şimdi bunun işlerini melekler yapması lazım değil miydi? Veya bunun yerinde Allah’ın meleklerinden biri olması lazım değil miydi, diyorlardı.

Halbuki Allah:

“Kendi aranızdan, size ayetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bakara 151) buyuruyor.

İşte tasavvuf bunun için… Yani tasavvuf yine şeriatın tatbiki anlamında, şeriatın talimi anlamında… Mesela İslam’ın öyle hükümleri var ki İslam’ın hükmü olmasına rağmen insan bunu münferiden uygulayamıyor. Mesela bir insan kendi kafasına göre biri hakkında kısas hükmü uygulayamıyor. Misal birisi sizin evinizden bir şey çaldı, çalarken yakaladınız ama siz ona had uygulayamıyorsunuz. Halbuki Kur’an had cezasını emrediyor. Ama bunu siz uygulayamıyorsunuz. Bu cezayı uygulayabilmesi için bir kadıya ihtiyaç var, devlete ihtiyaç var. Veya cuma namazı farz ama siz bunu münferiden kılamıyorsunuz. Ben cuma kılacağım deseniz tek kılamıyorsunuz. O cumayı kılabilmek için birilerine ihtiyacınız var. Tatbiki ancak böyle mümkün… Şeriatın da bu anlamda inceliklerini siz münferiden yapamıyorsunuz. Bunları görerek, bir toplulukla, bir talimle, eğitimle yapabiliyorsunuz; bu ancak böyle mümkün oluyor. 

Bu anlamda insanı kamile, üstada, mürşide… ne diyorsanız, buna ihtiyaç var. Tarikat şeriattan ayrı değil zaten ben de bunu yaşıyorum diyemeyiz. Bu noktada da samimi olmalıyız biz şeriatı ne kadar yaşıyoruz? Veya bizim şeriat dediğimiz şey ne acaba? Biz neye şeriat diyoruz? Bu soruları önce kendimize samimiyetle sorup ciddi cevaplar ortaya koymalıyız. Ondan sonra biz neyi ne kadar yaşıyoruz zaten ortaya çıkmış oluyor.

Sual: Tabii ki tarikatla şeriatı ayırmamak lazım da; şimdi şeriatın kemale getirdiği kişilere ashabı kirama bakıyoruz mesela bu anlamda; riyasat gibi, bazı dünyevi arzular gibi vesaire şeyler yerli yerine oturmuş. Yeri gelmiş mesela o riyaset makamında oturmuşlar ama bu nefsleri adına olmamış. Yeri gelmiş eşleri olmuş ama nefsleri adına bir durum meydana gelmemiş. Kişide bunlar yerli yerine oturmamışsa; çıkıp da ben şeriatı yaşıyorum diyebilir mi? Acaba bahsedilen tekamül bu noktalarda mı?

Cevap: Bu noktada veyahut şeriatın farz kıldığı ibadetlerde bile bu durum var. Misal namaz kılacak bir insan. Namazın zahiri belli; kıyam, kıraat, rüku, sücud vs. Ama namazdan özde Kuran’ın istediği şey huşu… Eğer insan bu huşuyu elde edememişse, bu huşuyu elde edecek vesilelere yönelememişse o huşuyu yakalayamıyor. İşte tasavvuf bunun vesilesi… Tasavvufun bu anlamda konusu huşu oluyor. Namazın zahirinden ziyade, batınını ele alıyor, huşuyu ele alıyor. Abdest zahiri kirleri gidermek için; tasavvuf bunun batıni yönünü esas alıyor ve insanı günah kirlerinden kurtulmaya yönlendiriyor. Nefsin zulümatından insanı temizlemeye yönlendiriyor. Abdesti bu anlamda anlıyor. Bu abdest de ancak samimi bir istiğfar ile mümkün. Abdest alırken de bu düşünceyle ğaşyolarak abdest almak… Bunu insana öğretiyor. Öbür türlü insan kolunu suyun altına tutuyor çıkarıyor; abdest tamam mı tamam ama bu abdest kamil mi; değil. İşte böyle bir abdestle, böyle kılınan bir namazla namazdan beklenilen netice hasıl olmuyor.

“اِنَّ الصَّلٰوةَ تَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِۜ - Çünkü namaz, insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar.”  (Ankebut 45) Bakıyorsun ki insan o kötülüklerden kendini alıkoyamıyor. Fahşadan, münkerden kendini men edemiyor. Tasavvufun konusu bu sefer bu oluyor. Bu anlamda sende namaz kılma duygusunu tekamül ettiriyor. 

Mesela sahabeyi kiramdan örnek verdiniz. Riyasata gelmişler ama sahabilerin hepsi bakın riyasata talip olmamış. Yani ben de Peygamber’i gördüm, ben de bu İslam’ı Peygamber’den öğrendim ben halife olacağım dememişler; şu olsun demişler. Misal Hazreti Ebu Bekir’i seçmişler, Hazreti Ömer’i seçmişler. Niye; onda gördüklerini kendilerinde görememişler.

O anlamda kendilerini tam bir manada kamil kabul etmemişler. Belki kendileri bu anlamda hâdidir, hidayet üzeredirler ama mehdi olmadıklarına idrak etmişler, hidayet edici değiller. İşin bir de bu cephesi var.

Bu yüzden riyasetten geri durmuşlar, kabul etmemişler, karışmamışlar. Bu da aslında bir kemalattır. Bu tevazuyu anlamak durumundayız. Çünkü ehliyetin ne olduğunu anlamışlar. Yani şeriatın ehliyet dediği şeyin, liyakat dediği şeyin ne olduğunu çok iyi anlamışlar. İnsan bunu anlayamayınca misal namaz kıldı; tamam kıldım bitti diyor. Oruç tuttum; tuttum tamam ama nasıl tuttum nasıl kıldım, namaz da beni kıldı mı, oruç da beni tuttu mu? Nasıl bir bütünlük oluştu arada ve bunun semeresi, bunun meyvesi nerede?

Allah için yaptığım şeylerin bir semeresi olması lazım değil mi? Geriye dönüp baktığında rüzgar esiyor toz kalıyor, sel gidiyor iz kalıyor da ibadetin acaba bende bir tozu, bir izi olmamalı mı? İşte tasavvufun ilgilendiği bu; bu noktada insanı tekamül ettiriyor.

Kurban kesiyoruz misal; ancak takvamız Allah’a ulaşıyor eti, kanı O’na ulaşmıyor. Biz meselenin o cephesini de düşünmüyoruz. Örf olmuş, çoluk çocuk da et yesin kestim, Allah kabul etsin ama meselenin takva boyutu nerde? Oruçtaki takva boyutu nerde? “لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَۙ” buyruluyor ayette.

Oruç tutan kaçımız buna riayet edebiliyoruz: gıybetten, yalandan, malayaniden sakınıyoruz, göz zinasından sakınıyoruz takvayı zedelemesin diye?

İşte tasavvufun bize öğrettiği yönler bunlar. Yani orucu bu noktalardan inceliyor, irdeliyor. Sadece meseleyi yemeden, içmeden, -afedersiniz- cimadan uzak durma olarak değerlendirmiyor. Sadece bu cephelerden meselelere bakmıyor. O kişinin özünde kişiliğini etkileyen yönleriyle bakıyor. İşte böyle olunca da insan bu noktalardan tekamül etmiş oluyor. Oruçlu olmadığı zamanlarda da adeta insan o eğitimin bereketi sanki sürekli oruçluymuş gibi oluyor.

Sufiler derler; ehli zahirin namazı beş vakittir ama gönül ehli insanların namazı daimidir. Onlar hep namazdaymış gibi hareket ederler. Çünkü ihsan açısından meseleyi değerlendiriyorlar. Bu anlamda şeriatın da insanda tekamülü gerekiyor.

Evet, belki Cenabı Hak bize zor gelmesin diye bunları bize direk açık hükümlerle bildirmemiş; bunlar hep Kur’an’ın satır araları… Biz bunları nerde görüyoruz; Cenabı Peygamber’de… Biz bunları O’nun ashabında görüyoruz. Ben Peygamberi de ashabı da görmedim, peki bugün bunları nerede göreceğim?

Hadisi şerifi okuyorum ama bu görsele dönüşmediğinde, örneği göremediğimde bunu anlayamıyorum. İşte onu ben o kamilde görüyorum. Tek başına da yapmıyorum yorucu geliyor, sıklet geliyor yapmıyorum. Cemaatte ise bir taksimat var; ağırlığı taksim etmiş oluyoruz o yüzden her şey hafifliyor, her şey kolay oluyor.

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort