JoomlaLock.com All4Share.net

İSLÂM'IN ŞARTLARI BEŞ MİDİR ?

İslâm’ın bölünmezliği konusunun bir uzantısı da “İslâm’ın şartı beştir”  tarzındaki yerleşik yanılgı (galat-ı meşhur)dır.(1)

Biliyoruz ki, İslâm, Resûlullah’ın (as) Allah’tan getirdiği tüm emirlere sarılıp tüm yasaklardan kaçınmaktır. Kısaca, inandığını, inandığı gibi yaşamaktır. İman ise özetle; Allah Resûlü’nün vahiy yoluyla getirdiği irili ufaklı bütün haberlerin doğruluğuna tereddütsüz inanmaktır.

Her nedense öteden beri, inanılması gerekenlerle yaşanılması gerekenler, hayat dolu dinamik bir süreç olmaktan çıkartılarak standart sayısal ve zihinsel bir sürece indirgenmiş, sanki onlar dışında yaşanacak, onlar dışında imana konu olacak başka şeyler yokmuş gibi bir izlenim veril-mektedir. İmanın şartı altıdır, İslâm’ın şartı beştir, otuz iki farz, elli dört farz... vs. Daha da vahimi, bu ibadetlerin bir veya bir kaçını yapanların, yasaklardan kaçmasa bile, cenneti garanti edeceği öne sürülerek bu ibâdetlerin hedeflediği asıl sosyal ve siyasî aktivite göz ardı edilmiştir.

Yanlış bir zihniyetin ürünü olan bu üslup, şu tarz sakıncaları beraberinde getirmektedir:

İslâm’ın şartı beş... Birisi de namaz... Peki, namaz İslâm’ın şartı da örtünmek, (2)  açık saçık, sere serpe gezmemek İslâm’ın şartı değil midir? Hacca gitmek İslâm’ın şartı da haksız kazanç elde etmemek İslâm insanı olmanın şartı değil midir? Zekât vermek İslâm’ın şartı da faizle iştigal etmemek İslâm’ın şartı değil midir? Miras taksiminde İslâm’ın hükmüne teslim olmak, İslâm Hukuku’nu icrâ etmek, çalıp çırpmamak, cihâd,(3) sosyal ve ahlâkî bir kurum olan emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker müessesesini çalıştırmak... Bütün bunlar İslâm’ın, Müslüman olmanın şartı ya da gereği değil midir?

İslâm’ın ahlâkî, ekonomik, sosyal, siyasal ve askerî yapıyı hedefleyen birçok boyutu vardır. İslâm’ı sadece bahsi geçen beş şeye hasredersek Hristiyanlıktan ne farkı kalır? Hristiyanlık sosyal ve siyasal aktivitesi, bağlayıcılık özelliği ve yaptırım gücü (müeyyideleri) olmayan uhrevî ve ahlâkî bir dindir. Hristiyanlıkta ne İsâ Sezar’a ne de Sezar İsâ’ya müdahale etmez.(4) Yani “Mutlak Varlık”a karşı bir Sezar’ın varlığı söz konusudur.

Ebedî olarak yürürlükte olmak için gönderi-len İslâm şeriatı, uygulama sahasında dünya-âhiret ayırımı yapmadığı gibi, yürürlük sahasının sadece özel ilişkiler veya kapsama alanı daha da daral-tılarak itikad-ibâdet ve ahlâkla sınırlandırılmasını asla kabul etmez.(5)

Fıkıh kitaplarına baktığımız zaman, İslâm şeriatının muamelâttan (insanlar arası ilişkiler), muhakemâttan (yargı), cihâd’dan, mirastan, münakehâttan (evlenme-boşanma) bahsettiğini görürüz. Dahası, hadis kitapları da böyle fıkıh/ hukuk bahislerini içeren bâb ve başlıklar hâlinde derlenerek İslâm’ın, ibâdetler yanında alışverişten, sözleşmelerden, siyâsetten (idâre, savaş ve dev-letlerarası hukuk) söz eden, sosyal ve ahlâkî boyutu bulunan ve daha birçok süreçleri hedefleyen dinamik ve evrensel bir din olduğu ortaya konulmuştur.

Sayıların sultasına kurban edilerek halk arasında adına "İslâm’ın şartları" denilen şeyler, teklife muhatap olan kişinin Müslümanlığının yüce alâmetleri (şe’air-i İslâm) ve göstergeleri(6) olup      İslâm’ın, kalpte gizli bir mâna durumundaki imana alâmet olan kurucu unsurları/rükûnlarıdır, tümü değil. İskelet/karkas hâlindeki bir yapıya “İşte bu, evdir.” diyemeyeceğimiz gibi, bu beş temel unsura bakıp “İşte İslâm budur.” da diyemeyiz.

Allah Resûlü (as) farklı konu ve konumlara göre farklı üsluplara başvurduğu için, zaman zaman,  tümü parça ile îzah etmeyi yeğlemiştir. Birçok defalar kendisine yöneltilen sorular sebebiyle,             İslâmiyet’i tanımlamış, fakat çoğu kimse (mecâz ve istiâre üslubuyla) yapılan tanımlarda O’nun neyi kasdettiğini anlayamamıştır. Sebebi de Efendimiz’in, (as) belli bir konunun önemini vurgulamak maksadıyla indirgeyici bir üslup kullanıp bütünü parça ile (“küll”ü, “cüz” ile) açıklayarak ahvâle göre söz söylemiş olmasıdır. “Hac, Arafat’tır.”(7) buyurması gibi. Cevabın muhtelif (farklı) oluşu, ahvâlin (durumun) muhtelif oluşu sebebiyledir.(8) Şu hadis buna bir örnektir: Soruldu ki, ‘Hangi amel daha efdaldir?’. Allah Resûlü (as)şöyle buyurdu:

-Allah ve Resûlüne iman, sonra Allah yolunda cihâd, sonra hac-ı mebrûrdur.(9)

Hadiste, ‘İslâm`la insan arasındaki engelleri kaldırma mücadelesi’ demek olan cihâd’ın farz-ı kifâye olmasıyla birlikte, farz-ı ayn ve İslâm’ın temel rükunlarından olan hac ibâdetinden önce anılması, İslâm’ın evvelinde cihâdın ve düşmanla muharebenin lüzumu sebebiyledir. Bu da sosyal yanı ağır basan farz-ı kifâyenin, yerine göre farz-ı ayndan efdal olabileceğinin özlü bir anlatımıdır. Çünkü cihâd, ümmet üzerindeki umumî belâyı savarak aynî ibâdetlerin yapılabilmesine elverişli bir zemin hazırladığı için ibâdetin bir uzantısıdır ve aynen bir ibâdettir. Cihâd olmasa kimse hac ve benzeri ibâdetleri yapamaz hâle gelir. Hiç kimse günah ve isyândan kurtulamaz.(10)   

Değişik rivâyetlerde İslâm’ın sekiz sehim (yapıldığı zaman kurtuluşa vesile olan amel) olduğu ifade edilirken; cihâd ve emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker’in de zikredilmesi, (11) kimi rivâyette   İslâm’ın sehimleri üç olarak sadece namaz, oruç ve zekâtın anılması,(12)  kimi rivâyetlerde de “Üç şey imanın aslındandır.” denilerek Lâilâhe illellâh, cihâd ve kadere imanın öne çıkarılması,(13)  bazen de selâm ve it’âm-ı taâm (fakirlere yedirmek) olarak zikredilmesi,(14)  bir yerde de “Resûlullah’ı sevmeden iman edilmiş olunmayacağı”(15) rivâyeti, anlatmaya çalıştığımız hususun birer örnekleridirler. Kısacası bu konudaki değişik versiyonlar, bağlamı ve mâna bütünlüğü bilinmek şartıyla, yan yana getirilmeli ve ona göre bir yargıya varmalıdır. Öyle görülüyor ki, meşhur “İslâm şu beş ana ilke üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve Resûlü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Beytullâh’ı ziyaret etmek ve Ramazan’da oruç tutmak.”(16)  hadisinin neyi anlatmak istediğini gâliba iyi anlayamamışız. Böylece “İslâm’ın şartı beştir.” sözü dilimizde bir tür galat-ı meşhur olarak yer edip kalmış. Oysa bu tarz bir anlatım, şahısların durum ve psikolojik tavırları da dikkate alınarak dini vecibelere sıkı bir teşvik için tercih edilmiştir. Yoksa şart diye sayılan şeyler, şart değil, İslâm’ın (diğer dinlerden farkını yansıtan) yüce alâmetleri ve vazgeçilmez temel ilkeleridir. Çünkü bunlar metodolojik anlamda şart(17)olsaydı (şart olmadan meşrut/hüküm de olmayacağı için) kişinin bunlarsız Müslüman sayılmaması gerekirdi.

Cibrîl Hadisi(18) olarak bilinen rivâyette  Cebrâil’in (as) “İslâm nedir?” sorusu, İslâm’ın mâhiyetini değil, alâmet ve rükûnlarının ne olduğunu, ana muhtevasını belirtmek için sorulmuş bir soruydu. Dikkat edilirse Resûlullah’ın sıraladığı bu beş esas ve şiarın beşi de farz-ı ayn olan ibâdetlerdir. İslâm ise bu “beş”ten ibaret değildir. Bütün, kendisini oluşturan erkândan başkadır. Temel demek, mutlak anlamda bütün demek olmadığı gibi, bütünün mahiyeti kapsamında da değildir.

Şimdi; “Şu ev dört temel direk üzerine duruyor. Yani orta yerde temel direkler ile bu direkler üzerinde yükselen bina var” denildiği zaman, bu sözü “ortada sadece temel direkler var” biçiminde yorumlamak ne denli yanlış ise; hadiste sözü edilen beş temel ilkenin İslâmiyet’in tümü olduğunu zannetmek de o oranda yanlıştır. Çünkü Kur’ân’da bu beş ana ilke dışında daha birçok şeyden söz edilmektedir. Zaten Allah’ın şeriatı demek; insan hayatını düzenlemek üzere Allah’ın koyduğu ilkelerin tümü demektir. Bu tarz küllî anlatım, inanç ilkelerini, rejim ve yönetime şekil veren ilkeleri, ahlâk ilkelerini, davranış ilkelerini, eğitim ve bilim ilkelerini tümü ile ifade eder.(19)

Meşhur Cibrîl Hadisi’nin sonunda Allah Resûlü, (as) “O, size dininizi öğretmek için geldi.” derken mecazî (mecâzü’l-hazf) bir üslup kullanıyordu. Yani, dininizin bir kısım temel meselelerini, sembollerini (meâlime diniküm) öğretmeğe memur olarak geldi.

Özetle söylemek gerekirse din, insan hayatının bütün alanlarına doğrudan nüfuz eder ve yönetir. Dolayısıyla, insan hayatının her kesimine ilişkin olarak İslâm’ın mutlak bir sözü, bağımsız bir hükmü vardır. İşte bu hükümlerin toplamı, İslâm’ın rükunları/ana direkleri üzerinde yükselen İslâm binasını meydana getirir.(20)

Bu bağlamda şunu da ilâve edelim ki, İslâm Şeriatı’nın asıl karakteri, hayatın yüce ve ilâhî boyutu ile ümmetin sosyal, ekonomik ve siyasal boyutlarını her zaman sıkı bir şekilde bütünleştirmiş olmasıdır. Namaz farizası ile hayatın bir gereği ve yardım severliğin en soylu biçimi olan zekât farizasının birbirine bağlı olarak “seksen iki” yerde anlatımı bu bütünleşmeyi, yani insanın Allah’la olan ilişkisinin ümmetle ve diğer insanlarla olan ilişkisinden asla ayrı ve kopuk olmadığını(21) yalın bir şekil-de gözler önüne sermektedir.
Daha başlangıçta imanla ameli birleştirerek şeriat hâlini alması, İslâm dinine tamamıyla siyasî içerik kazandırmıştır. Bu yüzden, bu yüce dininin hükümleri Hristiyanlık gibi soyut gizemlerden, metafizik ve ahlâkî hükümlerden ibaret kalmamış, geniş ölçüde toplumsal hükümler hâlini almıştır.(22) Bütün bu ifadeler, hayatın bütün yönlerini kapsayan İslâm şeriatına tüm üniteleriyle dinamik bir bütün ve küllî bir fonksiyon olarak inanmanın kaçınılmaz olduğunu anlatmaya kâfidir sanırım.

Bu kategoriden diğerleri: « İRÂDE VE MEŞÎET KAVRAMLARI

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort