JoomlaLock.com All4Share.net

İSLAM DEVLETİNİ ÖNCE GÖNÜLLERDE, ZİHİNLERDE KURACAĞIZ

Sual: Günümüz  Müslümanlarının içerisinde bulunduğu durum maalesef içler acısı. Bu manada bir örnek olarak Suriye gözümüzün önünde. Müslümanların halinde nasıl düzelme olacak?… Bizler de akan kandan sorumlu muyuz? Bizler ümmet-i Muhammed olarak âdeta hasta gibiyiz. Böyle nasıl bir araya geliriz? Aramızdaki ihtilafı giderip vahdeti nasıl tesis edebiliriz?

Cevap: Bu ihtilaf ta Hz. Ali döneminde belirginleşmiş ve Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasındaki ihtilaflar, Cemel vak’aları, Sıffin hadiseleri; adeta o dönemde Kerbela ile doruğa çıkmış, zirve yapmış ondan sonra da çok fazla bir durulma olmamış. Zaman zaman bu fitne ateşi sönse de küllenmiş. Birileri yine gelmiş, biraz körüklemiş, ateşi alevlendirmiş. Tarihin seyri içinde bu hep böyle devam edegelmiş. Bugün de böyle devam ediyor. Belki bu kıyamete kadar da devam edecek. Bunu kökten bitirmek diye bir şey yok.

Büyüklerimiz bunun farklı sebepleri olduğunu ifade etmişler. Birçok büyük, buna farklı açılardan bakarak farklı sebepler zikretmişler. Mesela Bediüzzaman (rahimehumullah) Kerbela hadisesini ve Hz. Ali’nin Hz. Muaviye’yle olan ihtilafını değerlendirirken buyurmuş ki; “Cenâbı Hak Ehli Beyt’e dünyanın fâni olduğunu, rahmet nazarıyla bakmadığını bildirmek için onlara dünyayı vermemiş. Ehli Beyt’i kendisine seçtiği için Cenâbı Hak dünyayı onlara vermemiş ki onlar dünyaya meyletsinler. Bu aslında bir manevi korumadır.” diyor. Cenâbı Hak onları dünyanın zararlarından böylelikle korumuş.

Allah Resûlü de, dünyanın rahat yeri olmadığını mü’min için bir zindan, kâfir için bir cennet olduğunu hadisi şeriflerde beyan etmiş. Ayeti kerimelerde Cenâbı Hak dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu bize bildirmiş. Bu yönleriyle adeta Cenâbı Hak Müslümanları dünyadan korumuş. Dünyayı sürekli zor hale getirerek Müslümanların meylini, rağbetini, Müslümanların var güçleriyle dünyaya sarılmasını engellemiş. Ve bu bir imtihan vesilesi olmuş. Bir bu cepheden bakanlar var meseleye.

Bir de intikam cephesinden bakanlar var. Onların da ifadesi şu, diyorlar ki; “İnsanlar Hakk’ın emirlerine isyan ettikleri, ahkâm-ı ilâhiye’yi yüceltmedikleri, i’lâ-i kelimetullah adına yaşamadıkları için Cenâbı Hak intikam alıyor.”

Bir örnek veriyorlar… Bir insanın bir bağı, tarlası bostanı olsa. O bostana bakmasa, ilgilenmese o bostanı ayrık otları, yaban ağaçları, dikenler, çalı çırpı kuşatmış, bostan daha girilecek durumda olmasa... Adam bakar ki ben elime bir orak alsam temizlemeye çalışsam bunun altından kalkamam. Ne yapar adam, andız yakmak gibi o bostanı ateşe verir ki o çalı çırpı, dikenler yansın, temizlensin.

Cenâbı Hak dünyayı Müslümanlara teslim etti. Çünkü insanı halife olarak, kendi adına icraatta bulunsun diye yarattı. Ve yeryüzünün varisleri olarak Müslümanları tayin etti. “...enne-l-arda yeriśuhâ ‘ibâdiye-ssâlihûn.” (el-enbiya 21/105)buyurdu.

Müslümanlar bu emaneti taşıyamadılar. Bu bostana gereği gibi bakamadılar, yani Allah adına icarda bulunamadılar. Cenâbı Hak dünyayı bize -lâ teşbih- icara vermiş. Çalışın, yarısı bize, yarısı size. Allah’ın hakkını da unutmayın, ihmal etmeyin. Biz, hepsi bizim demişiz. Bu sefer bu dünya bostanını diken sarmış. Cenâbı Hak da bunu temizlemek için her yeri ateşe veriyor. Çalıyı çırpıyı, bu dikeni, ayrık otlarını temizlemek için dünyayı ateşe veriyor. Bakın bütün Müslüman ülkelerinde ateş var, gözyaşı var, kan var. Bu şekilde dünyayı temizliyor ve Müslümanlardan da intikam alıyor. Bir grup ulemâ da meseleye bu cepheden bakmış.

Her iki yönüyle de bir çeşit temizlik var. Şu halde bunu bizim durdurmamız, bitirmemiz diye bir şey söz konusu değil. Böyle bir şeye yeltenirsek aldanmış oluruz.

Ama biz buna rağmen bu ortamda, bu hengâmenin içinde huzurlu bir hayat, Allah’ın razı olacağı bir hayat sürebiliriz. Bunun altyapısını, zeminini oluşturabiliriz. Bizden istenilen bu. O zaman belki zaman zaman bu ateş küllenir, o çok şiddetini kaybeder. Kesin sönmez.

Çünkü bakın dünya diyoruz, ismi üstünde. “Deniy”den geliyor dünya. Deniy, afedersiniz pislik, temiz olmayan, necaset anlamındadır ve Kur’ân burayı tarif buyururken; “Esfele sâfilîn!” buyuruyor.

“Sümme radednahu esfele safilin.” (et-Tîn 95/5)

İnsanı dünyaya gönderdik. Burayı aşağıların aşağısı olarak nitelendiriyor. Şimdi biz böyle bir yeri kıymetlendiremeyiz. Bu hâlini değiştiremeyiz. Ama biz kendi bakışımızı değiştirebiliriz.

Bediüzzaman buyuruyor ki dünyaya insanlar olarak üç cepheden bakabiliriz; birisi ehli dünyanın penceresidir. Ehli dünya, dünyaya dünya olduğu için bakar ve onu elde etmek için uğraşır. Benim olsun diye hırs, tamah, arzu ile bakar. Bu dünyanın esiri olur.

“Ed-Dünya ci’fetun, tâlibuha kilâbun - Dünya bir leştir, talibleri de köpeklerdir.” buyrulmuş.

Bunlar o nev’idendir.

İkinci cephe; ehli imanın baktığı penceredir.

“Ed-Dünya mezraatul âhireh - Dünya ahiretin tarlasıdır.”

Dünyayı bir mezire olarak, ahiretin ekim dikiminin yapılacağı yer olarak görür. O gözle bakar, buna gayret eder.

Üçüncü; pencere havassın penceresidir. Kâmil mü’minin baktığı penceredir. O da dünyaya esmâ-i ilâhinin tecelli yeri olarak bakar. Cenâbı Hakk’ın sun’unun, kuvvet ve kudretinin, heybet ve hey’etinin tecelli ettiği muazzam bir tablo olarak dünyaya bakar ve bu her baktığında Allah’ın bir sıfatını görür. Esmâ-i ilâhinin güzelliklerini görür. Ef’âli ilâhiyi görür. Bu yönüyle bakınca dünyayı imar etmeye uğraşır.

İşte kâmil mü’minin bakması gereken pencere bu pencere. Bu pencereyi de herkes açamıyor. Bizden istenilen bu pencereyi açmak. Dünyaya bir tecelli âlemi, imkân âlemi, bir müşahede âlemi olarak bakmamız gerekiyor. Böyle bakınca dünya kalbimize girmiyor. Dünya önümüzde duruyor. Kalbimizde eşyayı var eden, eşyanın Hâlık’ı oluyor. O zaman bu ateş külleniyor. Şiddetini kaybediyor.

Ayeti kerimede yine Cenâbı Hak buyuruyor. Dünyayı isteyene dünyayı veririz.

“...vekâne-l-insânu ‘acûlâ” (el-İsrâ: 17/11)
buyuruyor Rabbimiz. İnsanoğlu bu manada acelecidir. Aceleciliğinden kasıt dünyaya taliptir, dünyayı istiyor.

Dünyayı isteyene dünyayı, ukbayı isteyene ukbayı veririz, buyuruyor Cenâbı Hak.

İnsanları da üçe ayırmışlar. Dünyayı isteyenler, ukbayı isteyenler, Mevlâ’yı isteyenler. Muamele bunlara göre oluyor. Ehli dünya, ehli ukba, Ehlullah, Allah adamları. İşte Allah adamları o üçüncü pencereden bakıyor. Onlar öyle bakınca dünyayı bir emanet gibi görüyorlar ve dünyayı bu sun’un zuhur ettiği bir yer olarak görünce kendilerini borçlu hissediyorlar. Yani bunu korumak, imar etmek lazım geldiğine, emaneti ilâhi olduğuna kanaat getiriyorlar, gayrete giriyorlar. Bunun için ne yapılması gerekiyorsa; cemaat, devlet oradan başlıyor bu iş, büyüyor. Kurumsallaşıyor. Ve Müslümanlar idrakleri, ihlâsları nispetinde bu halkanın etrafında toplanabiliyorlar.

Tarihten bugüne fitne Müslümanları bu halkanın etrafından koparabilmek için elinden ne gelirse yapmış. Bunun için gerek kelamî sahada, gerek fıkhî sahada, gerek meşrepler bazında tasavvufî anlamda Müslümanları böle, böle, böle birbirinden uzaklaştırmış. Evet, belki çeşitlilik İslâm’ın zenginliği ama bu bazen de çok menfiyata kapı açabiliyor. Bu çeşitlilik bazen zarar getirebiliyor. Çünkü bu çeşitlilikler birbirlerini tekfir noktasına varabiliyorlar.

Geçmişte şafilerle hanefiler arasında çok ciddi mücadeleler olmuş. Bugün bile Müslümanlarda mesela şu anlayış var; hanefiler, şafilerin peşinde namaz kılamaz ama şafiler, hanefilerin peşinde kılar. Bakın bu yayılmış. Yanlış olmakla birlikte buna hepimiz inanmışız. Ve belki böyle benimsemişiz. O yüzden zaman zaman şafileri, şiilerle karıştırabiliyoruz. Bunların çok bilgilerine de sahip değiliz. Mesela dört mezhep haktır derken biz, anlayış olarak belki buna inanmışız ama hep ezber. Dört mezhep haktır ama kendi mezhebimizin dışındaki mezheplerin hakikatleri nelerdir bunları bilmiyoruz.

Mardinli bir ağabeyimiz anlatıyor... İstanbul Eyüp Sultan Camii’nde bir cenaze namazı kılıyorlarmış. Abimiz şafi. Yanında da uzun, beyaz sakallı, yaşlı, nurani, Karadenizli bir amca var. Yan yana namaz kılıyorlar. Şafi olan ağabeyimiz tekbirlerde ellerini kaldırıyor, sünnet üzere tekbir alıyor. Bu amcanın dikkatini çekmiş. Namaz bittikten sonra Karadenizli amca Mardinli ağabeyimize bir çıkışmış, bir paylamış,

-Sen ne yaptın? Ne namazı kıldın böyle? Bayram namazı mı kılıyoruz yahu. Habire ellerini kaldırıp duruyorsun, demiş. Abimiz demiş ki,

-Amca kaç mezhep var?
-Dört.
-Nedir bunlar?
-Hanefi, Şafi, Hanbeli, Maliki.
-Sen diğer mezheplerin, mesela şafilerin uygulamalarını, onların amel biçimlerini biliyor musun?
-Yok, onlar da herhalde bizim gibidir.
-Sizin gibi olsa şafi olmalarına ne gerek vardı, hanefi olurlardı, demiş.
Adam bu sefer durmuş,
-Sen şafi misin? demiş.
-Amca ben şafiyim ve benim mezhebime göre de her tekbirde el kaldırmak sünnettir. Ben kendi mezhebime göre amel ettim deyince, adam bu sefer olgun Müslümanmış ki,
-Özür dilerim kardaşım, ben bilmiyorum. Hiç şafi görmemişim. Ben Karadenizliyim. Bizde ilaçlık arasan şafi bulamazsın. Seni de böyle görünce yadırgadım, demiş…

Şimdi Müslümanlar bu durumda... Müslümanlarda cehalet, gaflet, dünya sevgisi, kavmiyetçilik, taassub var…

Üstad Bediüzzaman ifade ederken asrın üç hastalığı var buyuruyor. Birisi cehalet, birisi zaruret, birisi taassup, asabiyet.

Cehaletin ilacı ilim ve irfan ki bütün varlığın yaratılış gayesi muhabbet ve marifetullahtır, diyor. Taassubun çaresi muhabbet, ülfet, ünsiyet, uhuvvet, sevgi. Zaruretin çaresi zanaat ve kanaat buyuruyor. Bu üçünden de biz mahrumuz.

Böyle olunca ihtilaflar bitmiyor. Bu sefer bu ihtilaflar Suriye’yi, Afganistan’ı, Pakistan’ı, Arakan’ı, Eritre’yi, Moro’yu… sayamayacağımız kadar yerleri bir ateş hattına çeviriyor. Bu anlamda yeryüzündeki bütün Müslümanlar potansiyel suçludurlar. Suriye’de akan her damla kandan bu Müslümanlar mes’uldürler.

Şöyle ki mes’uldürler; neticeden sorumlu değiliz. Netice Allah’a aittir ama gayretten sorumluyuz. O neticenin lehimize tecelli etmesi için gayret etmekten sorumluyuz. Müslümanlar bu gayreti yapmıyor, alt yapıyı oluşturmuyorlar. Müslümanların birbirleriyle ciddi dayanışmaları yok. Hiç kimsenin kendisinden başkasına tahammülü yok. Her cemaat, her mezhep, her meşrep, her vakıf… statüleri neyse, kendilerini İslâm’ın merkezine koyuyor, merkez benim diyor. Ben merkezli olunca meseleler, kimin ihtiyacı varsa bana gelsin, diyorlar. Böyle bakınca meseleye aynı gurur, aynı taassup öbüründe de var. Suriye yanmış! Arakan’da o kadar insanların –afedersiniz- ırzına geçilmiş… Bana değmeyen bin yaşasın, diyor. Ümmet birdir yahu. Ümmet birdir, bu sınırlar idari anlamdadır yoksa İslâm’ın sınırı yoktur. Nerede “Lailâheillallah” deniyorsa ora bizim vatanımızdır. İdari anlamda kolay olsun diye bu sınırlar konulmuş. Yok, orada oluyorsa banane. Onlar şucu, onlar bucu… Herkesi bir örtüyle örtmeye çalışıyoruz.

Bu anlamda hepimiz suçluyuz. Âlimlerimizin yani cemaatlerin üstünde etkin olan insanların önümüze geçip bize bu gerçekleri anlatmaları lazım. Bu noktada bizi uyandırmaları, ikaz etmeleri lazım. Tebliğlerde bulunmaları lazım. Seminerse seminer, konferanssa konferans, eğitimse eğitim. Bugün herkes adeta kendi mesleğinin ve meşrebinin eğitimini vermeye çalışıyor. Onun dışına çıkmak istemiyor. İnsanlar fikri ve zikri cemaatler olmak üzere ikiye bölünmüşler ve her ikisinin arasında da ciddi çatışmalar var. Birileri birilerini radikallikle, vehhabilikle, selefilikle vesaireyle suçluyor. Öbürleri de öbürlerini cehaletle, uyuşuklukla, gerçeklerden kaçmakla, kendilerini gizlemekle suçluyor. Artık birbirimizi suçlamayı bırakıp birbirimizi tamamlamaya yönelirsek bu ateşi söndürebiliriz, küllendirebiliriz.

Biz meseleyi şöyle değerlendiriyoruz: Resûlullah (asv) mescidi saadetten çıkarken iki sahabinin dil münakaşasına şahit oluyor. Efendimiz buyuruyor ki; “Onların o münakaşasına gözüm takıldı, Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğu Bana unutturuldu…”

Bakın iki sahabi dille münakaşa ediyorlar, biraz yüksek sesle konuşuyorlar. Resûlullah Efendimiz’e de hangi gecenin Kadir Gecesi olduğu bildirilmiş, onu ashaba açıklayacak ama gözü oraya takılınca gönlü kayıyor...

Şimdi bu kadar bir hadise, bir dil münakaşası Resûlullah’ın gönlünü etkileyebiliyor ve bu sebepten dolayı O’na verilen bir hakikat âdeta geri alınıyorsa bugünkü Müslümanların mücadeleleri, münakaşaları nelerin zayi olmasına, elimizden nelerin gitmesine sebep olmuyor ki.

Bu yüzden şu anda belki Suriye’ye duadan başka bir şey yapamıyoruz. Ama bir yandan da Suriye’nin durumundan ibret almak durumundayız. Bulunduğumuz bölgelerin de Suriyeleşmemesi için ne yapılması gerekiyorsa gayrete girişmeliyiz. Bugün, Ramazan el-Bûti bir ihtilaf konusu oldu. Kimilerine göre şehit, kimilerine göre zelil olarak adlandırılıyor. Doğruyu Allah biliyor ama görünüşe baktığımızda bir zillet içindeydi. Adeta kendi desteklediği canavarın kurbanı oldu. Şimdi bunu nereye oturtacağız? Türkiyemiz’de de bu konumda olan insanlar; büyükler, âlimler, salihler var… Bunlarla nasıl bir mücadeleye girişeceğiz? Mücadele etseniz bir dert, etmeseniz başka bir dert. Bir söz var ya; “Aşağı tükürseniz sakal, yukarı tükürseniz bıyık.” Mücadele etseniz muhalif oluyorsunuz, etmeyip rıza gösterseniz içiniz, imanınız el vermiyor. Çünkü hak belli. Bu dini -hâşâ- yeniden va’z edecek değiliz. Din çok sarih olarak, elhamdülillah, her şeyiyle açık olarak elimizde.

Bugün Türkiye’de müştereken imanı tarif edemiyoruz. İmanın ne olduğunun net bir şekilde tarif edemiyoruz. Küfrün ne olduğunu net bir şekilde tarif edemiyoruz. Çünkü birilerine göre küfür olan şey öbürlerine göre imandan sayılabiliyor. Birilerine göre iman olarak görülen şey başka birilerine, bir cemaate göre küfür kabul edilebiliyor.

Mesela sistem ikinci evliliği yasaklamış. Bu belki sistemin zulmü ama inanışta Müslüman kadınlar ikinci evliliğe karşılar. Rahmetli hocaefendilşerden birisi bize bir şey anlatmıştı, çok ilginç gelmişti bana. Onlar eski İstanbul müftülerinin birinden fıkıh, hadis, tefsir dersi okuyorlar. Müftü efendi Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişmiş, güzide ulemadan bir zât. hocaefendi diyor ki bir gün ben derse diğer talebe arkadaşlarımdan erken gittim. Müftü efendi evde beni bir odaya aldı. Baktım ki oda dergâh gibi, normal bir ev odası değil. Bir seccade, dini kitaplar, Kur’ân-ı Kerim, tesbihler var. Mâbed havasında bir oda. Hocamızın bu yönü olduğunu bilmiyordum. Dedim ki; “Hocam maaşallah! Bu kadar ilimle uğraşıyor, talebe okutuyorsunuz, hem de demek ki böyle Mevlâ ile baş başa kalmaya zaman ayırıyor, burada münferiden ibadet ediyor, bir zühd hayatı yaşıyorsunuz.” Dedi ki; “Oğul burası benim odam değil.”

-Kimin odası? Ailesini kastederek,
-Burası yengenin odası.
-Efendim, Allah’a şükredin Cenâbı Hak böyle zâhid, âbid bir hanım size lütfetimiş. Hz. Ali efendimiz “Rabbenâ âtina fi’d-dünya haseneh” ayetini tefsir buyururken; “Dünyadaki ‘hasene’ saliha eştir.” buyuruyor. Bir insanın eşi saliha ise o dünyanın güzelliklerine erişmiştir. Allah size böyle bir saliha eş vermiş. Demek ki böyle zâhide, pâkize bir annemiz var.
Müftü efendi,
-Âh oğlum! Haklısın da yengen bir Müslüman olsa, zühdü baş üstü.
-Efendim, bu odanın sahibi nasıl Müslüman olmaz?
-Ben sana bir iki şey tavsiye edeyim bak, yengeni bir tanı.
-Buyrun efendim.
-Sen yengene de ki; “Yenge/anne, bak biz sürekli buraya derse gidip geliyoruz. Sen de çok yaşlandın, bize hizmet etmekten yoruluyorsun. Saliha bir Müslüman hanımefendi var, genç, dinamik. Allah için kocanızın hizmetine talip. Sen de izin verirsen onu kocanızla nikâhlayalım. Eve gelsin, hem sana hizmet etsin, hem kocanıza hizmet etsin, hem gelen talebelere, ziyaretçilere hizmet etsin, yardımcı olsun.” bak sana ne diyecek.

Hocamız diyor ki ben bunu söyledim. Anneye dedim ki,
-Anne, böyle ehli namus, temiz, pakize bir hanımefendi var. Siz de izin verirseniz hocamızla nikâh edelim, siz yaşlandınız artık, elden ayaktan düştünüz, hem size baksın, hem kocanıza baksın.
Kadın,
-Olmaz, kesinlikle böyle bir şeyi kabul etmem. Ben toprağa girmeden böyle bir şeye izin vermem, der. Hocaefendi diyor ki,
-Anne, bak Allahu Teâla Kur’ân-ı Kerim’de böyle buyuruyor… dememe kalmadı kadın,
-(Hâşâ) Ben öyle Allah tanımam dedi.  Erkekleri ikinci kez evlendiren bir Allah’a ben inanmam, dedi.
Hocaefendi diyor ki; “Dünyam yıkıldı.” Müftü efendi bana döndü ve “Gördün mü oğlum Timur.” dedi...

Bu anlayış bizim tesbih elinden düşmeyen, Müslüman hanımlarımıza yerleşmiş. Biz önce işin bu cephesini düzeltmeliyiz. Belki bu anlayıştan dolayı Cenâbı Hak bu ferdi leimlere bu kanunları çıkarttırmış.

Her şey bize endeksli. Biz bu anlayışı düzeltmeden sistemdeki o kanun da düzelmeyecek. Bu anlamda kadınlarımız İslâmlaşmadan, zihinleri İslâmlaşmadan, vahye tabi olmadan o kanun da belki düzelmeyecek.

Evet, Cenâbı Hak muradını bildiriyor; “Bilirseniz bir tane hayırlıdır.” buyuruyor. Bu murad-ı ilâhi. Ama maslahat gereği birden fazla gerekiyorsa evlenilebilinir. Bunu bugünün Müslüman, mücahide, şu sokaklarda örtü için miting yapan, din hâkim olsun diye uğraşan kadına bu meseleyi götür, orada biter. Bu zihniyeti biz değiştiremiyoruz. Bu kadınımızda olan. Müslüman erkeklerimizin de farklı dertleri var.

Mesela bir Müslüman aileye “Devletin resmi bir sistemi var ama siz gelin şu mirası İslâm’a göre taksim edin.” deyin yedi yerden başınızı yararlar. Kızlar yarım alsın erkekler bir alsın deyin kızılca kıyametler kopar. En şeriatçısına varıncaya kadar.

Önce bunların değişmesi, bunların düzelmesi lazım. Yoksa İslâm tepeden gelmez. Biz şimdi hep tepeden getirmeye uğraşıyoruz. İslâm alttan gelir. Tabandan tavana doğru yükselirse o sağlam durur. Ama tavandan tabana indirmeye çalışırsanız taban oynadığı an tavanı atar. Bu tutmaz. Halkı İslâmlaştıracağız. Halkın anlayışını İslâmlaştıracağız. İslâm devletini önce gönüllerde, zihinlerde kuracağız sonra coğrafyalar üzerinde. Yoksa bunun başka çıkışı olmaz.

Allah Resûlu on üç sene Mekke-i Mükerreme’de bunu yapmadılar mı? Gönüllerde devletleşmediler mi? Sonra Cenâbı Hak müsait zemini lütfetti, Medine’de bu devlet kuruldu. Ama on üç sene çok sancılı, çileli geçti. Bugün bu çileye kimse talip değil. İmanla istikbal arasında bocalayıp duruyoruz. İmanımız bize bir şeyi emrediyor bunu biliyoruz ama bakıyoruz ki istikbalimize ters düştüğünde imandan vazgeçiyoruz. Yer geliyor namazımızı, yer geliyor örtümüzü, yer geliyor Müslüman kimliğimizi feda ediyoruz.

Bunlar düzelmeden biz Suriye’yi ne kadar konuşursak konuşalım bir yere varamayız. Arakan’ı biz ne kadar konuşursak konuşalım bir yere varamayız. Mademki Cenâbı Hak ateşten korunmanın usulünü; “Kû enfuseküm ve ehlikum” (et-Tahrim 66/6) diye buyuruyor; önce nefislerinizden başlayın sonra ehilden ivme ivme dışarı doğru çıkın. Öyle ise bu hikmete uygun hareket etmek zorundayız. Önce kendilerimizden ve aile çevremizden başlamalıyız. Ecdad buyurmuş; “Herkes kapısının önünü süpürse mahalle tertemiz olur.”

Ama biz kendimizi, yakınlarımızı ihmal pahasına Suriye’yi tartışmak hoşumuza gidiyor. Kolaycılık bu biraz.

Belki sizin baktığınız cepheden bakmıyorum ama bunu Suriye için bir şey yapmayalım anlamında söylemiyorum. Kendimiz için yapacağımız şey Suriye’ye de ilaç olacak inşaallah.

Sual: Efendim peki ittifak nasıl, ne zaman olur?

Cevap: Bu halde ittifak yapamayız, hastalıklarımız var. Hastalıklı bir bedenden bir şey alıp başka bir bedene nakledemezsiniz, uyum sağlamaz.

Sual: Peki, Cenâbı Hak bu konuda bizden ne istiyor?

Cevap: Cenâbı Hak bizim gayretimize bakıyor. İllâ bunu bitirmemizi istemiyor. Ayeti kerimede azı çoğa sayabileceğini buyuruyor. Bediüzzaman Hazretleri de bunu izah ederken buyurmuşlar; “Cenâbı Hak belki çok az bir ameli tercih edip, indinde makbul olan bir hali tercih edip binler seyyiatı temizleyebiliyor.”

Bismillah
“...inne-lhasenâti yużhibne-sseyyi-ât” (el-Hûd: 11/114) buyuruyor Mevlâ.

Bir iyiliğe karşılık binler kötülüğü silebiliyor. Şimdi demek ki biz de böyle bir adım attığımızda on adım bize gelinecek inşaallah. Yeter ki biz buna bir yerden başlayalım. Bu başlangıcımızı Rabbimiz görürse bunu tamama sayar inşaallah ve güzel neticeler ikram eder.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort