JoomlaLock.com All4Share.net

İNSAN MERD-İ DÂVA DEĞİL, MERD-İ MÂNÂ OLMALIDIR

İnsan Merd-i Dâva Değil, Merd-i Mânâ Olmalıdır - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 131 - Kasım 2018

 

İnsan Merd-i Dâva Değil, Merd-i Mânâ Olmalıdır

 

Sual: Efendim, İmam Efendi Hazretleri Sohbetname’de: “İnsan merd-i dâva değil, merd-i mânâ olmalıdır. Âlim olsun, şeyh olsun; nefsi diri, kalbi ölü olursa, o ne âlimdir, ne de şeyhdir.” buyuruyor. İnsanın mana cephesine yönelmesi, kalbini diriltmesi nasıl olacak?

Cevap: Her şeyden önce Cenabı Hak sonsuz lütfuyla önümüzü açsın. Hakikaten bu ahir zamanda merd-i mana olmak; mana yiğidi mana adamı olmak kolay bir mesele değil. 

Bu yolun yolcusu davanın gerekliliklerini kendinde tekâmül ettirecek; buna büyüklerimiz zahir edepler demişler. Şeriatın zahirindeki adaba riayet edecek. Şu da iyi anlaşılmalı ki edep-adap denilince sanki İslami literatürün son sıralarında kullanılan bir ifade gibi anlaşılıyor. Hani fıkhın bir sıralaması vardır: Farz, vacib, sünnet, müstehab diye. Bu sıralamadan bakıldığında edep de bunlardan sonra gelen bir usulmüş gibi anlaşılmasın. Bu anlamda edep tek başına kullanıldığında yani zahirin edepleri denildiğinde mesela farz da bir edeptir, sünnet de bir edeptir. Edepten kasıt o maddeler, yapılması gereken şeyler. Çünkü bütün bunlardaki; farzlardaki, vaciplerdeki murad insanı edeplendirmektir. İnsanı terbiye etmek için, olgunlaştırmak içindir. Bu yüzden sufiler direkt şerî terimler yerine kendi ifadeleriyle meseleleri izaha çalışmışlar, edep demişler. 

Biz edep denilince salt bir ahlak kuralını anlıyoruz. Bu anlamda değil. O yüzden zahir edepler her neyi gerektiriyorsa kul önce onları talim eder. Derken kendinde tatbik eder, bunları tekâmül ettirir. Yani namazını, orucunu, abdestini, neyse yapılması gerekenler, bunları mükemmelleştirir, bunlarla birlikte bâtının edebine de azami derecede riayet eder. 

Yoksa bu zahiri edeplerle büyüklerimiz de ifade etmişler, insan belki sırf cenneti kazanabilir, cennete nail olabilir ama tek nimet cennet değil. Cennetten de öte bir murad var. İnsanın cemale erişmesi ve rıza nimetine ulaşması, Allah’ın kendisinden razı olduğunu bilmesi… İşte bu noktada bâtıni edepler devreye giriyor. Zahiri edeplerle birlikte merdi mana olmak; mana adamı, mana eri olmak devreye giriyor. 

Mana eri olabilmenin yolu; zahir edeplere ne kadar önem veriyorsan ve ne kadar hassasiyet, dikkat gösteriyorsan bâtının edeplerine de öyle hassasiyet göstereceksin. Misal namazın seni ne kadar ilgilendiriyor ve düşündürtüyorsa rabıtan da seni o kadar ilgilendirip düşündürtmeli. Rabıta ile namazı ayırmamalısın. Çünkü namazının sıhhati rabıtaya bağlı. Sen buna zahirde tadili erkân diyorsun: rükûda belin düz olacak, rükûdan kalktın mı azaların itminan bulacak, yerleşecek; secdeye gittin mi elini şöyle koyacaksın, dizini böyle koyacaksın… Bunlar güzel de bunlarla da bitmiyor, namaz bunlarla kemal bulmuyor. Bunlar bazen insanı riyaya, ucba sevk edebiliyor. 

Öyleyse sendeki bütün bu duyguları izale edecek bir filtreye ihtiyacın var. Adeta namaza durduğunda, Allah’tan başka sana bir şey hatırlatmayacak, sana kendini, kendi varlığını dahi unutturacak bir filtreye ihtiyacın var. Adeta okuduğunu, düşündüğünü, hareketini o filtreden, o süzgeçten geçirip rızaya uygun hale getireceksin. İşte bu rabıtadır. Kıldığın her namazın ideali, olması gerekeni budur. Kendimizi buna hazırlamalıyız. Bâtıni edebin gereği budur. 

Allah bu namazı farz kılmış, kiminle bunu bildirmiş: Fahri Âlem’le. Bize namazın farz olduğunu söyleyen Âlemlerin Efendisi. Bize namazın farz olduğunu söylerken bu farzın cemaatle fazilet olduğunu da söylemiş. Farz ama bunu birlikte kılarsak fazilet buyurmuş. Bakın adeta cemaatten kasıt bu. Bunu kimle birlikte kılarsak fazilet; onu sana farz diyen, farzı öğretenle. O’nunla birlikte kılarsan faziletli. 

İşte rabıta o demek ki sen bu namazı kılarken Kâinatın Efendisi’ne iktida edeceksin. O’nun arkasında namaz kılacaksın. O imam olacak, sen cemaat olacaksın. Adeta her vaktinde Medine Mescidi’nde Ravza-i Mutahhara’da veya Mekke-i Mükerreme’de Kâbe-i Muazzama’da Âlemlerin Efendisi’yle, Hazreti Ebubekir, Ömer’le saf tutacaksın. İşte rabıta bunun için. 

Şimdi bu cepheden bak ki farz kadar önemli mi, değil. Senin farzının sıhhati buna bağlı mı, değil mi? 

Sen, dünya ile namaz kılıyorsun. Sen namaz kılarken -afedersiniz- dünyanın bütün şeytanlıkları senin aklında, dünyanın bütün tilkilikleri senin kalbinde. Hiçbirini bırakamıyorsun. Dünya ile namaz kılıyorsun. Dünya ile namaz kıldığın için de bazen çabukluyorsun, çabuk bitsin. İş var, müşteri var, abdestin daraldı… Böyle namaz kılıyorsun. Kurtulamıyorsun. Bazen aklın onlara gidiyor, ne okuduğunu, ne okuyacağını da bilmiyorsun. Kaç rekât kıldığını unutuyorsun, ezber kılıyorsun. Allah kabul etsin… 

Mesele kimsenin namazını değerlendirmek, yargılamak değil ama insaf et, sana göre bu namaz oldu mu? Böyle bir şeyi sana sunsalar sen kabul eder misin? 

Demek ki merdi mana olmak için yapacağın rabıta, işte o merdi dava olmanın sıhhatini sağlayacak. O zaman hiçbir güç, kuvvet namazı senin elinden alamayacak. Seni gaflete düşüremeyecek. Çünkü sen bileceksin ki -la teşbih- Kâinatın Efendisi misal ikindi namazında seni bekliyor. Öğleyi kıldı, ikindide seni bekliyor Medine Mescidi’nde. Hiçbir şey seni ondan alıkoyamaz, hiçbir iş. Hangi işin Peygamberin arkasında namaz kadar önemli? 

Hazret-i Norşin bir köye gitmiş. Köylüyü derse, Tarikat-ı Aliyye’ye davet etmiş. Köylü demişler ki: “Bizim köyümüzde hafız bir hoca var, o bizim imamımızdır. Eğer o tarikat alırsa biz hepimiz tarikat alırız. O çok muttaki biridir. Eğer o intisap ederse hepimiz intisap ederiz, etmezse demek ki edilmesi gerekmiyor biz de etmeyiz.” Hazret, peki, gidip o hocaefendiyi ziyaret edelim, buyurmuş. Evine gitmişler, hoca karşılamış, ağırlamış; izzet ikramdan sonra bu konu açılmış. Hoca demiş ki:

- Efendim, ben geceleri iki rekât namaz kılıyorum, Allah riyaya saymasın, bir rekâtta on beş cüz, öbür rekâtta on beş cüz okuyorum. Hazreti Kur’an’ı kâmilen hatmediyorum. Senelerdir bunu usul edinmişim, böyle namaz kılıyorum, Allah kabul etsin. Şimdi siz bana Kur’an’ın tilavetinden, kıraatinden, hatminden daha yüce nasıl bir vird vereceksiniz ki bunun yerini tutsun? Ben buna devam ediyorum, o yüzden de bir tarikata, bir şeyhe ihtiyaç duymuyorum. Hazret ona buyuruyor ki:

- Peki, namazın mübarek olsun, sen bu namaza devam et. Ama benim senden bir ricam olsun: Sen bu gece namaz kılarken Hazreti Ebu Bekir-i Sıddık’ı düşün ki o imamdır sen onun arkasında cemaatsin. Namazını Hazreti Ebubekir’le kıl bakalım ki sen ne kadar Kur’ân tilavet edeceksin. 

O gece Hazreti Ebubekir’le cemaat olur. Yani hayalinde, gönlünde, muhabbetinde Hazreti Ebubekir’i imam yapar, bu arkasında cemaat olur. Gelir ertesi gün der ki, 

- Kur’an’ın üçte birini okuyabildim. Okuyamadım, ilerleyemedim, ağırlık bastı, feyiz bastı, aşk bastı; gidemedim. Hazret, 

- Sen bugün Sultanu’l-Enbiya’yı imam yap, buyurur. Bugün de Hazreti Peygamber imam olsun O’nun arkasında bir namaz kıl. 

Peygamberi düşünür, Peygamber ile cemaat olur gelir der ki,

- Ben sadece Kevser suresini okuyabildim. Daha hiçbir sure okuyamadım. Kevser suresi, Kur’an’ın en kısa suresi. 

- Peki, sen bu gece de Cenabı Hakk’ın cemaline yönel. Düşün ki sen Allah’ın cemaline karşı namaz kılıyorsun, O’nun huzurundasın, O’nun cemaline karşı namaz kılıyorsun. 

Hoca namaz durur; “اِيَّاكَ نَعْبُدُ” derken bütün letaifleri yanar, ayakta ölür, ruhunu teslim eder. 

Millet bakar ki hoca her gün namaza geldiği saatte gelmemiş. Evine gider bakarlar ki hoca ruhunu teslim etmiş… 

Kuran’ı hatmediyordu, Fatiha’da ruhunu teslim etti. 

İşte merdi mana olmak… Bâtının edeplerine riayet göstermek ki bu söylediğimiz o bâtıni edeplerden birisi... İnsan bütün hayatını bu rabıta süzgecinden geçirmelidir. Bu ne demektir: İnsan hayatının tamamını insanı kâmil ile birlikte, onun kontrolünde, onun muradına uygun yaşayacak. 

İnsan maliyede zor durumda kalmamak için bütün hesabını, kitabını muhasebecilere kontrol ettiriyor, muhasebeci tutuyor. Ufak bir yeri ağrıdığında, gribal rahatsızlığı olduğunda en yakın sağlık ocağına gidiyor, aile hekimine müracaat ediyor. Hukuksal bir problem olduğunda mahkemeye gidiyor, savcılığa müracaat ediyor, adalet istiyor. Hayatımızın her safhasına baktığımızda zahiren güzel yaşayabilme, kontrollü yaşayabilme adına, zarar etmeme adına bir sürü otokontrol noktaları var. Bu kontrollerle birlikte hayatımızı devam ettiriyoruz. 

Peki, düşünün şimdi, şu fani dünyanın her müessesesini, her meselesini bir noktadan kontrol ettirirken; bir insanın varlık sebebi, yegane gayesi, en yüce maksadı olan ukba, ahiret, Allah’a vasıl olma, Allah’ı razı etme ve ebedi âleme ait meselelerini kontrolsüz yaşaması ne kadar fütursuzluktur, ne kadar edepsizliktir, Allah’a nasıl bir başkaldırıdır… 

İnsan düşünse ki bunu ben nasıl izah ederim? Kendimize nasıl izah ederiz bunu? Ben muhasebecisiz, avukatsız, doktorsuz, savcısız yapamazken, hiç bilmediğim ahiret âlemine, o ebedi yolculuğa yalnız başıma yardımcısız, danışmansız, bilinçsiz, bilgisiz nasıl gidebilirim? 

Bunun için hayatımıza bir otokontrol gerekli. O otokontrolü sağlayacak olan şey rabıtadır. İnsanı kâmilin denetimidir rabıta. İnsanı kâmilin Allah adına senin hayatını denetlemesidir. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu sana söylemesidir. 

Evet, zahir edepler; şeriat dediğimiz müessese sana doğruyu, yanlışı söylüyor ama bazen öyle meseleler var ki onlar şeriatte doğrudur mana yoluna girdiğinde senin için doğru değildir, olmayabilir. İşte bunu ayırt etmek için kontrol gereklidir. 

Bir şey doğrudur ama o doğru sende ters tepki yapabilir. Bunu sen bilemiyorsun. Misal antibiyotik bir ilaçtır, birçok hastalığı, özellikle iltihabik rahatsızlıkları antibiyotikle doktorlar tedavi ederler. Antibiyotik bu anlamda şifadır. Şeriat bunu men etmemiş, haram dememiş, hatta yönlendirmiş; kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın buyurmuş, tedaviyi emretmiş. Ama düşün ki senin antibiyotiğe karşı alerjin var, sen antibiyotik aldığında zehirleniyorsun. Sen bunu bilmiyorsun, iyileşme adına yaptığın çabaların ölümüne sebep oluyor senin. Sen antibiyotiği iyileşeyim diye kullanıyorsun ama iyileşme çabaların senin ölümüne sebep oluyor. 

Bunu sana kim söyleyecek; bir hekim. Senin üstünde antibiyotik testi yapacak, sana iyi geliyor mu, gelmiyor mu. Ona göre verecek, yoksa farklı bir ilaç verecek. 

Farz ibadetler müstesna, insan şer-i şerifin emirlerini yerine getireceğim diye bazen kafasına göre yaptığı belli şeyler ona fayda yerine zarar verebiliyor, onu riyaya, kibre düşürebiliyor, gösterişe saptırabiliyor, evini yıkıyor. Bu yüzden kontrol gerekiyor; ne sana faydalı, ne sana zararlı. 

Misal bakıyorsun adam şöhret olsun diye hacca gitmeye niyet ediyor. Ben hacca gideceğim diyor ama şöhret için, hacı ismini almak, hacı olarak meşhur olmak için. Gidiyor bir Allah dostuna soruyor o da ona buyuruyor ki: 

-Samimi misin bu sorgulamanda, denileni yapabilecek misin? 

- Evet, efendim diyor. 

- O zaman biriktirdiğin parayı şu şu fakirlere ve şu şu hayır kurumlarına infak et, sen bu sene hac yapma, buyuruyor.

- Ama efendim ben çok heveslenmiştim, ümitlenmiştim onun için birikim yapmıştım, diyor.

- Mesele Allah’ın rızasını kazanmak değil mi? Allah’ın rızasını kazanmaksa o fakirlere de infak ettiğinde belki hacdan daha çok ecir kazanacaksın. Ama yok sen bir isme talipsen bir şey diyemiyorum. Sen dedin ki ne dersen yapacağım. Ben de samimi olarak Allah’ın gönlüme ilham ettiğini sana söyledim. Sana dedim ki, hac paranı infakta bulun. Fukaraya tasadduk et. Çünkü senin gayen, hacdaki niyetin temiz değil. Niyetin Allah’ın Beyti’ni, Allah’ı ziyaret değil; sen sana hacı desinler diye gideceksin. Oradan üç beş kişiye de takke, tespih, seccade dağıtacaksın; “Bak ben hacı oldum!” Senin derdin bu… Ama rızayı kazanmak istiyorsan işte rıza orada, git fakirlere ver. Kimse de bilmesin, görmesin; hacdan daha çok ecir al, buyuruyor.

Mesnevi’de nakledilir, birisi gelmiş Bayezid-i Bestami’ye hacca gideceğim demiş. Hazreti Bestami de, gel paranı tekkeye masraf et, tekkedeki fukaraya ver, yedi sefer de beni dön, haccı ekber yapmış olursun, buyurmuş. Sen imtihana bak. Adam gitmiş parayı fukaraya infak etmiş, gelmiş; yedi sefer Hazreti Bayezid’i tavaf etmiş. 

Sana göre bilmem, ama bana göre haccı ekber oldu. Kimsenin yapmadığı bir hac yaptı o. O İbrahim’in yapısını değil, o arş-ı alada Allah’ın yapısını tavaf etti. Kâbe’nin hakikati arş-ı alada, Allah ona orayı tavaf ettirdi. Şeyhin gönlünde, arş-ı aladaki asıl beyt-i mamuru tavaf etti. 

Adam sesini çıkarmadı, demedi ki ya böyle de hac mı olur. Hadi tamam, parayı fukaraya verelim bu ibadet, tasadduk. Ama bu seni yedi sefer dönme de neyin nesi? Yedi sefer dön dediler, adam döndü. 

İşte merdi mana böyle olunur. İtirazsız, ivazsız, garazsız, ‘olur mu’ demeksizin. Allah oldurur, O’nun kudreti sonsuz. 

İnsan bu bâtıni edeplere de riayet edebildi mi gün be gün mana adamı olma yolunda ilerler. Bir bakmışsın ki nefsinin onun üzerindeki baskısı, tasallutu, şeytanın ona verdiği iğvaat, vesvese; dünyanın onu kuşatıcılığı, sekülerleşmesi ortadan kalkmış. Dilinde daima zikrullahın rutubeti, gönlünde daima hasret ateşi, aşk ateşi; özünde daima pişmanlık gözyaşı, nedamet gözyaşları son hedefine sürekli hazırlanma gayesiyle müthiş bir çaba içinde olur insan. 

Merdi mana olan insan o Refik-i Ala’ya ulaşmak için, o maksatların en yücesine kavuşmak için; “İlâhi ente maksûdî ve rıdâke matlûbî” diye sürekli tekrarladığı, kendisine parola edindiği o şifreye ulaşmak için müthiş bir hazırlık, bir çaba, bir gayret içinde olur. İşte buna merdi mana diyorlar. 

Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı 

İçinde salınan yar olmayınca…

demiş ya âşık; gönül böyle bir saray, Cenabı Hak böyle yaratmış. Ama şimdi hepimiz kendi gönlümüze bir nazar edelim. Bizim gönlümüz de yaratılış itibariyle bir saray, Rabbimiz bizim gönlümüzü de kendisi için var etmiş. Ama gönlümüze baktığımızda bizim gönlümüz harabe, viran. Saray demeye yüz bin şahit lazım, harabe bir halde gönlümüz. Niye, içinde bir sultan yok da ondan. Metruk, terk edilmiş, örümcekler ağ bağlamış, kuşlar yuva yapmış kapılarında, kilitleri paslanmış, yıllar var belki kimse uğramamış... 

İşte mana ehli o sarayı ihya eder. O metruk halden onu kurtarır, imar eder yeniden, her yerini siler, temizler, paklar, kandillerini yakar, içeride yar salına salına dolanır. Onu var oluş hikmeti, yaratılış hikmeti üzerine; yani asli projesine, planına uygun şekilde imar eder.

Orada Rabbiyle buluşur, Peygamberiyle buluşur, ehlullah ile buluşur. İstediğini davet eder oraya, yüzü aktır. Çünkü endişesi yoktur. Çünkü sarayı pak, sarayı temiz. 

Şimdi bizde baykuşlar yuva yapmış, kimseyi davet edemiyoruz. Özümüze, içimize kimse gelip gitmiyor. Hiç bizi yoklayan yok. Bu yüzden de bizde endişe yok. Bizde hayat sevinci de yok, bunun endişesi de yok. Bir hırsa kapılmış gidiyoruz. Hırs yiyip bitiriyor bizi. 

Ama öbür türlü olsa, manaya değer versek, o manevi sarayı ihya etsek, dedik ya her namazda Peygamberimizle, ashabı kiramla birlikte cemaat oluruz. Orada her vakit ehlullah ile o ruhaniyetlerle sohbet ederiz… 

Cenabı Hak saniyede kırk sefer kalbinin kapısını çalıyor, hangi birini duydun sen? Hangi birine cevap verdin? Bu kadar sık geliyor… Şah damarından yakınım, ben seninleyim, sen kiminlesin, buyuruyor. Sor kendine bakalım, sor ki kiminlesin. Bir mazeret koy ortaya. Var mı meşru bir mazeretin? 

Misal Cenabı Hakk’a de ki; Peygamberinle beraberdim Ya Rabbi; makul. Dostlarınla beraberdim Ya Rabbi; makul… 

 

“وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ” buyuruyor Cenabı Hak. Siz nerede olursanız olun o sizinle. Sizi yokluyor, kapınızı çalıyor. Bu, “Siz kiminlesiniz?” demek. Siz nerede olursanız olun, kiminlesiniz. Namazda kiminlesiniz? Şimdi dergâhtasınız, kiminlesiniz? Hangi hayaldesiniz, neyi tefekkür ediyorsunuz? Hangi gündemden bahsediyorsunuz? İçinizi, dışınızı meşgul eden şey ne? Hikem-i Ataiyye’de buyurmuyor mu İbn Ataullah el-İskenderi; “Allah’ın yanındaki değerini öğrenmek istiyorsan bak ki Allah seni nelerle uğraştırıyor, nelerle meşgul ediyor?” Meşguliyetine bak. Özellikle içini, gönlünü, zihnini meşgul eden şeye bak. 

İşte bu merdi mana olmak, mana adamı olmak, mana ile meşgul olmak demek. Ehlullah olmak demek, Allah ehli olmak demektir. Allah ehli olan Allah ile meşguldür, başka bir şeyle meşgul olmaz. Allah ehli olabilmek için, Allah ile meşgul olacaksın. Allah’ın zikriyle, fikriyle, şükrüyle meşgul olacaksın. 

Bizim bin bir meşguliyetimiz var ve belki bu bin bir meşguliyetin içinden biri Allah ile meşgul olmak. İmanımız var: “Lâ ilâhe illallah Muhammedu’r-Rasûlullah!” bin bir meşguliyetten birisi bu. Peki diğerleri… Diğer meşguliyetler?

Ama hep bunu söylüyoruz: Her şey bir şey için var, biz Allah için varız. Peki, ne kadar? Ne kadar Allah için varız? Ne kadar Allah için vefakârız, fedakârız, cefakârız? 

Misal bir şeyden sebep canımız yanıyor “Ah! Of!” diye inliyoruz. Hasta olunca inliyoruz, bazen dayanılmaz oluyor; ağlıyoruz. Başımız ağrıyor, dişimiz ağrıyor ağlıyoruz. Anamız vefat ediyor, babamız vefat ediyor, yakınımız vefat ediyor -Allah cümlesine rahmet etsin- ağlıyoruz. Gözyaşı döküyoruz, acı veriyor içimize. 

Bazen sevinçten ağlıyoruz; çocuğumuz üniversiteyi kazanıyor, memuriyeti kazanıyor vs. sevinçten ağlıyoruz. Kurban adıyoruz; oğlum üniversiteyi bitirirse, askerden gelirse, evlenirse, sıhhat bulursa… bir kurban keseceğim… 

Peki, Allah’a vasıl olmak… 

Allah hiç canımızı yakıyor mu? Allah’ın hasreti, Allah’a karşı düştüğümüz gaflet hiç canımızı yakıyor mu? Ağladığımız oluyor mu hiç? Ya Rabbi sen beni hiç unutmazken, her an benimle iken, bana benden yakın iken; ben Sana niye bu kadar uzağım, diye hiç canımız yanıyor mu? Bu bizi ağlatıyor mu, inletiyor mu? 

Niye? Bu bir dert, bir hastalık değil mi? 

Allahsızlık bir dert değil mi? Bundan büyük bir dert, bir musibet var mı? Allah’tan gafil yaşamaktan, Allah’tan huzursuz yaşamaktan, Allah’tan uzak yaşamaktan daha büyük bir musibet var mı? Hangi depremle, hangi tsunami ile bunu kıyas edebilirsiniz. Hangi ananın babanın vefatıyla bunu mukayese edebilirsiniz? 

İçindeki, Allah’ın sana lütfettiği, o taptaze duygular, fıtrat duyguları bunlar. Seni Müslüman yarattı Cenabı Hak, Allah’a teslim bir vaziyette yarattı seni, seni kendisi için yarattı… Sen bütün bu duyguları kaybetmişsin. Bu bir dert değil mi? Merhameti, şefkati, huzuru kaybetmişsin. 

Allah denildiğinde bir şey hissetmiyorsun. Sıcak denilince hissediyorsun, soğuk denilince hissediyorsun, acı denilince, ekşi denilince hissediyorsun… Zahir âlemdeki her şeye karşı bir tepkin var. Veya birebir sana dokunan her şeye bir refleksin var. Soğuk sana vurduğunda üşüyorsun, gayri ihtiyari bir refleks, bir tepki gösteriyorsun. Soğuk suya birden girdiğinde nefesin kesiliyor, bir tepki veriyorsun. İçtiğin ilaç acı olduğunda yüzünün halini görmek lazım, tepki veriyorsun. Seni şaşırtıcı bir şey olduğunda ağzın açık kalıyor, tepki veriyorsun. 

Müslüman! Allah diyorsun… Kalbine balyoz gibi bunu vurman lazım. Allah diyorsun, buna bir tepki yok mu içeride? Bir ürperiş, bir titreyiş, bir uyanış, bir ah, iki damla gözyaşı yok mu… Ali, Veli, Hasan, Hüseyin demiyorsun; Allah diyorsun. 

İşte merdi mana olmak... 

Allah derken dahi o sözün altında binler kez ezilmek. Aman ya Rabbi, layık mıyım ben bunu söylemeye. Senin mübarek ismini söylemeye layık mıyım?.. Ölü kalpleri ihya edecek o şifreyi söylemeye layık mıyım ben? Belki onun her harfini söylerken, her harfine bir abdest alsam yetmez. Her harfine abdest alsam o kelime-i mübarekenin hukukuna riayet etmiş olamam. 

Ama bu lalettayin bir isim gibi hayatımızda. Misal çocuğumuza bir isim koyarken elli kez düşünüyoruz. Güzel bir isim olsun, herkesin beğeneceği bir isim olsun, sıradan, klasik, bilinen, modası geçmiş bir isim olmasın. Bak isim, senin için bu kadar önem arz ediyor. 

Sana kendini bu isimle tanıtıyor Cenabı Hak, Allah ismi şerifiyle sana kendini tanıtıyor. Öyleyse sen bunu söylerken başkaları gibi söylememelisin. Herhangi bir kelime gibi söylememelisin, dolayısıyla da herhangi bir kelimeye karşı takındığın tavrı takınmamalısın. 

Bu ismiyle böyle. Bunun diğer emirlerini, sıfatlarını düşün. 

Misal valiliğe gideceksin, vali ile buluşacaksın veya işadamlarının bulunduğu toplantıya gideceksin yıkanıyorsun, şampuanlanıyorsun, kokulanıyorsun, güzel elbiseler giyiyorsun… Değer veriyorsun o insanlara. 

Bir de aldığın abdeste bak. Namaz kılmadan önce aldığın abdeste bak. O abdestle Allah’ın arzına çıkacaksın. Allah ile bir toplantıya katılacaksın, peygamberler, melekler olacak o toplantıda. Yani kimseyle mukayese edemeyeceğin varlıklar olacak o toplantıda. Senin haline bak; abdestine, guslüne, üstüne başına, niyetine bak. Bak da bak… 

Çocuklarımız iyi bir insan olsun; ahlaklı, erdemli, faziletli olsun diye okul öncesi eğitime veriyoruz. Bakın üç-altı yaş arası çocuk kreşleri var, çocuklarımızı gönderiyoruz. Ondan sonra ilkokula gönderiyoruz; orta, lise, üniversite, dershane, yabancı dil kursu, ehliyet kursu, bilgisayar kursu… Hayatları kurslarda geçiyor. Ne için bunlar? Zahiri, dünyevi, fani olan bir hayatı güzel yaşama adına bu kadar kurs, bu kadar talim, bu kadar terbiye. 

Ebedi, sermedi olan bir hayatı yaşama için bir kurs yok mu, bir dershane yok mu, bir mektep yok mu, bir kreş yok mu ki çocuğumuzla birlikte gidelim. Tasavvuf, irfan mektebi. Rabıta dersi, sohbet dersi; gönül eğitimi bunlar, Hakk’ın dilini anlama eğitimi bunlar. Allah’ın kelim sıfatı var, yani Allahu Teâla konuşan bir ilah, konuşuyor. Ama sen ben dilini bilmiyoruz. Dedik ya, gönül kapımızı çaldığında duymadığımız gibi konuştuğunda da anlamıyoruz. 

Misal ezan-ı Muhammedî okunuyor saygımız var, hürmetimiz var, Allah onu da almasın bizden. Bu bir davet, Cenabı Hak bizi davet ediyor. Peki, içsel hazırlığımız ne kadar bu davette? Birazdan kalkıp kıbleye yöneleceğiz, namaz kılacağız… Kılmamız gerektiği için kılacağız, borcumuzdan kurtulmak için kılacağız, cehenneme düşmemek için kılacağız. Bakın kendimizce ürettiğimiz bahanelerden dolayı kılacağız. Allah’ın bizden istediği sebeplerden dolayı değil. Allah niçin bizim namaz kılmamızı istiyor, o sebeplerden dolayı değil, bizim kendi ürettiğimiz sebeplerden dolayı namaz kılacağız. 

Onun için sadatımız, “Namaz kılalım mı?” dediklerinde; “Sizin namazdan mı kılalım, bizim namazdan mı kılalım.” buyurmuşlar. 

Allah bize namaz kılmayı lütfetsin.

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort