JoomlaLock.com All4Share.net

HAK DAMARI

Hak Damarı

Hak Damarı - Veysel Özsalman

Sayı : 120 - Aralık 2017

 

Hak Damarı

 

Aciz insan zihniyeti sınırları içerisinde maddiyatın mukaddesata galebe çaldığını beyan etmek üzere anlatılan “isot tarlası” fıkrası herkesin malumudur. Hani şu Fransızların köyleri, kasabaları, şehirleri velhâsıl vatan toprağını peyderpey işgal ettiği sırada kahvehanede otururken, en nihayetinde düşmanın isot tarlalarına kadar ulaştığı haberini alınca gayrete gelerek mücadeleye, müdafaaya karar kılan nasipsizlerin hazin hikâyesi…

Mevzubahis hikâyede geçen hadise hayli hazindir çünkü şahsi menfaatlerin istiklal, hürriyet, vatan sevgisi gibi umumi ve muazzez değerlerin nasıl da önüne geçebileceğini gösterir. Yine bu hikâyenin kahramanları bir o kadar da “nasipsizdirler” çünkü “isot tarlası” ile “vatan toprağı” arasındaki kıymet farkını ayırt edebilecek akıl ve vicdan nimetlerinden de mahrumdurlar.

Her ne kadar mübalağalı bir anlatıma sahip olsa da bu hikâye elbette hayatımızdaki bazı gerçeklere de işaret etmektedir. İşte o gerçek, kudsî olan ne varsa hayatımızın içerisinden sille tokat kovarak yerini maddi kaygılarla, şehvetle ve menfaatle doldurmuş olduğumuzdur. Dolayısıyla menfaatperestlerden oluşan bir cemiyetin hiddetlenip sükûnet bulmasını da bunlardan ayrı düşünmemek gerekir.

Her ferdin ve fertlerden müteşekkil olması hasebiyle de her cemiyetin “kırmızı çizgileri” yani tahammülünün belirli sınırları vardır. Bu sınırlar zorlandığında yahut tecavüze uğradığında fert planında en pısırık olan adamın, içtimai planda da en çelimsiz görünen milletin kendisinden beklenmeyecek çapta şiddetli bir cevap vermesi şaşılacak bir iş değildir. 

Burada kemal-i dikkatle incelenmesi gereken bir nokta varsa mülayim bir adamın yahut muharebe kuvvetinden mahrum bir milletin aniden zuhur eden kahramanlığından evvel, bunu sergilemesine vesile olan sebeplerdir. Yani bahsettiğimiz fıkradaki ifadelerle anlatmaya çalışırsak mücadele “isot tarlası” için mi yoksa “vatan toprağı” için mi verilmektedir? Esasen mühim olan budur. Nitekim “ameller niyetlere göredir” ölçüsü bizi her hareketimizde mecburi olarak bu tahkikata sevk eder.

Hangi sebeple olursa olsun en sakin adamın bile temas edildiğinde yerinden hoplamasına sebebiyet verecek, hassasiyet gösterdiği ve mühimsediği mevzular vardır. Bir kediyi aslan gibi kükretecek, miskin bir şahsın içerisindeki cengâveri açığa çıkaracak, susmayı adet haline getirmiş bir milleti toptan ayağa kaldıracak bu gibi mevzuları ifade etmek için “damarına basmak” tabirini kullanırız. Cemiyetleri idare etmek isteyenlerle nihai hedefi anarşi çıkarmak olanların adeta bir tabip dikkat ve hassasiyetiyle bu “damarı” bulmaya çalıştıklarını, hem kendi memleketimizde hem de diğer memleketlerde, her gün bir yenisi yaşanan içtimai hadiselerden anlayabiliyoruz. Bulduklarında ise kendi emellerini gerçekleştirmek üzere bu damardan ya ağrı kesici şırınga edip cemiyeti sakinleştirmekte yahut da var gücüyle üzerine abanarak cemiyete olduğu yerde ters takla attırdıklarını görüyoruz.

Üzücü olan ve vurgulamak istediğimiz husus, cemiyet olarak müdahaleye açık hassas noktalarımızın bulunması değildir. Bilakis bunlar her cemiyette az çok var olan kaçınılmaz meselelerdir. Asıl sıkıntı tahammül sınırlarımızın çok gerilere, ne yazık ki, “isot tarlası” sınırlarına kadar geriye çekilmiş olması ve dokunulduğunda aklımızı oynatacak derecede acı veren “damarımızın” maalesef cüzdanlarımızın arasından geçiyor olmasıdır. 

Cemiyetin ekseriyetini ilgilendiren ”akçeli” mevzularda yer yerinden oynarken ne hikmetse kudsîyet arz eden mevzularda büyük çaplı bir hareketlilik yaşanmamaktadır. Mevzubahis cebimize girip çıkacak üç-beş kuruş olduğunda arkadaş sohbetlerinden haber bültenlerine, sosyal medyadan sokaklara kadar her sahada infialin etkileri gözle görülebilirken aynı hassasiyeti dine, maneviyata, mukaddesata yapılan sataşma ve tacizler karşısında görememekteyiz.

Fikir ve ruh dünyamızı tehdit eden irili ufaklı birçok tehlike mevcutken bütün cemiyeti kuşatacak çapta bir karşılık veremiyor, bu tehlikeler karşısında hareketsiz kalıyoruz. Tehditlerin sayısı ve çapı her geçen gün artarken biz hadiselere seyirci kalmaktan öteye geçemiyoruz. Devasa tehlikeler karşısında en azından bütün cemiyetin irkilmesi şeklinde gerçekleşecek iptidai bir hareket, bir refleks dahi sergileyemiyoruz.

Uzunca bir zamandır derecesi kademeli olarak arttırılan ve son asırda iyice körüklenen bu atalet ateşinin üstünde pişirilenin kendi öz vicdanımız olduğunu anlayamıyoruz. Eğer bu kaynar kazanın içerisine ansızın atılmış olsaydık elbette ki canhıraş çığlıklarla yeri göğü inletirdik. Lakin öyle olmadı ve her şey sırayla, yavaş yavaş gerçekleşti. Koyulduğumuz kapta altımızda yanan ateşin farkına hiçbir zaman varamadık.

Eğer cemiyettin “kırmızıçizgileri” maneviyatı da kuşatacak bir yapıda olsaydı yahut milletin genelini besleyen bir “Hak damarı” olsaydı yaşananlar muhakkak oraya dokunacak bizi yerimizden zıplatacaktı. Daha sahabeye (ra) ilk sataşmada çığlığı basacak yeri göğü inletecek bunu yapanları pişman edecektik. Peygambere (sav), onun sünnetine ve hadislere ilk dil uzatıldığında bunun şiddetiyle gözlerimiz yuvasından fırlayacak, cemiyet olarak topyekûn ayağa kalkacaktık. Efendimiz televizyonlarda –temsilen- kamyonet kasalarına bindirilip, çalgılı çengili olimpiyatlara teşrif ettiği palavraları sıkılırken “Hak damarından” giren sancı topuktan kafatasına kadar bütün vücudumuzu yakıp kavuracaktı.

Olmasa elbette daha güzel olur ama dünyevi kayıplarımıza haddinden fazla üzülüp, her ortamda dillendirirken, bununla ilgili şikâyetlerimizi bin bir yolla “sağır sultana” kadar duyurup hak arama mücadelesine girişirken, mukaddesat gözlerimizin önünde ince ince kıyıldığında sessiz kalmanın anlaşılır tarafı yoktur. Maddi kayıplar karşısında gösterdiğimiz hassasiyetin daha fazlasını din adına, değerlerimiz adına gösteremezsek hepsinin elimizden uçup gitmesi kaçınılmazdır.

Sadece dünyevi kaygıların esiri olmuş, maddi acı ve hazlardan başka bir hassasiyeti kalmamış cemiyeti düştüğü yerden ayağa kaldırmak için evvela fert planında mukaddesatın, dokunulmaz, alay edilemez ve paha biçilemez olduğu şuurunu oluşturmak gerekir. Sonra da efkâr-ı ammenin körelmiş vicdanına taze kan taşıyacak damar bulunmalıdır.

Cemiyetin kopmuş hayat damarını mı arıyorsunuz? Bunu içi boş, süfli ve bayağı mevzularda aramayın. İşte buyurun size “Hak damarı”. Hastalıktan kırılan zavallı beden içerisinde yeri kaybedilmiş ve artık hissizleşmiş bu damarı bulup teslimiyet, nezaket, gayret ve muhabbet aşısını yapın; ardından geriye yaslanıp onun nasıl ayağa kalktığını seyredi.

 

Yazar:  Veysel Özsalman

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort