JoomlaLock.com All4Share.net

HADİSLERİN YAYILMASI VE “ER-RIHLE Fİ TALEBİ’L-HADİS"

İslam’ın bidayetinden itibaren fetihlerin çoğalması ve birçok ülkenin İslam Devleti hudutları içine girmesi, sahabenin, İslam’ın beşiği olan Mekke ve Medine’den ayrılmalarına ve çeşitli ülkelere dağılarak oralarda yerleşmelerine yol açmıştır. Bu sahabilerden her birinin kendisine has ilmî bir şahsiyeti vardı ve her birinin bulundukları yerlerde teessüs eden medreseler üzerindeki fonksiyonları da birbirinden farkılı idi. Bunun başlıca sebebi bütün sahabilerin Hazreti Peygamber’in söz ve fiillerini yahut dine taalluk eden bütün meseleleri aynı derecede bilmemeleri idi. Medine medresesinin teşekkülünde en büyük rolü Abdullah İbn Ömer oynamıştı. Mekke’de Abdullah İbn Abbas, Kufe’de Abdullah ibn Mesud, Mısır’da Abdullah İbn Amr İbnil-As, Basra’da Ebu Musa el-Eş’ari ve Enes İbn Malik, Şam’da ise Mu’az İbn Cebel, Ebu’d Derda ve Ubade İbnu’s-Samit de kendi medreselerinin teşekkülünde aynı derecede rol oynamışlardır. Bunların dışında aynı ülkelere yerleşen yahut girip çıkan diğer sahabileri de elbette göz önünde bulundurmak gerekir. Ne var ki biraz önce de işaret ettiğimiz gibi Hazreti Peygamber hayatta kaldığı müddetçe, O’nun yanından ayrılmayanlar, bir başka ifade ile O’nunla sohbeti uzun olanlar bulunduğu gibi yanında az kalanlar yahut sohbeti kısa süren sahabeler de vardı. Bu tabii olarak Hazreti Peygamber’e ait söz ve fiillerden bir sahabinin bildiğini diğer bir sahabinin bilememesi neticesini doğurmuştu. Binin üzerinde hadis rivayet ettikleri için mukşirun denilen yedi sahabi arasında bile hadis sayısı bakımından oldukça büyük farklar vardır. En cok hadis rivayet eden Ebu Hureye’nin 3800’ün üstünde hadisi var iken, ondan sonra gelen Abdullah İbn Ömer’in 2600 küsur hadisi rivayet edilmiştir. Bunun gibi, Enes İbn Malik’in 2286, Ummu’l-mu’minin Aişe’nin 2210, İbn Abbas’ın 1969, Cabir İbn Abdullah’ın da 1540 hadisi vardır.

Muksirundan en az hadisi olan kimse ise o ülkede yalnız o sahabi tarafından bilinen ve rivayet edilen hadisler tanınmış, fakat o ülkeye uğramayan sahabilerin hadisleri orada meçhul kalmıştır. İşte hadis tarihinde zaman zaman rastlanan ‘Irak ehlinin hadisi’ yahut ‘Şam ehlinin hadisi’ veya ‘Mısır ehlinin hadisi’ tabirlerinin delalet ettiği mana da budur. Eğer hadis Şam’a yerleşmiş bir sahabi tarafından rivayet edilmiş edilmiş, fakat o hadisi başka ülkelerdeki diğer sahabeler rivayet etmemişlerse yalnız Şam ahalisince bilinen bu hadis için “Şam ehlinin hadisi” demek kadar tabii bir şey olmaması gerekir.

Değişik hadislerin değişik ülkelerde yayılması, teşrii görevin ifasında farklı neticeler doğurmuştur. Bilindiği gibi sahabe devrinde teşriin başlıca üç kaynağı vardı: Kur’an-ı Kerim, sünnet veya hadis, sahabe içtihadı. Burada şunu hemen belirtmek gerekir ki, içtihat Rasûlullah tarafından sahabeye yüklenmiş en önemli görevlerden birisi idi.

Hz. Peygamber, Muaz bin Cebel’i Yemen’e göndereceği zaman ona ne ile hüküm vereceğini sormuş, Hz. Muaz da; “Allah’ın kitabı ile onda bulamazsam Rasûlullah’ın sünneti ile, onda da bulamazsam ictihadımla.” demişti. Rasûlullah onun bu cevabından memnun olmuş ve göğsüne vurarak; “Allah’ın elçisinin elçisini, Allah’ın elçisini hoşnut edecek şekilde muvaffak kılan Allah’a hamd olsun.” diyerek bu memnuniyetini ifade etmişti. (İbn Abdilberr, cami beyanil ilm, 2. 56.)

Bu bakımdan ictihad, çeşitli hadiselerin zuhurunda onların halli için her sahabinin başvurması gereken teşrii görevlerden biri sayılıyordu. Her ne kadar Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in hilafetlerinde yani sahabenin henüz Medine dışındaki ülkelere fazlasıyla yayılmadıkları devirlerde ortaya çıkan müşküllerin halli, çok defa aynı şehirde yaşayan sahabilerin görüşlerine başvurmak suretiyle hallediliyor ve mesele ile ilgli hüküm bir çeşit sahabe icmaı olarak ortaya çıkıyor idiyse de fetihlerin genişlemesi ve sahabenin dağılmasıyla, onlara başvurmak ve her birinin görüşünü almak imkanı ortadan kalkmıştı. Medine’de bulunan halifenin hakkında nass bulunmayan bır hadise zuhur ettikçe Kufe’de, Basra’da, Şam veya Mısır’daki sahabe ileri gelenlerini toplaması ve onların hadise ile ilgili görüşlerini alması kolay değildi. Bu sebeple teşrii selahiyetine sahip olan sahabiler teşrii görevlerini ya ferden yahut da daha çok sahabenin bulunduğu yerlerde cemaat halinde yapmak zorunda kaldılar. Bu suretle Müslüman ülkelerin her birinden orada bulunan sahabi sayısı nisbetinde, hakkında nass bulunmayan meselelerle veya nassların tefsir ve izahı ile ilgili fetvalar sadır olmaya başladı. Bunun neticesi olarak da sahabe arasında sadır olan bu ahkam ile ilgili bir çok ihtilaf zuhur etti. Bu ihtilafların muhtelif sebepleri vardı:

A) Kur’an ve sünnet ahkamına ait nassların çoğu murad edilen manaya delalet yönünden katî değil, zannîydi. Nassın bir manaya gelme ihtimali olduğu gibi bir başka manaya gelme ihtimali de vardı. Bunun sebebi çok defa bir nassta lügat yönünden müşterek yazılışta iki veya daha fazla manaya gelen lafızların bulunması idi. Bazen tahsis ihtimali olan fakat ammı ifade eden, bazen takyid ihtimali olan fakat mutlak ifade eden bir lafız bulunuyordu. Her kanun vaazı sahabi, bunları kendi nazarında makbul olan karineler yardımıyla ve kendi açısından değerlendiriyor veya manalandırıyordu. Sahabenin bir nassı anlayışlarındaki farklılık dolayısıyla cüz’i meselelerde aralarında zuhur eden ihtilaf pek çoktur.

B) Sahabenin yaşadığı çevreler birbirinden farkılı olduğu gibi teşrie konu olan mesalih ve ihtiyaçları da değişikti. Mesela Medine’de Abdullah bin Ömer’in karşılaştığı bir hadise, Şam’da Muaviye’nin yahut Kufe’de Abdullah Bin Mesud’un karşısına çıkmıyordu. Çevrelerin çeşitli yönlerden farklı olması dolayısıyla mesalihin ve ahkam teşriine götüren amillerin takdiri hususunda da görüş ayrılıkları oluyordu. (Abdulvahhap Hallaf, İslam Teşrii Tarihi,sayfa 29.)

C) Nihayet konumuz yönünden önemli olan üçüncü sebep, hadislerin sahabe devrinde tedvin edilerek müştereken müraacatı temin edecek şekilde Müslümanlar arasında neşredilmiş olmamasıdır. Bunun neticesi olarak mesela Mısır’daki bir sahabi karşılaştığı hadisenin hallinde Rasûlullah’tan işittiği bir hadis nassına istinaden hüküm vazedebilirken, Irak’ taki bir sahabi, o hadisi bilmediği için aynı hadiseyi kendi içtihadıyla halletmek zorunda kalıyor ve bu suretle iki ayrı ülkede aynı hadise için birbirinden farklı hükümler ortaya çıkmış oluyordu.

Bu üçüncü hal her ne kadar ahkâm hadislerine taalluk etse bile muhakkak olan ve sahabe tarafından da idrak edilen husus şuydu ki; Rasûlullah’ın hadisleri sahabilerin çeşitli ülkelere dağılmalarıyla dağılmış ve bir bütün olarak herkes tarafından istenildiği anda kaynak olarak kullanılma ahkamından mahrum kalmıştır. Keza sahabe tarafından iyice bilinen bir hususta ülkesinde bilinen ve meşhur olmayan pek çok ilmin diğer ülkelerde bilinmiş ve meşhur olmasıdır. Bir başka ifade ile her sahabinin diğer ülkelerde yaşayan arkadaşlarının Rasûlullah’tan duyup öğrendikleri fakat kendisinin bilmediği şeyleri bulundukları yerlerde öğrettiklerini bilmesidir. İşte bu durum sahabe arasında önce küçük çapta da olsa bir hareketin başlamasına yol açmıştır. Bu haraket, bir ülkede yaşayan bir sahabinin, bilmediği yahut Rasûlullah’tan işitmediği bir hadisi onu bilen, fakat başka ülkede yaşayan bir başka sahabiden öğrenmek için onun yanına seyahat etmek “rıhlet” şeklinde ortaya çıkmıştır.

Bir sahabinin bilmediği veya Rasûlullah’ tan duymadığı bir hadisi öğrenmek yahut bildiği halde sonradan tereddüde düştüğü birkaç kelimesini yeniden işiterek ondan emin olmak için her türlü yolculuk meşakkatini göze alarak uzak bir ülkede yaşayan bir başka sahabinin yanına gittiğini gösteren haberler vardır.

Ata b.Ebi Rabah’tan nakledildiğine göre Medine’de bulunan Ebu Eyyub el-Ensari Rasûlullah’tan işittiği bir hadisi Mısır’da bulunan Ukbe b.Amir’e sormak için hayvanına binip yola çıkmıştır; zira bu hadisi Rasûlullah’tan işiten kendisi ile Ukbe’den başka kimse kalmamıştır. Ebu Eyyub, Mısır’a geldiği zaman o sırada Mısır emiri olan Mesleme b.Mahled’in evine uğramış ve kendisini Ukbe’nin evine götürecek bir rehber alarak Ukbe’ye gelmiştir. Ona; “Her kim dünyada bir müminin ayıbını örterse Allah da onun ayıbını örter.” hadisini sormuş ve “Bu hadisi Hz. Peygamber’den işiten senden ve benden başka kimse kalmamıştır.” demiştir. Ukbe’nin hadisi Rasûlullah’tan işittiği şekilde tekrarlaması üzerine yine hayvanına binerek Medine’ye geri dönmüştür.

Öyle anlaşılıyor ki Ebu Eyyub bu hadisten bazı şeyleri unuttuğu korkusuna kapılmış, onu hafızasında tazelemek için Rasûlullah’tan işitmiş, kendisinden sonra tek kişi kalan “Ukbe b. Amir”i aramaya koyulmuştur. Bunun için Medine’den Mısır’a bir komşu evine gider gibi yola çıkmış, Ukbe’den hadisi dinledikten sonra tekrar memleketine dönmüştür. Tek bir hadis için dahi olsa sahabe arasında görülen bu türlü seyahatler tabiun neslinin yetişmesinden sonra şüphesiz daha çok artmıştır ve hadisle meşgul olan, bir tabii ilk kaynak olan ve muhtelif ülkelere dağılmış bulunan sahabileri teker teker ziyaret ederek onların Rasûlullah’tan işitip rivayet ettikleri hadisleri toplamaya başlamışlardır. Said b.Müseyyib’in gerektiği zaman bir tek hadis için günlerce yürüdüğünü söylemesi, Mesruk b.Ecda’nın bir harf için de olsa yolculuk ettiğini belirtmesi, hadislerin toplanması için sarf edilen gayret ve titizliği gösteren delillerdendir. Bu seyahatlerin yalnız ilim ve din için yapılmış olması da bundaki samimiyetin bir başka delilini teşkil eder. Abdullah b.Mes’ud’un “Allah’ın kitabını benden daha iyi bilen bir kimsenin bulunduğunu öğrensem ona giderdim.” sözü ile Amir eşŞabi’nin “Bir kimse hsikmet ile ilgili bir kelime işitmek için Şam’ın bir ucundan Yemen’in bir ucuna kadar sefere çıkmış olsa onun bu seferi zayi olmuş sayılmaz.” sözü bu konudaki niyet ve samimiyeti açıkça gösterir. (ibn Abdi’l Berr, Cami beyani’l ilm,1.95.)

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort