JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Geçen hafta bir Hadis-i Şerifi müzakere ediyorduk. Cenâb-ı Hak lütfederse devam edelim Hadis-i Şerife.

İnsanın bir nikbetle karşılaşmadan nimetin kıymetini bilmesine dair, Cenâb-ı Peygamber’in bir Hadisi Şerifi var idi. “Beş şey gelmeden beş şeyin kıymetini bilin.” Hastalık gelmeden sıhhatin kıymetini bilin. Meşguliyet gelmeden geniş-müsait zamanın kıymetini bilin, diye buyrulmuştu. Bu iki maddeyi geçen hafta işledik. Bu hafta da yine Hazret-i Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve selem) “Fakirlik gelmeden zenginliğin kıymetini bilin” tavsiyesiyle devam edeceğiz.

Arkadaşlar, insanların meselelere bakış zaviyeleri farklı olunca, kelimelere, kavramlara, hadiselere yükledikleri mânâlar da farklılık arz ediyor. İnsanoğlunun hayatı bunlara göre şekilleniyor. Eğer o kavramları, hakikatleri isabetli şekilde te’vil ve tahlil edersek işimiz kolaylaşıyor. Yoksa kendi yolumuzu yokuşa sürmüş, hayatı kendimize zorlaştırmış oluyoruz. Bunun farkına varamıyoruz. Çünkü düşündüğümüz ve söylediğimiz veya iddia edip, davaya dönüştürdüğümüz şeylerle imtihan edilmekteyiz. Tabiri caizse Cenâb-ı Hak bize, ‘yeryüzünde serbestsiniz’ buyuruyor. Yeryüzünü bir mekteb olarak düşünün. Cenâb-ı Hak bize, “Bu mektebde serbestsiniz. Hangi konuya çalışmak istiyorsanız, hangi dersi almak istiyorsanız gidin ona çalışın, hazırlanın, gelin deyin ki ‘ben filan derse iyi hazırlandım’ ondan imtihan olun…” Ama biz o derste de kaybediyoruz. Çalıştık, ödevimizi yaptık diyoruz, o ödevle imtihan edilirken imtihanı kaybediyoruz. Mesela bir soru soruyorlar bize, ‘Ben oraya bakmamıştım, oraya çalışmadım.’ diyoruz…

İddia ettiğimiz şeylerle imtihan ediliyoruz. Bunun için Rabbimiz bizi Ayet-i Kerime’de ikaz buyuruyor ki: “Yapmadığınız, yapamayacağınız şeyleri iddia etmeyin, söylemeyin, dava etmeyin. Böyle bir iddia içinde olmanız, böyle bir dava gütmeniz size günah olarak kabahat olarak kayıp olarak yeter.” “Kebure makden indallah...” Allah’ın yanında bu size kabahat olarak yeter. Bunun için insan konuşurken de dikkatli konuşmak zorunda. Bu dil, öylesine verilmiş bir şey değil. Bunu ne tarafa döndürüyorsun bilmek zorundasın. Çünkü dilin dışarı döktüğü her şeyden mes’ulsün, dışarı döktüğü şeyler sana ait. “Haydi, topla bakalım!” dediklerinde geri almaya utanmayacağın şeyler dökmeli.

Bu sebeptendir ki İslam’ın ilk yıllarında soru sormak bile yasaklanmıştır. İnsanlara kolaylık olması için. Yani meseleleri yanlış anlarsınız, kavramları yanlış değerlendirirsiniz, aleyhinize bir şey sorarsınız da işinizi yokuşa sürersiniz diye, “Geçmiş ümmetler çok soru sormaktan helak oldular!” buyurarak Kâinatın Efendisi, İslam’ın ilk yıllarında soru sor mayı men etmiştir. “Anlatılanları dinleyin onlarla amel edin.” diye buyrulmuştur. İmtihanda kolaylık olması için.

Konumuza dönersek, zenginlik ve fakirlik kavramlarına da yüklediğimiz anlamlar önemli. Kim zengin, kim fakir? Zenginliğin ölçüsü ne, fakrın ölçüsü ne? Biz hangi sınıftayız? Tabii, bir
kelimenin, bir hakikatin bir kaç manası olabiliyor. Şer’i mânâsı var, lügavî manası var, tasavvufî mânâsı var, murad-ı ilahi’ye uygun, aslî manası, ruhu var… Kelimenin bir de ruhu var. Onu bilmek, anlamak ancak Cenâb-ı Hakk’ın Ayet-i Kerime’de buyurmuş olduğu: “mil ledunna ilma. Ona biz kendi katımızdan, yanımızdan bir ilim vermişiz.” o yanından ilim verdiklerine has bir şey.

“Fakirlik gelmeden zenginliğin kıymetini bilin…” Bize göre zengin kim? Bir eli yağda bir eli balda olacak, eli sıcaktan soğuya değmeyecek, kuş sütü kuru üzüm sofrasında mevcut bulunacak, etrafında halayıklar, hizmetçiler dolanacak… Bu insan zengin. Fakir, bizim gibi bir maaşa talim eden, yarının endişesiyle uykuları kaçan, aybaşını zor getiren insanlar… Biz hep zenginlikten yanayız. Zenginliğe böyle bir anlam verdiğimiz için zengin olmak istiyoruz. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve selem) buyuruyor ki: “El fakru fahri”. Fakirlik bizim mefharımızdır. Fakirlikle iftihar ederiz. Allah bizi de o fakirlerden etsin.

Peygamberlerin içinde en son cennete Hz. Süleyman girecektir, buyrulmuş. Zenginliğinden dolayı. En uzun hesap O’nunki sürecek. Nimet gibi görünen her şeyin bir dezavantajı var. Dezavantaj gibi görünen şeylerin de avantajları var, kullanmayı bilirsen. Hz. Musa (aleyhisselâtu ves’s-selâm) bir gün bir münacatında Cenâb-ı Hakk’a buyuruyor ki:

-Yarabbi ben sizden zenginim… Cenâb-ı Hak bir hakikati bize duyurmak istercesine, lihikmetin sual buyuruyor Hz. Musa’ya:

-Nasıl yaratılan yaratandan zengin olur? Hiç mahlûk Hâlık’la bir olur mu? Sen nasıl bizden zengin olabilirsin?.. Hz. Musa buyuruyor ki:

-Yarabbi benim Allah’ım var. Benim Rabbim var. Ben her daraldığımda, sıkıştığımda, zorda kaldığım da Size sığınıyorum, Size yöneliyorum. Sizin bir Mabudunuz, İlahınız, Rabbiniz yok. Benim zenginliğim Sizsiniz... Şimdi düşün sen hangi sınıftansın. Zengin misin, fakir misin? Böyle bir zenginlik sana verilse, Allah ile huzur halini elde etsen, kulluğa kabul edilsen…

Biraz önce dedik ki Cenâb-ı Peygamber (sallallahu aleyhi ve selem) buyuruyor ki: “Fakirlik iftiharım.” Ayet-i Kerime’de de Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “Dikkat edin! Şeytan sizi fakirlikle korkutmasın. Fakr ile sizi vesveseye, tehlikeye düşürmesin. Onun hilesi zayıftır.” Bir tarafta Peygamberin iftihar ettiği fakirlik var; diğer tarafta da şeytanın tehdit ettiği, korkuttuğu fakirlik var. Ne bu fakirlik? İman fakirliği, amel fakirliği, anlayış fakirliği, huzur, sevgi, muhabbet, irfan, ilim fakirliği... Cenâb-ı Peygamber: “Bu fakirlikler gelmeden, elinizdeki ilahi nimetlerin, zenginliklerin kıymetini bilin.” buyuruyor. İman, İslam, Kur’an bir zenginlik değil mi?.. Ümmet-i Muhammed’den olmak, Zat’a davet edilmiş olmak, tevbe ile emredilip tevbenin kabulü ile tebşir edilmiş olmak bir zenginlik değil mi?.. Zikir ile emredilmek ve zikre muvaffak olmak, Allah’ı sevebilmek, Allah sevgisiyle gönlün huzur bulması bir zenginlik değil mi?.. Bunları ne ile kıyas edebilirsin, dünyevî bir karşılığını bulabilir misin? Şu sarayla, bu servet u sâmânla birbirine denk olabilecek bir zenginlik gösterebilir misin? Bunlarsız olmak fakirlik… Gerçek yokluk bu, Haktan, hakikatten mahrumiyet… Yoksa nice dünyevî fakirler var… Allah Resûlü’nün bile (aleyhisselâtu ves’s-selâm) haftalar olurmuş da
ocağı tütmezmiş. Hane-i Saadet’te pişecek hiçbir şey yok. Bazen misafiri gelir, evde ona ikram edebileceği bir şeyi olmadığından ashabına o kişiye ikram etmelerini rica eder ve onları ilahi nimetlerle müjdelermiş. “Benim adıma kim bu Müslüman’a ikramda bulunursa, bunu bir gece misafir ederse yarın cennette bizimle olacaktır.” buyururmuş. Allah’ın Peygamberi, kâinat O’nun hürmetine yaratılmış ama evinde ikram edecek bir şeyi yok. Bakın bu anlamda Hz. Peygamber de fakir. Günlerce yiyecek bir şey bulamayıp karnına taş bağlıyor. Nazar ettiği bir parça yemeği, unu, eti bir bakışıyla, karıştırmasıyla bir orduya yettirecek kadar ziyadeleştiren Peygamber… Ordu yiyor, sahabi diyor ki ‘komşularımız da yedi ve sanki hiç eksilmedi, geriye arttı.’ Parmaklarından su akıtan, elinde böyle bir sermaye olan Peygamber acından karnına taş bağlıyor. Cebrail, O’nun yanında, O mahcup olmasın diye uzanıp cennetten Hasan’a üzüm, Hüseyin’e cennet narı verirken, o Peygamber fakirliğinden dolayı, açlığından dolayı karnına taş bağlıyor. O zenginliği kullanmıyor. Ve onun için buyuruyor ki: “Fakirlik gelmeden zenginliğin kıymetini bilin.” Adeta zenginliği nefsi adına kullanmıyor.

Şimdi bizim elimizde böyle mim kadar bir imkân olsa, bırakın mucizeyi birimizde bir keramet olsa onu arkadaşlarımıza göstermek için ne dümenler çeviririz. ‘Benim böyle bir şeyim var, ben erdim, ben buldum diye.’

Bazen menâkıb kitaplarına bakıyoruz, sûfilerin hayat hikâyelerini okuyoruz. Kerametten başka bir şey yok. Hâlbuki bizi ilgilendiren onların kemâlâtları, İslam’ı anlayışları, Allah’ı tanıyışları, zamanı, mekânı, hadiseyi değerlendirişleri. Bizi ilgilendiren bu… Hz. Cüneyd (kuddise sırruh) buyurmuş: “Bir adam uçuyorsa şaşırmayın sinek de uçuyor. Suda yürüyorsa şaşırmayın balık da yüzüyor. Bu acayip bir şey değil.” Gerçek büyüklük o büyüklüğü gizleyebilmekte. Kemâlâta rağıp olup kerametten uzak durmakta. Eğer bir evliya aşırı derecede keramet gösteriyorsa bizim büyüklerimiz yanında çok muteber sayılmamıştır. Ama biz zannederiz ki evliyalığının büyüklüğünden çok keramet gösterir. Ashab-ı Kiram efendilerimize bakın. Onlardan daha büyük veli tasavvur edemezsiniz. Hiçbir veli Onların derecesine yükselemez. Onların büyüklerinden istisnâi birkaç hal dışında, o haller de zarureten tecelli etmiştir, hiçbir keramet rivayeti yoktur. Hep kemâlatlarına, cömertliklerine, civanmertliklerine, fedakârlıklarına, vefalarına dair rivayetler var. Uçtuklarına kaçtıklarına dair hiçbir nakil yok. Bizim elimizde böyle bir imkân olsa onu göstermeden duramayız. Hz. Pîrimiz (kuddise sırruh) buyururlardı ki: “Kardeşim, afedersiniz, bir ata bakın. Koskoca bir tay dünyaya getirir, hiç sesi soluğu çıkmaz. Kendini duvara büzüştürür, sessizce doğumunu gerçekleştirir. Bir de tavuğa bakın. Küçük bir yumurta yapacaktır, ortalığı yıkar… Siz tavuk gibi olmayın, at gibi olun…”

İnsanın elinde olan, ona verilen kendisi için en ideal olandır. Elindekinin kıymetini bilmeli, onu kaybetmekten korkmalı. ‘Benim hayat iksirim bu. Bu hikmeti, bu hakikati Rabbim bana lütfetmiş. Ben işleyeceğim bir hatadan, bir yanlıştan dolayı bunu kaybeder, fakir kalırım.’ diye düşünmeli. Yani Rabbim’den mahrum kalırım diye korkmalı. Bunun kıymetini bilmeli. Gerçek şükür bu… “Şükrederseniz ziyadeleşir.” buyuruyor Rabbimiz. Yani kıymetini bilir, ona sahip çıkar, gereği gibi yerinde, zamanında kullanırsanız, Cenâb-ı Hak onu ziyadeleştirir, bereketlendirir, doğurgan, üretken hale getirir. Nankörlük edip nefsinize mal ederseniz, sizin bir erkekliğinizin karşılığı olarak görür, sahiplenmeye kalkar, acziyet duygusunu, emanet anlayışını kaybederseniz sizi fakra düşürür. “Nankörlüğünüzden, küfrân-ı nimetinizden dolayı size elim, çetin bir azap veririm” buyuruyor. Bu azabın en çetini O’ndan mahrumiyettir. Allah’sız yaşamadan daha büyük bir azap olur mu?.. Şu toplumun içine düştüğü duruma bakın… Dünya Müslümanları Allah’tan mahrum… Filistin yanıyor, Afganistan yanıyor, Irak yanıyor... Bundan büyük bir azap düşünülebilinir mi? Kimsenin kimseden haberi yok. Unutturmuş birbirimize birbirimizi Rabbim. Ayet-i Kerime’de öyle buyruluyor ya: “Siz Allah’ı unutursanız O da kendini size unutturur.” Allah’ı unutan bir insan birbirini hatırlar mı?

Bir buçuk milyar İslam âleminin gözü önünde İsrail çoluk çocuk demeden onlarca kişiyi katlediyor... Unutturuyor Rabbim. Niye? Siz O’nu unuttunuz… Çareyi nerede arıyoruz. Temennilerin hiçbiri çözüm değil arkadaşlar. Keşkeler bir çözüm olmuyor. Kaybolduğumuz noktaya, düştüğümüz yere geri dönmek zorundayız. İpin ucunu nerede kaybettik, nerede kaybolduysak oraya geri döneceğiz. Başlangıç noktasına döneceğiz ve yeniden başlayacağız. Yoksa hepimiz şu gurbet diyarında kaybolacağız. Kimsenin kimseden haberi olmayacak, her birimizi bir kara delik yutacak. Allah’tan başka sahibimiz yok. “O günde dost bildiğiniz niceleri bugün burada birbirine düşman olacak.” diye buyuruyor ya Cenâb-ı Hak. Yani perde kalktığında, her şeyin hakikati ortaya konduğun da dostluklar düşmanlıklar ortaya çıkacak. Burada dost, müttefik bildiğimiz, birlikte teşkilat kurup teşkilatlarına girdiğimiz, sırtımızı dayadığımız Nato, Birleşmiş Milletler vs. Hiçbirinden fayda yok. Filistin Devleti’ni kurduran Amerika, Birleşmiş Milletler. Şu anda İsrail’i durdurma kararını reddeden yine Birleşmiş Milletler. Avrupa Birliği kınama kararı alıyor Birleşmiş Milletler reddediyor. Niye reddediyor? ‘Hamas’ı terörist, Filistin’deki Müslümanları anarşist ilan edeceksiniz öyle kabul ederim’ diyor... Bunun da farklı sebepleri var da şimdi mevzu bu değil. Allah yardımcımız olsun…

Bunun için “Fakirlik gelmeden zenginliğin kıymetini bilin.” Nefis, dünya, meşgale bizi işgal etmeden, biz nefsimizi meşgul edelim. Allah’ın bize lütfettiği nimetlerin kıymetini bilelim. İman, İslam, Kur’an nimetinin şükrünü eda etmeye çalışalım. O nimetlerle hemhâl olalım. “Allah verdiği nimetleri üzerimizde görmek ister.” buyurmuş. Onları üzerimizde en güzel şekilde sergileyelim. Kul, Hâlık’ının vitrinidir. Rabbimiz bizi bir vitrin gibi görmek istiyor. Nimetleriyle donanıp şükrümüzü bu şekilde edâ etmemizi istiyor. Bunlar da elimizdeki nimetin çoğalmasına vesile olur. Yoksa bu fakirlikten kurtulamayız. Fakirlik, parasızlıktır değildir. Fakirlik, ekmeksizlik değildir. Fakirlik, akılsızlıktır. Fakirlik, irfansızlıktır. Fakirlik, insafsızlıktır… Meselenin sebeplerini buralarda arayalım...

Cumanız mübarek olsun. Zenbimiz mağfur, amellerimiz makbul, sa’yimiz meşkûr olsun inşallah. Gününüz geceniz hayır olsun, hayırlarla meşgul olalım. Hayırlı hayat, hayırlı ölüm, hayırlı evlat, hayırlı mal-mülk, hayırlı sıhhat… Ne verirse hayırlısını lütfeylesin Cenâb-ı Hak.

Yakub Haşimî Hocaefendi’nin, 02 Ocak 2009 Cuma günü, Nur Mescidi’nde yapmış olduğu sohbetten derlenmiştir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cenâb-ı Hak, bütün hadiselerle imtihan edildiğimizi beyan buyuruyor Kur'an'ı Kerim'in Kehf suresinde. Resûlullah Efendimiz de (Sallallahu aleyhi ve sellem) hadis-i şeriflerinde belli şeyler elinizden alınmadan, elinizde olan belli şeylerin kıymetlerini, değerlerini bilin buyurmuşlar. “Beş şey gelmeden beş şeyin kıymetini bilin!” buyruluyor. Anlıyoruz ki hayat bir değiş tokuştan ibarettir. Yeryüzünde yaşadığımız sürece bir şeyleri değiş tokuş ederek yaşıyoruz. Bunların bazılarını görüp anlıyoruz. Bazılarını anlayamıyoruz. Neyi ne ile değiştiğimizi görmüyoruz. Biz belki verdiğimizi görüyoruz da karşılığında ne aldığımızı görmüyoruz. Ama hayatımız hep bu değiş tokuşla gidiyor. Bunun için, Mü’minin hayatı değerlidir. Mü’min için hayatını bu değerde muhafaza etmek ve kullanmak önemlidir. Mükâfat ve mücâzat yani sorumluluk, muhâkeme, muhasebe hep buna göre yapılacak.

Hadis-i Şerif'te: “Hastalık gelmeden sıhhatin kıymetini bilin!” buyuruyor Kainatın Efendisi. Sıhhat bir nimettir, hayatın kaynağıdır. Çünkü o olmadığı zaman hiçbir şeyin anlamı, kıymeti olmuyor. Ağzının tadı, dizinin feri olmuyor. Gönlünde sürûr, huzur olmuyor. Servetin, sâmânın bir anlamı, hükmü olmuyor. Hiçbir şey tat vermiyor sıhhat olmayınca. Sağlığının kıymetini bil. Kendini maddi ve manevi bütün tehlikelerden, maraza sebep olacak etkenlerden koru. Basit bir grip bile bazen ölüme sebebiyet verebiliyor. İnsan farkında olmazsa, -Allah esirgesin manevî virüsler de nifağa dönüşebilir. Sen basit bir mekrûhat gibi görürsün, basit bir şüpheli gibi görürsün ama bu sende bir nifağa dönüşebilir.

Misal, bir illet sende kıskançlık olarak başlar. Sen belki adına gıpta dersin, kıskançlık hasede dönüşür, hased kine dönüşür. İçinden şirk ve küfür meydana gelebilir. Bunlar birbirini tetikleyen unsurlardır. Maddi sıhhatin gibi manevi sıhhatin de önemli. Buna dikkat edeceksin. Bunun için hayatın boyunca ibadet ve zikir dediğimiz ilaçları muntazaman kullanacaksın. Sana ayarlanmış doz üzere kullanacaksın. Beş vakit namaz emredilmiş, bunlar arada vitaminlerle takviye edilmiş. Teheccüdle, evvabinle, duhayla, işrakla... Bunlar vitaminler ama asıl ilaçlar beş vakit namaz. Düzenli devam edeceksin.

Sonra zikirler bu ilaçların yanında antibiyotik gibi zikirler veriliyor, virdlerin var. Zikr-i Sultanî çekiyorsan, Zikr-i Sultanî'ye devam edeceksin; İsm-i Müfred'de isen düzenli ne adet verilmişse sana ona devam edeceksin; Ezkâr-ı Nebeviye tavsiye edilmişse o Nebevi Ezkâr'a düzenli olarak devam edeceksin... Az ve devamlı olan muteberdir, buyurulmuş. Manevi sıhhatin için bu gerekli. Adam gelip tez tez dersini arttırmak istiyor. Zannediyor ki  arttırırsam makbul kul, muteber ihvan olurum. Hayır, zikre devam edersen makbul ihvan olursun. Evrad-u ezkârına müdavim olursan makbul olursun. Adam dersini yapmadığı için bir önce ne kadar çektiğini bile unutmuş ama ders artırmak istiyor. “Önce ne kadar ders yapıyordun?” diye soruyorum, ne kadar yaptığını bilmiyor. Dersini yapmamış ama ben arttırayım diyor. Sen bir öncekini yapamıyordun. 'Yapamıyordun' diyorum, insaflı olmak istiyorum. 'Yapmıyordun' diye suçlamak istemiyorum ama birçoğumuz yapmıyoruz. Maalesef arkadaşlar, televizyona ayırdığımız zamanı Hakk'a ayıramıyoruz. Ezkâr'la evradla meşgul olamıyoruz. Kıraatla, tilavetle, mütalaa-müzakereyle meşgul olamıyoruz. Televizyonla veya daha başka şeylerle meşgul oluyoruz. Manevî sıhhatimiz için zikrullaha düzenli olacağız. Onların da ara vitaminleri var, takviye edebiliriz. Mesela Ezkâr-ı Nebeviye'de bize tarif edilenler asgaridir. Adetlerini çoğaltabiliriz, üzerine ilave edebiliriz. Bu şekilde uhrevi hayatımızı da düzene oturtmak zorundayız. Uyku saatinde uyuklamaya başladığımız gibi, yemek saatinde açlığı hissettiğimiz gibi zikrin ihtiyacını, Allah'a olan özlemimizi, hasretimizi, aşkımızı sürekli hissetmeliyiz. Acıkınca hissediyoruz, şiddetle yemeğe ihtiyaç duyuyoruz. Etraftan hep yemek kokusu alıyoruz. Ama ilme, irfana, aşka, muhabbete böyle ihtiyaç duyamıyoruz. Günlerce zikretmesek, derslerimizi yapmasak, Kur’an-ı Kerim'i elimize alamasak bizde bir özlem, bir burukluk, bir mahzuniyet, mahcubiyet olmuyor. Ben iki, üç gündür Kur’an okuyamadım, ama bu bende bir sıkıntı yapmıyor. Sevdiğimiz bir yemeği uzun süreli yemeyince özlüyoruz. Eve tenbih ediyoruz ki şu yemeği pişir, canım çekti, özledim. Teheccüd namazını hiç özlemiyoruz. Teheccüd namazlarını bilmiyoruz ki... Ondaki güzelliği, o gecelerdeki maneviyatı veya sizin tabirinizle; gecelerin romantizmini bilmiyoruz. Seherlerde kalkıp Hazret-i Allah ile baş başa olmanın, tenha olmanın ve sessiz gözyaşı dökmenin lezzetini bilmiyoruz. Tesbihi sanki yere dökülmüş inci tanelerini toplar gibi düşünemiyoruz. Misal, şuraya pırlanta serseler, altın liralar serseler ve deseler ki: “Bak yalnızsın, seni Allah'tan başka gören yok. Bunların hepsi senin, ne kadar alıyorsan buyur al. Nasıl itina ile toplarsın o inci tanelerini... Amandır birbirine dokunur, çizilir değerinden düşer diye pür itina gösterirsin. Allah'ı zikrederken de böyle itinalı olmalısın. Allah lafzını söylediğinde, o “hu” zamirinin ferahlığını, serinliğini, şevkini, coşkusunu kalbinde hissetmelisin. 'Allah' dediğinde, 'hu' zamiri kalbine öyle oturmalı ki, bir pres gibi kalbinde ğayri ne varsa onu boşaltmalı. İşte bu zikir, seni tatmin eder, kâmil eder, seni huzura kavuşturur. “Kalblerimiz Allah'ı anarak, Allah ile olarak, Allah ile olmaktan huzur bulur, saadete erişir” buyuruyor Cenâb-ı Hak. Zikir bize sıkıntı veriyor. Allah buyuruyor huzur verir. Biz sıkıntıdan yapamıyoruz. Allah için, meseleyi ciddi mukayese edelim. Allah'ımız Kelâm-ı Kadim'inde, bismillah “ela bizikrillahi tatmainnul kulub” buyuruyor... Sizin kalbleriniz Allah'ı anmakla, adeta uçar, kanatlanır. Ama zikir bize sıkıntı veriyor. Nasıl iş bu? Bir yerde yanlış olması lazım değil mi? Hâşâ ki Allah'ın işinde yanlışlık olsun. Sakatlığı kendimizde arayacağız o zaman. Demek ki biz zikretmiyoruz, başka hesapların üstündeyiz, bizim başka pazarlıklarımız var. “Hastalık gelmeden sıhhatin kıymetini bilin!” Ondan sonra bize gaflet geliyor. Gafletle birlikte farkında olamadığımız büyük dalaletler geliyor. Dalaletler musibetleri getiriyor. Fertlerden topluma yayılıyor. Toplumsal hadiseler meydana geliyor.

“Meşguliyet gelmeden zamanı değerlendirin!” buyuruyor Peygamber Efendimiz. Boş zamanın kıymetini bilin. Aslında Mü’minin boş zamanı yoktur. Mü’minin her anı kıymetlidir, alıp verdiği nefes kıymetlidir. Boşa geçirecek zamanı yoktur Mü'minin, vakitler nakit gibidir onun için. En büyük israf zaman israfıdır. Kalan şeyleri insan telafi edebilir. Misal, adam bir servet kaybediyor, Allah ömür veriyor, imkan veriyor. Onu yeniden tedarik edebiliyor. Ama boşa geçirdiğin zamanlar gidiyor. Hıyanetle, gafletle, dalaletle geçirdiği zamanlar gidiyor, onları bir daha telafi edemiyor. Zaman ya lehine işliyor, sana şefaatçidir, iyi şahittir; ya da aleyhine gelişerek senden şikâyetçidir. Zaman bu iki halin dışında gelişmez. Ya lehinedir, sana şefaatçidir; ya da aleyhine gelişerek senden müştekidir. Her saniyenden sorumlusun. Nefesini nasıl alıp verdin, nereye baktın, niçin baktın?.. Bakmanın sebebi neydi? Neyi düşündün, zihninde nelerle meşgulsün, bu düşüncelere niye daldın?.. Bütün bunlardan sorgulanacaksın.

İnsanın üç dört tane çocuğu olsa, onların her birini mükemmelen eğitmek, terbiye etmek, helal rızık ile beslemek, güzel ahlâk üzere yetiştirmekle sorumludur. Birini yapıp öbürlerini ihmal edemez. O çocukların hepsi ona ilahî bir emanettir. Hepsine eşit bir muameleyle, adalet üzere, ahlâk-ı Muhammedî çerçevesinde o çocukları tekâmül ettirmelidir. Aynı çocuk misali, insanın bedeninde ona emanet edilen şeyler vardır. Bunların her birini aslına kavuşturmalı, mükemmelen terbiye etmelidir.

Bedeni bir çocuk gibidir, onu helâl ile besleyip zahir-batın hastalıklardan ve ahiret azabından, kabir azabından korumaya çalışmalıdır. Bedenini cehenneme kütük olmaktan, kurda kuşa yem olmaktan kurtarmalı; ibadete, itaate alıştırıp muhafaza altına almalı. Bedenin tekâmülü bunun ile mümkün. Helal rızıkla ve measiyi terk edip ibadet ve itaatle bedeni terbiye edeceksin...

Ruhun bir çocuk gibi... Ruhunu da koruma altına almalısın. Ruhunu alâyı illiyyine ulaştırmaya gayret etmelisin. Asliyetini bulmalı, geldiği yere dönmeli. Ten kafesindeki mahpusiyyeti, muhkumiyyeti son bulmalı. Ruhunu da aşkullah ile muhabbetullah ile, alâyı illiyyine urûc ettirmelisin. O da sülûkunu bu şekilde ikmal etmiş olmalı. İhmal edemezsin.

Aklın bir çocuk gibi... Aklını selimiyyete ulaştırmalı, akl-ı selim sahibi olmalısın. Aklı maâş olmaktan kurtulup mâad akla ulaşmalısın. O da bir çocuk gibi, o da terbiyeye muhtaç. Tefekkürle aklını zilletten, cinnetten, rezalet ve hezimetten korumalısın. Tefekkürle, sürekli beyin jimnastiği yaparak sun’i ilahi’yi düşünmelisin. Allah’ın mükemmel sanatlarını, kudretlerini, kuvvetlerini, hey’et ve heybetini, sıfat-ı ilahiyyesini, ef’al-i subhaniyyesini düşünerek aklını da mükemmelleştirmeli, Akl-ı kül’e ulaşmalısın. Ve aklınla vahyi ilahi ile  tev'em hale gelmeli, adeta Kur’an’la ikiz hale gelmelisin.

Kalbin de bir başka çocuğun... Kalbini de korumalısın. Kalb, takallub eden, sürekli değişen, dönek bir haldedir. Kalb, Arapça kulb kelimesinden geliyor. Yuvarlak, hareketli, dönebilen, sabit olmayan anlamlarında. Böyle bir kulb iken, hareketli iken, kalbini gönle inkılab etmelisin. Kalbin gönülleşmeli, engin ve zengin bir ummana dönüşmeli. Marifetullah’ın, tecelli-i ilahî'nin merkezi olmalı, hikmet membaı olmalı, sevgi yumağı olmalı kalbin.

Bunlar birer emanet sana. İşte bunun için diyorum ki “Senin boş zamanın yok.”  Keşke zamanın olsa da, zaman bulabilsen de bunlara daha ziyade vakit ayırsan, bunlarla daha ziyade meşgul olsan. Bunlar kendinle alakalı. Bunlarla da bitmiyor, daha senin çok emanetlerin var. Senin sırrın var, hafan var, ahfan var, sırrın sırrı var... Çözülmeye, idrak edilmeye, anlaşılmaya muhtaç. Evet, kendini tanımadıkça, kendini çözmedikçe başka bir şeyi çözemezsin. 'İçeriden içeri, bu âlemden içeri' diyor ya Yunus Emre. Âlemden içeride âlem var, âlemler var. Sen daha yolun başlangıcındasın, önünde çok uzun bir menzil var. Gözlerini kapatarak bu yolculuğu tamamlayamazsın. Gözünü, gönlünü, kulağını, zihnini dört mü açacaksın, sekiz mi açacaksın, sen bilirsin…

Kimsenin elinde sihirli bir değnek yok arkadaşlar. Sakın beklemeyin biri gelir de sihirli değneği bana dokunur, her şey olur biter. Bunlar hikâye hadiselerdir. Bunlar menkıbelerde olur, hakikat her zaman böyle tecelli etmez. Bu yol senin yolundur, bunu yürüyeceksin. Çünkü bu yoldan sorgulanacaksın. Nasıl ki Miraç dönüşü Cenâb-ı Peygamber’e (Sallallahu aleyhi ve sellem) Kudüs’ü sordular, Mescid-i Aksa’yı sordular, camını, kapısını, penceresini sordular. Hâlbuki onlara gitmemişti Sultanu'l Enbiya. Pencereleri görmek, kapıları çalmak için gitmemişti. Ama sordular ve söyledi. Kapıların hangi yöne açıldıklarına, pencereleri de adetlerine varıncaya kadar söyledi... Sana da sorarlar. Ne söyleyeceksin? Onun için diyorum ki gözünü dört aç, sihirli bir değnek bekleme, hikâyelere takılıp kalma. Tasavvuf, hikâyeden ibaret değildir. Tasavvuf mutlak gerçeklerle doludur. Gerçeğin dışında hiçbir şey yoktur tasavvufta, özellikle de Hâcegân yolunda... İslamî, Kur'anî hakikatlerin dışında, Muhammedî ahlakın, Muhammedî rabıtanın dışında hiçbir şey yoktur. Hâcegân yolu bütün hikâyelere kapalıdır. Bunu bilerek bu yolda yürümeye çalış. Bu yolda kerâmet, kerâmet-i akliye ve kerâmet-i ilmiyedir. Başka bir kerâmet yok. Her tarafınız keramet olsa, her haliniz bir kerâmet olsa sizi yine istikametlerinizle değerlendirirler. Mustakim değilseniz hiçbir itibarınız olmaz bu yolda. İster denizde yüzün ister havada uçun. Cüneyd-i Bağdadî öyle buyuruyor “Balıklar da yüzüyor, sinekler de uçuyor.” İnsanın onlara özenmesi kendine yazık etmesi demektir. İnsan eşref ise, ekmel ise şerefini bilmeli. Balığa, sineğe özenmemeli. Kime özenmeli? Ebu Bekir Sıddık’a özenmeli, Ömer Faruk’a özenmeli, Selman-ı Faris’e özenmeli... İnsanın örneği bunlar olmalı, sinekler değil. Bu yolda sineklerin hiçbir hükmü yok.

Sineğin de bir rolü var aslında. O devrin Abbasi halifelerinden Abbasilerin zalim sultanlarından biri istihza için Seyyidena Cafer-i Sadık’a soruyor: “Cenâb-ı Hakk'ın her yarattığında bir hikmet var, bütün hilkati, yaradılış gerçeği bir hikmete, bir sanata dayanmakta.” O esnada bir sinek vızıldıyor, halifeyi rahatsız ediyor, “Şu mahlûku yaratmaktaki hikmeti ne ola ki? Sineği niye yaratmış, Sinekteki hikmet ne?” diyor. Hazreti Cafer buyuruyor ki: “O Allah’ın büyük mücahidlerindendir. O muazzam bir ordunun kumandanı gibidir. Sinek öyle bir kumandandır ki Allah o kumandan ile azılı düşmanı Nemrut’u helak etmiştir. Nemrut’un burnuna girerek saltanatını devirmiştir.  Bundan daha yüce bir hikmet olabilir mi?.. Ebrehe’nin filleri gibi, bir sinek Nemrut’un saltanatını devirmiştir.”

Bu açıdan bakınca 'keşke sinek olsaydım' diyoruz, değil mi? 'Allah’ın bir sineği olsaydım!' Keşke nefis nemrudunun karşısına çıkabilsem, nefsimin saltanatını devirebilsem o zaman bir sinek olsam... Allah’ın sineği olmak ne büyük şeref...  Hitab-ı İzzet'e mazhar olmak. Vahyettik sineğe buyuruyor Cenab-ı Hak, bir arıya vahyettiğini müjdeliyor. Ama sen sineğin mücahidlik yönünü örnek almıyorsun. Nemrutları, Firavunları helak eden yönünü örnek almıyorsun. Senin hoşuna giden sana göre özgürlük, sineğin uçması. Ama o özgürlük ona neyin karşılığında verilmiş onu düşünmüyorsun. Sen uçmak istiyorsun ve bunun adı da kerâmet diyorsun. Önce kemâlatı gör. Demek ki o kerâmet, kemâlatın meyvası. Sineğin yaptığı cihada karşılık, hizmete karşılık ona verilen bir ikram... Şu halde sen ne yaptın ki, ne bekliyorsun? Hangi nemrudu hangi firavunu helak ettin? Hangi küfür saltanatını devirdin, hangi iman meş’alesini yaktın? Hangi burçları aydınlattın? Kerâmet bunların karşılığı olursa güzel. Yoksa kerâmet karşılıksız, karşılığı olmayan borç gibidir. Onu ödemen çok zor olur, altından kalkamazsın. Talip olmanı hiç tavsiye etmem.

Bunun için zamanını iyi değerlendir. Boş zamanını iyi değerlendir ki farklı meşguliyetler gelip seni işgal ettiğinde, istila ettiğinde önceden hazırladığın, yaptığın bir şeyler olsun. Yoksa ansızın yakalanıverirsin, fırsat da tanımazlar. “Ne bir saat öne ne de bir saat sonraya takdim ve tehir mümkün değildir” buyruluyor. Ecel, ne bir saat öne alınabilir ne de bir saat arkaya tehir edilebilir.

Allah fırsat verirse önümüzdeki haftaya devam ederiz ama anlatılanları düşünün, birbirinizle de mütalâa-müzakere edin. Cenâb-ı Hak yâr ve yardımcımız olsun. Hayatın gerçekten bir imtihan olduğuna anlayıp her türlü maddi ve manevi hastalıklardan korunup, zamanımızı iyi değerlendirebilmeyi, zamandan gereği gibi istifade edebilmeyi ve yaşadığımız bu zaman dilimi içinde hakikate duhûl edip, Hakk'a vusûl edebilmeyi Cenâb-ı Hak hepimize kolaylaştırsın.

*Sohbet Yakub Haşimî Hocaefendi'nin 25.12.08 Cuma Günü yapmış olduğu sohbetten alınmıştır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Perşembe, 09 May 2013 15:21

KENDİNİ BİLEN RABBİNİ BİLİR

Yeni Bir Nesil Geliyor mu?


Önce, bu mevcut nesli kurtarmak, bunu tedavi etmek lazım. Yeniden bu nesli imar etmek, inşa etmek, ihya etmek lazım ki, onlar sağlıklı nesiller üretebilsinler. 'Yeni nesil geliyor...' söylentileri tamamen bir kandırmaca. Nereden geliyor bu nesil, kim getiriyor bu nesli?  Hastalıklı bir nesil geliyor. Çünkü bu toplum hastalıklı. Toplumun imanı, toplumun inancı hastalıklı. Hurafelere, bid’atlere inanmış. -istisnalar kaideyi bozmaz- Müslümanlara baktığında birçoğu hurafelerle yaşıyor, örflerini din edinmiş. Öbürlerine bakıyorsun laikliği din edinmişler, hiçbir hakikate inanmıyor. Sentez, karışım bir nesil geliyor. Bu nesil İmam Gazali'yi, İmam Rabbani'yi, Muhyiddin Arabi'yi, Abdulkadir Geylani'yi tanımıyor.  Onlardan öncekileri zaten hiç tanımıyorlar, Hz. Ebubekir'i, Hz. Ömer'i, Hz. Osman'ı, Hz. Ali'yi (Radıyallâhu Teâlâ anhum ecmain) hiç birini tanımıyor. Peki, ne ile gıdalanacaklar? Sûn'i bir beslenişle geliyor bu nesil...

Ashabın Gençleri Nasıldı?


Bir insana ilik nakli yapmak için, böbrek nakli yapmak için ne kadar inceliyorlar. Bazen bünye uyuşmuyor, bünye kabul etmiyor nakledemiyorlar. Yani şimdi bu toplumun veya gelecek neslin Hz. Muhammed'deki (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ve O'nun saadet asrındaki hakikatleri bu nesle aktarırken, nakil meselesi gibi, bunun alt yapısını hakikaten oluşturdun mu? Bu testleri yaptın mı? Şu andaki bu nesille, Hz. Muhammed'in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yetiştirdiği nesil arasında ciddi uyuşmazlık var. Ahlâkî uyuşmazlıklar var, anlayış uyuşmazlığı var, pratik uyuşmazlığı var... Hz. Muhammed'in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yanına gelen sekiz yaşındaki Hz. Ali'yi düşünün... On beş yaşlarında gelen Sa'd b. Ebi Vakkas'ı düşünün... On sekiz yaşlarında gelen sahabeleri düşünün... Şimdi onları bu nesillerle mukayese edin. Uyuşuyor mu, bu nesiller onlara?


Sa'd b. Ebi Vakkas'ın İmtihanı

Sa'd b. Ebi Vakkas, annesine çok düşkün. O kadar düşkün ki -hâşâ- bir putuymuş gibi   kabul etmiş, tapınacak derecede annesine düşkün. Annesi, kendisine bu kadar düşkün olduğunu biliyor. Çıkıyor öğlenin sıcağında, güneşin alnında oturuyor ve Hz. Sa'd'a diyor ki: “Eğer sen Muhammed'i (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yalanlamazsan ve O'nun dinini inkâr etmezsen ne ben içeri gireceğim bu sıcakta, ne de bir lokma ekmek yiyip, bir yudum su içeceğim. Ben burada ölürsem, acımdan veya güneşten zarar görürsem, benim katilim sen olmuş olursun. Sen anneni öldürmüş olacaksın.” Hz. Sa'd çok şaşırıyor. Annesi... Aşk derecesinde tutkun, bağlı... Öbür tarafta inandığı Rabbi, dini, Peygamberi, hayatının ölçüsü, rehberi, hayatına anlam getiren varlık... Nasıl inkâr etsin, nasıl reddetsin?... Çaresiz Resûlullah Efendimiz'e gidiyor. “Ya Resûlallah, annem beni böyle tahrik ediyor. Yemiyor, içmiyor, eve girmiyor, güneşin alnında oturuyor. Diyor ki, eğer sen Muhammed'i yalanlamazsan, ben ölürsem, beni sen öldürmüş olacaksın.” Cenâb-ı Peygamber ona buyuruyor ki; “Korkma, kâfirlerde cesaret yoktur. Senin annen ölümü göze alamaz. Annen kendisini öldürmeye kıyamaz çünkü kendi davasına o kadar inanmış değil. Annen seni döndürebilir miyim diye numara yapıyor. Annene de ki, sen içeri girmedikçe ne başına bir gölgelik yaparım, sen yemedikçe ne de gelip sana bir lokma veririm. Ölürsen, sen kendi kendini öldürmüş olup murdar olursun. Kendini öldürmüş olursun, intihar etmiş olursun. Ben sana su da vermem. Zannetme ki sana acırım bir yudum su getiririm, su da vermem ekmek de vermem.”

Hz. Sa'd gidiyor annesine diyor ki: “Ey anne vallahi burada ölsen sana acımam. Ölürsen murdar olarak ölmüş olursun, kendini öldürmüş olursun. Ne senin başına bir gölgelik yaparım, ne de sana bir lokma ekmek getirir veririm. Ben Allah ve O'nun Resûlü'nden asla vazgeçmem. Değil sen, bütün akrabalarım gelse, seninle otursa hepiniz ölseniz, hiç umurumda değilsiniz.” Annesi bakıyor ki bu inanmış, samimi. Ben burada pisi pisine öleceğim, kalkıp içeri giriyor yemeye/içmeye başlıyor.

Şimdi hangi genç, Sa'd b. Ebi Vakkas gibi, Allah ve Resûlü'ne böyle bağlı olacak? Nefsinin ona teklif ettiği şeylerden geçecek, çevrenin onu davet ettiği şeylerden geçip, 'Hayır ben Allah ve Resûlü'nü hiçbir şeye değişmem' diyecek?..

Kelime-i Tevhidin İçini Doldurmak


Nesli yetiştireceksek böyle yetiştireceğiz. 'La ilâhe illallah' kelimesini söyleyen genç onun içini dolduracak. O kelimenin içini imanla, ihlâsla, Allah'a teslimiyetle, Allah'a sevgi ile  dolduracak. Yoksa boş bir kelime, bir anlam ifade etmiyor. Yani bu kelimeyi herkese  söylettiğinizi düşünün. Herkese 'Lâ ilâhe illallah' dedirttiniz. Ne müthiş ya, herkes Müslüman oluyor, La ilâhe illallah diyor... Bunun içini dolduramıyorsa nasıl olacak? Eğer bu nesil Allah korkusundan ağlayamıyorsa, sekiz yaşındaki Hz. Ali gibi, Resûlullah Efendimiz ona, “Git annene babana sor, sonra sana işkence ederler, ezâ u cefâ ederler, git onların gönlünü al!” dediğinde, sekiz yaşında bir çocuk bunu akıl edebiliyor, peygambere buyuruyor ki: “Ya Resûlallah, sen bütün bu kâinatı, zerreden küreye bütün varlığı yaratan bir ilahtan bahsediyorsun. O ilah anneme babama sordu mu beni yaratırken? Öyle ise ben O'na teslim olmak için, O'na ait olmak için niye bir başkasına soruyorum?...”

Kariyer Putu

Şimdi bugünün -arkadaşlar kusura bakmasın- üniversite mezunu veya kariyer sahibi doçent olmuş, doktor olmuş bir kişisini yani tahsilli, kültürlü, yetişkin bir kişisini al, Hz. Ali'yi, sekiz yaşındaki bir çocuğu al... O anlayışı görebilir misin acaba? Bugün adam üniversitede kariyer putundan kurtulamıyor. Kariyer putu için inancından birçok şeyini feda etmek zorunda kalıyor. Veya adam kendi nefsanî arzuları yüzünden birçok şeyini es geçiyor, arkadaşları ile oturup muhabbet ederken mesela, namazı geçiriyor. Niye? Orada diyemiyor ki “Ben namaza gideceğim, ben namaz kılacağım.” Böyle deme, bir işim var de, çık. Bunu diyemiyor. Ar kabul ediyor. Allah'ın emrini terk etmeyi suç kabul etmiyor, arkadaşlarına benim biraz işim var diyor. Affedersiniz seni abdestin sıkıştırmış olsa oturabilecek misin? İzin isteyeceksin. Abdestin daralsa ben lavaboya kadar gideceğim diyeceksin, bundan utanmıyorsun.
Demek ki ibadet senin ruhunu sıkıştırmıyor, acıkmamışsın ibadete. Senin imanın seni rahatsız etmiyor, haydi kalk namaza demiyor içinden. Onu demeyince -affedersiniz, hâşâ huzurdan- demek ki sen namaza idrarın kadar değer vermiyorsun. Veya daha başka sebepler. Ben ortadan konuşuyorum, herkes kendi durumuna göre mukayese yapsın.

Sekiz yaşındaki Hz. Ali'nin mantığını alın. İşte böyle bir nesil yetiştirebiliyorsak, diyelim ki bir nesil geliyor. Bir şey bekleyelim o zaman. Ali'ler geliyor diyelim. Sa'd bin Vakkas'lar geliyor diyelim.

İbni Revaha'nın Teslimiyeti


Veya Abdullah ibni Revaha... Yeni evlenmiş, hanımıyla o gün gerdeğe giriyor. Mute harbi için Resûlullah haber gönderiyor ona. “İbni Revaha'ya söyleyin silahını alıp gelsin...” Hanımının koynundan çıkıyor gusletmeden bakın gusletmeden gidiyor. Hanımı diyor ki,bari yıkansan. O da diyor ki, Allah-u Teâlâ ayeti kerimede buyuruyor ki: “Allah ve Resûlü sizi çağırdığında fevt etmeyin, hemen emrine icabet edin...” Asla ben, Resûlullah'ın emrinin üzerine başka bir şey yapamam, hemen gideceğim. Ve hemen gidiyor. Başına gelenleri daha evvel sohbetlerde nakletmiştim. Giderken yolda nefsi ona diyor ki, sen yeni evlisin, bu harpte ölürsen senin hanımını başkaları alır, nasıl sen buna razı olursun. Git Resûlullah'a bedel ver. Senin çok malın var, develerin var, hurmaların var... Kendi yerine bedel ver sen savaşa gitme, fidye ver. Hemen atını mahmuzluyor Resûlullah'ın yanına geliyor: “Ya Resûlallah şahit olun siz, ben bütün develerimi, bütün hurma bahçelerimi, bütün servetimi Allah'a vakfettim, benim hiç bir şeyim yok.” diyor.

Bu anlayışı verebiliyor muyuz?..


Elinden yara alıyor. Acıyor, çok canı yanıyor. Acıya dayanamayıp zaman zaman cihaddan geri kalıyor. Elim beni meşgul ediyor diye, atından inip elini ayağının altına koyuyor, basıyor ve koparıyor. O haliyle şehid oluyor.

Namazı için geldiklerinde bakıyorlar ki İbni Revaha'nın üzerinden su damlıyor. Sahabe şaşırıyor. Ya Resûlallah bu nedir diyor. Efendimiz buyuruyor ki, “O böyle savaşa katıldı. Allah'ın ve Resûlü'nün emrini fevt etmedi. Ona su lazımdı. Gecikirim endişesiyle yıkanmadan geldi, Allah da onu meleklerine yıkattı. Huzuruna temiz olarak aldı. Onu melekler yıkadı.” buyuruyor.

Bu teslimiyeti, Allah için bu anlayışı neslimize verebilirsek, o nesilden bir şeyler bekleriz ve o nesil  Allah için olmanın değerini, önemini anlarsa, Cenâb-ı Hak o nesle nusret eder. İşte o insanların isimleri hiç bir şeyle örtülemeyecek derecede, silinemeyecek derecede kâinatın adeta her zerresine, tarihin her sayfasına altın harflerle yazılmış. Bu kadar onları yücelten şey bu teslimiyetleri olmuş. İslam'a bu bağlılıkları olmuş. Evet, Resûlullah'ı görmek kadar yeryüzünde büyük bir şeref düşünülemez. Bir insanın Resûlullah'ı görmesi, inançla görmesi, ona inanarak bakması, meftun gözlerle bakması ve O'nun onu görmesi, Hz. Muhammed’in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bir kişiye şefkat nazarı ile, rahmet nazarı ile, Muhammedî bir nurla, sevgi ile bakması kadar dünyada hiçbir şeref düşünülemez. Ama bu her kim olursa olsun... Her kim olursa olsun... Sevgi ile bir kez Resûlullah'a baksa ve Resûlullah da onun bakışına cevap verse... Bunun üstüne bir şeref düşünülemez, bu apayrı bir şey.

Sahabenin Yaptığı, Bizim Yapmamız Gereken

Bir de bunun üstüne insanın O'na teslim olması, O'nun izinde bulunması, O'na yaklaşmak için bir şeyler yapması... İşte sahabi büyüklüğü buradan geliyor... İnsanların bir şeyleri var olur da varlıklarından fedakârlık yaparlar. Bu insanların maddi açıdan, imkân olarak, ekonomik olarak belki hiç bir şeyleri yoktu. Geçinecek erzakları yoktu, ellerindekileri de feda ettiler.    

Bugün bizim feda etmemiz gereken şey arzularımız, isteklerimiz, tali düşüncelerimiz... bunları bırakmamız gerekiyor. Bizden istenen bu. Biz sahabi gibi yapamayız. Yani bize 'gel canını ver' demiyorlar 'gel malını ver' demiyorlar. Nefsinden, şehvetinden vazgeç, nefsinin isteklerinden vazgeç, diyorlar. Onlarla aynı dereceyi alacaksın. Bakın bir de işin bu yönü var. “Onların biri sizin elliniz” diyordu Peygamber aleyhisselâtu ve's selam. Bu zamanda bunları yapanlardan bir kişi, nefsinden feragat eden bir kişi, elli sahabeye denk oluyor. Sahabe soruyor bu nasıl olur yani? “Siz benimle berabersiniz!” buyuruyor Peygamber, onlar beni görmedikleri halde, bana yetişmedikleri/ulaşmadıkları halde beni sevecekler, benim izime devam edecekler. Onlar benim  dostlarımdır. Onlara ben aşığım, onlara selâmımı söyleyin.

Şimdi kim peygambere dost olmak istemez, o selamına mukabele etmek istemez?.. Peygamber selâm veriyor adeta. O selama mukabele etmek için bir alt yapımız olması lazım. Bunu sürekli düşünmemiz lazım arkadaşlar. Mademki ben manen Peygamberin huzurundayım, O'nun ruhaniyeti sürekli benimle. O'nun sevgisinin üzerine hiçbir sevgi koymamalıyız. Sahabe O'nu gece göremiyor diye sararıyordu... Hz. Sevban gündüz görüyor, gece göremiyor diye rengi sararıyor/soluyor adeta hasta oluyor. Sabah namazında Peygamber görüyor soruyor ona,”Hasta mısın?” “Hayır, Ya Resûlallah, hasretim var.” diyor. “Gündüz sizinleyiz” diyor, “Gece sizi göremiyoruz. Ahirette Siz mutlak farklı bir âleme gideceksiniz, biz farklı bir yerde olacağız. Ya orada siz hiç göremezsek, diye düşünüyorum. Sizi hiç göremesek biz ne yaparız...” Sahabinin düşüncesine bakın. Ben Peygamber'i göremezsem... Yani ne cennet umurunda ne cehennem umurunda... Ben Muhammed'i (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) göremezsem, O'nunla beraber olamazsam... Allah Resûlu babanın evladına sarıldığı gibi sarılıyor, kucaklıyor o sahabeyi bağrına basıyor. 'Üzülme kişi sevdiği ile beraberdir,' diyor. Sen eğer seviyorsan, kişi sevdikleri ile beraberdir.

Evet... Arkadaşlar, seviyorsak beraberiz ve sevgimizi ortaya koymalıyız, bu sevgiye bir şey karıştırmamalıyız. Allah’ı seviyorsak, Allah'ın Resûlü'nü seviyorsak, Resûlün varislerini seviyorsak, yolunu, ahlâkını, sünnetini seviyorsak bunu bir şeyle değişmemeliyiz. Elimizdeki incileri, mercanları, yakutları bırakıp, adi cam parçalarını cebimize doldurmamalıyız.

Ka'b b. Malik (Radiyallâhu Anh)

Ka'b b. Malik (Radiyallâhu Anh) gerçekten Resûlün âşıklarından biri. O'nu sevenlerden biri. Tebuk seferine gidiliyor, onun ziraatı var. Ekini göğermiş. biçilmesi lazım. O diyor ki ben ekini kaldırıp gideyim, kimim kimsem yok. Ekini bırakırsam yanar, zâyi olur. Sonra çoluk çocuğum aç kalır. Ekini toplayayım, orduya ben filan yerde yetişirim. Ekini biçiyor. Cenâb-ı Peygamber Medine'de orduyu teftiş ederken soruyor “Ka'b nerede?” -Altı kişiler bunlar. Altısının da değişik mazeretleri var. Burada peygamberin aşığı olduğu için Ka'b'ın konumu öne çıkarılmış . Kaynaklarda bu anlatılıyor.- Ka'b nerede diye soruyorlar,  Ka'b yok. “Gelecek ya Resûlallah!” diyorlar. İkinci bir konaklama yerinde Cenâb-ı Peygamber yine orduyu teftiş ediyor. 'Ka'b geldi mi' diye soruyor. Cilveye bakın. “Yok ya Resûlallah!” diyorlar. “İleride  bize yetişecek!” diyorlar. Üçüncü konaklama yerinde Cenâb-ı Peygamber yine teftiş ediyor Ka'b'ı soruyor. 'Ka'b geldi mi?' “Gelmedi ya Resûlallah!” diyorlar. Resûlullah buyuruyor ki: “Eğer Medine-i Münevvere'ye salimen dönersem, Ka'b mescidimize gelmesin ve ona kimse selam vermesin. Ailesine de söyleyin onunla beraber olmasın...” Ka'b üç gün gecikiyor. Şurada orduya yetişirim deyip gidiyor, orada yetişemiyor. Ordu ileri gitmiş. Orada yetişirim deyip gidiyor, oradan ileri gitmiş. Yetişemiyor orduya, geri dönüyor Medine'ye. Medine'de beklemeye başlıyor orduyu. Zaferle dönüyorlar. Dönerken Cenâb-ı Peygamber buyuruyor ki: “Küçük bir savaştan, küçük bir cihattan şimdi büyük cihada dönüyoruz.” Sahabe diyor ya Resûlallah yetmiş tane şehit verdik. Bundan daha büyük bir savaş mı var ileride bizi bekliyor. Buyuruyor ki: “Bu böyle bir düşmanla savaş değil. Burada düşmanımız belliydi. Adedi, silahı, cephesi belliydi, her şeyi malumdu. Şimdi bu galibiyet ve ganimetlerden dolayı nefsimizle savaşacağız” buyuruyor. Gücü belli değil, bize saldıracağı cephe belli değil, elindeki mühimmatı belli değil, yani biz bilmiyoruz bunları. Onunla savaşacağız. Asıl cihad budur. Küçük cihaddan büyük cihada geçiyoruz.

Bakın Ka'b küçük cihada katılmamış oluyor. Büyük cihad için onları Medine'de bekliyor. Ordu geliyor Medine-i Münevvere'ye, Ka'b ilk önce karşılayanlardan. Ona diyorlar ki Resûlullah'ın gözüne sakın görünme. Sürekli seni sordu. Gelmedi, denilince 'Ka'b mescidimize gelmesin.' buyurdu. Ona selam vermeyin buyurdu. Ve ailesine de gidip diyorlar ki Ka'b'a yanaşma. Hizmetini gör, yemeğini hazırla ver ama onunla beraber olma. Ka'b yıkılıyor. Sizler bilmiyor musunuz, şahit değil misiniz ben Resûlullah'ı ne kadar seviyorum. Allah'a nasıl iman etmişim. Diyorlar bizim bilmemiz bir şey ifade etmiyor. Biz biliyoruz senin ne kadar sevdiğini ama o sevdiğin kişi buyuruyor ki “Ona selam vermeyin!” Biz ne yapabiliriz? Git, Rabbine yalvar...

Ka'b artık evine kapanıyor. Hanımı ona yanaşmıyor. O da itiraz etmiyor. Hanımını teşvik ediyor, sakın Resûlullah'ın emrini çiğneme, ben bu hale o emri dinlemedim diye geldim. Vazgeçme, sabret diyor. Benden uzak dur... Elli gün odasına kapanıyor. Elli gün sürüyor bu hadise. Ağlıyor sızlıyor Allah'a yalvarıyor, tövbe ediyor. O ekinini tamamen hibe ediyor. Ona engel olan, onu kaldırayım da öyle giderim, dediği bütün hasadını hibe ediyor, fakir fukaraya dağıtıyor. Elli gün sonra Cenâb-ı Hak ayeti kerimeyi inzal ediyor. Altı kişiden üç kişinin tövbesini kabul ediyor, bunların başında Ka'b. Cenâb-ı Hak üç kişinin tövbesini kabul etmiyor, üç kişi mürted oluyor. Ka'b'ın tövbesi kabul oluyor ve Cenâb-ı Peygamber ayeti kerime nazil olur olmaz hemen müjdeci gönderiyor... Resûlullah da belki üzülüyor bir dostuna böyle bir ceza vermekten ama şartlar gereği. Öbür insanlara ölçü olsun diye. Ka'b'a hemen birini gönderiyor. “Ka'b'ı müjdeleyin, Allah tövbesini kabul etti, cemaate gelsin.” Hz. Ka'b'a dayısı gidiyor müjdeye. Evinden Mescid-i Nebi'ye gelene kadar Ka'b yüzünü kumlara süre süre, Allah'a şükrederek geliyor. Yarabbi tövbemi kabul ettin, beni sevdiğin dostun Hz. Muhammed’den (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ayrı koymadın. Tövbesi kabul olmayan üç kişiden biri de olabilirdim. Reddettiğin üçten biri de olabilirdim. Geliyor yeniden iman ediyor, nikahını tazeliyor. Pişmanlığını bildiriyor. Resûlullah'ın meclisine giriyor.

Bu şimdi küçük cihattan kaçtı.- Kaçtı da denilemez, kendince bazı şartlarından dolayı katılamadı.- Bugün insan eğer büyük cihattan kaçarsa, büyük cihadı yapmazsa, nefsi ile mücadeleyi yapmazsa, cephesi, gücü belli olmayan nefis her yerden, her şekilde saldırabilir.

Uçakta Yaşanan Bir Hadise

Mardin dönüşünde uçakta gelirken arkamızda birileri oturuyordu.  Konuşmalarından belli ki Müslümanlar. Adam sürekli 'Allah'ın izniyle, Allah'ın inayetiyle' diyerek konuşuyor. Bunu da böyle yüksek sesle söylüyor, tam bir münafık yani. Allah izin ederse, Allah inayet ederse, Allah hidayet eder-se... gibi konuşuyor, Allah'ı diline tespih dolamış, sürekli Allah'la, Peygamber'le konuşuyor. Ben de merak ettim, bakmıyorum ama hemen arkamda oturuyorlar, sesleri duyuyorum. Bu sûni Allah-Peygamber muhabbeti nereye kadar devam edecek diye merak ediyorum. Sun expres diye bir şirketle geliyoruz.. Türk Hava Yolları iç hat uçuşlarını onlara devretmişler, onlarla geliyoruz. Uçaklardaki ikramı onlar parayla satıyorlar. Bir bardak su üç milyon, bir ufak çay beş milyon. İkram da parayla ve içeride içki de satıyorlar. Sürdükleri arabada görünüyor. Viski var, şarap var, cin var. Koltuk torbalarına menüleri koymuşlar yani uçakta ne var ve kaç lira resimlerini de koymuşlar. Hostes geldi ne arzu edersiniz, diye sordu. Onlar arzu ettiler, aldılar bir şeyler. Hem de parayla. O reyondan, içkinin olduğu reyondan, yiyecek aldılar. Yiyorlar-içiyorlar. İçimden geldi, dönüp arkama diyeyim ki, “Allah'ın izni inayetiyle zokkum olsun size. Allah'ın izniyle size zokkum olsun bu. Münafıklar sizi. Sabahtan beri kafamızı şişirdiniz Allah'ı Peygamber'i dilinize tespih ettiniz, inayetiyle, hidayetiyle, izni ile buradan bir şeyler aldınız. Allah'ın bunda izni var mı?” Güya Müslüman, Allah-Peygamber muhabbeti var sözde ama yalancının mumu yatsıya kadar hesabı, yatsıda sönüverdi. Nefsine yenik düştü. Onları nefsi arzuladı. Yani acından ölmezsin belli ki uçağa binmeden bir şeyler yedin, zokkumlandın. Uçaktan en fazla iki saat sonra ineceksin evine git yine zıkkımlan. Niye oradan alıyorsun? Bir Müslüman için bunu söylüyorum. Orada bira şişelerini, içkiyi, votkayı, şarabı görerek o tezgahtan nasıl bir şey alıp yiyebiliyorsun?

Önemli Olan Mücadele

İşte bu insan büyük cihadı terk ediyor. Şimdi onun halini düşünün. Küçüğü terk edene elli gün Peygamber selam vermiyor. Hakkında Allah'tan ayet bekliyor. Ya büyük cihadı terk eden?..  Nefsiyle mücadele etmeyen?.. Mücadele ettim ama yenik düştüm. Ayağını öperim o adamın. Mücadele etti, düşmanı onu yendi, olabilir. Ona dua ederim, Allah ona nusret etsin. O, yılmaz savaşçı olmalı, düştüğü yerden kalkıp mücadelesine devam etmeli. Ama hiç mücadeleye girişmeden -yani bir söz var ya: “Yenilen güreşçi mindere doymaz” diye- hemen mindere uzanıveriyorsa o adama elli gün değil elli bin sene ben selam vermem. Ama mücadele ediyor, gücü azdır, misal silahı zayıftır, imkânı kısıtlıdır, mağlup oluyor. Bir mağlup olur, iki mağlup olur üçüncüde galip olur Allah'ın izni ile. Yeter ki azmini yitirmesin. Aşkını yitirmesin. Ama hiç mücadeleye girmiyorsa ve bu adam Allah Peygamber muhabbeti yapıyorsa, orada takkemi önüne koyarım o adamın, ben yoluma devam ederim.

Onun için arkadaşlar, bu büyük cihattan, cephesi belli olmayan, sayısı belli olmayan, muhimmatı belli olmayan bir düşmana karşı insan yalnız gitmemeli. Onun için cemaatin önemi var. Birlikteliğin/beraberliğin önemi var. Arkadaşlığın dostluğun ciddi manada önemi var. Çünkü bunlar yardım ederler bize Allah'ın izni ile. Bunların duaları, himmetleri, maneviyatları bizleri korur. Ben bir cepheyle mücadele ederken, öbür cepheyle onlar mücadele eder. En azından maçlarda bile görüyorsunuz değil mi bir alkış, bir tezahürat futbolcuya moral veriyor. Moral veriyor, konsantre oluyor, daha güzel oynuyor. İki tane şak şak yapmışlar, ona bağırmışlar, misal cimbombom deyip amigoluk yapmışlar diye adam moral buluyor. Cemaatte -lâ teşbih-  bunun gibi. Cemaat bize moral veriyor, güç veriyor. Onlardan bir manevi kuvvet alıyoruz.

Salihlerden Dua Almak

Hz. Zülkarneyn ye'cüc ve me'cüc üzerine yürürken , ayeti kerimede Cenâb-ı Hak ona haber veriyor: “Onlarla savaşa giderken kavminin Salihlerine, kavminin iyilerine, buyurdu ki: “Manevi kuvvetlerinizle beni destekleyin.” Siz kuvvetlerinizle yani manevi gücünüzle, himmetinizle bana muavenet edin, yardım edin, beni destekleyin. Ve onlarla gitti ye'cüc ve me'cüc'ü Çin Seddi'nin içine topladı, set ile onları hisara aldı. Buzullarla doldurdu, kıyamete yakın bir zamanda kurtulacaklar ve dünyayı fesada verecekler.

Şimdi bir peygamber bile -tarihteki Büyük İskender diye bilinen, Zülkarneyn (Aleyhisselâm) dır.- Bir peygamber bile iyilerin manevi kuvvetini isterken, biz kendimizi düşünelim. Öyle bir savaşın içindeyiz ki, büyük cihadın içindeyiz. Nefsaniyet, şeytaniyet, deccaliyet, süfyaniyet... Bu kadar düşmanlar var. Hepsi saldırıyor bize. İnsana hiçbir yerde rahat yok dünyada şu anda.

Bugün bir arkadaş anlattı bana; Komşuları, evlerini satıp çıksınlar diye, onlarla komşuluk yapmak istemiyor diye, onlara büyü yapmış. Yani düşünün artık. Senelerdir komşu olduğu insanlar... Her yerde düşman var. Allah lütfediyor, büyü ortaya çıkıyor, bozuluyor inşallah kurtuluyorlar. Yani bir manevi yardım olmasa insana her yerden saldırıyorlar.

İnsana evinden bile saldırıyorlar. Eğer evin senin halinden anlamıyorsa, saldırıyor sana. Bazen yaşantımızı aşırı bulabiliyorlar. Evden saldırıyorlar, çevreden saldırıyorlar, arkadaşın saldırıyor... Bu kadar saldırıya karşı bir manevi yardım olmazsa, insan hazırlıksız olursa, silahsız olursa yenilir. Silahsız gezmeyeceğiz. Yalnız gezmeyeceğiz. “Siz iki kişi olursanız üçüncüsü Allah olur!” buyuruyor ayeti kerimede. İki kişi olursanız üçüncüsü Allah'dır. Bu iki kişi kim? Biri sensin. İkincisi ise rabıtanla halleşmeye çalıştığın, yakınlaşmaya çalıştığındır. Her zaman iki kişi zahirde beraber olamaz. Her zaman yanında biri olmaz ama manen istersen onlar hep seninle olurlar. “Kişi sevdikleri ile beraberdir.” buyurmuşlar hadisi şerifte. Seversen ve sevdiğini yanında hissedersen seninledir. Bunu zaman zaman da sana hissettirirler, açıktan gösterirler.

Nereye Gittiysem Oradaydınız

Daha evvelde nakletmiştim. Bir kıssa, hisse olsun diye büyüklerimiz bunu anlatırlardı. Adamın biri  bir seyahate çıkmak için üstadından izin istemiş. O da peki, gidebilirsin demiş, izin vermiş. “Oğlum bizi unutma” buyurmuş. “Nereye gidersen, bizi hatırdan, gönülden çıkarma” demiş. Adama tembih etmiş, gez, dolaş ama kahvelere girme, oyunlu yerlere girme, oralardan çay içme. İçkili lokantalara uğrama, yemek yeme oralarda, içki satan yerlerden alış-veriş yapma.

Bir gün bir yere gitmiş, hava soğukmuş, çevreyi tanımıyormuş. Demiş ki, şu kahvenin sobası var, içeri girip biraz ısınayım. Girmiş, kahve oyunlu, sobaya doğru gitmiş bakmış ki şeyh efendi sobanın başında oturuyor. Çok utanmış, hemen çıkmış. Başka şehre gelmiş, acıkmış. Demiş şimdi bir şeyler alıp kendim hazırlasam zaman geçer, şu lokantada hazırda ne varsa bir şeyler yiyeyim demiş. Bakmamış içki var mı yok mu, lokantaya girmiş. Bir garson gelmiş. Bakmış şeyh efendi, “Ne arzu ediyorsunuz” demiş. Hemen kalkmış. Artık açlığını unutmuş. Alış-veriş yapacak bir bakkaldan, bakmış ki yine üstadı orada. Seyahatini tamamlamış dönmüş.

Şeyh Efendi arkadaşlara demiş ki, gelin filanca arkadaşınız seyahatten döndü, hoş geldine gidelim. Gitmişler, konuşmuşlar, Şeyh Efendi demiş, “Kardeşim yediğin içtiğin helal, neler gördün, neler yaşadın, anlat?” Adam demiş, “Efendim ne sorarsın ki? Nereye gittimse oradaydınız. Ben daha ne anlatayım...”

Hz. Yusuf'un (Aleyhisselâm) İmtihanı

Evet, demek ki insan manen beraber olunca, o manevi kuvvetle seni, kötülüğe -Allah'ın izniyle- bırakmıyorlar. İkaz ediyorlar. Kur'an-ı Kerim Hz. Yusufun (Aleyhisselâm) kıssası anlatılırken, -malum, Züleyha kapıları kilitledi, onunla odada baş başa kaldı, illa benimle olacaksın dedi. Yusuf'un gönlü de bir anlık  Züleyha'ya meyil etti. Yusuf (Aleyhisselâm) baktı ki, Hz. Yakub (Aleyhisselâm) karşısında. Parmağını ısırmış. Yani “Utanmıyor musun?” der gibi. Hz. Yakub'u parmağını ısırırken gördü. Babasını gördü, suretini gördü. Ve vazgeçti, kaçmaya başladı. Züleyha arkasından elbisesini yırttı. Mahkemede hakim dedi ki, elbisesine bakın önden yırtılmışsa o tecavüz etmek istedi, kadın önünü yırttı. Arkadan yırtılmışsa elbisesi, o kurtulmak istedi, kaçmak istedi, kadın askıntılık yaptı, asıldı elbisesini yırttı. Baktılar ki elbisesi arkadan yırtık ve idamdan kurtuldu Hz. Yusuf (Aleyhisselâm). İdamdan kurtuldu ama padişahın karısı olduğu için cezadan kurtulamadı. Yani 'biz suçluyuz' dedirtmeyiz, dediler zindana attılar. O ceza da meyil etmesinin cezasıydı.

Kadına meyletti, yedi sene yattı, meylinin cezası. Bir yedi sene de kendisine rüya anlatan adamlar hapisten çıkarken, onlara dedi ki: “Beni padişaha söylemeyi unutmayın. Ben boşu boşuna burada yatıyorum. Suçum yok. Beni padişaha hatırlatın.” Allah'tan başkasından medet umduğu için Allah'a halini arz etmeyip de padişaha aracı gönderdiği için Cenâb-ı Hak o adama unutturdu, yedi sene de öyle yattı. Yedi sene sonra padişah rüya gördü. Rüyasını tabir edecek birini ararken o adamın aklına geldi dedi ki, ya ceza evinde böyle biri var, benim rüyamı o tabir etmişti, dediği gibi çıktı. Onu getirelim. On dört sene sonra. Bir yedi sene kalbinin harama meyil etmesinden, bir yedi sene de Allah'tan başkasına güvenmekten dolayı yattı.

Şimdi düşünün, Yakub'un (Aleyhisselâm) o manevi ruhaniyeti olmasa, Allah esirgesin, belki Yusuf (Aleyhisselâm) böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalacaktı. Onun için insan yalnız olmamalı. Kendini yalnız hissetmemeli. Allah'ın dostlarına güvenmeli, manen onlarla beraber olmalı ve Hak'tan gayriye meyletmemeli... Bilmeli ki, işlediği suçların cezası bir gün karşısına çıkar, Yusuf misali... Değişik şekillerde bir gün karşısına çıkar.

Yusuf (Aleyhisselâm) bir kere aynaya baktı. Aynaya bakarken dedi 'Ben ne kadar güzelim. Bu güzelliğe paha biçilir mi hiç...' Allah-u Teâlâ köle diye çok ucuza sattırdı onu. Değerini gör, dedi ona yani. Sen bu güzelliği nereden buldun. Seni ressam mı çizdi böyle, Allah kudretiyle yapmış. Köle diye satılıverdi.

Onun için insan haktan-hakikatten gayri bir şey dememeli. Allah'a güvenmeli ve bu savaşta mücadele etmeli. Nefs savaşında mücadele etmeli. Yoksa önümüzde dar geçitler var arkadaşlar, imtihanlar var bunları yalnız başımıza başaramayız ama Allah yardım ederse, Hak dostları yardım ederse yağdan kılı çeker gibi inşallah, mesele hallolur. Yusuf gibi on dört sene yatmadan, bu dünya zindanından kurtuluruz inşallah...

Müridin İmtihanı

İmtihan var, İmtihansız olmaz. Dünyanın kıymeti olmaz.  Hasan Basri hazretlerine bir gün bir müridi gelip sormuş:

-Sultanım mürit ile mürşit arasındaki ilişki, mürşidin değeri, müridin değeri; mürşidin himmeti, tasarrufu; müridin teslimiyeti nasıl bir şeydir, nasıl olur?”
Hemen Hasan Basri Hazretleri cebinden bir mektup çıkarmış. Demiş ki,

-Al bu mektubu İstanbul'a götür. İstanbul valisi bizim ihvanımızdır. Ona bu mektubu ilet, bizim selamımızı söyle. O sana ne cevap verirse, onu da al bize getir. Döndükten sonra sana cevabını veririm.

Müridi bekletmeden hemen mektubu alıyor, şeyhin emaneti olduğu için hürmet ediyor, öpüyor başına koyuyor ve yola çıkıyor. İstanbul’a geliyor. Vali bakıyor ki, bu tekkeden, şeyhinin yanından geliyor. Çok izzet-ikramda bulunuyor. İhvan kardeşi, sarılıyor, kucaklıyor, muhabbet-sohbet ediyorlar. Akşam oluyor ona bir daire, köşk veriyor. Burada kalabildiğin kadar kal. Burası senin. Ne zaman dönersen, döneceğin zaman bana haber ver. Ben de bu mektubun cevabını seninle göndereceğim. Hizmet etsinler diye emrine cariyeler, hizmetçiler de veriyor.

Bir gün bakıyor ki körpe bir hizmetçi, taze bir hizmetçi hizmet ediyor. Gönlü düşüyor, Hz. Yusuf misali, gönlü hizmetçiye düşüyor. Köşkün kapısını kapatıyor. Hizmetçiye diyor ki, benimle bu gece beraber olur musun? Tamam diyor, cariye.
Akşam oluyor, kadın hazırlanıyor bunun yatağına geliyor, bir anda bakıyor ki Hasan Basri Hazretleri kapıyı açıyor içeri giriyor. Diyor ki: “Oğlum ben seni bunun için mi gönderdim. Hemen mektubun cevabını al geri dön!”
Çok mahcup oluyor, çok üzülüyor. Ertesi gün valiye diyor ki, o cevabı yazın, ben yarın yola çıkacağım. Vali, hayırdır kalsaydın, istirahat etseydin, daha yeni geldin, diyor. Adam diyor ki “Manen şeyh efendiyi gördüm, dedi ki 'acele gel.' Ben geri döneceğim.” Peki diyor. Emir edepten üstündür. Madem gel dedi. Hiç durma diyor. Mektubu yazıyor, buna veriyor. Adam geri dönüyor.
Hasan Basri Hazretleri adamı çağırıyor, mektubu getir, diyor. Mürid getiriyor mektubu veriyor. Diyor ki:

-Yavrum ben de sana demiştim ki git gel, sorunun cevabını vereceğim.

-Evet, efendim, diyor mürid. Hasan Basri Hazretleri de diyor ki,

-Mürit senin gibi olmalı, ben sana bir mektup verdim, dedim ki bunu İstanbul'a götür, valiye ver. Sen demedin ki İstanbul neresi Basra neresi? Ben neyle giderim, erzakım yok, param yok. ayakkabım yok,  binitim yok. Hiçbir itirazda bulunmadın, bir ön koşul söylemedin. Mektubu aldın, başım üstüne dedin yola çıktın, gittin. Allah razı olsun. Ben bu teslimiyetini, bağlılığını, samimiyetini takdir ettim.
Mürşit de benim gibi olur. Oraya gittin, olabilir, insanız, nefsine uydun. Ben de seni orada yalnız bırakamazdım. Ben de Allah'ın izniyle geldim, sana yardım ettim. Sana görevini hatırlattım. İşte sorduğun sorunun cevabı bu idi. Bu mektup ta bu işin bahanesiydi...”
Valiye ben başka yollarla da mektup gönderirdim, orada gelip seni ikaz eden insan, valinin de rüyasına girer mektubu da ona dikte ettirir. Bu mektup işin cilvesiydi diyor.

Bazen Cenâb-ı Hak böyle sûni sebeplerle de insanı imtihan eder. Hani okulda olur ya, öğretmenler daha ziyade bilirler, imtihan olmadan öğretmen talebeyi tahtaya kaldırır. Bir soruyu çözdürmek için bir şeyler sorar. O çocuk eğer onu yaparsa, onun sözlü notudur. Şimdi var mı bilmiyorum ama bizim zamanımızda üç yazılı bir sözlü vardı. O çocuk, o soruyu cevaplandırırsa öğretmen onu sözlü notu olarak geçer. Bir de var ki öğretmen sınav gününü haber verir. Filan gün sözlü imtihan yapacağım veya yazılı imtihan yapacağım der, çalışın. Bir de böyle aradan kaldırır, aslında imtihandır o ama öğretmen demez ki bu imtihan. Sorular sorar imtihan notu verir.

Şimdi bazen Allah-u Teâlâ sûni imtihanlar hazırlar. Biz bekleriz ki çok ciddi şeylerle imtihan edecek. Bazen de çok basit şeylerle imtihan eder. Biz her daim hazır olmalıyız. Biz, kul olarak kulluğumuzu yaparsak Mevlâ da bize teenni gösterecektir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 ARALIK - 2009 OCAK SAYILARINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 13 Mart 2013 19:10

MÜMİNİN EKONOMİYE BAKIŞI NASIL OLMALI

 

Allah razı olsun, bu tarz ticari sohbetler yaklaşık bir senedir devam ediyor. Ama genel yapıya baktığımda, yani arkadaşların ticaretteki yapılanmalarına, hal ve gidişatlarına baktığımda çok fazla bir değişme görmüyorum. Sanki bu da rutin bir sohbet gibi olmuş. Bir araya gelip çay içiyoruz, meseleleri konuşuyoruz ve dağılıyoruz.

Arkadaşlara baktığımda, sanki sohbetin de üzerimizdeki yaptırımının azaldığını görüyorum. Kendi elimizle veya kendi aklımızla, hislerimizle, nefsimizle, değerli kıldığımız meseleleri, mevzuları, Hakk’ın emrettiği şeylerle sanki bir değiş tokuş yapmışız. Sohbet esnasında dükkânlarımızdaki, geçmişteki hallerimizden örnekler verdik.  Evrad u ezkâra önem verilirken, ibadet ön planda iken; Hz. İsa’nın (Aleyhisselâm),  buyurmuş olduğu gibi, “Yaşamak için yenilirken” bugün sanki bu yer değiştirmiş, “Yemek için yaşıyoruz.” Dün yaşamak için yiyorduk ve yemeği hayatın devamına sebep olsun diye kazanmaya uğraşıyorduk ama bugün sanki yaşamamız yememizin esareti altında, yemek için yaşıyoruz. Kendimiz yiyelim, çoluk çocuğumuz yesin yani bir istikbal endişesi sarmış bizi. Belki farkında olmadan cemaatin dışındaki akrabamıza, eşimize dostumuza baktığımızda: “Bak onlar şuraya gelmişler, buraya gelmişler, onlar bu noktada, bu seviyede...” diye düşünüyoruz ve sanki gizli bir hırs bizi kaplıyor. Ve içimizde, özümüzde Allah’a karşı saklı bir sitem besliyoruz. Adeta Allah’a diyoruz ki: “İşte şu abdestsiz, taharetsiz adama veriyorsun, ben sofu, derviş adamım, bana vermemişsin.” Yani Bektaşi misali. Bektaşi Müslüman bir kürdü göstererek: “O Allo Allo derken ona bu kadar sürü vermişsin, ben Senin her esmanı bin bir kıraat üzere okurken şu içinde bulunduğum sefalete bak,” diyerek Allah’a karşı sitem etmiş.

Allah’a karşı bir sitemimiz oluyor. Niye ben böyleyim, böyle olmamalıyım. “Eğer ben Müslümansam, ben dervişsem dünyevi olarak, aslında çok daha iyi durumda olmam lazım. Demek benim bir yerlerde bir hatam var ki olmuyor...” diye düşünüyoruz. Yani dünyalık sıkıntılarımızı da Allah’a karşı yaptığımız hatalara bağlıyoruz. Belki temeldeki bu bakış yanlış. Meseleye bakış açımızı 180 derece değiştirsek farklı bir şey görünecek. Acaba Seyyidena İmam Ali’nin, İmam Hüseyin’in, İmam Hasan’ın (Radiyallahu Teâlâ anh) başarılı olamamaları, Allah’a karşı olan hatalarından dolayı mıydı yoksa Allah yanında kadr-u kıymetlerinden dolayı mıydı? Bunu çok düşünmek lazım. Cenâb-ı Hak dünyayı yarattığından beri ona rahmet nazarıyla bakmamışsa ve dünya ci’fe ise leşse, murdarsa,  mel’unsa, fani ise ki, ayetler hadisler bunun böyle olduğunu bize haber veriyor, Hak bizi bu murdara bu lâşeye, bu ci’feye, bu faniye bulaştırmak istemiyor, diye düşünmüyoruz.

Öyle bir durumdayız ki dünyanın her yeri artık çürümüş. Yenebilecek çok az bir noktası kalmış. Bundan dolayı şükretmemiz gerekirken biz bunun sebebini sürekli kusurlarımıza bağlayıp: “Bizim hatalarımızdan böyle oluyor, öyleyse ne yapmamız gerekiyor? Bu hataları düzeltip dünyalığımızı çoğaltalım,” diye düşünüyoruz. Hatalarımızdan sıyrılmanın karşılığında mükâfat olarak istediğimiz şey, dünyalık. Karşılığında mükâfat olarak Rabbimizi istemiyoruz. Rızasını, likâsını, aşkını, sevdasını, zikrini, davasını... istemiyoruz. “Hatalı olduğum için Allah benden dünyalığı esirgiyor, ben hatalarımı behemehâl tevbe edip düzeltmeliyim, mükâfat olarak da dünyalığı elde etmeliyim.” diye düşünüyoruz. Bu anlayış temelde yanlış. Hak dünyayı mücazat olarak görmüş. Bir ceza, bir sürgün yeri olarak görmüş, sen burayı Allah’tan mükâfat olarak istiyorsun. Burası bir kerbela. Bu kerbela’da nasıl bir mükâfat beklersin? Burada sana susuzluktan ölmeyesin diye, hayatta kalabileceğin kadar bir su ikram ederse bin şükür. Peygamberlerin, büyük velilerin yaşantılarına bak. Belki senin zahirde çok rahat gördüğün bu insanlar, o rahatlığın altında nice meşakkatler görmekteler, nice sıkıntılar çekmekteler. Sen perdenin bu yüzünü görüyorsun, öbür yüzünden haberin yok.

İşte meselelere böyle bakınca, kendi faziletlerimizi kendimiz belirler olmuşuz. Dolayısıyla Allah’tan kendi belirlediğimiz şeyleri ister olmuşuz. Tabiri caizse hasta doktora gidiyor, bana illa şu ilacı, bu ilacı ver diyor. Kendine iyi gelecek ilacı biliyordunsa, niye buraya geldin canım? Değer ölçülerimiz de değişmiş. Dün zikir kasetiyle, Kur’an kasetiyle gıdalanırken, adeta bünyemiz diğerlerine tepki verirken bugün o tepki gelmiyor. Türkü de dinleyebiliyoruz şarkı da dinleyebiliyoruz, pop da dinleyebiliyoruz, yeşil müzik, yeşil pop dediğimiz ezgilerle kendimizi kandırabiliyoruz. Bir kandırmaca var.

Bizim en büyük handikabımız kendimizi aldatmamız. Bir yandan kendimizi aldatırken bir yandan da içimizde gizli olan özenti hastalığından kurtulamıyoruz. Başımızdaki insanlara özenebiliyoruz. Biz dün Hz. Ebubekir olmaya, Hz. Osman, Hz. Ömer olmaya özeniyorduk, buna gayret ediyorduk. Bugün ise “Sabancı olsak, Koç olsak fena mı olur...” diyoruz. Biraz da onlardan olalım. “Bin beş yüz senedir Ebubekirler olmuş, Ömerler olmuş, biz de Sabancı olalım, Koç olalım, Aydın Doğan olalım...” Bunlar hep ekonomik korkudan kaynaklanıyor. Kazancın asıl neler olduğunu, helâlin, geçinebilmenin ve üç beş kuruş bir kenara koyup Allah yolunda harcamanın nasıl bir kazanç olduğunu hesap etmiyoruz.

Bize göre kazanç hiç borçsuz, sorunsuz bir ticaret ve bankada bol sıfırlarla ifade edilen blokeler, piyasada tanınmak bilinmek… kazanç bunlar. Böyle olursa o zaman biz de Allah yolunda vereceğiz elbette. Bu Allah’ın bir nimetidir. Bu nimete şükür olsun diye Allah yolunda da vereceğiz. Ertelediğimiz bu...

Sanki Allah yolunda azdan verilmiyor veya bize göre yoktan verilmiyor Allah yolunda. Vardan vereceğiz. Vermenin limiti yok arkadaşlar. Yani az veya çok, benim çok var ben milyar veriyorum senin az var sen kuruş veriyorsun. Belki Allah’ın yanında ikisi de aynı değere sahip. Önemli olan onu vermek. Benim için o milyarı vermek nasıl zorsa senin milyarın da o kuruş. Senin için de onu vermek zor. Bunu yapamıyoruz. Dolayısı ile meselelere farklı cephelerden baktığımızda gördüğümüz şey farklı oluyor. Bu yüzden de o ahlâk bizde değişmiyor.

Kusura bakmayın, insanın belki zoruna gidebilir. İslam dini bir günlük yiyeceği olan dilenmesin, buyuruyor. Demek ki Müslüman zorda kaldı mı dilenebilir. Bir günlük yiyeceğini - ömrü bir gün çünkü- temin için önce Allah’tan dilenir sonra esbaba tevessül eder. Misal gider bir Müslüman’a bir dilim ekmek ister. Bunu İslam meşru bir yol olarak göstermiş. Bir günle sınırlandırmış ama meşru bir yol.

Biz dilenmektense, -İslam’ın gösterdiği bu meşru yolu yapmayı çok zül kabul ediyoruz- bu dereceye düşmektense, İslam’ın haram kıldığı yalan söylemeyi, insanları dolandırmayı tercih ediyoruz. Bir günlük dilenebilirsin, diyor İslam. Yoksa yok, tamam. Borcum da yok harcım da yok. Kimseyle bir meselem yok. Meselem bir dilim ekmek mi, karnım çok mu guruldadı, Rabbimden isterim, esbaba tevessül eder, gider bir Müslüman’a söylerim. Bunu yapmaktansa gayrimeşru yolları denemeyi tercih edebiliyoruz.

Bunu anlayışımızı anlatmak için söylüyorum. Yoksa sakın yanlış anlamayalım, Allah kimseyi böyle bir imtihana düşürmesin ama kuluz başımıza gelebilir. O zaman da ona göre yapılacak işler vardır. Misal ayakkabı sandığı alır gider ayakkabı boyacılığı yaparız. Harama bulaşmamak için ama muradı bizi dilendirmekse bizi öyle imtihan edecekse eyvallah, alır tası önümüze otururuz. Rızık Senden, deriz kim o tasa bir ekmek parası atarsa onu da alır kalkıp geliriz. Adam demiş ya: “Ben sana vermedim.” O da: “Ben de senden almadım.” diye cevap vermiş,  mesele bitmiş. Biz bunu yapmayı asla düşünmüyoruz, böyle bir imtihana da razı değiliz, bu duruma düşmemek için harama bulaşabiliyoruz; yalan söyleyebiliyoruz, dolandırabiliyoruz, ihtikâra kaçabiliyoruz...

Güzel olmamakla birlikte meşru olan bir şeyi yapmaktansa onlarca gayrimeşru şeyi yapabiliyoruz.  Niye? Kendimizi çok önemsediğimiz için. Benlik putunu kıramadığımız için. Ya, Rabbin seni dilendirmek istiyorsa, yüzünü yere koymanı istiyorsa... Ne yapabilirsin ki? O zaman nasıl bir anlayışla sebepleri ona karşı tesirci gösterebilirsin? Tutunduğun, yöneldiğin sebepleri, Hakk’ın bozduğu işleri düzeltmek için kullanabilirsin. Allah’ın elinde olan bir meseleyi, kimle O’nun elinden alabilirsin. Ancak O’na teslimiyetle, O’na tevekkülle, O’nun emrini ondan çok daha bir hevesle, bir gayretle yerine getirirsin…

Bunlar önceden bize anlatılmıştı. Hz. Lokman (Aleyhisselâm) bir zenginin yanında hizmetçilik ederken birlikte o adamın bağlarını, bostanlarını geziyorlar. Meyve devşirip, meyve yiyorlar. Adam bir kavun kesip Hz. Lokman’a ikram eder ve der ki:

-Ye, eğer tatlı ise bana da kes ben de yiyeyim.

Hz. Lokman kavunu veya bir elma o günün meyvesi ne ise, öyle bir iştahla öyle bir lezzetle yedi ki adam bir tane daha verdi. Onu daha bir ziyade iştahla yedi ki adam da iştaha geldi dedi ki:

-Bana da ver bana da soy.

Hz. Lokman hazırladı bir tane, ona da verdi adam ağzına aldı ki zehir. Midesi kabardı, adamın rengi değişti ve dedi ki:

-Sübhanallah, sen bu zehiri hem de bu iştahla nasıl yedin? Niye söylemedin bu acıdır, bu zehirdir bu yenmez?

Hz. Lokman:

-Sizin elinizden o kadar tatlı şey yedim ki, bir seferlik yediğim acıdan şikâyet etmem küfran-ı nimet olmaz mı? O kadar tatlı şeyler yediğim ele bu acıdır demek... O tatlıları düşününce bu meyve de tatlandı, hiç acısı kalmadı.

Kulun anlayışı bu...

Yoksa bugünkü durumumuz Mesnevi’de Hz. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi mi?  Hz. Mevlânâ müridleriyle bir arazide gezerken -afedersiniz- birlikte gezen, oynaşan köpekler görmüşler. Müridlerinden biri demiş ki: “Şunlara bak. Ne güzel kardeşlikleri var. Ne hoş geçiniyorlar ne güzel oynaşıyorlar...” Hz. Mevlânâ buyurmuş: “Bir de aralarına bir kemik at, gör o zaman kardeşliklerini...”

Bir tarafta Lokman’ın teslimiyeti, acıları tatlandırması, öbür tarafta bir kemiğin gölgesinde ki kardeşlik... Bugün sanki -arkadaşlar kusura bakmasın Efendi bize köpek diyor diye düşünmesinler, benim nefsim köpeklerden aşağıdadır, böyle bir şeyi size bırakmam- kemik yokken ki kardeşliğimiz çok güzel ama aramıza bir kemik atıldığında bazen çok karışabiliyoruz veya kemiğimiz alındığında ortalık birbirine karışabiliyor, saldırganlaşabiliyoruz.

Onun için geçmişte verdiğimiz örneklerden bugünkü halimize bakıldığında diyorum ki, sermayeden tüketmişiz. Bize verilen sermayeyi çoğaltmamışız. Cepten yemişiz hep. Evet, o gün babamız bize diyordu ki: “Alın yeyin.” Ama biz onları biriktirememişiz, yemişiz hakikaten... Bugün de bize diyor ki: “Hadi çalışın getirin...” Biz sermayeyi yediğimiz için getireceğimiz bir şey kalmamış. Belli şeylere kılıf bularak, ezgilerle, müzikle vakit geçirmeye başlamışız. Şartlar zor diyerek, ticari bahası, ticari hükmü olmayan şeyleri alıp satmaya başlamışız. Hem de düşünüyoruz ki biz yanlış yaptık Allah da bizi zorluklarla imtihan ediyor... Yanlış yaptığımızdan değil belki bizi kendisine yaklaştırmak için zorluklarla imtihan ediyor. Bizde ki beklenti yanlış. Bizim bu zorlukları aştığımızda beklediğimiz şey dünya. Bu imtihan biterse dünya bize açılacak... Hayır, belki ölene kadar böyle gidecek.

Evet, bugünün giderleri çok, bu bir gerçek. Günümüzde yaşam şartları zor. Allah’a bunun için dua edelim. Bizi namerde muhtaç etmesin, geçinebilelim. Bu zor şartları karşılayabilecek kadar helâlinden bize lütfetsin. Millet olarak “kanaat” duygusu kalmamış. Bir ferdi suçlayamayız, millet olarak, toplum olarak kanaat kalmamış, böyle bir yaşam tarzı kalmamış. Toprak damlı evler, keçe halılı yerler, minder usulü oturmalar, günde iki öğün yemek ve bir-iki çeşit yemekle iktifa etmeler... Bunlar kalmamış, hayatımızda yok bunlar. Şimdi bizim için bunlar lüks olmuş. Evet, bir nostalji olmuş çorbaya ekmek doğramak. Hangi birimizin evinde çorbaya ekmek doğruyoruz... Bayat ekmekler doğranıp üstüne yoğurt dökülüp yenmiyor evlerimizde. Çocuklarımız bilmez, yemezler böyle yemekleri. Pilavın yanında bir yoğurt yok, komposto yok... Pilavın rahat yutulması için şekere su katıp içmek var mı evinizde? Bu hayat bize lüks ama kökümüz bu hayatın içinden gelmiş. Bir öğünde çorbaya ekmek doğrayarak karnımızı doyurup, Elhamdülillah deyip kalktığımız oluyor mu? Yok. Misal bugün iftarda buradaydık. Allah razı olsun kardeşimizden sofrayı donatmıştı. Elbette ki onu kazanmak için de bir mücadele verecek. Bunda -hâşâ- Hakk’ın bir suçu yok ki. Gene onu veriyor Cenâbı Hak, bir problem yok.

Aslında dardayız, zordayız diyoruz da bakıyorum -istisnalar kaideyi bozmaz- ne dardayız ne zordayız. Her öğünde üç-dört çeşit yemek rahat yiyoruz, buluyoruz. Evi kira olanlar zor-şer de olsa kiralarını ödeyebiliyor, elektriğini, yakıtını ödeyebiliyor. Belki zorlanıyor ama ödeyebiliyor. Demek ki Mevlâ bize veriyor. Biz Mevlâ’nın istediklerini vermiyoruz. Handikap burada. Sen bekliyordun ki çeklerini, senetlerini de Mevlâ ödesin... Allah sana böyle bir kefalet vermemiş. Seni geçindiriyor, kefil olduğu rızkını sana veriyor. O da olmasa hepimizin üzerine sorumluluk düşer. Kardeşsek bir arkadaşımızın yoksa hepimiz onunla paylaşacağız. O kardeşimizi de kendi seviyemize getireceğiz. Bugün hamd olsun, Allah düşürmesin, ticari sıkıntıları olanlar var, işleri iyi dönmeyenler var ama o duruma düşen bir arkadaşımız yok.

Kul, bunlar benim hatam, benim kusurum demesin. Bunlara imtihanım, suç işledim de Allah böyle yaptı, diye bakmasın. Hakk’ın bana ikramı desin. Bunları düzeltecek bana oluk oluk para akacak diye beklemesin. Allah’ın lanetlediği rahmet nazarıyla bakmadığı bir şeyi Allah’tan beklemek çok yanlış olur. Bu Allah’tan bela, musibet, hastalık istemek gibi bir şeydir. Allah’tan afiyet iste, bedenine sıhhat iste, kalbine genişlik iste, ibadet için takva iste, zühd iste, aşk iste... Dünyayı bırak dünya senin peşine gelsin. Allah’tan sürekli dünyayı isteme, helâli iste. Namerde muhtaç olmayacak, Allah’a secdeye koyduğun yüzünün suyunu başkalarına döktürmeyecek hayırlı bir vesile iste Allah’tan. O kapının sana kapanmamasını iste. Bu illa çok büyük ticaret yaparak olacak anlamına gelmiyor. İncik-boncuk satarak da Cenâbı Hak sana bunu lütfeder. Önemli olan onun gelmesi. Ben de büyük tüccar olayım, ben de büyük ticaretler yapayım... diye düşünmemeliyim. O büyük ticaret -biraz önce dediğim gibi- senden namazı alıyorsa, senden zikri alıyorsa, senden zekâtı, sohbeti, ihvanla kaynaşmayı, emr-i bi’l-marufu... alıyorsa sen büyük bir bela içindesin. Bunu bil. O zaman bu ticaret nimet değil senin için. Çok büyük bir imtihanın, felaketin içindesin. Bir vakit namazını, bir vakit sohbetini, bir zikrini karşılayacak, ona değer olacak, ona misil olacak ne ortaya koyabilirsin ki? Neyi onunla ölçebilirsin ki?

Cenâbı Hak verir, verdikleriyle de imtihan eder, ne yapacağına bakar? Bu belki daha zor bir imtihandır. Adamın yanında emanet bir para varmış. Allah için dağıtsın-infak etsin diye emanet bir para verilmiş kendisine. Adam bunu aldıktan sonra: “İşte biraz yanımda dursun, belki acil ihtiyacı olan biri olur ona veririm,” diye düşünmüş. Hemen adamın dişine bir ağrı girmiş. Dişinin ağrısına çare bulamayınca çektirmiş. Dişi ağrıyınca düşünmüş ki bu ağrı bu paradan oldu, bu parayı dağıtmam lazım. Dişini çektirdikten sonra gene o düşünce galip gelmiş ona ve yine dursun, sıkışan biri olur ona veririm... diye düşünmüş. Bu sefer de öbür dişine ağrı girmiş. Ta ki parayı dağıtana kadar beş-on dişi gitmiş. Hakk'ın imtihanına bak. Verir ama böyle sıkıntıları da var.

Onun için biz Cenâbı Hak'tan hayır isteyelim, takva isteyelim, O'nunla aramızın bozulmamasını isteyelim. Dünya da ahiret de O'nun. Hadis-i Kudsi'de: “Ahiret ehline dünya, dünya ehline ahiret haram. Allah ehline her ikisi de haramdır.” buyuruyor Cenâbı Peygamber. Allah ehline her ikisi de haramdır.

Senelerdir ben bunu mutad bir tecrübe olarak tecrübe etmişim. Yıllık zekâtımı hesap ediyorum, yıl içinde dağıtmaya başlıyorum. Her zekât verdikçe,  zekâtım azaldıkça Cenâbı Hak bana manada kendi bedenimi gösteriyor. Manada soyunuyorum, misal takkem gitmiş, gömleğim gitmiş, atletim gitmiş, çorabım gitmiş... Ağırlıklar gidiyor. Hesap ettiğim limit neyse onu en son bitirdim mi -çok affedersiniz- kendimi çırılçıplak görüyorum, tamamen soyunmuş halde görüyorum.  Şükrediyorum. Bu senelerdir böyle zuhur ediyor.

Bu sene dağıtılacağı erken bitirmeye niyet etmiştim. Ramazandan bu yana veriyordum, bitirdim zannediyordum. Geçen kendimi gördüm, elbise var üstümde. Şalvar gibi bir şey var üzerimde, onun dışında çıplağım. Bu üzerimde olmaması lazım diyorum, bunu ben niye giydim, diye düşünürken uyandım. Düşün, düşün, düşün... Sonunda çok cüz’i bir şey, bakın zekâttan da değil, niyet etmişim bir yere bir miktar para vereceğim ama unutmuşum-ertelemişim. Sonradan düşündüm ki, ben bunu verdim mi vermedim mi? Aklıma geldi ki vermedim. Hamd olsun onu vereceğim yere ulaştırdım. Çarşamba gecesi yani Perşembe sabahı, Muharremin birinci günü sabah namazından sonra görüyorum: Kerbela canlanmış. Sanki bir savaş ama silahlı bir savaş değil tebliğle, fikri bir mücadele yapıyoruz insanlarla. Birilerini ikna etmeye çalışıyoruz. Askerler bizi yakalıyorlar. Soyun bunları diyorlar. Ben yapmayın-etmeyin, diyorum, dinlemiyorlar, soyuyorlar tamamen çırılçıplak kalıyorum. Utanıp önümü gizlemeye çalışıyorum ama önümü görmüyorum. Komutanları bağırıyor ama ben adamı görmüyorum. Diyor ki: “Bunu Hüseyin’in hücresine koyun.” Beni Hüseyin’le aynı hücreye koydular. Ben çok ağlıyorum, ben onun karşısına böyle nasıl çıkarım? diye yalvarıyorum. Hayır, diyorlar öyle çıkacaksın. Benim aklıma gazetelerde okuduğum Guantanamo, Ebu Gureyb ceza evlerindeki suyla yapılan işkenceler geliyor. Beni hücreye koyuyorlar, çok mahcup oluyorum, bir köşeye büzülüyorum.

Derken Hz. Hüseyin geliyor. Onu ismiyle çağırıyorlar, Hüseyin geliyor diye, bakmak istemiyorum, utanıyorum, başımı ellerimin arasına gizliyorum. Hz. Hüseyin geliyor bakıyorum O da çırılçıplak. Ve beni kaldırıyor ve bana buyuruyor ki: “Niçin üzülüyorsun? Elhamdulillah, biz Hak için soyunduk.” Diyorlar ki: “Namaz vakti.” Ben de diyorum ki: “Biz böyle nasıl namaz kılacağız, Allah'ın huzuruna nasıl çıkacağız?” Bana buyuruyor ki: “Kalbimizle kılacağız. Oturarak, kalbimizle Allah'a secde edeceğiz. Üzülme Cenâbı Hak bizi temizledi.

Gözüm Mustafa Hilmi Efendi'yi arıyor. Bakıyorum onu da getiriyorlar, o da çırılçıplak. Allah Allah bu nasıl olmuş diyorum, hiçbir şey yok üzerimizde. Birisi geliyor diyor ki: “Erzurumlu arkadaşları da yakalamışlar yan hücreye koymuşlar.” İçlerinde kim var diyorum, bilmiyorum diyorlar. Bana diyorlar ki: “Cezaevi müdürü seni görmek istiyor, seninle görüşecek.” “Ben onunla görüşmem,” di-yorum. “Seni görmek istiyor” diyorlar, “Hayır, gitmem” diyorum. Hz. Hüseyin bana buyurdu ki: “Diren gitme!” “Zalimlerin ayağına gitmem.” diyorum. Gitmiyorum. Hz. Hüseyin bana buyuruyor ki: “Seni dedeme götüreyim mi?” Ben yine diyorum ki: “Böyle mi?” “O da böyle, endişelenme” buyuruyor. O da burada,  O da böyle... Hatta rüyada ağlıyormuşum, evdeki bacınız dürttü beni, bir şey mi var niye ağlıyorsun diye uyandırdı beni. Dedim şükür, temizlendim.

Cüz'i bir miktar, farz olan zekât da değil, Hakk'a bunu vereceğim diye söz verip, niyetimde tuttuğum bir şey... Onu almadan temizlemiyor. Dünyanın olmayışı, az oluşu bir gam değil. Biz de aksine takvanın çoğalması lazım. Gamımız bu noktada olması lazım. Bizde bu azalıyor. Biz de zannediyoruz ki -başa dönüyorum- dünyanın olmayışı ibadetlerimizdeki yanlışlığımızdan. Asıl bizi böyle imtihan ediyor ki, biz bu sıkıntılarla mı meşgulüz, yoksa bu sıkıntıları elimizin tersiyle itip soyunabiliyor muyuz? Bu sıkıntıları aşabiliyor muyuz? Aslî vazifemize dönebiliyor muyuz? O zaman Cenâbı Hak bize belli çıkış yolları lütfeder.

Az da olsa bir akar sürekli yürüsün, tamam. Evde tencere kaynasın, çaydanlık kaynasın kâfi. Çay, çorba elhamdulillah. Ahretimiz zinde olsun. Sohbetlere zaman bulalım, hizmete zaman bulalım. Hiçbir şeyimizden de taviz vermeye gerek yok, dünya için başımı açmaya dünya için sakalımı ötesini, berisini düzeltmeye, dünya için pantolonumu daraltmaya veya pantolon giymeye gerek yok. Niye? Şu dünyada da dünyalık gördüğüm her şeyde de muhatabım Allah olmalı. Ben kendisiyle muhatab olmayı O'ndan istemeliyim. Beni başkalarıyla muhatab etme yarabbi. Dediğim gibi: “Ben sana vermedim, ben de senden almadım.” mesele bitti. Beni Sen'den başkalarıyla muhatab etme Allah için ver Allah için al.

Baktığımızda çok iyi durumdayız. Aslında bir sıkıntı yok. Sıkıntı bizim anlayışımızda. Yiyoruz içiyoruz, elhamdülillah. Belki bu ekonomik sıkıntılar toplumda farklı görünmemize sebep oluyor, bunlar da biraz bizim yanlışlarımız yüzünden düştüğümüz durumlar…

Sahabe annelerimizden birisinin babası şehit olmuş, kardeşi şehit olmuş, dört çocuğu şehit olmuş. Çevresindeki altı kişi şehadet şerbetini içiyor ama o kendini ordunun önüne atıyor diyor ki: “Allah Resûlü nerede? O'na bir şey oldu mu?” Diyorlar ki: “Senin baban, kardeşin, oğulların şehid oldu.” “Önemli değil” diyor. “Onlar zaten Allah'a fedaydılar. Efendimiz nerede? O'na bir şey oldu mu? O hayatta ise sorun yok. Kâinatın Efendisi yaşıyorsa sorun yok. O anamdır, babamdır, kardeşimdir, evladımdır, her şeyimdir. O yoksa hepsi yaşamış olsa da O’nun yerini hangi biri tutabilir ki? Kim bize Hz. Muhammed kadar müşfik olur, merhametli olur, himmetkâr olur? Kim O'nun gibi bize bakar, elimizden tutar...”

Şu Kerbela asrında O'nunla belki tek irtibatımız O'nun sünneti ve O'nun muhabbeti. Bugün, inanan insanların bile tartıştığı, eleştirdiği, feragat ettiği bıraktığı ve dün eksikliğinden mahcubiyet duyduğu bugünse o mahcubiyetini gizlemek için O'ndan olan güzellikleri inkârına kalkıştığı, kurtulmak istediği bir zaman. Ama bizimse tek sermayemiz O'ndan olan güzelliklerdir. Bu güzellikleri neyle, kimle değiştirebiliriz?

Birisi diyor ki: “Bir gün abdest bozmak için -affedersiniz- def'i hacete girdim. Üzerine bastığım taşın serzenişine şahit oldum, Allah'a serzenişte bulunuyordu: “Yarabbi benim sana ne tür bir isyanım oldu ki, sana ne tür bir gafletim oldu ki beni böyle bir necaset vesilesi kıldın, insanlar benim üzerime basarak abdestini bozuyorlar?” Taş şikâyet ediyordu. O taşın konuşmasını işitince müthiş duygulandım, eteğimi toplayıp kalktım, bütün abdest ihtiyacım gitti. Baktım ki onun serzenişte bulunduğu makam ona cevap veriyor, gaipten bir ses taşa diyor ki: “Niçin serzenişte bulunuyorsun, kaderine rıza göstermiyorsun? İster miydin ki seni sakalsız birinin başına mezar taşı yapayım? Taş dedi ki: “Ben halimden memnunum Ya Rabbi! Sana şükürler olsun...”

Bu zatın sakalı yoktu, bu hadise üzerine sakal bıraktı ve bu zat benim mürşidimdi: Şeyh Muhyiddin Geylani Hazretleriydi. O tuvaletin serzenişi ona o sünnetin değerini hatırlattı. Sakal bırakmaları için Cenâbı Hakk'a dua ediyordum. Yüzlerine söylemem abes kaçacaktı Allah’a yalvarıyordum hayırlı bir vesile halk eyle, sünnete izin versin. Cenâbı Hak da ona yine kendi yolundan, kendi ilminden yani kendi anlayacağı bir dilden bir ibret, bir hikmet gösterdi ve sakalını bıraktı.

Bunu niye söylüyorum, düşünün. O'nun ahlâkının, O’nun sünnetinin, O'nun güzelliklerinin önemini, sırrını, sebebini ve neyle mukayese edebileceğimizi düşünün. Demek ki sorun yine anlayışta arkadaşlar. Kapı yine buraya çıkıyor. Sorun çalışmamızın azlığında çokluğunda değil, anlayışın kısırlığında anlayışın zayıflığında. Dolayısıyla imanı da besleyen şey anlayış olduğu için bu imana da etki ediyor. İşte işyerlerimizdeki bu değişimler de oradan kaynaklanıyor. Dün dükkânlarımızdaki irfan- ihsan- muhabbet mıknatıs gibi çekiyordu bizleri. Bugün o geliş gidişler var mı?

Eskiden ne kadar çok giriş çıkış oluyordu dükkânlarımıza değil mi? Oturuluyordu muhabbetler-sohbetler oluyordu. Şimdi ise belki aylarca birbirimizin dükkânımıza girip çıkmıyoruz. Bir ihtiyacımız-alışverişimiz olmasa dükkâna girip çıkmıyoruz. Belki şimdi bundan memnun durumdayız. Önceki hali ticaretimize engel görüyorduk. Ama bereket oradaydı. Allah Resûlü buyuruyor ya: “Bir kaba ne kadar çok el uzanırsa, o kab o kadar çok bereketlenir. Cibril şifayı ortaya koyar herkes aynı kaba önünden uzanarak ondan nasibini alır.” En çok el uzanan kaplar en çok bereketli olanlardır.

Şimdi belki kazanç oluyor işin bereketi olmuyor. O sohbet o muhabbet o kazancın belki sadakası idi. Orada ikram ettiğin, ihvana içirdiğin bir bardak çay, söylediğin güzel bir kelime akarsu gibiydi üstündekileri götürüyordu. Kir tutmuyordu, sıkıntı tutmuyordu, varlık tutmuyordu... Şimdi birikinti su gibi gelen içinde kalıyor, akmıyor. Belki çok ama akar olmadığı için temizlemiyor. Anlayış değişti.

Kur'an Bedir ashabının birini iki yüz müşrike bedel gösteriyordu.  Müslümanlardan on kişi iki yüz müşrike bedeldi. İki yüz'ü iki bin kâfire bedeldi. Ayet böyle gösteriyor. Ganimetler vesaireler gelmeye başladıkça anlayışlar farklılaştı. Anlayışlar farklılaştıkça kalite düştü. Yine aynı Kur'an bir'i yirmi ile çarparken biri onla çarptı. Çünkü anlayışları değişti.

Önceden her esnaf arkadaşımız dükkânında küçük de olsa sohbetleşmek için mescit vari bir yer yapıyordu. Sanki dükkânlar buna vesileydi, dükkânları bunun için açıyorduk. Dergâhın şubeleriydi zaviyeler açıyorduk yani. Öyle bir hoşluk vardı. Şimdi ise dükkân açıyoruz ve dükkânlarımızda birçoğumuzun -istisnalar kaideyi bozmaz – mescit de yok. Sağda solda münferiden namaz kılıyoruz.

Önceleri dükkânlarda hatme de yapılırdı, cemaatle namaz kılınırdı... Şimdi her yere mal koyuyoruz öyle bir yere ihtiyaç duymuyoruz. Anlayış değişti. O zaman da belki bu ekonomik sıkıntılar vardı aslında ama görmüyorduk onları, muhatap değildik, biz kendi âlemimizdeydik. Bir manevi sarhoşluğun içindeydik, aşkın şarabı ile sarhoştuk. Şimdi dünya şarabı içiyoruz dünyanın sarhoşu olmuşuz. O yüzden bu sıkıntılar çok çarpmaya başladı. Önceden bunları görmüyorduk işimizi bırakıyorduk seyahatlere çıkıyorduk. Ne çek aklımıza geliyordu ne senet aklımıza geliyordu. Şimdi adam çekim var diye cumartesi sohbete gelemiyor. Aksaray'a geliyordu, Konya'ya geliyordu yani her yere geliyordu, o zaman da yine çeki vardı senedi vardı. Şimdi sohbete, hatmeye gelemiyor.

Çek var, ödenmesi gerekli.  Çek var, ama Allah da var. Rezzak olan Allah var, Kadir olan Allah var, Kerim olan Allah var, Latif olan Allah var, var. Bir sıfatından bir sıfatını celb edemez misin? Bu kadar mı ümidini kestin, bu kadar mı uzaklaştın, bu kadar mı sırt döndün?

Problem içimizde... Ticari ahlâk vs. bütün temel, Allah'a iman ve O'nu anlayışımızda, o imanı algılayışımızda, Allah ile nasıl irtibat kuracağımızda... Geri kalanlar ise bu dersin devamı. Ahlâk, kanaat, tevekkül, teslim, sehavet... hep bu noktadan sonra başlıyor. Misal senin az var az derdin var; benim çok var, çok derdim vardır. Aslında dert hepimizde aynı. Sen şimdi bana bakıyorsun sende çok var, sen rahatsın, diyorsun. Çoğun derdi de çok. Azın derdi de ona göre.

Askerlikte şöyle bir fikir empoze ederler ya, işte Türk askeri üşümez, Türk askeri uyumaz, Türk askeri şöyle böyle... gibi bir fikir verirler insana. Askersin her türlü zorluğu göğüslemelisin. Zor şartlar altında kalabilirsin bugün yaptığın eğitim ileride karşılaşacağın zor günler için bir hazırlık, bunun için askerdeki eğitimi yaptırıyorlar.

Kulluk da -tabiri caizse- bunun gibi. Kulsun ve her hal u kârda kul olarak kalmalısın. O şah sen gedasın... Bu hiçbir şekilde değişmeyecek, Şartlar ne olursa olsun. Senin elinde saltanat olsa da, şu dünyanın tamamını sana verse de sen gedasın. Senin konumun hiç bir şekilde değişmeyecek, Emanetçisin, bugün sende yarın başkasında. Ama O hep şah, O hep padişah... Asalet O'nun, saltanat O'nun, izzet O'nun, şeref O'nun... Sen kendini bütün zor şartlara alıştırmalısın çünkü kulsun. Şunu da unutma O hep var. Sen kul kaldığın sürece O'na geda olduğun sürece, O'na feda olduğun sürece, O'nun için olduğun sürece O hep var. İmtihan etse de neticede senin bütün umurlarını O üzerine alıyor. Bütün fiillerinden O kendini sorumlu hissediyor senin vekilin, kefilin, mütevellin O oluyor, kul kaldığın sürece.

Evet, sana ne saltanat verirse versin. Saltanat sahibi bir köle olabiliyor musun? Bir kölenin çocuğu köle olabilir, bu çok makul bir şey. Sultanın köle olması çok farklı bir şey.  Saltanat sahibi birisinin köle olması farklı bir şey.

Sana İslamlık ve insanlık saltanatını vermiş yetmez mi? Bu saltanatla gel, O'nun kölesi ol, Allah'ın hizmetçisi ol. Bütün dertlerinden-sıkıntılarından azad ol. İçimizi sürekli dünya endişesi sarmış Hakkani bir endişeye yer kalmamış içimizde. Meşguliyetler hep fani şeyler boş şeyler olmuş. Hüznümüz, sevincimiz, kederimiz, stresimiz, sıkıntımız, sinirimiz... her şeyimiz dünyevileşmiş. Nasıl kulluk bu yahu? Allah için üzülebilecek hiçbir şey bırakmamışız. Ve bakıyoruz hep etten evvel çömleğe düşüyoruz. Ben ezildim, ben sıkıntı çektim, ben çile çektim... Eee. Oğlum, kızım çekmesin. Yani istikbal endişesi. Ne oldu arkadaşlar -hâşâ ve kella- Allah emekli mi oldu? Seni garanti eden Allah bıraktı mı, değişti mi o ilahi patron?

Allah değişmedi, hiçbir sıfatı da değişmedi ama bizim hayatımızda çok şey değişti. Anlayışımız değişti, bakışımız değişti, değer yargılarımız değişti, önemsediğimiz şeyler değişti, ön plana çıkardığımız şeyler değişti... Vitrin tamamen değişti arkadaşlar, vitrin değişti. İşte bu değişen vitrine baktığımızda sizler farklı şeyler görüyorsunuz ben farklı şeyler görüyorum. Evet, bunu da oturup sizinle tartışamam. Bunu da biliyorum, tartışsam ya o vitrini kıracağım ya da sizi kıracağım. Bu da benim mizacım-meşrebim değil.

Özür diliyorum ben çok konuştum. Mevzunuzu belki çok farklı bir kulvara sürükledim. Söylediklerim sizin ticaretlerinizle belki hiçbir alâkası-ilgisi yok ama bu da benim içimin yangını…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 EKİM -KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

kurbandaki_gaye_tevhidi_aciga_cikarmaktir

Kurbanın Sebebi

Günümüzde kurbanla ilgili değişik zamanlarda ve değişik yerlerde yapılan konuşmaları dinliyoruz. Fitnevizyonda da değişik kanallarda kurban tartışılıyor. Kurbanın ibadet olma yönü bir taraf, her ibadette bir gaye, bir hikmet olmalı. Cenâbı Hak –hâşâ– boşa bir şeyi emir buyurmamış. İbadetlerin bir gayesi olmalıdır ve Cenâbı Hak tarafından daha sonra o gayeye, o hikmete uygun illetler vaaz edilmiştir. Önce hikmeti, amacı belirlemiştir sonra o amaca uygun vasıtaları, sebepleri, usulleri vaaz etmiştir.

Kurbanın da bu ana-temel ilkesine, “Niçin kurban kesmek vaciptir?” konusuna değinilmiyor. Buraya değinilmediğinde de mevzu yarım kalıyor. Fiil işleniliyor ama sebebi bilinmeden. Bu sebeplere bakınca, Cenâbı Hak: “Ne bunların kanı ne bunların eti bana ulaşır.” buyuruyor. Burada Allah’a ulaşacak olan şey sizin takvanızdır. İbadet olan yönü aslında budur. Kesmek bir ibadet değildir. Kesmek fiili, fiil olarak zulümdür. Allah böyle bir zulümden berîdir. Hiç kimse böyle bir fiili Allah’a isnat edemez. İbadet olan kısmı, o kurbanla ulaşılmak istenilen takvadır.

O takva nasıl elde edilir?.. Malum bütün semavî dinlerin üç temel esası var: Tevhid, risâlet ve ahiret. Bütün dinler, sacayağı gibi bu üç temel esas üzerine oturtulmuştur. Kurban kesme de tevhidle alakalıdır. Tevhidi tamamlayıcı bir unsurdur. İnsan bununla dinini tamamlar. Yani dinini kemale erdirir. Bunu bugün de görüyorsunuz. İnsan kalbi Allah’tan uzaklaştıkça, Allah’tan gafil oldukça değişik şeylere yönelmekte ve yöneldiği şeyleri yönelişine göre bazen kutsamakta. Ona uluhiyyet isnat edebilmekte. Bu şahıs olabiliyor, kurum olabiliyor, eşya olabiliyor... Tarihte de bu vardı. İnsanlar belli sebeplerden dolayı bazı hayvanları mukaddes saymışlardır. İsrailoğulları boğayı mübarek-mukaddes saymışlardır, Bakara Sûresi bunun için nazil olmuştur. Samirî âdetinin temeli de buraya dayanır. İşte bu sebepten Cenâbı Hak onlara bir boğa kesmelerini emredince ihtilafa düştüler. Kesmek istemedikleri için, kesmeden imtina ettikleri için ihtilafa düştüler. ‘Mukaddes  olduğu için kesilmez.’ dediler.. Şimdi Hindistan’da bir Hindu’ya inek kestirebilir misiniz?.. İmtina ettiler, sarı mı olsun, kırmızı mı olsun, alaca mı? Boynuzlu mu olsun, boynuzsuz mu?..  Bunlar birer kaçış yollarıydı. İsrailoğulları kendi putlarına dokunmak istemedikçe adeta Cenâbı Hak ısrarla üzerinde durdu: “Kesin!” Ve neticede hayvanı kestiler.

Müslümanlara da bu sebepten dolayı kurban emredildi. Allahu Teâlâ: “Biz, her ümmete -(Kurban kesmeye uygun) Hayvan cinsinden kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerine Allah'ın adını ansınlar diye- kurban kesmeyi gerekli kıldık.” (el-Hac:22/34) buyuruyor. Peki, niçin emredildi? Gönlünüzdeki şirki kesin. Allah’tan başka tapındıklarınızı, mukaddes saydıklarınızı, yöneldiklerinizi kesin. Yani onlarla ilişkiyi/alakayı kesin. Allah’ı dinleyin tevhide dönün... Kurbanın asıl amacı bu. İşte takvaya ulaştıran yönü burası. Allah’tan korkmayı, Allah’ı kâmil olarak tanımayı getiriyor.

Bugün belki biz ineğe/öküze tapmıyoruz ama paraya tapıyoruz, dünyaya tapıyoruz, kariyere tapıyoruz… Biz de Samirîler gibi kendimize göre kültürümüze, yaşam tarzımıza göre altın buzağılar üretip tapınıyoruz. Kurbana verdiğimiz para ile adeta bu duygulardan arınıyoruz, bu duygulardan temizleniyoruz. Kurban bunun için kesiliyor. Fakire/komşuya et vermek, bunlar tâli illetler. Kan akıtmak aslî sebepten değil. Aslî sebep: Sen içindeki zehrini akıt. Kalbinde biriktirdiğin masiva zehrini akıt… Çünkü mal, para senin kanın, canın gibi. Onları öyle benimsemişsin. Kalbinden bunları çıkar. Kurbandaki gaye bu.

Bununla insan dinin temel esaslarından biri olan tevhide erişmiş, tevhidi tamamlamış oluyor. Bu ise çok yüce, çok ulvî bir maksat. Kurbanla ilgili konuşmalarda bu yön işlenilmiyor, teferruatlar anlatılıyor. Kurban nasıl kesilecek, kurbanlığın vasfı ne? Bunlar anlatılıyor ama “Niçin kurban kesilecek?” bu söylenilmiyor. Dolayısıyla da bunu anlayamayan kuş beyinliler bunun üstünde bir sürü hadiseler üretiyorlar. Bir dönem işitiyorduk; deve kuşundan, horozdan, tavuktan kurban olsun diyorlardı. Hepsini kurban ediyorlardı. İnsan tevhidi anlayamayınca…

Şimdi de tartışıyorlar ki: İlla kurban kesmek şart mı, parasını tasadduk et. Kurban kesme, vahşet yapma, ortalığı pisletme, kirletme… Gaye anlaşılmayınca bakın bunlar oluyor. Niyet mi önemli, şekil mi önemli, bunlar tartışılıyor. İslam da şekil de önemli, çünkü ibadetlerin şekli de Şâri tarafından vaaz edilmiştir. O şekli bozamazsın. Sen misal namazın şeklini değiştiremezsin. Hani şimdi diyorlar ya namaz salât-dua manasındadır. Dua için de harekete, bir mekâna, bir zamana gerek yoktur. Allah mekândan münezzehtir. Ne yöne dönersen oradadır. Belli bir yöne istikbal, kıbleye teveccüh de gerekmemektedir. O’nun yüzü her yerdedir, ne tarafa dönersen O’na dönmüş olursun. Öyleyse aklına geldiği zaman abdestli veya abdestsiz, önemli olan huşudur, içinden/özünden geldiği gibi Allah’a yönel, dua et. Bu bir çeşit namazdır. Bir dönem bu tartışılmıştır.

Namazın şeklinden rahatsız olan da bir şekil belirlemiş olmuyor mu? O da duada bir şekil belirliyor. Kurbanın şeklinden rahatsız olan, önemli olan şekil değil deyip farklı bir şekil belirliyor.  Burada asıl rahatsızlık veren şey, şekli niye “ben” değil de benim göremediğim bir varlık belirliyor. Rahatsızlık temelde burada... Ben varsam, benim yapacağım işleri ben belirlerim. Bir başkası bana müdahale edemez, bana karışamaz. Rahatsızlık Allah’ın zatından, Allah’ın varlığından. Kurban kesim şeklinden değil. İnsanlar envai çeşit av partileri düzenlemekte, bundan rahatsız olmamaktalar. Yeryüzünde bu kadar insan kanı akmakta, bundan rahatsız olmamaktalar. Denizden tutulan ürünleri yemekten rahatsız olmuyorlar. Yenmesi belki kerih olan birçok şeyi, insanda besleyici özelliği olmayan birçok deniz varlığını, canlı varlıkları yiyorlar, istakoz vs. gibi, bundan rahatsız olmuyorlar. Yılbaş-larında yüzlerce çam ağacını kesip süslemekten, hindileri kesmekten rahatsız olmuyorlar. Hindiler de bir çeşit kurban. Ehli küfrün, Nasara’nın noel kurbanı… Bundan rahatsızlık duymuyorlar. Ama Allah adına bir hayvanı boğazlamaktan rahatsız olmaktalar. Allah’ın şekil belirlemesinden rahatsızlık duyuyorlar. Onu reddedip kendileri bir şekil belirlemek istiyorlar. Bunun için İslam, kurbanla ilgili bütün teferruatı da ayetlerde tarif etmiş. Nasıl kesileceğini, hangi hayvanların kesileceğini… en ince ayrıntılarına kadar tarif etmiş. Geçmişte bir kurban bayramında bu mevzuyu işlemiştik. [Bahsedilen sohbet için Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) “Mefâtihu’l-Ünsiyye fî Enfâsi’l-Kudsiyye-Kudsî Nefeslerle Yakınlık Anahtarları” isimli kitabına başvurabiliriz.]

Bugün bu iki şey rahatsızlık veriyor. Müslümanların asıl olarak üzerinde durması gereken nokta ve bugünkü mücadelenin temeli bu olmalı: Tevhid mücadelesi… Kurbandaki gaye de tevhidi açığa çıkartmak, tevhidi kemale erdirmektir. Toplumun altın buzağılarının kesilmesidir. Buna gücü olan, imkânı olan her mü’min ısrarcı olmalıdır. Savaşlarda insan öldürmeye de bu gaye ile izin vardır. Öldürülen insan tevhidin yayılmasını, yaşanmasını, tamamlanmasını engelleyeceği için öldürülür. Zarar vermeyene dokunulmaz. Savaşlarda çocuklara dokunulmaz, çocuk masumdur; kadınlara dokunulmaz, mukabele edebilecek durumda değildir; yaşlılara, hastalara dokunulmaz… İfrat derecesinde maruz olanlar müstesna. Geriye kalan, mukabele eden insanları öldürmek bu noktadan caizdir. İnsana düşmanlıktan dolayı değil, o insanın tevhide muhalefetinden dolayı. Şirki yayacağı, yaygınlaştıracağı, tesis edeceği için.

Bir işi ‘Allah için yapıyoruz, Allah için yapmak lazım’ derken o işi ciddi olarak Allah ile irtibatlandırmak lazım. Bu da sebebini bilerek olur. Bizim hadiselerimizin yerine ulaşmamasının nedeni bu, ortada kalıyor. Meselelerimizi Allah’la irtibatlandıramıyoruz. Belki sözlü olarak bunu ifade etmeye çalışıyoruz ama bilinçli olamıyoruz. Bu da meselelerden istenilen verimi getirmiyor.

Kurbanın birinci yönü bu. Ondan sonra sosyal yönleri var: Fukaraya vermek, fukarayı kalkındırmak, birbirimizi kollamak, gönül almak… Çoluk çocuğa nafakasını bu şekilde temin etmek, ikramda bulunmak… Bunlar sonraki sebepler.

Takvaya eriştirecek sebep, kurbanın isteniliş sebebi bu. Hutbelerimizde, vaazlarımızda, sohbetlerimizde önce bu gayeyi teslim edelim, tespit edelim ki anlaşılsın. Çünkü bu Müslümanların gönlünde henüz tevhid oturmamış, tevhid anlaşılamamış. Ayeti kerimede Cenâbı Hak buyuruyor: “Onların birçokları şirk koşmadan iman etmezler.” (el-Yusuf: 12/106)  Ne anlıyorsunuz bu ayetten? Bugün adeta Müslümanlar bu durumda. İmanlarına şirk tozu karışmış. Nasıl ki yiyip içtiğimiz besinlere kimyevî, sûni maddeler; sebze, meyvelerimize hormon karışmış… Bu kargaşada tevhidimize de bir şeyler karışabiliyor. Ve Müslümanlar Allah’tan gayri şeyleri kutsallaştırabiliyorlar. Onların etkisi, tesiri altına girebiliyorlar. Kurbanla bunların kesilmesi isteniyor. Allah’tan gayri, O’nun zatî muhabbetinin dışında her neyin etkisindeysek o etkilerden sıyrılmamız isteniyor. Ulaşacağımız takva bu… Allah’ın bizden istediği de bu… Kalanı teferruat.

Cenâbı Hak hepimize zatî muhabbetini nasib etsin. O’nu gerçek manada sıfatlarıyla tefekkür edip zatının, sıfatlarının ve ef’alinin tecellisine cümlemizi mazhar eylesin. Bizi sürekli Kitâb-ı Kadîm’inde davet buyurduğu, ikaz ettiği takva diye tarif ettiği o hakikate, o gerçeğe, o iklime ulaştırsın. Şimdiden hepinizin kurban bayramları mübarek olsun. Kurbanlarınız bu gayeye uygun olsun. Makbul olsun inşaallah. Kurban keserkenki niyetiniz, anlayışınız bu olsun. Bütün insanlığa hayırlı olsun. İnsanlığın kaynaşmasına, sevişmesine, birleşmesine; kinin, buğzun, nefretin izâle olmasına; insanlık arasında fesat tohumları ekmeye çalışanların hidayet olmasına, hidayetleri takdirden değilse bu kesilen hayvanlar gibi helâk olmalarına, kahr olmalarına vesile olsun… Amin diyenleri Cenâbı Hak iki cihanda emin eylesin, tekrar cumanız hayırlı olsun…

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort