JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazartesi, 27 Ocak 2014 10:15

VECH-İ ÂDEM SÛRET-İ RAHMANDIR

Sual: Allah dostları gerek sohbetlerinde gerekse yazmış oldukları eserlerinde insan-ı kâmilin yüzünden çokça bahsetmişler. Acaba o yüzde ne görmüşlerdir?

Cevap: Ğavs Hazretleri [Abdulhakim Bilvânisî (kuddise sırruh)] buyururdu: “Görenedir görene, köre nedir köre ne?..” Bakıştan bakışa çok fark vardır. Zaten büyüklerimiz demişler ki: “Dağı dağ, taşı taş gördüğün müddetçe kâmile muhtaçsın.” Dağ dağ olarak, taş da taş diye görünüyorsa sana, irşadın tamamlanmamış, sen kâmile muhtaçsın… Tekâmül ettiğinde dağ da sana farklı görünür taş da… Kaldı ki insanın yüzü... “Vech-i Âdem sûret-i Rahmandır.” buyurmuşlar. “Âdem’in sıfatını Rahman kendi suretinde yarattı (sıfattan kasıt yüzdür. Anadolu’da surata sıfat derler) .” diye bir hadis-i şerif var. Orada Rahman’ın birçok tecellileri var. O yüz bakıldığında Allah’ı hatırlatır. Onun gözünde hikmet var, kudret var; onun sözünde hikmet var; onun sıfatında kudret var; onun sükûtunda himmet var; onun varlığında letafet var; onun konuşmasında muhabbet var… Ne yapsa seni manevi bir girdaba çekiyor. Onun için Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “Ya Allah ile ol ya Ehlullah ile ol.” Aynı kapıya çıkıyor. Muktedirsen Allah ile ol, ya da Allah adamlarıyla ol. Sultan Veled Hazretleri Maarif isimli eserinde buyurmuş ki: “Allah ile olmak isteyen sûfilerle otursun.” Yunus da;

Ay u Güneş müştak durur
Dervişlerin sohbetine
Feriştehler tesbih okur
Zikir ede dervişleri

buyurmuş..

Yani ‘görüldüğünde Allah’ı hatırlatır’ ifadesi bir kinaye. Yani onun hal ve hareketinden, duruşundan, bakışından, tavrından değişik hikmetler zuhur eder.

Sual: Efendim geçen yine bir sohbette geçmişti, Suudi Arabistan’daki hadis âlimlerinden bahsetmiştiniz. Hadisleri bu kadar incelemelerine, sizin bahsettiğiniz hadisleri onların da görmelerine rağmen, halen daha tasavvufu şirk olarak kabul etmelerini nasıl anlamalıyız. Nasıl olur da bu işin hakikatini halen kavrayamıyorlar?

Cevap: Evliyanın büyüklerinden Necmuddin-i Kübra Hazretleri var. Hem büyük evliyadan hem büyük ulemadan. Bizzat kendisi tarafından yazılmış Mecmuat-ı Kübreviyye diye bir tefsiri var. Meşhur müfessir Tefsir-i Kebir’in müellifi Fahri Razi’nin mürşididir. Necmuddin-i Kübra Hazretleri  bu zatın mürşididir. Hz. Mevlana’nın da büyük mürşidleridir. Şemsi Tebrizi’nin şeyhi Baba Kemal Cündi Hazretleri, onun da şeyhi Necmuddin-i Kübra Hazretleri. Kübreviyye tarikatının kurucusu. Bu zat Cenâb-ı Hakk’ın lütfu keremiyle velayette çok büyük bir merhaleye    erişmiş. Nazarıyla irşad ediyor. Söz yok bu zatta, nazarla irşad ediyor. Mübarek, bir gün  kervanda yolculuk ederken haramiler, şimdiki anlamıyla hırsız, terörist, yolunu kesmişler soymak için. Bu  haramilere bir nazar ediyor. Kırk-elli harami bir anda tövbe ediyorlar, gelip irşad oluyorlar. Bir nazarda irşad ediyor; ikinci nazarında hepsini fenafillah mertebesine eriştirip hilafet veriyor onlara. Hepsi Kübreviyye halifesi olup dünyanın değişik yerlerine yayılıyorlar, irşada başlıyorlar. Allahu Teâlâ öyle bir tecellide bulunuyor bu zata.

Hazreti Necmuddin’in bir oğlu var ama eşkıya. Namaz yok, niyaz yok. Çevresine zulmeden bir tip. Necmuddin-i Kübra Hazretleri’nin hanımı yalvarıyor: “Nerede görülmüştür bir baba evladına bir şey yapmaz. Eşkıyalar senin nazarından evliya oluyor. Ama senin oğlun eşkıya. Ne yap yap buna bir bak.” Hazret diyor ki: “Hanım, bu İlâhî nasip işi, Allah’ın lutfu, benim elimde ne var?” Hanımı diyor ki; “Yok, yazık değil mi ki bu oğlun mahvoluyor. İmansız gidecek bu çocuk…” Kadın yalvarıyor yakarıyor sonunda Hazret diyor ki; “Tamam, getir oğlanı.” Hanımı diyor ki; “Gelmez, senden korkup kaçıyor, çekiniyor.” “Öyleyse sen oğlana de ki ‘Gel seninle biraz dolaşalım.’ onunla beraber şu camın önünden geçin. Siz bu camın önünden geçerken ben o cama doğru bir nazar edeceğim.” diyor Necmuddin-i Kübra Hazretleri. Hanımı ‘tamam’ deyip ayrılıyor. Edip eyleyen Allah’tır, o saat yaklaşırken Necmuddin-i Kübra Hazretleri’nin abdestinde bir daralma oluyor ama dayanılamayacak derecede bir daralma. Abdestini bozuyor, abdesten çıkıp oraya geliyor. O geldiğinde, tam o esnada annesiyle oğlu oradan geçmiş oluyorlar. Zaten çocuk babasının ona nazar edeceğini bilmiyor, içeride ne var anne de bilmiyor. Hazret o tarafa bakıyor nazardan cam dökülüyor ama anne ile oğul oradan bir kere geçmiş oluyorlar. Nazarın etkisiyle cam dökülüyor o esnada orada –hâşâ huzurunuzdan– bir  kelp (köpek) bulunuyor. O nazar köpeğe isabet ediyor. Köpek yemeden içmeden kesiliyor. Köpeğin yaptığı tek şey iki ayağının   üzerine kalkarak dönmek. Köpek havlıyor, zikrediyor, dönüyor. Şehirde ne kadar köpek varsa o köpeğin etrafında toplanıyor. O köpeği kokluyorlar, yalıyorlar. Köpeğin o halini gören diyor ki: “Bu Necmuddin Kübra’nın nazarına uğramış. Buna Hazret-i Şeyh’in gözü değmiş.” Köpek on beş gün yaşıyor, on beş gün öylece dönüyor. Yeme içme yok ve sonunda ölüyor… Ama o çocukta bir şey olmuyor… Nasipsizlik zor şey…

Burada yine bakış önemli. Cenâb-ı Peygamber’in amcaları Ebu Talib, İslam’a o kadar yardım etmiş, Rasûlullah’ı o kadar kayırmış, kollamış. Cenâb-ı Peygamber ölürken ona iman etmesi için yalvarmış  ama o demiş ki: “Ben de iman etmek isterdim ama arkamdan dedirtmem ki, Ebu Talib ölümden korktu da torununa iman etti.”  Efendimiz ona yine  yalvardı öyleyse; “Ala milleti İbrahim/İbrahim’in dini üzere ölüyorum” de.. Ama o yine “Ala milleti Abdulmuttalib/Ben Abdulmuttalib’in, babamın dini üzere ölüyorum.” demiş. Öyle de ölmüş...

Diğer taraftan Selman-ı Farisi... Bir ateşperestti ama İran’dan kalktı geldi ve teslim oldu. Allah Resûlü ona buyurdu ki: “Din süreyyaya çekilse senin neslinden gelecekler onu yeryüzüne indirir.” “Selman İslam’ın oğludur. O bendendir ben ondanım.” buyurdu. Abasının içine aldı “Bu benim ehlibeytimdir, benim ailemdendir.” buyurdu...

Peki Ebu Talib ile Selman-ı Farisi arasındaki fark neydi?  Ebu Talib amca, diğeri İranlı bir yabancı. Aradaki fark bakış...
Selman-ı Farisi “Allah’ın Peygamberi diye baktı, her şeyim diye baktı”; öbürü “benim kardaşımın yetimi” diye baktı. Biri Allah’ın Muhammedi diye baktı, öbürü Abdullah’ın Muhammedi diye baktı... Abdullah’ın Muhammedi diye bakan göremedi, nasipsizlik... İran’dan gelen senelerce de bekledi. Selman-ı Farisi Hazretleri bey oğlu iken, bugünkü tabir ile veliaht iken Medine’ye geldi köle oldu, sırf Peygamber’i görebilmek için. Medine’de bekledi çünkü ona bir papaz dedi ki: “Ahir zaman peygamberi Medine’ye gelecek, git orada bekle.” Senelerce Medine’de kölelik yaptı. Bir gün işitti ki Cenâb-ı Peygamber Küba köyünden çıktı Medine’ye yaklaştı. Hurma ağacında hurma toplarken kalabalığı gördü. “Taleal bedru aleyna”, ilâhilerini işitti. Senelerdir öyle hevesle bekliyordu ki adeta ciğeri yanmış. O’nun geldiğini görünce sevincinden, aşkından, muhabbetinden cezbelendi  ağaçtan düştü. O heyecanla koştu, efendisine haber verdi: Muhammed geliyor... Sahibi onu kırbaçlayıp dedi ki: “Sana ne O’nun  gelmesinden, sana ne oluyor?...”

Görmeden tanıdı, kabullendi. O’nun uğruna köle oldu, bekledi. İran’da prens iken tac u tahtı terk etti, geldi Muhammed Aleyhisselâm’ı bekledi... Öbürü gururuna basıp: “Ben ölüm korkusuna iman etti dedirtmem.” dedi. Bakış çok önemli...

Sual: Efendim “Sîmahum fî vücûhihim min eseri’s-sücûd…” ayeti de buraya mı işaret ediyor. Bu ayetin konuyla alakası var mı?

Cevap: Bu ayetteki “Onların simalarında, yüzlerinde secde izleri vardır”dan kasıt, müminlerde Cenâb-ı Hakk’ın güzel tecellileri vardır. Allah’a yakınlık emareleri vardır. Allah ile dostluk nişaneleri vardır. Onlarda rükûnun, secdenin, zikrin, şükrün, fikrin tecellileri vardır. İslâm’ın güzel nisbetleri vardır. Sima her ne kadar yüzü temsil etse de bir yüz bir insanın kendisi demektir. Yani bir insanın yüzünü gördün mü o insanı görmüş sayılırsın. Mesela; bir adamın elini veya ayağını görsen o insanı görmüş sayılmazsın. Onların kime ait olduğunu bilemezsin. Ama o insanın yüzünü gördün mü o adamı görmüş sayılırsın. Sima o şahsın bütününe şamildir. Bunun için Cenâb-ı Hak ayette simayı örnek veriyor ama simadan kasıt insanın tamamı. İnsanın tamamında İlâhi tekliflerin nuru vardır. Letaiflerin nuru vardır. Bu insanda Allah’ın halk ettiği bazı manevi merkezlerin  nurları tecelli eder.  Cenâb-ı Hak bunları secde izi olarak tarif buyuruyor. Secdeden kasıt Allah’a itaatir, teslimiyettir, tevekküldür. Secde sadece başı yere koymak değildir. Gönlü Allah’ın rahmet, mağfiret, muhabbet eşiğine koymaktır. Asıl secde budur. Eğer insanın kafası yerde iken fikri, kalbi, aşkı, anlayışı, irfanı da kafası ile beraber Allah’ın huzurunda değilse o insan secde etmiş sayılmaz. O bir yere eğilmiş sayılır. Yani simalarında secde izi vardır demek onlarda teslimiyet, marifet, muhabbet, hakikat vardır demektir. Onda İlâhi tecelliler, o tecellilerin güzellikleri vardır. Onlara baktığında onlardan bunlar görülür. Onların sözlerinde, fiillerinde, tavırlarında hep bir ilâhîlik, ruhanîlik vardır. Onun için Resûlullah da buyuruyor ki: “Onlar görüldüğünde Allah hatıra gelir.” Yani onların her hareketi Allah’a sevk edicidir, irşad edicidir. Onlar hareketleriyle insanlığı irşad ederler. Fiilleriyle, sözleriyle, davranışlarıyla örnektirler. Allah’ı bu şekilde hatırlatırlar.

Kişi neye ğaşyolmuşsa, ne ile meşgulse zaten onunla bütünleşmiştir. Ne ile meşgulse tabiri caizse o olmuştur artık. Bir insan dağla taşla sürekli meşgul olsa taş gibi olur. Ama insan ilimle, irfanla, zikirle, sohbetle, muhabbetle meşgul olsa farklı olur. Meşguliyet önemli. Onun için Efendimiz de buyuruyor ya, ne ile meşgulsen onunla ölürsün. Nasıl  yaşarsanız öyle ölürsünüz. Bu meşguliyet üzere ölürsünüz. Nasıl ölmüşseniz öyle de Allah’ın huzurunda dirilirsiniz. “Ennasu kemateişune temutune ve kematemutune tuhşerune.”

Sual: Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki: “Ben ümmetimin aşikar şirkinden korkmam. Velakin gizli şirklerinden emin değilim...” Bu hadis-i şerifte bahsedilen gizli şirki nasıl anlamalıyız? Hakikatleri kabul etmemize engel olan kibrimiz bir gizli şirk olarak kabul edilebilir mi?

Cevap: Gizli şirk  veseniliktir. İslam fıkhı bunu vesenilik diye incelemiş. Görülmeyen, mücessem olmayan varlıklara tapınma. Nedir bu görünmeyen varlıklar? Mesela şöhret putu... Şöhret mücessem bir varlık değildir, muhayyel bir varlıktır.  İnsanın düşüncesinde, arzusundadır. İnsan buna tapınır. Kariyer putu... Görünmeyen, mücessem olmayan bir mefhum. Günümüzde bu da çok yaygın. Şöhret putuna tapınanlar, kariyer putuna tapınanlar, şehvet putuna tapınanlar, servet, zenginlik  putuna tapınanlar... Bunlar hep hayali varlıklardır. Mümini tarif ederken eserlerimizde ne diyor? Mümin hevasını bırakıp her türlü hevadan vazgeçip Allah’ın emrettiği şekilde yaşama gayretinde olan, yaşamaya azmeden kişidir.

Onun için de Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
Ey Habibim! Sen hevasını, arzusunu ve bu muhayyel putlarını İlâh edinenleri görmez misin? (Furkan Suresi: 43)

Hayalinde varettiği, arzularına tapınanları görmez misin? Bu İstisnalar kaideyi bozmaz. bütün Müslümanlarda var.  Günümüzde yaygın bir rahatsızlık. Kendimizi haklı çıkarmak amacıyla da ‘şunun bunun için istiyorum’ diyoruz. Ama Cenâb-ı Hakk’ın zatının, rızasının dışında ne kadar için varsa bunlar birer puttur. Bunun için Cenâb-ı Hak buyuruyor:


(Kehf Suresi: 110)
Kim Allah’ın yakınlığına ermek istiyorsa, kim Allah’a yaklaşmak, Allah ile olmak istiyorsa, o amellerini salihleştirsin. Amellerini temizlesin, arındırsın, saflaştırsın, paklasın. Neden temizlesin?  Allah’ın zatından, rızasından, likâsından gayrı her şeyden amellerini pak tutsun, temizlesin. Allah’a ancak öyle yaklaşabilir. Öyle gelebilir Allah’a. Amel ancak böyle salih olur. Nefsinin arzuladığı cennet bile olsa amelin salâhatini bozar. Eğer cenneti kendi rahatlığın için istiyorsan senin için orası da cehennemdir. Çünkü ona nefsin talip.

Sual: İmam Efendi’nin Sohbetname’sinde de geçiyor da;  Bir cemaat lideri müridlerini Hakk’a değil de kendine davet ederse; ‘bize gel, bizden al.’ demesi de sizin zikrettiğiniz şirk kapsamına girer mi? Yani Hakk’a değil de kendine çağırması olur mu?

Cevap: Burada o kişinin niyeti önemli. Davetçinin niyeti önemli. Abdulkadir Geylânî Hazretleri  (kuddise sırruh) diyor ki: “Yarabbi! Benim manevi heybetimi o kadar büyüt, bana öyle bir manevi heybet nasib et ki insanlar bana gelsinler ve bana geldiklerinde de seni bulsunlar.” Bu maksat çok önemli. Aslında burada kendini Allah’a feda ediyor. Ama zahiren baktığında bir varlık ortaya koyuyor.

İmam Efendi de bu konuyu Sohbetname’de güzel bir misalle izah ediyor. Konya’nın Seydişehir kazası var. Seydişehir’de Muhammed Kutsi Efendi adında Mevlânâ Halid Efendimiz’in halifelerinden bir zat yaşamış. Halk arasında Memiş efendi diye biliniyor. Memiş Efendi halkı sohbete, irşada çağırıyor. O zamanın Konya müftüsü diyor ki: “Ben buna gidip soracağım. Niye insanları Allah’a davet etmiyorsun. Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak: Ve enîbu ilallah/Allah’a inabe edin, Allah’a gelin buyururken bu Şeyh Efendi niye diyor ki “Bana gelin, gelin bana intisap edin.” Gidiyor ziyarete otururlarken Şeyh Efendi bir mevzu açıyor. Diyor ki müftüye: “Hocam Kur’ân-ı Kerim’de Cenâbı Hak; ‘Ve enîbu ilallah/Bize inabe edin’ buyuruyor.  Bu ayeti nasıl anlamalıyız. Bu ayette geçen “ila” ifadesindeki “lamelif” ne mânâya geliyor.”  Müftü Efendi diyor ki: “O lamelif, bir harf-i tariftir. Allah’ın nihayet olduğunu bildirir.” diyor. O sondur, müntehadır, nihayettir. Netice, varış, dönüş onadır.”  Şeyh Efendi buyuruyor ki: “Hocam Allah münteha ise -ki amenna öyledir bu müntehanın mübtedası yok mudur?  Onun bir başlangıcı yok mudur? O müntehaya ulaşmak için nereden başlamamız lazım?” Müftü kalıyor, cevap veremiyor. Şeyh Efendi devam ediyor; “Cenâb-ı Hak başka bir ayette de bu mübtedayı haber vermiyor mu? ‘Men enabe ileyye.’ diye. Bu Allah’ın emri değil mi?” buyuruyor Memiş Efendi. Yani her kim bana inabe etmişse sen de ona uy. Bu iş oradan başlar, ilallaha döner. Allah’a uyana uyarsın onunla Allah’a gidersin.” diyor...  

Burada davetçinin bu mübtedayı ve müntehayı iyi bilmesi ve ona göre davet etmesi lazım. Ama hakikaten varlığını düşünerek, kendi varlığına davet ediyorsa bu tehlikedir. Yani kendisini nihayet görerek davet ediyorsa bu tehlikedir. Ama kendisini bir münadi gibi, bir davetçi gibi görüyorsa sorun yok. “Ona uy, o davete icabet et.” buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Bazı tasavvuf kitaplarında bir menkıbe zikredilir. Müridin birisi şeyhiyle beraber seyahate çıkmışlar. Gezerlerken bir yere gelmişler önlerine bir nehir çıkmış. Büyük bir nehir. Nehri karşıya geçecekler ama köprü  yok. Su da hem çok gür akıyor hem de çok derin, içine girip de geçemezler. Şeyh iki rekât namaz kılmış. Dua etmiş müride demiş ki:

-Suyun üzerinde yürüyeceğiz Allah’ın izniyle. Sen “Destur ya Şeyh!” de benim peşime gel, beni takip et,  benim izlerime bas. Mürid,

-Peki Efendim, demiş.

Şeyh suya girerken “Bismillahirrahmanirrahim” demiş. Şeyh besmele çekerken müridin içi karışmış. Düşünmüş ki “Allah onun  Allah’ı da benim değil mi? Ben de Bismillah derim.” Mürid de “Bismillahirrahmanirrahim” demiş suya girmiş.   Bir anda su almış götürmüş bunu. Şeyh arkasına bir bakmış ki mürid gitti, yok. Neyse elini suyun önüne tutup kurtarmış müridi.

Şeyh demiş,
-Oğlum hayırdır? Mürid,

-Efendim özür dilerim siz besmele çektiniz içim karıştı. Allah onun Allah’ı da benim değil mi? Allah kâinatın Allah’ı? O suda besmeleyle yürüyor bana da “Destur Ya Şeyh de arkamdan gel.” diyor. O besmeleyle giderse ben de besmele çekerim diye düşünüp suya girdim.

Şeyh demiş,
-Oğlum ben kırk senedir ancak sesimi Allah’a duyurdum. Senin sesini ben bir duyayım, dur hele ne acele ediyorsun. Senin sesini bir ben işiteyim, seni bir tanıyayım ondan sonra.

Senin  besmelen işte bu kadar...

Davet önemli. O davete de kişinin icabeti önemli. İkisi birleştiğinde müntehaya ulaşırlar nihayete vasıl olurlar.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Sual: Efendim, geçenlerde de yine bu hadis-i şerif üzerine bir sohbet olmuştu, Allahu Teâlâ’nın cennet ehline: "Razı oldunuz mu? Hoşnut musunuz?" buyurması üzerine kulların da "Ey Rabbimiz, nasıl olmayız ki, bize başka kullarından hiç birine vermediğin nimeti verdin." diye cevap vermeleri. Bunun üzerine Allahu Teâlâ’nın: “Size bundan da büyüğünü vereceğim, size Rıdvanımı helâl kılacağım ve artık size sonsuza kadar hiç gazap etmeyeceğim."buyurması. İmam Efendi de Sohbetname’sinde de aynı mevzuyu işlerken bir kelimeyi vurguluyor. “Cenâb-ı Hak bu soruyu ‘Âbidlere’ sorar. ‘Ârifler’ ise bu nimeti dünyada yaşarlar.” Bir sohbette de: “İnsanın özgürleştirilmesi, kulun her istediği şeyi yapabilmesi.” olarak açılmıştı. Peki, ârifin bunu bu dünyada yapması, bu dünyadaki özgürlüğü nasıl oluyor? Dünyada nefis/şeytan var? Bu özgürlüğü nasıl anlamamız lazım?

Cevap: Şimdi şöyle düşünün: Bir yer olsa ve sen bu yerde tek olsan, sana muhalefet edecek hiçbir kimse yok. Sen burada teksin ve müstakilsin. Böyle bir ortamda özgürlükten bahsedebilir misin? Ben özgürüm demenin bir anlamı olur mu? Neye karşı özgürsün, kime karşı özgürsün? Özgürlüğünü kısıtlayıcı bir engel mi var ki buna karşı özgürsün. Böyle bir ortamda özgürlükten söz edemezsin. İşte ârifin özgürlüğü burada: Nefsine karşı; nefsine, şeytanına, dünyasına rağmen o özgür. Orada ancak özgürlükten söz edilebilir. Onlar olmazsa özgürlükten söz edemezsin. Böyle bir ortamda, ‘ben canımın her istediğini yapıyorum’ demenin bir anlamı yok, zaten yapacak başka bir şey yok ki. Beni engelleyecek, bana ‘dur, yapma’ diyecek, kızıştıracak, başka bir alternatif üretmeme vesile olacak, beni gayrete veya şevke getirecek veya kızdıracak hiçbir şey yok... O zaman bu insan kendi ihtirasının, arzusunun kölesi olur, özgür olmaz. Ama nefis varsa, şeytan varsa tamam. Onlara rağmen ârif özgürdür. Onların muhalefetine, engellemesine, itirazına rağmen özgür olabilir, özgürlükten söz edebilir, özgürlüğün tadını çıkarabilir. Çünkü özgürlük mutlak bir hak edilişle elde edilir. Bir mücadele neticesinde elde edilir. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) “İnsanlar fıtrat üzeredir.” buyururken, “Özgür yaratılıştadırlar.” buyurmuş ama yaratılış da özgürlük verilmiş nefse karşı, nefis de yaratılışla verilmiş. Şeytan da yaratılışla sana hemen musallat oluyor. İlk ağlamanın sebebi o. Onun tokadıyla ağlıyorsun. Çocuk dünyaya geldiğinde ağlar. Çünkü şeytan onu tokatlar. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) öyle buyuruyor: “ ‘Sen niye geldin, bana iş çıkardın.’ diye ona bir tokat vurur.” Çocuk o yüzden ağlar ve o ses onun hayat belirtisi olur. İşte mücadelesi o noktada başlar. Burada insanın bilmesi ve hiç unutmaması gereken şey; özgür yaratılışlı olduğu, özgürlük için yaratıldığı, fıtrat üzere olduğu… Bunları unutmasa ve onlarla mücadelesini tam yaparsa özgürlüğe ulaşır. Yani ona vaat edilen, müjdelenen özgürlüğe ulaşır. Bu ona bir müjdedir. Hemen eline verilmiş bir şey değildir. Onu hak etmesi lazımdır. Boyunduruklarından kurtulması lazımdır ki özgür olabilsin. Yoksa insan yaratılışta, doğuşta özgürdür demekle tamam olmuyor. İnsan özgürlük için yaratılmıştır. Allah için netice önemlidir. O yüzden neticeye bakarak ‘özgürdür’ denilmiştir. Ama sen o neticeye ulaşamamışsın, o senin meselen. O mânialar olmadan bahsedilen rızaya ve o rızanın getirdiği özgürlüğe ulaşmak mümkün değildir.

Sual: Peki, özgürlük mücadele sonunda elde edilir, bir mükâfattır. Ârifin şeytana, nefse karşı olan mücadelesi böyle bir lütuf doğurur. Ondan sonra Hak’la ilişkisi nasıl olur? Hz. Ali Efendimiz buyurmuş: “Köle namazı kılmayın cehennem korkusu ile tüccar namazı kılmayın dünya sevgisiyle. Özgür insanların namazını kılın.” Buradaki özgürlük nasıl anlaşılmalı?

Cevap: Bir, bedel verilmeden özgürlük olmaz. Hak’la olan ilişkisine gelince, o zaten Hakk’a meftundur, mübteladır.  Özgür insanın namazında ise, ekonomik özgürlüğünü elde etmiş, zengin/varlıklı birisi olduğunu düşün. Her istediğini alabilecek bir kudrete sahipsin. Siyasal özgürlüğünü de elde etmişsin misal en üst düzey bir bürokratsın istediğini yapabiliyorsun, dokunulmazlığın var hesap verebileceğin/senden hesap soracak kimse yok… Aklen zeki birisin, aklın çok yerinde, bu mânâda da özgürsün, birçok insanın fevkinde şeyler düşünebiliyorsun. Kimseye bir minnetin, bağımlılığın yok; kimseyle bir hesabın yok… Şöyle düşünebilir misin: Bir annen var. Annen… Seni dünyaya getiren, büyüten, yetiştiren ve belki bu özgürlüğe ulaşman için de ciddi katkıları olan annen… Anneni özgürlüğüne engel görebilir misin? Yani böyle bir anlayış taşır mısın? “Annem benim özgürlümü engelliyor, keşke annem olmasa annemden de kurtulsam…” Böyle bir anlayış özgür insanların anlayışı mıdır? Bu insan özgür değil psikolojik rahatsızdır. Aslî varlığını, minnet sebebini, velinimetini hürriyetine, özgürlüğüne engel gören insan özgür değil köledir. Belki anne zalim, asi biri olur ayrı. Ama böyle olmayan bir anneyi,  velinimetini özgürlüğüne engel gören insan hiçbir şeye doymayan, hiçbir şeyle yetinmeyen ruh hastası bir insandır. Özgür insan bu mânâda annesine minnet duyar, baş tacı yapar annesini. Annesi ile alâkalı özgürlüğümü engelliyor diye düşünmez.

Bu cepheden bakarsak ârif Rabbine bağımlılığını, kulluğunu özgürlüğüne engel düşünmez. Çünkü O’nunla yaşayabilmek için, O’na ulaşabilmek, kavuşabilmek için özgürlük mücadelesi vermiştir. O’nu özgürlüğüne engel görmez ki… Özgür olmak için verdiği mücadeleleri O’nunla baş başa olmak, O’nunla beraber olmak için vermiş. Rabbini velinimeti kabul eder. İnsan bir hedef için, bir gaye için özgür olmaya uğraşır. Tek başına bir yerde, kendi adına, ilk verdiğimiz misalde olduğu gibi, özgürlüğün bir anlamı olmaz ki. Misal Edirne’den tut İzmit’e kadar İstanbul sınırları içinde hiç kimse yok, ben tekim, ben özgürüm. Ne konuşacak kimse var ne muhabbet edecek kimse var ne alış veriş yapacak kimse var ama ben özgürüm… Her yerin özgürlük olsa ne, neyin tadını çıkarabilirsin? Hayatın bir tadı olur mu? Gördüğün rüyayı bile biri ile paylaşmak sana ne kadar zevk veriyor. Bir sıkıntını anlatmak seni ne kadar rahatlatıyor… Bunlar özgürlüğü kısıtlayan şeyler değil.

İnsanın özgürlüğünün gayesi Mevlâ’sı olunca özgürlüğe engel değil, özgürlüğün asıl gayesi, özgür olmanın sebebi. Özgürlük için mücadeleyi anlamlı/değerli kılan öge bu. O’nunla olan ilişkisinde hiçbir şey sekteye uğramaz. Düşünün mesela; firavun aleyhillane “Ben en büyük rabbinizim!” dedi.  Bunu ispatlamak için de birçok şeyler yaptı. Aklen düşününce ne kadar özgür bir insan, “Ben rabbim!” diyor -hâşâ- rab olduğunu iddia ediyor. Ne müthiş bir özgürlük. Ama aslında öyle değil. Velev ki -hâşâ- öyle düşünsek ki firavun bunu iddiadan da öteye geçirebilmiş olsaydı, Rububiyetten kendisinde belli emareler, eserler zuhur etmiş olsa hür mü olacaktı? Hayır, kendi içindeki duygu/düşünce firavunun hürriyetini engelliyordu. Bu düşünceden asla kurtulamadı firavun. “Ben rabbim!” diyordu, bunu iddia ediyordu ama kendisinin böyle olmadığını biliyordu. İşte bu bilgi onun bütün hürriyetini mahvediyordu. Bu yüzden Musa’ya kızıyordu, Musa (aleyhisselâm) ile mücadelesi bu yüzdendi. Kendi duygusu kendisini esir ediyordu. Bundan kurtulamadı. “Ben rabbim!” diyordu, “En büyük ilahınız benim!” diyordu ama şeytan gidip kapısını çaldığında “Kim o?” dedi firavun. İblis dedi ki: “Ey mel’un ben ilahım, rabbim diyorsun ama kapına geleni bilmiyor, ‘Kim o?’ diyorsun.” Firavun dedi: “Ben de biliyorum ilah olmadığımı sırf gururumu tatmin için, egomu teselli için bunu söylüyorum…” Bu duygudan kurtulamıyordu. Yani bir ilahın olduğunu biliyordu. Nasıl özgür olabilirdi?..

Özgürlük teklik değildir. Tek olma, baş olma, en büyük olma değildir. Özgürlüğe böyle bakarsak aldanmış oluruz. Bunların hepsi köleliktir. Özgürlük; çokluk içindeki, kesretteki vahdettir. Herkesin mevcut olduğu bir ortamda herkes gibi olmamaktır özgürlük. Herkes gibi olmamalıdır derken o herkes yanlışta ise onlar gibi olmamalıdır, o anlamda söylüyorum. İlla muhalefet anlamında değil. Onları yok saymadan, inkâr etmeden, reddetmeden herkes gibi olmamaktır özgürlük. Kendin gibi olmaktır, var olduğun hikmet üzere olmaktır özgürlük. Bunu ancak o kalabalığın içinde anlayabilirsin. Seni özgür kılan nesneler o kalabalıktır.

Sual: Siz Allahu Teâlâ’nın Peygamberlere verdiğiyle, Evliya’ya verdiğinin; her bir Peygambere/Veliye verilenin de ayrı ayrı olduğunu buyurmuştunuz. Bu da sanki bir özgürlük gibi. Kişiye özel bir ilişki…

Cevap: O Peygamberin özgürlüğüdür. Cenâb-ı Hak bir ayet-i kerimede Bismillah;

İsra Sûresi: 15
“Ve lâ teziru vâziretun vizre uhrâ” buyuruyor. Hiç kimsenin vizri/suçu kimseye yüklenmez, kimse kimsenin suçundan dolayı suçlanamaz. Bu ayet-i kerime ciddi bir devrimdir. Hukukî bir devrimdir. Cenâb-ı Hak bu ayetle suçu ferdîleştiriyor, münferit hale getiriyor. Sosyoloji toplumu incelerken belli tablolarda inceler. Kur’ân-ı Kerim’e baktığımızda bazı ayetlerde ‘aşiretlerden’ bahseder. Bazı ayetlerde ‘şubeler, kabileler ve milletlerden’ bahseder devre devre. Bazı ayetlerde ‘ümmetten’ bahseder. Kur’ân sanki toplumu sosyolojik olarak, belli açılımlarla, belli açılardan alır üst noktalara doğru ulaştırır, Rububiyetinin gereği. Mesela aşiret toplumu ilkel bir toplumdur. Aşirette hukuk olmaz, aşiretin hukuku örftür, an’anedir. Bugün güneydoğuda yaşadığımız hadiseler bunlardır.  Aşiretin kararları vardır. Bu kararlar ne kadar mantıklıdır ne kadar değildir tartışılmaz. Misal aşiret karar verir bu kız öldürülecek, o öldürülür. Hatta suç işleyeni de öldürmekle kalmazlar onun anasını, babasını, abisini, yedi sülalesini o bölgeden sürerler, hepsini suçlu sayarlar. Hukuk yoktur, örf hukuktur. Bu çok ilkel bir yaklaşımdır. Aslında Kur’ân biraz önce okuduğum ayetle bunu men etmiştir.

Cenâb-ı Hak “Ve lâ teziru vâziretun vizre uhrâ” ayetiyle suçu ferdileştirerek aşiret anlayışına son verir. Toplumu, töhmetten, zandan kurtarır. Kimse kimsenin suçunu çekmez. Oğlunun işlediği suçtan dolayı anası/babası suçlanamaz. Eğer suça iştirakleri, yardımları varsa bu tespit edilirse ayrı.

Ben buradan başka bir yere gelmek istiyorum: Hanefîler meşru örfü hukukun dayanağı olarak benimsemişlerdir ama bir yere kadar. Hukuk evrenseldir. İslam, Kur’ân suçu ferdîleştirirken, şahsa özel kılarken nimeti, in’amı haydi haydi özelleştirecektir ve gerekli gördüğü yerde gizleyecektir. Bunun için birçok ayet-i kerimede buyrulur ki: “Akılların ermeyeceği, gözlerinizin de görmediği, hiçbir şekilde idrak edemeyeceğiniz bir fevz, bir fadl Allah tarafından lütfedilecektir.” Suçu ferdîleştirdiği, münferitleştirdiği gibi nimeti de ferdîleştirir. Dolayısıyla her Peygamberin elde ettiği nimet, her velinin elde ettiği nimet nübüvvetine, velayetine, şahsiyetine has bir nimettir. Bir başkasınınki ile mukayese edilmez.

Sual: Misal yağmur rahmettir. Ama ağaca farklı bir etkisi var, dağa farklı. Denizdeki bir istiridyenin ağzını açıp damlayı inciye çevirmesi gibi. Cenâb-ı Hakk’ın kulunu özgürleştirme isteği, kulun bu isteğe katılması, o özel gelişi de farklılaştırıyor, anlaşılır hale getiriyor herhalde…

Cevap: Daha iyi anlamasını sağlıyor. Çünkü o gelişin özel oluşu kulun gayretini, Hakk’a minnetini, teveccühünü farklılaştırıyor. Bu Cenâb-ı Hakk’ın bir cilvesi mavi boncuk gibi bir şey. Herkese verdiği boncuğun rengi farklı. Herkese aynı renk boncuk verse belki o kadar makbul olmaz.  Misal insanlarda bu düşünce var; benim giydiğim elbiseden bir başkası da giyse belki o kadar memnun olmayabilirim. Bazı insanlar kendi giydikleri elbiseyi bir başkası da giysin istemezler. Böyle bir durumda gidip o elbiseyi çıkarır. Bu insanın yaratılışında var olan, fıtratla gelen bir şey.

Herkeste mavi boncuk olsa insanları çok fazla etkilemez, bu yüzden Cenâb-ı Hak onun boncuğunun rengini ayrı yapıyor benim boncuğumun rengini ayrı yapıyor. Ona mavi veriyor bana yeşil veriyor. Ben o farklılıkla avunuyorum. Rabbime daha farklı yöneliyorum. O boncuğu saklıyorum, kimseye göstermek istemiyorum. Çünkü öyle bir inancım var ki ondan kimsede yok, yalnız bana has, yalnız bana özel. Öyle olunca ilişkilerimiz farklılaşıyor. Cenâb-ı Hak böylelikle kendisi ile kulun arasını kızıştırıyor. Tatlı bir rekabet oluyor. İşte o takvadaki üstünlük, “İnne ekremeküm indellâhi etkaküm.”  o noktada doğuyor. Üstünlük yarışı başlıyor. Hayırda yarış başlıyor. Böyle olmasaydı bu yarış da olmazdı. O boncuğun rengindeki farklılık bizi hayırda yarıştırıyor. O yarışta üstünlüğü getiriyor. Yoksa Anadolu da öyle bir tabir var: “Ben vâmayon gabağı yiyen vâsın.” (Ben varmıyorum, kabağı kim yediyse o varsın.) herkes böyle der.

Sual: Nimetlerdeki bu farklılık sadece insanlar için değil, tüm canlılar için herhalde. Çünkü daha önce de sohbetlerde mahlûkatın Hakk’ı zikrediş şekli ve adedinde de farklılıklar var diye geçmişti…

Cevap: İlah olmasının gereği bütün canlılar için. Zaten Cenâb-ı Hak bir noktadan tecelli ettiğinde güneşin doğuşu gibi, teşbihte hata olmasın, güneş yeryüzüne doğduğunda insanın ondan istifade ettiği gibi toprağın zerreleri dahi, dağ, taş, kuş, böcek, ağaç, yeşil her şey istifade eder. Cenâb-ı Hakk’ın her noktadaki tecellisinden bütün canlılar hissesine göre bir nasip almakta. Öyle bir söylem var ki en az zikreden mahlûk karakaçandır, o da beş bin kere zikreder. Artık hiç Allah’ı zikretmeyen düşünsün yani.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de buyuruyor, Bismillah;
Müddessir Sûresi: 38
Bütün nefisler, bütün canlılar (kesebet) kesbettiklerinin, kazandıklarının rehinidirler, esiridirler. Eğer hürriyet de kesbedilmişse, kazanılmışsa insan onun etkisindedir. Kesbettiğin şey önemli. Kesbedeceğin/elde edeceğin şeyler de nefsine rağmen olmalı, menfî olan şeyleri menfaate dönüştürebilmeli.
-Efendim, Tanzimat döneminde Ziya Gökalp’ın yazdığı Hürriyet Kasidesi diye bir şiir var da orada şöyle bir ifade var: Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet/Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten…”

-Bir anlamda hürriyet de bir çeşit esarettir. Şunu da bilelim, şimdi özgürlük kelimesini kullanıyoruz da özgürlük hürriyeti karşılamıyor. Özgürlük dandik/uydurukça bir kelime, hürriyet farklı bir şey.

Sual: Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği, İslâm’ın temeli olan erkânda insanı adeta özgürleştirmek arzusu var. Şeriat düzleminde, kelime-i şehadet ile girilen namazla, oruçla, cihadla insanın özgürleştirilmesi var. Şöyle bir sonuca varabilir miyiz: Cenâb-ı Hakk’ın köleler ile pek işi yok, illa hürriyet istiyor sanki…

Cevap: Kölelerin çoğunu da mükellef de tutmuyor. Dikkat ederseniz İslam fıkhında köleler birçok şeyle mükellef değil. İslam’ın teklif şartlarından birisidir hürriyet. Müslim olmak, âkil olmak, bâliğ olmak, hür olmak. Teklifin ana/temel esaslarındandır.

Sual: İnsan tek başına Hakk’ın istediği şekildeki bir hürriyeti anlayamıyor. Onun için de Allahu Teâlâ Peygamberleri daha sonra da Evliyayı görevlendirmiş. Bizim gerçek mânâda hürriyeti anlayabilmemiz için en kısa yol bu insanlarla beraber yaşamak olsa gerek…

Cevap: Misal insan dünyada kodaman/nüfûzlu insanlarla beraber olsa birçok şeyden korunmuş olur. Yani onların nüfûzundan istifade ederek birçok şeyden korunur. Bunun gibi hür insanlarla/hürriyeti elde etmiş insanlarla beraber olan kişide bir imrenme/özenme başlar, hürriyeti onların üzerinde görür. Zaten dünyada birçok şeyi birbirimizde görerek öğreniyoruz, arzuluyoruz, başarıyoruz veya başaramıyoruz. Ama birbirimizden görerek yapıyoruz. Gerek aynı toplum içerisindeki fertler olarak, gerek milletler olarak. Bir millet öbür milletten görüyor. Batı ülkelerinde yenilikler, rahatlıklar, teknoloji vesaire görüyor özeniyoruz, imreniyoruz, almaya çalışıyoruz. Bu görselliğin ve birlikteliğin büyük etkisi var. Bunun için varlıklar çift yaratılmış. İnsan yaratılışta toplum olarak yaratılmış. Niye? Birbirlerini etkilesinler diye, birbirlerinin üzerinde bir etkiletişim olsun diye.
Biz de gerçek hür insanlarla beraber olursak hürriyetin önemini daha farklı anlayabiliriz ve hürriyete doğru atılan adımları kolay kavrayabiliriz. Ne tür bedeller vermemiz gerektiğini daha özgün ve düzgün bir şekilde öğrenebiliriz. Bunun için Rabbim onlarla beraber olmamızı istemiş ve bizi öğütlemiş “Ve kûnu meas sadikîn” buyurmuş. O Hakk’a sadık olanlarla yani o hür insanlarla beraber olun. Yolu açmış, işaret etmiş Cenâb-ı Hak. Beraber ol, o beraberliğin neticesinde demek bir şeyler gelecek, orasına karışma. Hep diyoruz ya netice Allah’a ait. Sen emri uygula, iyileri tercih et, iyilerle beraber ol, iyilerin arasına karış, iyilik sana bulaşacak. Derler ya “Su, taşı delmese de iz eder…”

Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) yapmış olduğu bir ev sohbetinden derlenmiştir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 20 Ocak 2014 15:29

DİNİN KEMALE GELMESİ

Sual: Cenâb-ı Hak Maide Sûresi’nde bir ayet-i kerimede: “Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş (taş, ağaç vb. ile), vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile), canavarların yediği hayvanlar ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı…” buyurmakta. Akabinde de “Dininizi kemale getirdim.” buyuruyor. Yine devam ediyor. “…İnsan zarurete düştüğünde bunlardan yararlanabilir…” en sonda da  “Şüphe yok ki Allah Teâlâ Ğafurdur, Rahîmdir…” İnsan mantığıyla düşündüğümüz zaman Allah’ın dininizi ikmal ettim buyurduğu bir ayetin öncesinde dine dair, şeriate dair bilgiler olur diyoruz. Ama Allahu Teâlâ çok değişik bir girişle ayete giriyor. Buradaki kemâle gelme nasıl anlaşılmalı? Birçok müfessir buradaki dinin tamamlanmasını, nurun tamamlanması olarak anlıyor. Nurun, din olduğunu söylüyorlar ama siz din ile nurun ayrı kavramlar olduğunu söylüyorsunuz…

Cevap: Daha evvel de söylenilmişti: Din Allah ile kul arasındaki rabıtanın, ilişkinin, hukukun adıdır. Ve kulu Allah'a yaklaştırıcı, Allah'a ulaştırıcı en kâmil vesile, en mükemmel araç dindir. Allah’a yaklaşma noktasında onun kadar tekâmül etmiş bir hakikat yoktur. İnsanlar onu anlayabildiği, bütünleşebildiği nispette Allah'a yaklaşır, sevimli olur…

Bu ayet-i kerimede zikredilen şeylerin hiçbiri Allahu Teâlâ’nın zatı ile alâkalı değildir. İnsan için, insana gerekli olan, insanın yaşamasını devam ettirecek olan meselelerdir. Cenâb-ı Hak yarattığı, nimetlendirdiği, değişik güçlerle donattığı her insanı farklı şekillerle de imtihan etmiştir. Ama Cenâb-ı Hak bu imtihanların hiçbirinde o insanın altından kalkamayacağı bir soru sormamıştır. Bu imtihanı bazen emr-i ilahîsiyle, bazen de ruhsatlarla kolaylaştırmıştır. Yani bazı ek/yardımcı izinlerle kulun imtihanını kolaylaştırmıştır.

Cenâb-ı Hak dinini tamamlamıştır. Din tamamlanmıştır demek, dine daha bir ilave olmayacaktır. Din adeta kalıplaşmıştır, bu kalıp bozulmayacak, bu şekil değişmeyecektir. Bunun kendi içinde, tabiri caizse, durduğu yerde olgunlaşması, nurun tamamlanmasıdır. Nurun tamamlanması dinin olduğu yerde, şekli değişmeden kendi içinde olgunlaşmasıdır. Yani insanlar tarafından daha anlaşılır olması, anlaşılabilmesi, nurun tamamlanmasına sebeptir. Bu nurun tamamlanmasıyla da tekâmül etmiş bir dinin muhatabı olan insan da kâmilleşecektir yoksa din ortada kalmış olur. Hiç kimse bir çocuğa veya çocuk karakterli birine bir mes’uliyet, mükellefiyet yüklemez. Cenâb-ı Hak da en kâmil mânâda ihsan buyurduğu ve bütün zerreden kürreye âlemlerinin kurtuluşunu anlaşılmasına, yaşanmasına bağladığı din-i mübînini, murad-ı İlâhi’sini zayıf, kişiliksiz, karaktersiz insanlara /toplumlara vermesi düşünülemez. Cenâb-ı Hak gerçekten seçicidir ve bu yüzden insanlığın içinden Enbiya’yı seçmiştir. O Enbiya’nın etrafında onların ashabını seçmiştir. Belli aileleri seçmiştir bunu ayet-i kerimede de haber veriyor.

“Allahu Teâlâ Âdem’i, Âdem’in zürriyetinden Nuh’u; Nuh’tan sonra İbrahim’i; İbrahim’den sonra İmran’ı, Musa’nın ailesini seçmiştir.” diye beyan buyurarak seçiciliğini bize göstermiştir. Ve Cenâb-ı Hak bu seçicilikle kendisini hep seçtiği kişilere, bu kişilerden oluşan topluluklara nispet etmiş. Misal kendini sadıklara nispet etmiş: “Allah sadıklarla beraberdir.” buyurmuş. “Salihlerle, Muttakilerle beraberdir.” buyurmuş. Hep seçilmiş yani tekâmül etmiş gruplarla Cenâb-ı Hak beraberdir. Cenâb-ı Hak zayıf olan hiçbir varlıkla beraberlik iddiasında bulunmamıştır. Böyle bir haberde bulunmamıştır. Hal böyle olunca insanın da tekâmül etmesi gerekir. Ama dünya şartları bazen belli tıkanıklıklara sebep olabiliyor. Dedik ya burası imtihan yeri. Burada her şey senin istediğin gibi dört dörtlük olmuyor. Tıkandığın noktada da sen kafana göre çözüm bulsan, kendine göre bir çözüm üretsen belki bir çuval inciri berbat edeceksin. Bunun için Cenâb-ı Hak ruhsatlarla farklı çıkış yolları göstermiş. Misal zaruret halinde ölmeyecek kadar, kifayet miktarı, necis olan hayvanların etinden yememize izin verilmiş. Ama bunun çoğu fısktır. Niye? Keyfiyet arz eder. Artık o senin iradenledir, ihtiyacın fazlasıdır.

Demek ki dinin kalıbı değişmeyecek. Dine bir ilave/eklenti olmayacağı gibi insan da bu manada bir beklenti içinde olmamalıdır. Ama dinin derûnî anlamında, insan bu derinliğe ne kadar gidebilirse devam etsin. Bunun için denilmiştir ki: “Hak’ta seyre nihayet yoktur.” Bu, dinin derûnî boyutudur. Burada tekâmül sonsuzdur ve insanların dereceleri farklı farklıdır. İnsan tekâmül edebildiği kadar tekâmül eder yani nurunu tamamlayabildiği kadar tamamlar.

Dikkat edilirse ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak “dini tamamladığını” bu işin bittiğini haber veriyor. Ama “Nurunu tamamlayacağını” ifade buyuruyor. Nurun da tamamlandığını söylemiyor, o kapı açık. Bu kıyametle de tamamlanabilir, sonsuza kadar da sürebilir. Onun için bu iki kavramı birbirine karıştırmak, yani dinle nuru birleştirmek… Evet, dinin kendisi de bir anlamda nurdur. Ama Cenâb-ı Hak onları ayrı ifadelerle zikretmiş. Dinin genel mânâda kendisi bir nur olduğu gibi onun içini dolduran şeylerin her biri müstakilen de birer nurdur. Mesela namaz… Müstakilen bir nurdur, oruç müstakilen bir nurdur, kelime-i tevhid bir nurdur, Kur’ân-ı Kerim bir nurdur… Bu manada her güzellik bir nurdur.

Diğer bir cepheden bakarsak her bir güzelliğin, özelliğin, hakikatin kendi içinde tekâmül etmesi de olabilir. Din tekâmül etmiştir şu anlama gelir: “Allah’ın muradı tamamlanmıştır.” Bir de bu muradı oluşturan, zuhura gelmesine sebep/yardımcı olan hikmetlerin, hakikatlerin münferiden de tekâmülü… Misal bir toplumda namaz ne kadar yayılıyorsa, namaz kılanlar çoğalıyorsa nur tamamlanıyor demektir. Namaz yerleşiyor demektir. Oruç tutanların, kurban kesenlerin adedi ne kadar artıyorsa nur-u İâhi tamamlanıyor demektir. Ama bu dinin tamamlanmasına zarar vermiyor, din tamamlanmıştır.

Sual: Hz. Âdem’den itibaren din birdir, şeraitler değişir demiştik. Peki din birdir demek ‘aynıdır’ mânâsında mı?

Cevap: Aynıdır derken, murad/gaye aynı.  Cenâb-ı Hakk’ın din noktasında Hz. Âdem’den istediği ile Hz. Muhammed’den (aleyhi’s-selâm) istediği şey aynıdır, değişmemiştir.

Sual: Peki, önceden de din aynıysa dinin kemâle gelmesinin mânâsı ne oluyor o zaman?
Cevap: Dine daha hiç bir ilave/eklenti yapılamaması. Din baştan beri aynıydı. Hz. Âdem zamanında tamamlanmıştı. Aslında din tamam geldi, dinde bir nakısiyyet yoktu. Din, bizim anlayışımızda tamamlandı. Çünkü Hz. Âdem’den bugüne devam ede gelen bir seyir var. Cenâb-ı Hak zaten “Dinimi tamamladım.” diye buyururken bunu ‘Bize’ söylüyor. Bizim anlayışımızda bu tamamlandı. Yoksa Allah’ın yanında belki Âdem’e gelmeden tamamdı. Çünkü Cenâb-ı Hak orada nurunu tamamlamış, kendi muradını kendi özünde kesinleştirmiş.

Sual: Yahudiler Hz. Ömer’e “Bizde böyle bir ayet olsaydı.” diyorlar, Hz. Ömer, “Hangi ayet?” diye soruyor, onlar da “Dininizi kemale erdirdim.” ayeti diyorlar… Yahudiler kendi dinlerinin de tamam olduğunu anlamamışlar mıydı?

Cevap: Yahudi bunu anlasa diniyle oynar mıydı kefere? Dini tahrip eder, Tevrat’ı bozar mıydı? Dinin tamam oluşunu, tâ ezelden tamamlandığını anlasaydı böyle bir cür’ette bulunabilir miydi?

Sual: Peki şeriat, insanların insanlarla ilişkisi, Hakk’ın zatıyla alâkalı diyorsunuz. Ama Cenâb-ı Hak bahsedilen ayet-i kerimede: “Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile), canavarların yediği hayvanlar ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı…” ve peşine de “Dininizi kemale getirdim.” buyuruyor. Yani dininizi kemale getirdim ifadesini zatıyla ilgili olmayan şeylerle açıklıyor...

Cevap: Aslında onlarla açıklamıyor. Yani aynı ayet içinde farklı konuların birlikte gelmesi illa her zaman aralarında bir irtibat olduğunu göstermez. Toplumsal anlayışta şeriatla din birdir. Cenâb-ı Hak da bu anlayışa göre, o günün toplumunun konumuna/durumuna göre hitapta bulunmuş. Halen bugün de şeraitle din bir algılanmakta. Bu yüzden aynı ayet içinde ikisini de zikredebilir ama konular farklı. Bir tarafta dine nispetle “âdi metâ” diyebileceğimiz et, kan gibi çok değersiz şeylerden bahsederken, bunların içinde “…Artık sizin dininizi kemale erdirdim…” buyuruyor. Öyle ulvî, öyle kudsî,  öyle aziz bir kıymeti, etin, kanın içinde sunuyor. Bunu böyle düşünemeyiz bile. Bu dine hakaret olur.

Kevser süresinde “Fesalli li Rabbike - Rabbin için namaz kıl.” buyururken, hemen ayetin devamında “Venhar” buyuruyor: Hayvan boğazla… Namaz çok ulvi, çok kudsî, zatıyla alâkalı bir ibadet. Kulun O’nunla buluşacağı bir nokta, O’na en yakın olduğu bir nokta. Kuluna ‘Namaz kıl.’ buyuruyor bunun akabinde de “ne etinin ne kanının kendine ulaşacağı” bir amel istiyor ondan:  “Kurban kes!” diyor.

Bunlardan farklı yorumlar çıkması lazım. Evet, ayetin zahiri bir hüküm ifade ediyor, vücûbiyet arz ediyor. “Venhar” ifadesi emir fiiliyle geldiği için bir hüküm ifade etmiş ama asıl ilginç olan yönü o hükmün içinde saklı olan hikmettir. “Venhar” ifadesinin namazla birlikte zikredilmesi bir hikmeti içinde gizlemiştir: Namazda kul Allah için kendini kurban etmelidir. Kendini Hakk’a kurban etmeli, kendini boğazlamalıdır. Bu Hakk’ın belki murad olarak bizden istediği şeydir. Ama hüküm olarak bunu farklı şekilde ifade buyurmuş Cenâb-ı Hak. İmtihan dedik ya, belli şeyleri biz bulacağız. Yanlış hangisi doğru hangisi bunu bulmak kul olarak bizim işimiz.

Tabi “Namaz kıl, kurban kes.” emrinden şu da anlaşılıyor: Nasıl ki namaz bir emirse, vücûbiyet arz ediyorsa kurbanı da onunla birlikte zikrederek kurbanın da hükmünü ortaya koyuyor Cenâb-ı Hak. Aslında vücûbiyet arz ettiğini bildiriyor. Hafife alınamayacağını işaret buyurmuş oluyor. Yani o da namaz gibidir.

İki: “Namaz kıl.” emrinde, nasıl namazın şartları varsa ve bunlar bize sonra bildiriliyorsa, o şartlarla namaz yerine geliyorsa, kurbanın da bunun gibi belli şartları/özellikleri vardır. O özelliklerle bir şey ibadet olur. Bunları öne çıkarmış oluyor Cenâb-ı Hak. Mesela “Kurban kes.” emrini biraz önce bahsedilen ayette (Maide Sûresi: 3) etlerle ilgili, yeme-içme bölümüyle alâkalı ayetlerde zikredip “Allah için kurban kesin” diyebilirdi. Ama bunu namazla birlikte zikrediyor, hacla birlikte zikrediyor.

Mesela bakıyoruz Cenâb-ı Hak zekâtı namazla birlikte zikrediyor. Zekâtı faizle birlikte zikretmiyor. Faizden bahsediyor, “Alış-verişin, ticaretin helâl olduğunu faizin yasak olduğunu; Allah ve Resûlü’ne harp ilan etmek olduğunu” söylüyor. Bu ayet tamamen dünya ile alâkalı, dünyadaki bir zulmü anlatıyor. Ama bu zulümden kurtuluş yolunun, bu zulmün bitme yolunun ilacı zekâttır, demiyor. Toplumsal bir tehlikeden bahsediyor. Dolayısıyla zekât toplumsal bir refahtır. O refahı orada zikretmiyor, tamamen münferit bir ibadet olan namazla birlikte zikrediyor. Bu,     Cenâb-ı Hakk’ın kendine özgün bir kıyası…

Sual: Aralarındaki bağı bulabilmemiz için mi böyle yapmış acaba?

Cevap: Tabi tabi. Birinin değeri, hükmü çok açık. Öbürünü de onunla irtibatlandırarak ona da kıymet vermiş oluyor.  

Sual: Toplumsal ilişkilerde dinle şeriat ayrılmıyor herhalde. Yani bu insanın anlayışında, gönlünde, Rabbiyle ilişkisinde ayırabileceği bir şey olsa gerek. Cenâb-ı Hak dinle şeriatı birlikte zikrediyor. Misal, namaz din ise; zekât, kurban şeriat. Bunlar bir bütün olarak zikrediliyor. Sosyal hayatta bunun ayrımı pek mümkün değil herhalde.

Cevap: Bunu Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadisi şerifte en güzel şekilde açıklıyor.
Tirmizî, Birr 35, 1955; Ebu Dâvud, Edeb 12, 4811
“İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmemiştir.” buyuruyor. Yani şer’i hukuka riayet etmeyen, insanlarla hukukunu düzeltemeyenin dini de nuru da kemâl bulmaz. O insan Allah ile de ilişkilerini düzeltemez. Allah ile ilişkilerin düzgün olabilmesi, din anlayışının tamamlanabilmesi için insan şeriatını tamamlayacak. Bunun için “Din güzel ahlâktır.” denilmiş.

Sual: Aslında dinin topluma müdahalesi güzel ahlâkla oluyor. Kurallardan ziyade ahlâkla oluyor. Mesela infak tamamen mâlî ibadet diye geçiyor ama “En sevdiğinizi infak etmedikçe” diye buyruluyor. Yani sevgiyle infakı karşılaştırıp neticede ahlâkî bir konuma getiriyor…

Cevap:  Yani burada anlatılmak istenen: Onu verebilmen için sevmen lazım. İnsanı sevmen lazım. Senin için insan metadan kıymetli olması lazım. Meta kıymetli olursa veremezsin, infak edemezsin, paylaşamazsın. Bu sevgi sana fedakârlığı getiriyor. Onun için “Sevdiğinden infak etmedikçe” buyruluyor.

Burada birincisi, gaye önemli: Niçin infak ediyorsun? İnfak ederkenki gayene ‘Allah için’ diyorsun. İşte bu gaye sana sevimli olmalı, içine oturmalı. Sana her şeyin üstünde olmalı. Zaten o gaye ne kadar sevimli ise verirken o kadar bakmazsın.

İkincisi, senin yanında o gayeye muhatap olan, gayenin açığa çıkmasına, gerçekleşmesine vesile olacak şey sevimli olacak. O da insan. İnsan sevimli olacak. Tabi ki insana veriyorsan ama genelde bu anlaşılıyor, ya insana verirsin ya da insana hizmet eden bir müesseseye verirsin, sonuçta aynı.

Gaye boyutu çok önemli. Çünkü o gayenin içinde ‘sen’ olabilirsin. Ona dikkat etmek zorundasın. Yani sen kendini sevdiğin için infak edebilirsin. Şöhretten dolayı, böyle desinler diye, kendini ortaya çıkarmak için infak edebilirsin. Onun için gaye önemli, gayeyi birinci sıraya almak lazım. Bunun için diyoruz ya biz “Vahdet-i Küsût” anlayışındayız. Amellerde niyet, hizmetlerde maksat/gaye çok önemlidir.

Aslında insan o ameli niyetinde veya maksadında/gayesinde ezelde dinin tamamlanması gibi tamamlamıştır. Önemli olan projedir. Gaye bir projedir. Proje olduktan sonra binayı imar etmek kolaydır. Nerede ne yapacağın gayet net, belli. Hemen binayı yapabilirsin. Allahu Teâlâ da dini bu anlamda tamamlamıştır. Proje olarak tamamdır. Kıyamete kadar, kıyametten sonra bütün meseleleri/mevzuatı hep beyan buyurmuştur.

Sual: Cenâb-ı Hakk’ın bize olan yakınlığını ifade ettiği mesela “…Sorarlarsa ben onlara yakınım…” gibi ayetlerde de kasıt mı var? Cenâb-ı Hak söylerken bir
kasıtla mı söylüyor yoksa öyle olduğu için mi söylüyor? Şah damarınızdan yakınım derken bir yer tespiti olarak  mı söylüyor yoksa bana bir şey vurgulamak için mi söylüyor?

Cevap: Bir şey vurgulamak için. İfadeler tamamen kinaye, bu ifade senin anlayışına göre. Şah damarının içine sığan bir ilahı ben ne yapayım. Bu bana Cenâb-ı Hakk’ın en büyük lütfu. Cenâb-ı Hak konuşurken benim dilimden konuşuyor. Bu çok büyük bir lütuf. Başka bir dilden konuşsa benim O’nu anlamam mümkün değil.

Sual: İnsan Allah’a kulluğunu sunarken hükmü mü ön plana alacak yoksa muradı mı? Biraz önce buyurdunuz “Kurban kesmek namaz kılmak kadar önemli.” Murad burası ama hüküm olarak sadece “Kurban kes.” buyuruyor. Murad ön tarafa alınırsa mı takva oluyor, yoksa?..

Cevap: Takva muratta ama sen muradı bilemediğin için hükmü önceleyeceksin. Çünkü sana senden istediğini hükümle bildirmiş. Bunu yapmakla hükümlüsün. O sana istisnai olarak özel bir lütufta bulunur muradı bildirirse o zaman muradı yapmakla hükümlüsün ama bu senin şahsına has olur.

Hükümlerle muradın açılması tamamen sizin kastınıza bağlı. O hükmü yaparkenki kastınız muradı size açar. Buradaki kasıt önemli. Sen isabeti kastında yapacaksın. Hükümle isabet edemezsin. Kastında/niyetinde isabet etmen gerekiyor.

Abdullah-i Dehlevi Hazretleri’nin bir ismi Gulam Ali’dir. Doğduğunda babası bu ismi vermişler. Gulam Ali yani Ali’nin hizmetçisi… Kendisi zaten Hz. Ali’nin neslindendir. Oğlunu da kendince “Ehl-i Beyt”e adamış. O yola hizmet etmesini istediğinden doğduğunda Gulam Ali ismini koymuş. Daha sonra yetişip kemale geldikten sonra zühd-ü takvasından dolayı Abdullah demişler ona. Allah’a layık bir kul, tertemiz bir kul anlamında Abdullah demişler.

Şah-ı Dehlevi’ye sormuşlar: “Sen nasıl bu kemâle, bu olgunluğa eriştin?” Buyurmuş ki: “Var gücümle ismim ile müsemma olmaya çalıştım. Ne yaptımsa ismim bir nur gibi, bir ışık gibi önümde oldu. Bana feyz verdi. Hz. Ali’nin ve O’nun neslinin hizmetçisi olduğumu unutmamamı sağladı. Her yaptığım şeyde Onlara ve Onların davasına hizmet edebilmek için çalıştım. Ve bu beni kemâle erdirdi. İsmimin mânâsı beni sürekli kamçıladı.”

Mübareğin bu ifadesi benim çok hoşuma gider. İnsan “Levlake”nin sırrını düşünse bu kendisine yeter. Bu zorlarına gittiği için zaten şimdi bu hadisi inkâr ediyorlar. Cenâb-ı Hak “Levlak” sırrıyla insana buyurmuş ki: Ben seni O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) yar olasın diye halk ettim. O’na yârân olasın, yoldaş olasın diye seni halk ettim. Ama dünyada canın sıkılmasın, boş durma diye namazı, zikri, orucu da sana emrettim, beraberinde bunları da verdim. Ben bunların hiçbirine muhtaç değilim ama sen sıkılma. Bunlar seni olgunlaştırır, seni Bana yaklaştırır, bir adres belirtir. Bunlarla hasret giderirsin. Vatan-i Aslî’nin esintileri ulaşır bunlarla sana. Ama senin asıl varlık sebebin: Sen Gulam-ı Muhammed’sin (sallallâhu aleyhi ve sellem). O’na hizmet için varsın. O’nun hakikatine, Muhammedî hakikate hizmet için;  Muhammedî şeraite, Muhammedî tarikata hizmet için varsın.

İnsan bunu önüne mum olarak, kandil olarak koyup bunu takip etse yeter. Muhammed’i buldu mu mesele yok. Hepsi orada zaten.


Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) yapmış olduğu bir ev sohbetinden derlenmiştir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Hâce Hazretleri’nin, İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri hakkında tahfif eder şekilde yapılan bir konuşmaya karşı yapmış olduğu sohbetten derlenmiştir.

Bir insanın lehine/menfaatine veya onun aleyhine/ zararına olabilecek mevzuatı bildiren ilme fıkıh denir. Buna fıkh-ı zahir demişler. Fıkh-ı batın yani tasavvuf/sûfi ilmi ise insan ile Allah arasındaki rabıtayı, ilişkiyi, muameleyi bahseden tamamen farklı bir ilimdir. Her zaman fıkh-ı zahir ile yan yana yürümez. Bazı noktalarda çok uç noktalara gidebilirler. Lehte veya aleyhte olan meselelerle, ikili ilişkiyi sağlayan mevzuatla bu iki cenah çok uç noktalara gidebilirler. Bu noktada kişinin konumu önemlidir. Bu ilm-i batının, fıkh-ı batının gittiği cenaha gidebilmeye gücü yetiyorsa kaybolmayacaksa vartaya düşmeyecekse salimen gidip ganimen geri gelebilecekse o uç noktaya doğru gitmelidir. Yoksa uygun değil. Cenâb-ı Hak bu yüzden ayeti kerimede buyuruyor ki:

“Biz sizi vasat bir ümmet kıldık. Orta yolu takip eden, itidal üzere hareket eden bir topluluk kıldık.” Bakara 143

Bu genel. İşte o zaman fıkh-ı zahiri takip etmek zorundasın yoksa yoldan çıkarsın. Ama demin dediğim tasavvufun, ledünniyatın en uç noktaya, en sivri noktaya, en gizemli noktaya, en esrarlı noktaya gittiği anda sen de oraya gittiğinde sağlam geri gelebileceksen durma. Yıldırım hızı ile git, o hakikati takip et. Yoksa “ümmeten vasat” emrine uyarak orta yolu takip et.

Zammi sûrede besmele çekilip çekilmemesi de böyle bir mevzuu… Orta yolu takip edenler demişler ki, Fatiha’ya başlamadan besmele çektin ve zammi sûre ile Fatiha’nın arasını başka bir şeyle açmadın, araya dünya kelamı, gayrî bir menfaat girmedi. İlk baştaki besmele zammi sûre için de geçerlidir… Yani sen hâlâ huzurdasın, konuşmaya devam ediyorsun öylece devam edebilirsin.

Ama bazıları da demişler ki, Fatiha ile bir meram anlattın. Zammi sûre ile mevzunu değiştirdin. Mevzunu değiştirince ona da bir paragraf aç. İkinci sırada başlayacağın mevzuya da bir paraf aç, “Bismillah” söyle. Bu güzeldir, hoştur, Allah ile ilişkide Allah’ın hoşuna gider. Ama bunu söylemedi diye Cenâb-ı Hak senin muhataplığını, senin konuşmanı, iradeni, ifadeni reddetmez, çünkü başta söylemiştin. Lâ teşbih İzin aldın ki, “Efendim bir şey arz edebilir miyim?” ve konuşmanız başladı. Tekrar konuşmanın bir yerinde “Bir şey daha arz edebilir
miyim?” demene gerek yok, seni dinliyor, konuş. Ama zammi sûrede bunu tekrar söylemek de edebiyatın güzelliğindendir. Misal, “Efendim şöyle bir mesele daha var. Bunu da ifade edebilir miyim, müsaade buyurur musunuz?” demek konuşmanın güzelliğindendir. Önemine binaen, tekrar “Bismillâhirrahmanirrahim” demek güzeldir. Sûfiler güzelliklere talip oldukları için, güzel insanlar oldukları için güzel şeylerle uğraşmışlar. O yüzden onlara göre besmele güzeldir. Hepimize göre güzeldir, güzel her yerde güzeldir. Ama bu kaide/kural değildir.

Az önce bahsettiğiniz, İmam-ı Azam besmele söylenmez demiş ama öbürleri de O’nun karşısına çıkmış “dur” demiş… Bunu söylerken biraz düşünmek lazım. Kime diyorsun bunu. Söylenmez diyen kim. O, güzellerin en güzellerinden biri; Ebu Hanife bunu söylüyor… Kim O’na dur diyecek?.. Hepsi birleşmiş, O’na “İmam-ı Azam” demişler. En büyük imam demişler. Yani en büyük imam ne demektir. Sen görüşlerinde müsbetsin, isabetlisin, hep güzel şeyleri söylemişsin. Hem İmam-ı Azam’dır hem İmam-ı Muazzam’dır. Kim O’na dur diyecek?..

(Aynı konuşmayı yapan kişiler, Efendimiz’in gençlik döneminden bahseden bir kişinin ‘Efendimiz’in Küçüklüğünde’ diye bahsetmesine karşı çıkmışlar.)

Sultanu’l-Enbiya’ya (Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) asgar demek, küçük demek terbiyesizlik de O’nun varis-i ekmeline dur demek terbiyesizlik değil mi?.. Çelişki olmayacak… İncitmeyeceğiz kimseyi.

İncitme hiç kimseyi,
Kimseden incinme sen...

İncitirsen, seni incitirler. İttifak etmişsin İmamı Azam demişsin. Ve Allah Resûlü de (Sallallahu aleyhi ve sellem) onu takriben yüz elli, iki yüz sene öncesinde bütün ümmetine, insanlığa müjdelemiş: “Benim ümmetimden ‘Numan’ isimli birisi gelecek!..” diye dikkatleri üzerine çekmiş…

O İmam-ı Azam demiş ki namazda zammi sûrede besmele söylemeyebilirsin. Niye?

Bir, biraz önce dediler ki, besmelesiz söylersen, sen kendinden söylemiş oluyorsun. Besmele çekip söylerken “Allah buyurdu ki” oluyor, bu anlama geliyor.

İmam-ı Azam da buyuruyor ki: “Fatiha’daki besmele ayettendir. Bunu Allah buyurmuştur. Zammi sûrelerin başındaki besmele ayetten değildir. Besmele söylersen Kur’an’ın edebine muhalefet etmiş, Kur’an’a ilave etmiş olursun.” Gerekçesini de söyle. Meseleyi yarım bırakırsan yarım anlaşılır. O besmeleler Kur’an’dan değildir. Sen bu besmeleyi söylersen Kur’an’a ilave etmiş olur, Allah’ın buyurmadığı bir şeyi söylemiş olursun. Allah’ın kelâmına söz katmış olursun. Şimdi kime dur denecek burada. Bu, benimseyenler için güzel bir görüş.

Öbür imamlar buyurmuşlar ki, Cebrail, Resûlullah’a Kur’an’ı tilavet ederken ayetleri getirdiğinde bütün besmeleleri sûre başlarında söyledi. Besmeleleri Cebrail söyledi. Bunlar ayettendir. Zammi sûre okunurken bu besmeleler söylenmelidir. Ayettense söylemek güzel… Ayet değilse İmam-ı Azam’ın görüşü güzel, Allah’ın kelâmına söz katma, aşırı uzatma, sen kendiliğinden bir şey ekleme diyor. Bu da güzel...

Daha sonra büyüklerimiz diyorlar ki: “Biz bunu Cebrail’e sorduk. ‘Sen bu besmeleyi nereden getirdin?’ Allah sana bu ayetleri teslim ederken besmeleyi de vahiy buyurdu mu, yoksa ayetleri sen yalın aldın ve besmeleyi de sen mi söyledin.” Cebrail buyurmuşlar ki: “Ben edebimden, başka sözlerden mesela hadis-i kudsilerden ayrılsın diye ayetlere hep besmele ile başladım, edebimden söyledim.”

İki, Cenâb-ı Hak iradesini ifade ederken hükmünü, ilmini bildirirken bir başkasının adına başlaması, bir başkasının imzası ile mührü ile o sözü söylemesine gerek yok. Bismillahirrahmanirrahim, Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismi ile… Allah-u Teâlâ’nın böyle bir şey demesine gerek yok. O zaten kendisi Rahman’dır, Rahim’dir. Rahmaniyyetinin ve Rahimiyyetinin gereği o hükmü buyurmuştur. O hüküm zaten bize Rahmaniyyetini, Rahimiyyetini anlatmaktadır. Bir daha Allah-u Teâlâ sanki başka bir Rahman daha varmış gibi, başka bir Rahmanın ismi ile hâşâ kendinden üst biri varmış gibi onun ismi ile bize bir şey buyurmasına gerek yok. Ama Cebrail edebinden bunu söyleyebilir. Onun ilâhıdır, Rahmanıdır, Rahimidir. Başka bir şeye karışmasın diye O’nun adı ile başlar.

Besmele söylenmesin diyenler hep bunları düşünerek söylenmesin demişler. Bu konularda tarafsızlık çok önemlidir. Büyüklerin görüşlerini ortaya koyarken hadiseyi bütün çıplaklığı ile ortaya koymak lazım. İlim bunu gerektirir. “Fukaha öyle demiş, Suleha böyle demiş” diyerek bu iki grubun sözlerini kıyaslamaktan savaş çıkar. Gerçek fukaha için söylüyorum, hangi fukaha ki o suleha değildir?... Bakın her suleha fukaha değildir. Her salih, fakih değildir. Ama gerçek imamet vasfını kazanmış her fukaha mutlak sulehadır. Hepsi salihdir, hepsi arifdir, hepsi kâmildir… İmam-ı Azam’ı, İmam Yusuf’u, İmam Muhammed’i İmam Zufer’i, İmam Askalani’si, İmam Merginani’si, İmam Suyuti’si, İmam Nesei’si, İmam Nevevi’si, İmam Şarani’si, İmam Nablusi’si, İmam Maturidi’si… Hangisini ele alsanız sulehadır bunlar. Bunların hepsi marifet kutbudurlar. Bunlara dur diyecek adamın anlını karışlarlar.

Resûlullah’a asgar demeyi kabul etmememiz güzel. O bir çekirdekti, Allah O’nu öyle büyüttü ki bütün kâinat, bütün mükevvenat O’nun içinden çıktı. Resûlullah Efendimiz’in gençliğinden bahsederken küçüklük zamanı değil de gençlik dönemi diyebiliriz. Böyle söylemek edebe de uygundur. Ama Resûlullah’ın varisleri için de aynı edebi göstermek zorundayız. İmam-ı Azam için de İmam Şafii için de İmam Hanbel, İmam Malik için de… Onları karşı karşıya getiremeyiz. Ferasetimiz, basiretimiz, irfanımız, iz’anımız, aklımız, imanımız yetiyorsa gerekçelerine bakacağız. Bu gerekçelerin içinde hangisi benim imanıma, ihlâsıma, aşkıma, muhabbetime, marifetime bir ivme kazandırıyorsa; beni benden alıp ötelerin ötesine götürüyorsa onu tercih edeceğim. Bu bir anlayış meselesidir, bu bir oluş meselesidir. Bir zevk-i manevi meselesidir. Öbürünü de yerinde, yuvasında, kaidesinde olanca güzelliğiyle bırakacağım.

Misal kuyumcuya gittim, çeşit çeşit pırlantalar, zümrütler, yakutlar var. Hepsini alabilecek kudrete sahip değilim, bir tane alacağım. Parmağıma yüzük alacağım veya arkadaşıma hediye alacağım, zevkime göre içlerinden birini beğenir alırım. Der miyim ki, ‘Ya öbürleri sahteydi, altınları iyi değildi, taşları kaliteli değildi?..’ Peki, senin beğendiğinin gerçek olduğunu nereden biliyorsun? Diğerleri gerçek değilse seninki de gerçek değil. Bu da onların içinden geldi, aynı tezgâhtan aldın. Sen kuyumcu musun, sarraf mısın?. Ben birini beğendim; gözüme, gönlüme güzel geldiyse elimde güzel durduysa öbürleri de başka birinin elinde güzel duracak. Bu incelik korunmalı.

İşte sûfilik bunu gerektirir. Sûfiler bunları geçmişte çok konuşmuş, tartışmışlar. Biz de bunların konuşulmasından yanayız. Konuşalım ama konuşurken kimsenin hukukuna tecavüz etmeden kimseyi incitmeden konuşalım. Gerekçeleri söyleyelim. Niçin besmele çekilmemiş…

Bir başka konuda birileri demiş ki farz namazda imamın arkasında Fatiha okunur. Niye? Sultanu’l-Enbiya buyurdu ki (Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm): “Fatiha’sız namaz olmaz!”. Akan sular durur burada. Onun için Hz. Hanbelî, Hz. Şafii “Fatiha okuyacaksınız.” dedi. Âlemlerin Efendisi buyuruyor; bunun üzerine ne denir ki, ne diyebilirsin ki? Ama bakın İmam-ı Azam da buyuruyor ki: “Bir toplulukla bir padişahın huzuruna çıksanız…” Padişah sizi davet etmiş, kabul etmiş bir toplantıdasınız. “...Orada herkesin kendi kafasına göre konuşup çatlak sesler çıkarması mı güzel; yoksa içlerinden en güzel konuşanlarını büyüklerle konuşma edebini bilen ve meselesini güzel delillendirebilen, edebiyatı güzel olan, konuşurken padişahı etkileyebilecek, ikna edebilecek birisini seçseler mi güzel?..” Herkes konuşsa birinin yanlış bir şey söylemesinden padişahın canı sıkılıp herkesi kovabilir, reddedebilir. Padişahın canını sıkarsan ölümlerine bile karar verebilir. Hazreti İmam-ı Azam bunu bir âlimler topluluğuna söylüyor. Cevaben İmam-ı Azam’a diyorlar ki: “Kuralları, edebi bilen biri sözcü seçilse, o sözcü meramı anlatsa, her kafadan bir ses çıkmasa, mevzu dağılmasa, padişahın kafası karışmasa daha güzel.”

Cenâb-ı Hak da ayeti kerimede buyuruyor: “Biz, her ümmetten bu ümmete bir şahit, bir sözcü, bir gözcü, bir murakıp kıldık.” Başka bir ayette de buyuruyor ki: “O gün her ümmet, her topluluk o sözcüsü ile imamı ile o şahidi ile huzura davet edilecek. Ya Muhammed! (Sallallahu aleyhi ve sellem) Bütün bu şahitlerin üstüne Seni şahit kıldık.” Her ümmete bir şahit, bir sözcü; Seni de bütün bu sözcülerin, şahitlerin müşahidi olarak tuttuk.

Kur’an-ı Kerim’deki usul de böyle. İmam-ı Azam devamla buyuruyor ki: Hâşâ Allah bir padişahtan, bir validen daha dûr mudur ki herkes O’nun huzurunda düzgün olmayan kıraatlerle, eğri büğrü kelimelerle, yalan yanlış şeyler söylesin?.. Kişi kendisi belki bilmeden aleyhine şeyler söylesin. -Misal ğayri’l-mağdubi diyeceği yerde ğayri’l-mağzubi desin de meramını yanlış ifade etsin.- Bunlar olmaktansa o cemaatin topyekûnunu temsilen sözcü olarak kıraati, ahlâkı, edebi, anlayışı, ihlâsı düzgün bir imam seçilse; Allah’a ricacı olarak çıkıp o cemaatin meramını düzgün kelimelerle, gönlündeki muhabbetini-marifetini de o kelimelere katarak Allah’a arz etse o namazda yine Fatiha okunmuş olmuyor mu?”

-Oluyor.

Herkesin adına bir kişi Fatiha’yı okumuş oluyor ve Allah Resûlü’nün buyruğu da yerine gelmiş oluyor. “Fatihasız namaz olmaz!” emr-i şerîfi yerine gelmiş oluyor, Fatiha okunmuş oluyor. Âlimler diyorlar ki:

“Elhamdülillah...”

Gerekçe ne güzel değil mi? Kolektif bir anlayış. Herkesin katıldığı bir ortaklık ve Cenâb-ı Hakk’ın da emr-i şerîfine uygun. Allah’ın ipine hepimiz birden sarılıyoruz. İpe sarılın da yukarı çıkarken bu ip herkesi aynı anda çekmez. Herkes asılırsa herkes aşağı düşer. Bu işin usulü şudur ki, bir kişi yukarı çıkar öbürlerini çekmeye başlar. Aşağıdan tek tek çekerek herkesi kurtarır.

Bakın bunu ifade ederken mutlak doğru budur diye söylemiyorum -hâşâ-. İmam Hanefi böyle buyurmuş diye değil. Şahsımın gönlüne, ruhuma hoş geldiği için bunu söylüyorum ve benimsediğim bir görüşü, niçin benimsediğimi de delilleriyle ortaya koyuyorum, alt yapısını da ortaya koyuyorum. İz’anın, aklın, irfanın varsa sen de tefekkür et. Bakın diğerinin delilini de söylüyorum ki mukayese edip tercih yapın. Ama muktedirsen, mücdehitsen tamam. Sen bütün bu delilleri incele farklı ictihatta bulun ona göre hareket et. O yol da açık.

Onun için diyorum ki her zaman fıkh-ı zahir ile fıkh-ı batın yana yana yürümemiş. Bazen fıkh-ı batın çok uç noktalara gitmiş. Gidebileceksen, geri gelebileceksen onu takip et. Yoksa vasat yolu takip et. Allah Resûlu (Sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuş “Hayrun umuru evsatuha” Hayırlı olan umur, hayırlı olan iş orta yolu takip etmektir.

O zaman fakihler ve sûfiler arasındaki bu çatışma da biter. “Fakihler öyle demiş, sûfiler böyle demiş. Ben sûfiyim, sûfilerin dediğini yapacağım.” diyebilirsiniz. Tamam da bu açıklama da ortada ki “Her sûfi fakih değil.” Sûfiler birçok mevzuda konuşmuşlar. Hâlbuki sûfilerin az konuşması lazım değil mi? Sûfilik böyledir; az yiyip, az içip, az uyuyup, az konuşmak lazım. Ama bizim sûfilerimiz hiç az konuşmamışlar. Her şeyde konuşmuşlar. Sûfilerin konuşmadığı mevzu yok. Ama bu konuşan sûfilerin hepsi fakih değil. Hepsi bilerek konuşmamışlar. Bazı sözler var ki, o anın gereği söylenmiş; bazı sözler var ki, manevi sarhoşluktan söylenmiş. Sekr halinde, istiğrak halinde, vecd halinde, kabz halinde söylenmiş. Hale göre konuşulmuş. O hal değiştiğinde, sakıt olduğunda o söz de sakıt olabiliyor, değişebiliyor. Ne yapacaksın o zaman? Ama fakihler böyle yapmamış. Daim olan, sürekli olan, cari olan, umum olan hali baz alarak konuşmuşlar.

Bunun için biz fukahanın sulehadan olup olmadığına dikkat edeceğiz. Salih mi, kalbi dikkati, rikkati var mı? İlm-i marifetten haberi var mı? Buna bakacağız. Bir âlim, üretici bir âlim mi? İlmi ile bir şey üretebiliyor mu, yoksa benim gibi oradan buradan alıp satan biri mi? Böyle biri âlim değil zaten. Misal bir bakkal, dükkânında ekmek satıyor diye ona fırıncı diyebilir miyim? Yok, çünkü ekmeği kendisi yapmıyor. Ama hem ekmek yapsa hem de satsa o bakkal, fırıncı olur. Günümüzde birçok âlim bu konumda olduğu gibi yüzde doksan dokuz sûfiler de bu konumda. Bakkal gibi hazır ekmek satıyorlar. Sûfiler kendi marifetinden, muhabbetinden, müşahedesinden, murakabesinden, kurbiyyetinden, vuslatından, mahviyetinden, halvetinden, celvetinden… bir şey üretip bir kemal elde edip bir hakikat keşfedip bir irfan ortaya koymalı ama böyle yapmıyorlar. Düşünün ki sun’i bir kovan için şekeri döküyorsun, sun’i bal elde ediyorsun. Bu bal olmaz glikoz olur. Ârif, ârifin irfanı kara kovan balı gibidir. Bütün kâinatı tefekkür ilbeğinden süzdürür, özünü alır ilme, hikmete, hakikate dönüştürüp ortaya koyar. Ârif budur… Sûfi budur… İki tane sûfinin kitabını okuyup onların güzel sözlerini alarak hikmet ehli olunmaz, sûfi olunmaz. Sofu olunur. O adam sûfi olamaz sofu olur... Sûfi kara kovan balı yapacak. Ancer balı yapacak sûfi. Hasta yediği zaman şifa bulacak. Misal, Ancer balı her derde şifa. Kur’an buyurmuyor mu: “Bal yetmiş derde şifa.” Hatta yetmişle de sınırlamıyor, insanlık için şifa diyor. “Şifau’l- li’nnas!”
buyuruyor. O balda bütün insanlığa şifa var. İşte sûfi o balı yapan arı gibidir. Kovanın içinde hazır şeker yiyen sûfi değil.

Fakih de böyle. Bugünün fakihleri, bugünün fıkıhçıları, fıkıh hakkında konuşan eşek arısıdır. Hiç biri bal arısı değil. Sûfiler glikoz arısı, fakihler eşek arısıdır. Kusura bakmayın.

Allah bizi affetsin. Sûfilere, gerçek fakihlere bağışlasın. Buraya besmele söylenir söylenmez meselesinden geldik de sonuç olarak ortaya şu çıkıyor: Güzel olan nedir öncelikle? Güzel olan anlayarak, bilerek yaptığın şeydir. İçine oturan, kuşatan, anlayarak, severek, sana coşku vererek yaptığın şey güzeldir. Yoksa anlamadan, birileri böyle demiş diye zammi sûrede bismillah desen de demesen de pek bir şey değişmez… Bakın bunu herkes için söylemiyorum, genelleme yapmıyorum. Burada size söylüyorum. Anlayış seviyenizi, idrak seviyenizi bir yerde kabul ettiğim için bunu size söylüyorum. Yoksa siz şimdi gidip camide ki adama, dışarıdaki bir Müslüman’a…

Bir darbı mesel var ya; bir adamın annesi vefat etmiş. Arkadaşlarından birine demişler ki sen bu arkadaşını üzmeden, gönlünü kırmadan incitmeden annesinin ahirete göçtüğünü söyle. Bu arkadaşı da gelmiş adama annesinin göçtüğünü söylemeye. Hem de incitmemek için işi güya espriye döküyor. Adama demiş ki: “Senin anan var mı?” Adam da demiş ki: “Var birader, ben taştan mı çıktım, annem var.” Arkadaşı “Nah anan var!” demiş… Güya incitmeden söyleyecek, “senin nah anan var!” demiş. Meseleyi bu duruma getirmeyelim. Bunu ben size söylüyorum. Mesele açılsın/genişlesin kabilinden, alt yapısı daha net ortaya çıksın kabilinden söylemeye çalıştım. Yoksa insanları eleştirme adına, tenkit adına -hâşâyanlışlarını çıkarma adına söylemekten Allah’a sığınırım.

Her zaman ifade etmeye çalışmışımdır. İmamı Hanbel buyurmuştur ki: “Bir hadisin senedi zayıf bile olsa ‘Resûlullah buyurdu ki’ ifadesi olduğundan, olabilir ihtimalini düşünerek o söze karşı çıkmamış, reddetmemişimdir.” Fakir kardeşiniz İmam Hanbel’in bu ifadesini kendime şiar edinmişimdir.

Ama bununla birlikte bunu da söylemek zorundayım. Memur olduğum, memur edildiğim, vazifelendirildiğim, ant/ahit verdiğim, uhdeme aldığım bir hakikat var. Bana teslim edilen bir emanet var: “İlim emaneti irfan emaneti…” Bunu bir göze olarak, billur/berrak bir su kaynağı olarak düşünürseniz, bu kaynağı da korumakla yükümlüyüm. Buna dışarıdan hiçbir şekilde bir şeyin dökülmesine, sızmasına, bulaşmasına tahammül edemem. Adeta İSKİ havzasının koruma memuru gibi düşünün. Bu havza bir şey karıştıramam…

Söylediğim ifadeler ilmin hakikatinin korunması adına. O kişilerin sözlerini eleştirmek, tenkit etmek, yanlışlarını tespit etmek adına değil. İlmin, hakikatin, irfanın, ihsanın berraklığını, billurluğunu, sadeliğini, bozulmamışlığını, değişmemişliğini bugüne kadar gelişini, fıtratını korumak adına… Bana bu görev verilmiş ve ben de buna ahdetmişim. Meseleleri izah ederken, ifade ederken birilerini tenkit adına değil.

Eleştirilecek kişiler de olabilir, o ayrı. O da bir cihattır. Mesela iki gündür televizyonda çıkıp Allah’ın kitabına saldıran, Allah Resûlü’nün bize va’z ettiği şeriata saldıran fasık, zalim insanları eleştirmek bir cihattır. Ona saldırmak, mukabele etmek cihattır. Bu ayrı.

Ama dediğim gibi tamamen temiz, halis bir niyetle, kast olmadan, bir güzellik ortaya koymak için, güzeli tarif için, güzele yaklaşmak için, güzellikleri ortaya çıkarmak için söylenenleri eleştirmem.

Usullerde yanlışlık olabilir, yanılgı olabilir. Art niyet yoksa bunları eleştirmem. Bunlarla tartışmam. Bunlarla mücadele etmem. Ama onun ortaya koyduğu bulanıklık, karışıklık eğer bu gözeye akıp burayı bulaştıracaksa onun önüne set çekmek zorundayım. Buranın korunması lazım. Bu da emri bi’l-maruftur. Dinin temel rükunlarındandır.

Biraz önceki Fatiha meselesi bu kabildendir...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cuma, 10 Ocak 2014 13:36

GAYB BİLİNEBİLİR Mİ?

Hazreti Mevlânâ Celaleddin Rûmi Hazretleri zamanında, bir bayan Mevlânâ’ya müracaat ediyor. Diyor ki: “Uzun yıllardır evliyim ama Allah bana bir evlat nasîb etmedi, bir çocuğum olmadı. Bundan dolayı da beyim üzerime birini getirmek istiyor. Üzerime biri gelirse o eski huzurumuz kalmaz, mutluluğumuz devam etmez, hoş geçim olmaz. Bu kapı Hak kapısı, sen Allah dostusun, ben senin bahtına düştüm, benim için Cenâb-ı Hakk’a niyaz et Allah-u Teâlâ bana bir çocuk ihsan etsin, benim yuvam kurtulsun mutluluğum devamlı olsun…” Hz. Mevlânâ murakabeye, huzura varır. Bir müddet istişare eder yani Cenâb-ı Hakk’a münacaat, müracaat eder. Başını kaldırır o annemize: “Böyle bir şeyi istemeye, söylemeye benim edebim müsait değil. Sana Cenâb-ı Hak evlat takdir etmemiş, ben Allah’ın bu takdirini zorlayamam, bu terbiyesizlik, edepsizlik olur. Kadere rıza göstermek lazımdır. Kaderi bilen için tedbir küfürdür, kadere karşı gelmektir. Ben böyle bir şeyi yapamam, sen kaderine rıza göster...” der. Kadın ağlayarak huzurdan dışarı çıkar. Mevlânâ’nın, Mevlâ’nın kapısına gelmiş, daha kimin kapısına gitsin. Dışarıda bir köşede âh u enîn ederken Hz. Mevlânâ’nın dervişlerinden, ihvanından birisi denk gelir. Bakar ki kadın ağlıyor. Sorar; “Hanımefendi niye ağlıyorsun, senin derdin nedir, seni ağlatan şey ne?” Kadın da durumu anlatır. “Hazret’e geldim iltica ettim, O da ‘Benim için edepsizlik olur, bu iş olmaz’ dedi. Ben de işim Allah’a kalmış, ağlamaktan başka bir şeyim yok, ağlıyorum.” Derviş, kadının bu sözünden hiddetlenip Cenâb-ı Hakk’a karşı naz ediyor. Hemen yerden eline birkaç tane taş alıp: “Sen hem o kadar Rahimsin, Kerimsin, Müşfiksin… Nasıl bu kulunu ağlatırsın, bunun gözyaşına merhamet etmezsin?.. Eğer buna bir çocuk vermezsen, bu taşları atar arşını yıkarım!” diyerek taşları savuruyor. Bir taş atıyor kadına da dönüp diyor ki: “Ana bir tane yeter mi?” Kadın şaşırıyor adamın haline, düşünüyor bu deli mi? Mevlânâ yok dedi. Bu diyor ‘ana bir tane yeter mi?’ Bir taş daha atıyor, “Ana iki tane ister misin?” diyor. Üçüncü taşı fırlatırken kadın diyor ki, “Bu kadar yeter, dur…”

Kadın gidiyor. Dokuz ay sonra kucağında bir bebek Hz. Mevlânâ’ya geliyor, diyor ki: “Ey koca Hünkâr! Getirdimki sen ezanını okuyasın, ismini bırakasın.” Hem de başından geçenleri anlatacak Mevlânâ’ya. Kadın diyor ki: “Dokuz ay evvel ben gelmiştim kaderde yok, olmaz dedin ben dışarı çıktım. Senin kapındaki bir derviş bana denk geldi. Eline taşları alıp savurmaya başladı. ‘Bir tane yeter mi? İki tane yeter mi?’ diye bana sormaya başladı Tutmasaydım belki elindeki taş kadar Allah çocuk yazacaktı. Şimdi bir oldu, inanıyorum ki dokuz ay sonra ikincisi de gelecek.” Hz. Mevlânâ der ki: “Doğrudur bacım dervişler yapar ben yapamam, ben edeble mukayyidim. İlmin içinde hareket etmek zorundayım…”

Mimar Cenâb-ı Hak’tır. Projeyi o çizmiştir. Peygamber bu binanın müteahhitliğini almıştır. Projeye muhalefet edemez. Kâmil mürşid bu binanın kalfasıdır. Dış cephelerde değişiklik yapamaz ama içeride tadilat projesiyle bazı yerleri değiştirebilir. Planın dışını ne kalfa bozabilir ne müteahhit bozabilir. Proje belediyeden nasıl tasdiklenmişse öyle devam eder. Kalfa içeride bazı yerleri uygun gördüğü şekilde değiştirebilir. Misal, duvarın yerini değiştirebilir ama projeyi, ana temelleri, ana yapıyı bozmuyorsa değiştirebilir. Mevlânâ da buyuruyor ki: “…Bu çerçeve ile oynayamazdım. Çünkü oynasam cezalandırılırım. Ama o derviş naz makamında. Taş atar arşını deler, ağlar Cehennem’ini söndürür…” Efendimiz (Sallallâhu aleyhi ve sellem) bir Hadis-i Şerifi’nde buyuruyor ki: “Allah’ın kulları Allah’ın i’yalidir, ev halkıdır.” Evin içindeki küçük bir çocuk bir şey istese çok fazla yok denmez, dilediği yapılmaya çalışılır. Ama evin büyüğü bir şey istemeye kalksa onunla hesap-kitap yapılır. Gücümüz buna yeter mi? Ekonomik durumumuz müsait mi? Bu mesele acil mi? Bunlar etüd edilir. Ona hemen tamam denmez.

Ama çocukta bunlar önemli değil. Buradan gayb meselesine gelmek istiyorum. Bu, İslâm akîdesinde ciddi bir yer tutar. Proje dedik. Projede bize verilen ölçü: “La ğaybe İllallah!” Gaybı Allah’dan başka kimse bilemez ve bu böyledir. Az önce örneklendirilirken söylendi ki: “Veli on sene sonrasını, otuz sene sonrasını söylüyor, söyler...” Velilerin bu söyledikleri gayb değildir.

O zaman gayb nedir?.. Fıkha göre ‘gaybı’ bilmemiz lazım. Yalnız Allah’ın ilm-i ezelîsinde, kendi Zatî bilgisinde olan, hiç kimseye hiçbir şeye açmadığı, bahsetmediği şey gaybtır. Bunu kendisinden başka hiç kimse bilmez. Ama Cenâb-ı Hak ilm-i ezelîsinde bunu Levh-i Mahfuz’una yazmışsa Kudret Kalemi ile Kudret Defterine yazmışsa bu umuma göre gaybtır. Biz göremeyiz onu ama bir veli o Defter’e bakıp onu okuyabilir. Ama o baktığı, okuduğu gayb değildir. Çünkü Allah’ın ilm-i ezelîsinden yani takdirden çıkıp kaza noktasına gelmiştir. Olmak için sırasını beklemektedir. Zuhur sırasını beklemektedir. Hiçbir şey sırası gelmeden olmaz. Zuhur sırası mesela on sene sonra gelecektir, orada hazır bekliyordur, bu gayb değildir. Ama umuma göre gayb, bize gizli, bilemiyoruz.

Kalfa binanın içinde bazı tadilatlar yapabildiği gibi oraya nazar edebilir ve orada kaza, zuhur sırasını bekleyen hadiseleri görür. Şeytanlar bile semaya çıkıp meleklerin sohbetlerinden işittikleri şeyleri bazılarını da yanlış anlıyorlar, taşlanıyorlar çünkü. Ayet’te öyle haber veriliyor: “…Semaya yükselirler ama taşlanırlar…” Ve o taşlanma esnasında bazı şeyleri yalan yanlış işitip gelir yeryüzünde fesat çıkarırlar. Cin tâifesinin haberleri bu kabildendir. Bazı gizli meseleleri bunlar işitebiliyorsa Allah dostları, Allah’ın velileri, kâmil insanlar haydi haydi Levh-i Mahfuz dediğimiz o defteri okuyacaklardır. Okuyorlar ve okuduklarından bize müsait olan bilgileri bizimle paylaşıyorlar, açıyorlar. Biz bunu keramet olarak kabul ediyoruz. Büyük bir zatın kerameti olarak kabul ediyoruz. Ama bu gayb değil. Bu mevcut bir şey. Dediğim gibi zuhur sırasını bekleyen bir şey.

Gaybı Allah’tan başka kimse bilmiyor. O yalnız ilm-i ezelîsinde olan, melekleriyle dahi paylaşmadığı, bildirmediği Levh-i Mahfuz’a kaydetmediği bir hakikattır. Bunu bir insanın ‘ben bilirim veya filancalar bilir’ iddiası da yanlış olur. Bu noktada biraz Hz. Mevlânâ gibi davranmak lazım. Yani edep ölçülerine de ciddi mânâda riayetkâr olmamız lazım. Ama dervişân bazen muhabetten, bazen aşkın çoşkunluğundan, füyuzâtın ziyadeliğinden bu tip şeylere girer. Karıştırıp gayb zanneder.

Mesala nice mürîdân’dan bunları görmüşüzdür. Zaman zaman bir hale girip, kendisini Mehdi zanneder. Bir Şeyh Efendi’ye müntesibtir, yanında hizmet ediyordur, bir hal yaşar zannederki ben Mehdi oldum, ben kutub oldum. Niye böyle zanneder? O halin bir şûlesini, bir ışığını, bir neşesini yaşamıştır. O yaşadığı şeyle kendisini o makamda zanneder. Bunu büyüklerimiz makulmazur görürler.

Hatta büyüklerimize gidip icbar ile: “Bu emanet artık bana teslim edildi, benim derecem seninkinden âli oldu, sen gel bana teslim ol, bana bağlanmak zorundasın.” diyenleri görmüşüzdür. Mürşidlerini teslim alamaya kalakanlar olmuştur. O mübarekler hiç itiraz etmeden o müridlerin ellerini öpüp haklısın demişlerdir. Çünkü o halin bir yansıması var onda, iki gün sonra tekrar mahviyet haline bürünür, o hal, o şatahat geçer. Sonra bakar ki ben ne yaptım, ben nasıl bir iddia da bulundum… Bunlar olur, büyüklerimiz bunlara pek bakmamış.

Bizim için önemli olan büyüklerimizin halidir. Büyüklerimizin istikametidir. Biz yemin merasimi yapmamış asker gibiyiz. Yemin merasimine kadar bize her şey serbest. Onlar ise yemin merasimini yapmış ordu malı olmuş insanlar gibidir. Büyüklerimiz komutanlarının önünde yaka düğmelerini bile açsalar suç sayılır. İstikamet denilen şey de işte budur. Onların halidir. Biz birbirimizin haline bakarsak yanılırız. Büyüklerin haline bakacağız. Bunun için Kur’ân-ı Kerim bu işi sistemleştirmiş, bir kalıba sokmuş. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki, Bismillah:

(Kul in küntum tuhibbunellahe fettebiûnî yuhbibkumullah).(Ali İmran 31) “Ey Muhammed! (Sallallâhu aleyhi ve sellem) Kullarıma de ki Allah’ı sevmek istiyor musunuz? Allah tarafından sevilmek istiyor musunuz? Allah’a layık bir kemâle gelmek istiyor musunuz?” Cevap, “İstiyoruz elbette ki.” “Öyleyse yalnız bana uyun. Beni gördüğünüz gibi olun.” (Fettebiûnî) “Bana tabi olun, ittiba edin, itaat edin.” (Yuhbibkümullah) “O zaman Allah sizi sevecek. O zaman Allah’a sevimli olacaksınız. Mânânızı (Davanızı) o zaman ispat etmiş olacaksınız.” (Ve yağfirleküm) “O ana kadar hasbelbeşer yaptığınız şeyler mağfiret edilecek.” Yemin ettiniz orada, artık o yeminden evveli sayılmayacak. (Zunûbeküm) “Hatalarınız, zenbiniz, gafletiniz, masivanız… Neyiniz varsa Allah bunlardan geçecek.” (Vallahu Ğafuru’r-Rahîm) “Böyle yapmak Mevlâ’ya zor değildir. Onun san’atıdır. O Ğufrandır, bağışlayıcıdır, merhamet edicidir, affedicidir.”

Sizleri zaten bağışlamayı istiyor ama bunu bir şarta bağlıyor. Ne bu şart: Şuna buna bakarak değil Muhammed’e bakarak (Aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) Muhammedî bir ahlâk, Muhammedî bir yaşantı… Büyüklerimizin yaşantısı budur. Büyüklerimiz böyle yaşamaya gayret ettiler. Bir an Cenâb-ı Peygamber’in (Aleyhi’sselâtuve’s-selâm) ruhaniyetinden sıyrılsalar, yani O’nunla irtibatları, işaretleri, beşaretleri kesilse kendilerinden şüphe etmişler.

İmam Buhari Hazretleri, ilim ehlinin en yücelerinden en büyüklerinden bir insandır. Sahih-i Buhari, Kur’ân-ı Kerim’den sonra elimizdeki en geçerli, en sahih kitaptır. Resûl’un sünnetini yaşatan İmam Buhari Hazretleri, on üç bin küsûr hadis rivayet etmiştir. Bütün bu hadisleri istihare ile yani manevi bir yolla Resûlullah’a sormuştur. Şimdi günümüzde tartışıyoruz üzerinde, Buhari’de de İsrailiyat var mıdır? Uydurma, zayıf hadis var mıdır? Bu ayrı bir konu… Hepsini Resûlullah’a sormuşlar: “Bu söz size mi aittir ya Resûlullah?” Bu şekilde kitaba derc etmişler. Büyüklerimizin hali bu. Projeye aykırı hiçbir şey yapmamaya gayret etmişler. Ama dediğim gibi biz bu evin küçük çocukları gibiyiz. Bizim pek kusurumuza bakılmıyor. Bazen yanlış yapabiliyoruz bunu muhabbetimize, sevgimize, küçüklüğümüze veriyorlar.

Ama Cenâb-ı Hakk’ın Efendimiz’e karşı hitabına bakıyoruz: (Festekim kema umirt) buyuruyor Cenâb-ı Hak. “Emrolunduğun gibi doğru ol!” (Hud 112)

Peygamberler günah işlemezler. Onlar iradeleriyle Peygamber olmamışlar veya biz Peygamber olacağız diye bir azimkârlık göstermemişler. İlahi kudret tarafından seçilmiş, Peygamber olarak dünyaya gelmişlerdir, Peygamber olarak yaratılmışlardır. Bu yüzden günahtan korunmuşlardır, masumdurlar. Ama buna rağmen beşer olmaları cihetiyle zaman zaman belli zelleler sadır olmuştur. Buna zelle der kitaplarımız. Bu zelleler karşısında, Cenâb-ı Hak onlara ciddi ikazda bulunmuştur.

Geçen yine bir yerde mevzu olmuştu, işlemiştim burada da örnek olması için zikredeceğim. Kıssa çok uzun özet olarak anlatacağım. Eyyûb Aleyhisselâm Suriye bölgesinde yaşamış
bir Peygamber. Hem Peygamber hem de bir devlet adamı, zengin, saltanat sahibi. On altı tane erkek evladı var evlatlarının da çoluk çocuğuyla büyük bir kabile olmuşlar ve Suriye’nin kralı. Suriye’de kıtlık oluyor, Mısır kralı da Hz. Eyyûb’un arkadaşı bu yüzden haber gönderiyor ki: “Senin ülkende kıtlık var. Mısır’a buyur ben sana burada bir yer tahsis edeyim rahat, huzurlu yaşa.” Hz. Eyyûb bunun üzerine Mısır’a gidiyor, Mısır kralı da bir bölgeyi Hz. Eyyûb’e veriyor ve kabilesiyle Mısır’da yaşamaya başlıyorlar.

Mısır kralı Hz. Eyyûb’a arkadaşlığından dolayı müşfik ama halkına zalim, aşırı vergi alıyor, zulüm ediyor. Aynı zaman dilimi içerisinde Hz. Şuayb de Mısır’da yaşıyor, Medyen Kavmi’nin
Peygamberi.

Eyyûb Aleyhisselâm bir gün saraya arkadaşını, Mısır kralını ziyarete gidiyor. O anda Hz. Şuayb de saraya tebliğe geliyor, artık bıçak kemiğe dayanmış, krala tebliğde bulunacak: “Sen ölmeyecek misin? Allah’dan korkmuyor musun? Bu halka bu kadar zulüm ediyorsun, ağır vergiler alıyorsun.” diye… Hz. Şuayb şiddetli bir şekilde tebliğini yapıyor. Şuayb Aleyhisselâm âmâ bir peygamber, gözleri görmüyor ama kelleyi koltuğunun altına almış. Kral kızıp öldürtebilir ama O’nun umrunda değil, hakkı söylüyor.

Tebliği esnasında, görmüyor ama Hz. Eyyûb’u orada hissediyor, kokusunu alıyor. Bakıyor ki burada bir Peygamber daha var, bu çöplüğün içinde bir gül kokusu var. O’ndan destek bekliyor, sen de krala bir şey söyle, beni destekle, diye. Ama Hz. Eyyûb sessiz kalıyor ne Hz. Şuayb’in tarafında ne kralın tarafında. Hz. Şuayb, Hz. Eyyûb’un da krala: “Ben seninle arkadaşım, bana iyilik ediyorsun ama halkına zulüm ediyorsun. Ben burada durmam, bu iyiliği kabul etmem. Ben sana güvenerek geldim, iyi bir insansın diye geldim. Bu insan Hz. Şuayb’i kastederek Allah’ın Peygamberi’dir buna kulak ver, dediklerini yabana atma…” desin diye bekliyor. Hz.Eyyûb da ‘belki kralın kendisine yaptığı iyilikten dolayı sessiz kalıyor’, veyahutta ‘şimdi Hz. Şuayb çok söyledi, kralı kızdrıdı ben de bir şey söylesem kızgınlığı, kini daha da artar daha çok inkâra gider bizi öldürmeye karar verir ve daha büyük zulümler olur. Şimdi susayım da daha münasib bir zamanda ben de konuşurum’ diye mi düşünüyor, bilemiyoruz. Ama sessiz kalıyor. Hz. Şuayb bundan kırılıyor ve Eyyûb’un yanına gelip: “Ya Eyyûb! Ben hakkı söylerken sen desteklemedin ve beni üzdün, beni yaraladın. Allah bunu senden sorsun!..” deyip hışımla gidiyor.

Eyyûb Aleyhisselâm’ı düşünce alıyor. Karşıdaki bir Peygamber. “Allah bunu senden sorsun” diyor… Cenâb-ı Hak da vakti geciktirmiyor, Eyyûb’a vahyediyor: “Ya Eyyûb! İmtihana hazır ol. Sen Bizim dostumuzu, Şuayb’i incittin. İmtihana hazır ol…”

Hz. Eyyûb bakıyor ki daha bana burada hayat yok. Çoluk çocuğunu topluyor Suriye’ye geri dönüyor. ‘Kıtlık da olsa ben burada hayatımı devam ettireyim’ deyip Suriye’ye yerleşiyor. Yerleşir yerleşmez bir haber geliyor ki: “Ya Eyyûb, bir deprem oldu on altı tane oğlun çocuklarıyla birlikte göçük altında kaldı, hepsi şehid oldu…” İmtihan başlıyor hemen. Bakın bu imtihan bir zellenin karşılığında. Sustu, Hakkı söylemedi diye…

Ve imtihan devam ediyor, çoluk çocuğu şehid oluyor, malı mülkü gidiyor. O’na iman etmiş, ‘Sen Allah’ın Resûlü’sün’ diye tasdik etmiş olan kavmi O’na: “Sen Allah’ın Peygamberi olsaydın Allah Sana böyle mi yapardı? Allah dostlarına böyle yapmaz. Sen hiçsin, Senin Allah ile irtibatın yok!” deyip reddediyorlar Hz. Eyyûb’u. En büyük işkence bu… Hz. Eyyûb bundan daha çok yaralanıyor. Bütün bu sıkıntıdan, stresten vücudu yara döküyor. İmtihan on sekiz sene sürüyor.

Bir tek hanımı kalıyor yanında, sadakatle hizmet ediyor Hz. Eyyûb’a. Bir meselede şeytan’ın sözünü dinliyor hanımı. Kadın Hz. Eyyûb’a çare ararken, şeytan doktor kılığında, pîr-i fâni bir evliya şeklinde, kadına geliyor diyor ki, –Ne dolanıyorsun buralarda, bir sıkıntın mı var? Hanımı,
–Eşim çok rahatsız da O’na bir çare arıyorum, diyor. Şeytan diyor ki,
–Onun çaresi bende. Ben şimdi onu iyi ederim. Hanımı,
–Sen onu iyileştir, ne istersen veririm, diyor.
Şeytan,
–Bir şartım var?
–Nedir şartın?
–Şifayı benden bileceksin. Ben eşini iyileştiririm vücudunda hiç yara kalmaz ama sen gidip diyeceksin ki bu adam bizi iyi etti, şifayı bu verdi. Şâfî olarak beni göreceksin. Hanımı diyor ki,
–Bu zor iş, ben bunu eşime sorayım…

Hz. Eyyûb’un yanına gelip yaşadıklarını anlattığında Hz. Eyyûb ona diyor ki: “Sen Eyyûb’un hanımı, Hz. Yakub’un kızısın.

–Leyya Hatun aynı zamanda Hz. Yakub’un kızı

- Sen bir peygamber kızı ve bir peygamber eşisin. Senelerdir babandan ve benden tevhîdi dinledin. Nasıl sen bu insanın şeytan olduğunu anlamadın da bir de bu meseleyi bana getirdin? Biz şifayı Allah’dan değil de şeytandan mı bileceğiz? Sen nasıl böyle bir zâfiyet gösterebildin, böyle düşük bir derekeye düştün?.. Daha bana hizmet etme, benim yanımda durma!” deyip onu da gönderiyor, eşini de bırakıyor.

Kurtlanmış, kokuyor… ‘Çocuklarımız seni görünce ürküyorlar, kokundan rahatsız oluyorlar’ diyerek kavmi Hz. Eyyûb’u şehrin dışına atmış.

Hanımını da gönderiyor. On sekiz senelik bir süreç, bir imtihan yaşıyor. Ellerini kaldırıp da bir sefer Cenâb-ı Hakk’a “Bana şifa ver.” demiyor. Diyor ki: “O (Celle celâluhû) beni seksen sene şifa içinde yaşattı. Şimdi bukadarcık seneden dolayı hem de kendi suçumdan dolayı hakettiğim bir cezayı nasıl geri al diyebilirim…”

Bu kıssayı niye anlattım? Cenâb-ı Hakk’ın dostlarına, Peygamberlerine muamelesi böyle. Onların üzerinde ne kadar titiz olduğu ve bize ne kadar müşfîk olduğunu bilelim diye anlattım.

Çocukluğumuzda hepimiz bunları yaşamışızdır. Evde biz yaramazlık yapsak, ‘onu sen teşvik ettin, sen kollasaydın yapmazdı,’ diye abilerimiz dayak yerdi. Hâlbuki biz yapmışız o hareketi. Misal bir şey kırmışız, dökmüşüz ama dayağı bizden büyük abilerimiz yerdi.

Bu noktada Allah’a ne kadar şükretsek az. Peygamberlerimiz ve büyüklerimiz birçok noktada bizim işlediğimiz suçların cezasını çekmişler. Bunun bir örneğini de yine Kur’ân’da Hz. Musa’da görüyoruz. Musa Aleyhisselâm Tûr-i Sinâ’ya üç günlüğüne çıkıyor, Cenâb-ı Hak otuz gün tutuyor onu. Bakın ümmetiyle denizi geçmişler, Firavun boğulmuş, Arz-ı Mev’ud’a, vâdedilen cennet misali topraklara gidiyorlar. Bıldırcın eti, kudret helvası yemişler. Bu kadar mucizeleri görmüşler. Hz. Musa Vahy-i İlâhi’ye muhatab olmak için üç günlüğüne Tûr-i Sinâ’ya çıkıyor, Cenâb-ı Hak otuz gün tutuyor. Tam ayrılacağı zaman on gün daha tutuyor Cenâb-ı Hak. Toplam kırk gün Hz. Musa Tûr-i Sinâ’da kalıyor. Hz. Musa Tûr-i Eymen’de kırk gün kalırken ümmeti dağın eteklerinde birbirine düşüyor. Diyorlar ki: “Musa bizi bırakıp kaçtı. Vaad edilen yer, cennet misali bir yer yok. Biz ona ağır geldik, o da bizi bıraktı kaçtı.” Birileri de diyor ki: “Musa gitti öldü, bir daha gelmez.” Hz. Musa, Mevlâ’nın yanındayken ümmeti yanlarındaki altınlarını eritip bir buzağı yapıyorlar. ‘Samiri’ diyor Kur’ân bunlara. Altından bir buzağı yapıp tapınmaya başlıyorlar.

Hz. Musa geri döndüğünde bakıyor ki, ümmeti buzağıya tapıyor. İçlerinde kardeşi Hz. Harun da var ama O mücadele etmiş, başa çıkamamış. Hz. Musa bunlara ‘tevbe edin’ diyor kabul etmiyorlar. Bunun üzerine savaşıyorlar, Hz. Musa kazanıyor. Buzağıcılar mahvoluyorlar, harap oluyorlar. Hz. Musa, kalan ehl-i imanla Filistin’e, Arz-ı Mev’ud’a devam ederken Cenâb-ı Hak vahyediyor: “Dur ya Musa! Sîna Çölü’ne girmişler. Ceza olarak kırk sene burada kalacaksınız...” Bakın, Hz. Musa’nın hiçbir suçu yok. Birinci menkıbe de Hz. Eyyûb, sükût kaldı ama ikinci kıssada Hz. Musa’nın bir suçu yok, Allah’ın yanında. Kavmi buzağıya taptı diye Hz. Musa da kavmiyle cezalandırılıp Sîna Çölü’nde kırk sene kalmak zorunda kalıyorlar... Kudret helvası, bıldırcın eti yerken soğan sarımsağa mahkûm oluyorlar. Otuz yedinci senede Hz. Musa vefat ediyor, Filistin’i, vâdedilen yeri göremiyor. Kırk sene kavmi o çölde cezalandırılıyor.

Niye onlar da cezalandırıldı? Buzağıcılar zahirde buzağı yapıp tapınmaya başladı. Geri kalanların zahirde belki buzağısı yoktu ama gönüllerinde buzağıları olanlar vardı. Biraz önce bildirilen şüphe… Belki içinde şüphesi olan vardı. Cenâb-ı Hak, o kırk sene boyunca şüpheleri eritti. İçerideki buzağıları yok etti. Ondan sonra onlara Arz-ı Mev’ud’u nasib etti.

Şimdi kavminin işlediği suçtan bir Peygamber cezalandırılıyor. Bazen bizlerin farkında olmadan yaptığımız şeylerden büyüklerimiz zor durumda kalabiliyor.

Allah Resûlü (Sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün Hâne-i Saadetleri’nden sevinçle çıkıyorlar. ‘Şu gece Kadir Gecesi’dir’ diye Kâinatın Efendisi’ne (Aleyhi’ssalâtu ve’s-selâm) bildirilmiş. Sevinçle Haneleri’nden mescide doğru bunu açıklamak için çıkıyorlar. Tam çıkarken Mescid’de iki kişiye gözü takılıyor. İki tane sahabî birbirleriyle dil münakaşası yapıyorlar. Allah Resûlü onlara bakarken Kadir Gecesi’ni unutuyor ve buyuruyor ki: “Şu kişilere yazıklar olsun. Onlara gözüm takıldı gönlüm karıştı. Kadir Gecesi’ni Allah bana bildirmişti, onların sebebine unuttum, bana unutturuldu.” O iki kişi oruçlu oldukları halde, Ramazan-ı Şerif’te birbirleriyle münakaşa etmeselerdi Allah bizi Kadir Gecesi’yle müjdeleyecekti. “Onların çirkin ameline gözüm takılınca gönlüm de oraya kaydı gönlüm bozuldu.” buyuruyor.

İşte biz bu yüzden büyüklerimize bakmak zorundayız. Gönüllerimizi muhafaza etmek istiyorsak şu kâinatta herkesin yaptığına değil, büyüklerimizin yaptığına bakmalıyız. Çünkü onlar da büyüklerinin yaptığına bakmışlar bu müteselsilen devam etmiş. Onlara bakarak hayatımızı şekillendirmek ve bir intizama koymak zorundayız ki gönlümüzü muhafaza edelim, gönlümüze buzağılar girmesin. Gönlümüze başka davalar, başka sevdalar girmesin. Yoksa biz de bu dünya çölünde, bu sıkıntıların içinde kırk sene mi olur, kırk bin sene mi olur bilinmez, imtihanlarımız çoğalır. Yaşadığımız şeyleri görüyoruz. Bu çölde hep birlikte yaşıyoruz bunları. Cenâb-ı Hak, Efendimiz’in imtihanını üç sene sürdürmüştür, İslâm Tarihi’nde ‘Hüzün Senesi’ diye bilinen süre üç sene sürdü. Musa’nınki kırk sene sürdü, Eyyûb’unki on sekiz sene sürdü. Dua edelim de bizimki de inşallah öyle kısa sürsün. Maksudumuza, matlubumuza kavuşalım inşallah.

Cenâb-ı Hak cümlemize büyüklerimizin ahlâkıyla ahlâklanıp halleriyle hâllenip sevdalarıyla sevdalanıp o şekilde yaşamayı nasîb eylesin.

*Hâce Hazretleri’nin (Kuddise sırruh), “Velîler Gaybı Bilirler” konulu bir konuşmaya vermiş olduğu cevabî sohbetten derlenmiştir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort