Makaleler (1007)
RABITANIN MANASI:
Mevlâna Hâlid-i Bağdâdi (kuddise sırruh) Hazretleri Mektubat’ında buyuruyor ki:
“Saadâtımızın bir kısmı rabıtayı yüce Allah’ın (celle celaluhu); “Ey iman edenler, Allah’tan korkunuz ve sadıklarla beraber olunuz.” (Tevbe, 119) mealindeki kavl-i celiliyle isbat ederdi.
Saadâtımızın ulularından Şeyh Hâce Ubeydullah Ahrar’ın (kuddise sırruh) sözünün hülasası şudur;
“Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’ın (celle celaluhu) kelamındaki “Sadıklarla beraber olmak” emri zahiri veya manevi beraberliği gerektirir. Manen beraber olmak ise rabıta ile tefsir edilmiştir.”
Rabıta ise ehlinin nezdinde meşhur olup, Reşahat adlı kitapta tafsilatlıca yazılmıştır. Sanırım ki, rabıtayı inkâr edenler onun ıstılahtaki manasının ne olduğunu düşünmüyorlar. Şayet düşünselerdi rabıtayı inkar etmezlerdi.”(1)
Rabıta: Tarikatta müridin, kâmil ve fenafillah makamında bulunan şeyhinin ruhaniyetinden meded istemesidir. Şeyhin suretini düşünmek edep ve terbiyeyi muhafaza ettirir. Müridin şeyhinin yanında hazır olduğunu düşünmesi, feyz alabilmesini sağlar. Huzuru ve nuru tamamlanır. Bu rabıta sebebiyle mürid, kötü ve çirkin işlerden uzaklaşır...
Günümüz tefsirlerinin en kapsamlılarından biri olan Ruhu’l-Furkan’da buyruluyor ki;
Rabıta, bir müridin, mürşidinin ruhaniyetiyle beraber, suretini kalp gözünün önüne getirerek hayal etmesi ve kalbiyle ondan yardım istemesinden ibarettir. Çünkü mürşid yetiştirme, yardım etme, feyiz verme, kemale erdirme ve tebliğ (duyurma) de Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vekilidir. İşte bu mana, Allah için ve Allah uğrunda şeyhe karşı olan tam bir muhabbetten ibarettir. Zira Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bizimle Allahu Teâlâ arasında vasıta olduğu gibi, mürşid de bizimle Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) arasında vesiledir. Ve o, bizi hak yola ve Allahu Teâlâ’nın zikrine irşat edendir. Ona karşı olan bu sevgi vacip olan bir iştir. Çünkü: “Allah yolunda sevmek ve Allah yolunda buğzetmek vaciptir.”
Rabıtanın aslı, tasavvuf yoluna sulûk etmiş bir salikin, ilk zamanlar mürşidin suretini düşünerek oradan aks-i feyz etmesiyle başlar. Bu, yola yeni girmiş mürid için gereklidir. Fakat aslolan surete değil sirete yönelmektir. Rabıta sonucunda murabıtın ahlâkı, ahlâk-ı zemîmeden ahlâk-ı hamîdeye doğru seyrederse makbuldur. Bunun için salik yol aldıkça şeklî rabıtadan ziyade mürşidin ahlâkıyla ahlâklanmaya gayret sarfetmesi daha uygun olur. Beyazıd Bistami Hazretleri’nin (kuddise sırruh), kendisini şeklen taklit etmeye çalışan bir müridine; “Beyazıd’ın derisini yüzüp bedenine giyinsen bir Beyazıd olamazsın; tâ ki onun ahlâkıyla ahlâklanmadıkça.” buyurmaları meseleyi açıklığa kavuşturur, kanaatindeyiz.
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); “Rabıta fıtratla alakalıdır.” buyuruyorlar. İnsanlar kime yoğunlaşmışlarsa fıtratları gereği onu taklit eder, onu hayal eder, onun gibi olmaya çalışır. Bu yönüyle rabıta her insanın konumuna göre bazen bilmeden bile yaşadığı bir haldir. Bunun için rabıtaya farklı anlamlar yükleyip ehli rabıtayı eleştirenler, bu manada etraflarına baktıklarında her insanın bir yerle rabıtalı olduğunu görürler.
Rabıta yüzyıllardır yaşanan bir vakıadır. Bizim yok dememiz bir şeyi değiştirmez. Birisi çıksa deseki “Aya gittik diyenler yalan söylüyor. Ben gidenleri görmedim.” Bunun bir mantığı olabilir mi? Herkes biliyor ki aya gidilmiştir. Aynı şekilde tasavvuf erbabının kahir ekseriyeti rabıtayla insanların terbiye edildiğini buyururken, karşıt görüşlü olanların bunu yok farzetmeleri bu gerçeği yok etmez.
Ancak şurasını da kabul etmemiz gerekir ki, rabıta bir ibadet değildir. Ancak ibadetleri takvaya uygun yapabilmemize yardımcıdır. Gönüldeki masivayı ve gafleti gideren bir özelliği olduğu için ibadeti Allah (celle celaluhu) katında değerli kılar...
Şurası da unutulmamalıdır ki, bir mürşidi kamile murabıt olduğunu söyleyen bir mü’minde öncelikle güzel ahlâkın her geçen gün ziyadeleşmesi gerekir. Sürekli rabıtanın fazileti hakkında konuşup, insanlarla tartışan bir mü’minin, ahlâkı güzelleşmemişse, insanları kırıyorsa, ticareti, aile hayatı düzgün değilse, halen daha haramlarla veya şüphelilerle uğraşıyorsa o zaman iki hususa bakmak gerekir:
1- O kişinin yaptığı rabıta eksiktir.
2- O kişinin murabıt olduğu zat rabıta yapılmaya ehil değildir.
Çünkü rabıta mürşidin halinin müride yansımasıdır. Büyüklerimiz buyurmuşlarki; “Bizim yolumuz inikas ve insibağdan oluşur.” Yani mürşidin gönlüne yönelen müride, mürşidin gönlünden feyzin, muhabbetin ve bunların sonucu olarak da ahlâk-ı hamidenin aksetmesi ve müridin mürşidiyle kopması mümkün olmayan bir bağla bağlanmasıdır. Böyle bir ikili ilişki ile yapılan rabıtanın sonucu da mutlaka kâmil bir imana erişmektir.
Çünkü rabıta bir taklit değil aynîleşmedir. Müridin mürşidinin ahlâkını bir elbise gibi giyinmesidir.
RABITANIN DELİLLERİ:
Öncelikle Mevlâna Halid-i Bağdâdî Hazretleri’nin Mektubat’ında beyan buyurduğu delilleri sıralayalım:
1- Şayet rabıtayı inkâr eden kişinin, velilere itikadı yoksa, şeriat imamlarının, usûl-u fıkıh ile furû-u fıkıh ilminin üstadlarının sözlerine itikat etmesi lazımdır. Dört hak mezhepten imamlar açıkça veya îmâen rabıtadan bahsetmişlerdir. Onların (radiyallahu anhum) söylediklerinin bir kısmını burada zikredip yerlerini de göstereceğim. Ta ki kalbinde hastalık bulunmayan kişiler oralara müracaat etsinler. Nefsani arzularına uyarak velileri inkar etmesinler. En doğru yola hidayet eden Allahu Teâlâ’dan tevfik dileyerek derim ki:
Cenabı Hakk’ın: “Şayet Yûsuf (aleyhisselam) Rabbi’nin burhanını görmeseydi (Yusuf/24).” mealindeki ayeti celilesinin tefsirinde, ruhani tasarruf ve imdada işaret olduğunu, müfessirlerin çoğu açıkça söylemişlerdir. Müfessirlerin çoğunluğuyla aynı görüşte olanlardan biri de ‘Keşşaf’ tefsirinin sahibidir. Bu zat, Zamahşeri, Mu’tezili olmakla birlikte der ki:
“Ayetteki ‘burhan’ kelimesi şöyle tefsir edilmiştir: Yûsuf (aleyhisselam) kadına yaklaşmak isterken ‘Sakın, sakın!’ diye bir ses işitti. Hz. Yûsuf (aleyhisselam) bu sese aldırış etmedi. Sesi ikinci sefer işitti yine önem vermedi. Üçüncü sefer ‘Ondan yüz çevir!’ diye işitti. Bu söz de kendisine tesir etmeyince, Yakub’un (aleyhisselam) sureti ‘parmağının ucunu ısırır’ bir halde Yûsuf’a göründü. Bazıları da Hz. Yakub’un (aleyhisselam) Hz. Yûsuf’un (aleyhisselam) göğsüne eliyle vurduğunu nakleder. Bu hususta başka rivayetler de mevcuttur.”
2- Hanefilerden ‘El-Eşbah’ kitabına haşiye yazan Seyyid Ahmed bin Muhammed el-Hamevi, ‘Nefahatu’l-Kurb ve’l-İttisal’ kitabında özet olarak şöyle demiştir:
“Muhakkak ki, velilerin ruhaniyetleri cisimlerine galip geldikleri için, bazen birkaç surette zahir olurlar. Sahih olarak rivayet edilen hadisi şerifte Peygamber Efendimiz:
“(Kıyamette) Cennet ehlinden bir kısım, cennet kapılarının her bir kapısından çağrılır.” buyurduklarında, Hz Ebu Bekir (radiyallahu anh),
-Ya Rasûlallah! Tüm kapılardan girebilen olur mu? diye sorduklarında; Peygamber Efendimiz (aleyhisselam),
-Evet, vardır. Senin de onlardan olduğunu ümid ederim, buyurdular. Bu hadisi şerif söylediğimiz manaya delil kabul edilmiştir. (Cisim ile değil, ruhaniyet ile birkaç surette görüldüğünde, her kapıdan girebilmesi mümkündür.)
Büyükler, “Ruh külli olduğu vakit, yetmiş bin surette zahir olabilir.” demişlerdir. Bu, dünyada böyledir; berzah aleminde ise bu suretlere girmesi daha da kolaydır. Zira berzah aleminde ruh cesetten ayrıldığı için, daha kuvvetli ve müstakil olur.
3- Şafii imamlarından Gazalî (radiyallahu anh) İhya kitabındaki, namazın her rüknünde kalbin hazır olmasını anlatan babda şöyle der;
Peygamber Efendimiz’in suretini ve kerim şahsını kalbinde hazır eyle. “Es-selamu aleyke eyyuhe’n-Nebiyyu” derken inanki senin selamın kendilerine ulaşır ve O daha kâmili ile sana cevap verecektir.
4- Şeyhlerin şeyhi, İmam Arif Sühreverdi (kuddise sırruh) Avarifü’l-Maarif adındaki kitabının, kurbiyyet ehlinin namazı konusunda İbn-i Hacer El-Mekki’nin sözlerinin aynısını söylemiştir. Bir ibaresinde de:
“Peygamber Efendimiz’e selam verip, O’nun (aleyhisselam) şemailini kalbinin arasında tasavvur eder.” demiştir.
5- Yine İbn-i Hacer El-Mekki, ‘Şemail’ adlı kitabının şerhinin sonunda, Hafız Celalüddin es-Suyuti’nin ‘Tenvirul Halek Fi Ruveyti’n-Nebiyyi ve’l-Melek’ adındaki kitabında söylediği söze ittifak ederek şöyle demiştir:
İbnu Abbas’dan (radiyallahu anh) rivayet olunur ki; O, Peygamber Efendimiz’i rüyasında görmüştür. Peygamber Efendimiz’in aynasına baktı. O aynaya baktığında da kendisini değil, Peygamber Efendimiz’i (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) gördü. İşte bu, tasavvuf ehlinin ıstılahında, rabıtadan fena olmaktır. Sözümüz ve itirazımız Peygamber Efendimiz’in sureti hakkında değildir, denilmesin. Zira biz deriz ki; “Bu, Peygamberler’in (aleyhimüsselam) özelliklerinden değildir. Sırf Peygamberlere ait olmayan özellik ve hasletler onlar ile veliler arasında müşterektir. Ehil olanların nezdinde bunda hiç şüphe yoktur.
Peygamber Efendimiz’den (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) başka birine hitap etmek namazı bozar. Namazda O’nun suretini göz önüne getirmek, o suretin sahibine selam vermek, varlığın ruhu, Makam-ı Mahmud’un sahibi olan Hz. Fahr-i Âlem’in özelliklerindendir. O’na âline, ashabına salat ve selamın en kamili olsun.
Bunu anlatmak maksadımız değildir. (Biz rabıtadan bahsediyoruz, namaz içindeki sureti hayaline getirmekten bahsetmiyoruz.) Bunu anla…
Bir sonraki yazımızda rabıta ile ilgili, İslam ulemasının gösterdiği delilleri sunmaya devam etmeye çalışacağız.
1. Mektubat-ı Mevlâna Halid; s.115-116-117-118-119-120-121-122; Sey-Tac Yayınları 2000; Müellif Es'ad Sahib; Yayına Haz: Dr Dilaver SELVİ,Kemal YILDIZ
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
Halık-ı Zülcelal Hazretleri Kitab-ı Kerimi’nde;
“O Ramazan ayı ki, insanları irşad için, hak ile batılı ayırt eden, hidayet ve deliller halinde bulunan Kur'an onda indirildi. Onun için sizden her kim bu aya erişirse oruç tutsun.” (Bakara 185) buyuruyorlar.
Kainatın Efendisi de (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri, orucu açtığı zamanki sevincidir; diğeri de Rabbine kavuştuğu zamanki sevincidir. Oruçlunun ağzından çıkan koku (halüf), Allah indinde misk kokusundan daha hoştur.” buyuruyorlar.
İbadetlerin tamamını Rabbimiz’e (celle celaluhu) kulluğumuzun bir gereği olarak ifa ediyoruz. Namazımız, orucumuz, zikrimiz, zekâtımız... Bunların hepsini sadece rıza-i Bâri için yapmalıyız. Hakk’ın rızası kastedilmeden yapılan her türlü fiil ibadet kapsamı içinde kabul görmez. Namaz sırf yorgunluk; oruçsa sadece açlık vs. olur.
Yaradılış gayemiz sadece kulluk olduğundan fillerimizin tamamı ibadet kapsamında değerlendirilebilir. Yememiz, içmemiz, uyumamız vücudumuzun sıhhat bulması ve ibadetlerimizi sıhhatli bir şekilde yapmamız gayesine matuf ise bize ecir kazandırır. Çalışmamız, helal rızık temini içinse ibadet hükmündedir. Bunun için Rabbimize kulluğun önünü açan her türlü fiil güzeldir.
İşte bu ibadetlerin içinde oruç ibadeti farklı bir yer tutar. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah’ın (celle celaluhu) şöyle buyurduklarını aktarmışlardır: “Ademoğlunun her iyi ameline karşılık on katından yedi yüz katına kadar sevap yazarım. Ancak oruç hariç, onun ecri Bana aittir.” Ecri tamamen Allah katından olan bir ibadet, elbette özeldir.
Hâce Hazretleri de (kuddise sırruh) “Orucun farklı bir ibadet olmasının sebebi çok sade olmasıdır. Diğer ibadetler çok süslüdür. Oruçta Allah’ın hoşuna giden, onun sade olmasıdır. Sadelikten murad ise Hakk’ın meşru kıldığı yemek, içmek gibi şeyleri bile yapmamamızdır.” buyuruyorlar.
Buradan da anlıyoruz ki, oruç ibadeti sadeliği ile Hakk’ın (celle celaluhu) hoşuna giden bir ibadettir. Oruç Ramazanı şerifte farzdır. Fakat Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) tavsiye ve uygulamaları ile yılın tamamına yayılmıştır. Bu yüzden oruç özellikle mü’minin ve hususen tasavvuf yoluna sulûk etmiş kişilerin terakki etmeleri açısından önemlidir. Ramazan’da tutulan oruç bütün Müslümanlara farziyyetinden dolayı herkes eşittir. Fakat sair zamanlarda tutulan oruçta mecburiyet olmadığından nefs kabullenemez. Çok zorlanır. İşte bu durumda salik oruca devam ederse nefsin bazı yönlerini törpüler ve zamanla temizlenir. Özellikle şehveti azaltmada çok etkili olduğu Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) evlenmek isteyip de imkanı olmayan genç sahabe efendimize “oruç tut” buyurmasıyla anlaşılabilir.
Konuyla alakalı olarak, dergimizin 9. sayısında Hâce Hazretleri ile (kuddise sırruh) yaptığımız mülakatta:
“Oruç, çift yüzlü bir madalya gibidir. Birincisi, zahir dediğimiz, nefis cephesiyle meşru olan her şeyden -yeme/içme, cinsel mukarenet gibi- belli sınırlar içinde uzak durmak. Bu, orucun bir yönüdür. Bir de ayette bildirilen hikmet, takva yönü var. Bunların ikisi birbirinden farklı şeyler. Yani bizi, Hak’la ilişkilendirecek şey yeme/içmenin terki değil. Orucun zahirindeki yönü -yeme/içme terki, cinsel mukarenetten uzak durmak- bu işin imtihanı. Onlarla imtihan ediliyoruz. Bu imtihanlar sonucunda kendimizi tanıyoruz, irademizi deniyoruz, arzu ve isteklerimizin şiddetini, dehşetini, bizim üzerimizdeki tesirini görüyoruz. Sabrımızı, teslim ve tevekkülümüzü anlıyoruz. Dolayısıyla da nefsimizin bu arzularından, isteklerinden uzak durarak kedimizden bir şeyleri eksiltmiş oluyoruz, fedakârlıkta bulunmuş oluyoruz, Nereye kadar ve ne kadar fedakârlık yapabileceğimizi görüyoruz. Kendimizi tanıma neticesinde, takva ile de Allah’ı tanıyacağız. Onun için, ‘takvaya erişesiniz’ buyrulmuş. Yani bizi tanıyasınız... Demek ki takva çok kapsamlı bir kelime. Takva, bir açıdan sığınma, korunma, kaçınma olduğu gibi; bir açıdan da kavuşma, ulaşma, buluşma anlamlarına geliyor.” buyurmuşlardı.
Sadece aç kalmanın ya da cinsel yakınlıktan uzaklaşmanın oruçta Hakk’ın muradı olmadığı buyruluyor. Çünkü bunlar Rabbimize yakınlığa sadece vesile olabilir. Asıl murad edilen; bunları yaparken içimizde tuttuğumuz niyetimizdir. İftarı beklerken; “Ezan okunsa da şu açlıktan kurtulsak.” düşüncesi mi bizde galip, yoksa “Rabbime yakınlaşabildim mi? O’nu memnun edecek bir sabır gösterebildim mi? Dilime, gözlerime, kulaklarıma, gönlüme de oruç tutturabildim mi?” muhasebesi mi daha önde?
Orucun bir yönü de uhuvvetin gelişmesine yardımcı olmasıdır. Aç kalarak yoksullukla mücadele eden kardeşlerimizin halini anlayabiliriz. Evinde pişirecek aşı olmadığı için kuru ekmeğe talim eden fukaranın derdine ortak olabilme düşüncesi, bizleri onların yardımına koşturabilir. Bu mübarek aylarda, onların fakirlikten kurtularak bizler gibi yaşayabilmeleri için daha fazla bir gayret sarfederiz.
Aç kalmanın bir yönü de Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabını anlamaktır. Açlıktan karınlarına taş bağlayan Kainatın Efendisi ve ashabı hatırımıza gelmelidir. Onların çileleri ve bu çilelere sabırları bizlere örnek olmak kaydıyla gözümüzün önüne gelmelidir.
Evinde bir şey olmadığı için tenceresinde taş kaynatan kadına, Hazreti Ömer’in sırtında yardım götürmesini hatırlayalım. “Belki bizim çevremizde, yakınımızda da böyleleri vardır.” düşüncesiyle şöyle bir çevremize bakalım.
Orucun bir yönü de temizleyici olmasıdır. Bir Müslümanın bir konuda yemin etmesi ve bu yemininin doğru çıkmaması durumunda bile tuttuğu oruç, onun bu kusurunu giderir. Bunun gibi bazı meselelerde yapılan hatalar için oruç tutulması ve bu hatalardan temizlenilmesi Rabbimizin oruçla bizi terbiye buyurmasının bir yönüdür.
Oruç aşırı yemenin insanın manevi hayatına menfi yönde ne kadar etki ettiğinin de bir göstergesidir. Çünkü hadisi şeriflerde ve büyüklerimizin kibarı kelamlarında çok yemenin manevi afetlerinden açıkça bahis buyruluyor. İnsan oruçluyken yaptığı ibadetleri dikkatli incelerse ibadetini ne kadar huzurlu yaptığının farkına varır ve elde ettiği bu huzuru sürekli -Rabbinin ikramıyla- devam ettirmeye çalışmak için az yemeyi kendine şiar edinmeye çalışır.
Orucun, yukarıda saymaya çalıştığımız manevi güzelliklerini anlatmaya bizim gücümüz yetmez kanaatindeyiz. Elbetteki Ramazan’ın son on gününde ve tek günlerde aranması buyrulan “Kadir Gecesi” ve Ramazan orucunun bitirilip bayrama ulaşılması da ayrı bir güzellik ve özellik olsa gerekir. Çünkü Ramazan’ı Ramazan yapan bu ayda inen Kur’ân-ı Kerim’dir. Ve bu yüce Kitab’ın indiği gece “Kadir Gecesi”dir. İşte mü’min bütün bu güzellikleri Rabbinin istediği şekilde yapmaya azami gayret gösterirse bayram onun için vuslat olur, hakiki bayramlara erişir. Bu yönüyle sevinir, neşelenir ve bunu kardeşleriyle paylaşır. Bir başka yönüyle hüzünlenir; bu manevi atmosferden çıkıp yeniden gaflete düşme korkusu da farklı bir üzüntü kaynağı olur onun için.
İşte bu noktada mümin, Rabbine: “Ya Rabbi! Ramazan boyunca Senin koruman altında nefsimizi masivadan temizlemeye gayret ettik. Bayrama tertemiz ulaştık. Bir sonraki Ramazan’a bizi ulaştır ki bu manevi hazları yeniden tadalım. Bir sonraki Ramazan’a kadar, bu güzel halimizi muhafaza edebilmemiz için yardımını biz zayıf kullarından esirgeme.” yakarışlarıyla hayatını Hakk’ın rızası doğrultusunda devam ettirme gayreti içine girer.
Bu duygularla mübarek “Kadir Gecenizi” ve “Bayram-ı Şerifinizi” tebrik ediyor, nice böyle mübarek günlere erişmek dileğiyle sizleri, bizleri ve tüm inananları Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah’a (celle celaluhu) emanet ediyoruz.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
Rabbimiz Teâlâ ve tekaddes Hazretleri buyuruyor ki: “Seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davranın ve azıtmayın. Çünkü O, yapıp ettiklerinizden haberdardır.” (Hud Suresi 112)
Ebû Amr (veya Ebû Amre) Süfyân İbni Abdullah radıyallahu anh şöyle dedi:
-Yâ Resûlallah! Bana İslâm’ı öylesine tanıt ki, onu bir daha senden başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim, dedim. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
-Allah'a inandım de, sonra da dosdoğru ol, buyurdu. (Müslim, İmân 62. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 61; İbni Mâce, Fiten 12.)
Sözlüklerde “doğrultu” manasına gelen istikamet, İslam’i literatürde; dosdoğru bir şekilde Kur’an ve sünnete bağlılık ve bu bağlılığın sapmalara uğramadan devam ettirilmesidir.
Efendimiz’in (sallallahu eleyhi vesellem) “Hud Suresi beni ihtiyarlattı.” buyurmaları, sürekli istikamet üzere olmanın ne kadar zor olduğunun bizlere bildirilmesidir. Büyüklerimiz de sohbetlerinde bu hadisi şerifi izah ederken:
“Hâşâ ki, Efendimiz (sav) istikamet sahibi olmakta zorlansın. Bunu ümmetinin yapmasının çok zor olduğunu bildiklerinden, ümmeti adına üzüntülerinden dolayı ihtiyarladıklarını beyan etmişlerdir.” buyurmuşlar.
Sahabeyi kiramdan birisi, Efendimiz’e (sav) soruyorlar ki: “Ya Rasûlallah! Emri dinden bana bir şey tarif buyur ki, dinin emirlerinden bana bir şey öğret ki, bâdemâ ben kimseden bu mevzuda bir şey sormaya ihtiyaç duymayayım.” Yani bana öyle bir şey öğret ki, o mevzuyu ben işlediğimde daha hiçbir kimseye bir şey sormaya hacetim kalmasın. Efendimiz (sallallahu eleyhi vesellem) de buyuruyorlar:
“Amentü billahi festakim.” (Allah’a iman ettim deyince dosdoğru hareket et.) Allah’a (celle celaluhu) iman ettim de, Allah’a (celle celaluhu) inan ve dosdoğru hareket et, istikamet üzere ol.
Hâce Hazretleri de (kuddise sırruh); “Bu emir, evvel-be-evvel hakikaten sevgili Peygamber Efendimiz Hazretleri’nin câmi’ul kerem olduklarına delalet eder. Zira bu emri celilin zahiren ve batınen ne varsa hepsine cami bulunduğuna ve hatta Cenabı Hakk’a vuslatın dahi usulünü tarif ettiğine inanmamız lazımdır. Sonra istikamet emir buyruluyor. Bu da aynen öyledir. Nitekim şeriatin zahirinde, batınında; zikirde, fikirde; kalbimizi boşaltmada, tahliyede; ruh ve sırrımızı tavsiye ve tecliyede; ahlakı hasene ile, güzel ahlak ile ahlaklanmaya; makamı cem’e erip, o birlik makamına erişip ehli vahdet, gerçek tevhid ehli olmada, irfan ve hakikatte masivadan tamamen kurtularak Cenabı Hak’ta tamamıyla fani ve O’nunla baki olmakta, velhasıl her şeyde ve her hususta istikamet üzere olmamız lazımdır. Cenabı Hak: “O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir.” (Hud Suresi 112)
Emri şerifinin manasını anlamayı ve onu hayatımıza hakim kılmayı nasib eylesin. Yaşadığımız müddetçe bizleri, neslimizi, bütün mü’minleri Cenabı Hak mustakim kılsın inşaallah.” buyuruyorlar.
İstikamet; terakkidir. Amellerimize devam ederken anlayışımızın değişmesi, yakınlığımızın artması ve her geçen gün manen ilerlememiz, istikamet üzere olmaktır. Yani istikamet derken, insanın her zaman aynı düşüncede kalması, dün olduğu konumu bugün koruması olarak anlaşılmamalıdır. Evet İslam’ın temel mevzularında değişim zaten olmaz. Fakat imanın kuvvetlenmesi, manen yükselmek için gayret etmek, istikamet üzere olmaktır.
İstikamet; her hâl ve şartta İslam’ın emirlerine sıkı sıkıya sarılmaktır. Ruhsatlarla değil azimetlerle amel etmeye sa’y etmektir. Batılın çok küçük bir baskısı karşısında hemen tavizler vererek Müslümanın izzetine leke sürmemektir. Çünkü; “Onların hileleri zayıftır.” buyruluyor. Biz yaşantımızda sürekli takvayı tercih edersek, Cenabı Hak onların zayıf hilelerine karşı bize basiret ve feraset lutfedecektir ve bu sayede onların oyunlarını kısa zamanda farkederek etkisiz hale getirebiliriz.
İstikamet; kınayıcıların kınamalarına aldırmamamaktır. Zamanı ve şartlarını bahane ederek sünneti her şekliyle yaşamaya çalışan mü’minlere sürekli maddi ve manevi baskı kurmaya çalışanlar günümüzde çoğunluktadır. Bir Müslüman sünnete uygun kıyafet giyse, sakalını sünnete göre uzatsa en yakınlarından başlayarak hemen baskı kurmaya başlıyorlar, ayıplıyorlar, kınıyorlar. Bu zamanda da böyle olur mu, fitneyi uyandırıyorsunuz, gibi tepkiler hemen başlıyor. Mustakim bir mü’mine yakışan, bunların hiçbirine aldırmayarak Hakk’ı razı edecek şekilde hareket etmektir.
İstikamet; imam olmak gerektiğinde imam olmak, vasıfsız bir er olmak gerektiğinde er olabilmektir. Günümüzün en önemli hastalıklarından biri budur, kanaatindeyiz. Bir insan bir cemaatin başına geçtiğinde sanki beceremese bile, bariz hatalar yapsa, ilahi emirlere uymayan hareketlerde bulunsa bile makamından ayrılmaması istikamet olarak görülüyor. Halbuki Efendimiz (sallallahu eleyhi vesellem) olsun, raşid halifeleri olsun savaşlara gönderdikleri komutanları, şehirlere gönderdikleri valileri yeterli görmedikleri durumlarda görevden almışlardır. Görevden alınanlar da buna hiç itiraz etmemişlerdir. Zafer kazanmışken görevden alınan Halid bin Velid (ra) bunun en açık örneğidir. Efendimiz’in (sallallahu eleyhi vesellem) raşid halifelerinden olan Hazreti Ömer Efendimiz; “Ben Hakk’ın istemediği bir hükme sizi zorlasam ne yaparsınız?” sorusuna “Seni kılıcımızla düzeltiriz .” cevabını alınca böyle insanlara halife olmuşum diye Allah’a şükretmiştir. İşte bu manada istikamet böyle olmalıdır. Yoksa “liderler ancak ölünce değişirler” anlayışı her zaman doğru değildir.
İsmail Çetin Hocaefendi de konuyla ilgili; “Huzura kavuşmanın kapısı istikamet makamı; sünnete muhalif olan bid’at, haram ve adetleri bozacak fenalıkları terk etmek, ibadet ve taati de yerli yerinde yapmak demektir. Mesela namazı kılmak ayrıdır, ikame ile tabir olunan yerli yerinde yapmak da ayrıdır.
Cenabı Hak Teâlâ, Kur’an’ın, yerli yerinde namaz kılan, istikamet ve takva sahibi olana rehberlik yapacağını beyan buyurmuştur: ‘Şüphesiz Kur’an-ı Hakim takva sahiplerine hidayet edicidir. Onlar ki namazı dosdoğru kılarlar ve onlara vermiş olduğumuz rızıktan da infak ederler.’
Namaz huşu ve tadili erkanla kılarlar demektir. Demekki namaz kılmak ayrı, ikame edilmesi de ayrıdır. Mal harcaması da öyle; nefsin hesabına harcamak değil, Allah u Teâlâ’nın emrettiği yerlerde harcamak demektir. Mesela namaz kılmak tevbedir, dosdoğru kılmak istikamettir. Şu halde istikamet; sünnet, vacip ve farzları yerli yerinde kılmakla, bunları bozan şeylerden sakınmaktan ibarettir.” (Edeple varış lutufla dönüş)
Eba Hasen Şâzelî de (ks) istikameti: “Tevazu ile hüsnü muaşerette bulunmak, mahlukatta ayıp görmekten sakınmak, gizlide dahi büyük ve küçük günahlardan çekinmek, sünnet ve mendupları yerine getirmekten kinayedir.” diye tefsir etmiştir. Bu takdirde şuurumuzdaki maksat ve niyetlerimizi tenhada dahi harekete geçirmek ve fiilen tatbik etmek istikamet olur.
Şeyh Ahmed Gümüşhanevi (ks): “İstikamet; ahidleri yerine getirmek, ifrat ve tefritten sakınmak, mübahlardan her şeyi, ortalama ayarlamaktan ibarettir.” diye beyan etmiştir.
Ebu Ali Dekkak da (ks): “İstikamet; nefsi edeblendirmek, kalbi fena niyetlerden temizlemek, daimi bir surette basiret üzere devamdır.” buyurmuşlardır.
İbn-i Mesud (ra) anlatıyor: Bir gün Efendimiz (sav) bize bir çizgi çizdi ve sonra bize şöyle dedi; ”Bu Allah’ın yoludur.” Sonra o çizginin sağına, soluna çizgiler çizdi ve şöyle buyurdu: “Bu çizgiler de yollardır. Başlarında da şeytanlar var ve insanları bu yollara davet ediyorlar.” Efendimiz’den (sallallahu eleyhi vesellem) rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuş: “Size iki ağır şey bıraktım onlara tutunduğunuz müddetçe yolunuzu kaybetmezsiniz, onlar da Allah’ın Kitabı ve benim sünnetimdir.” Yol, sünnet ve Kur’ an ile aydınlanır. Kişinin istikameti hedefleyen doğrularla beraber olmayı, kendisine lazım görmesi gerekir.
Büyüklerimizin kibarı kelamlarından ve Efendimiz’in (sallallahu eleyhi vesellem) hadisi şeriflerinden anladığımız kadarıyla istikametin özü; Allah’ın (celle celaluhu) Kitabına ve Habibi’nin sünnetine ittiba etmektir. Fakat bunu yaparken herkes kendine göre değil, Efendimiz (sallallahu eleyhi vesellem), ashabı ve Efendimiz’in varisi ekmelleri nasıl uygulamışlar ve bugün nasıl uyguluyorlar, bunu anlayıp buna göre yapmaktır. Şurasını unutmamak gerekir ki, İslam kıyamete kadar cari bir dindir. Hükümleri her dönemde uygulanmak mecburiyeti vardır. Yani Rabbimiz bize Kitab-ı Kerimi’yle emirlerini gönderdikten sonra bizi muhayyer bırakmamıştır. Ben Müslümanım diyen herkes bunu gönülden kabul etmelidir. Gerektiğinde uygulanması için gayret sarfetmeli ve yeri geldiğinde i’layı kelimetullah için can vermeye hazır olmalıdır. Çünkü bu, dinin yaşanırlılığı için gereklidir. Biz yaşantımızda mustakim olamazsak, bizden sonraki nesillere iyi bir miras bırakmış olamayız ve mes’ul oluruz.
Bu mes’uliyetten alnımızın akıyla kurtulmak için İslam’ı iyi anlayıp anladığımızı muradı İlâhî’ye uygun şekilde tatbik etmemiz bizi istikamet sahibi kılar. Bunun yolu da Efendimiz (sallallahu eleyhi vesellem) ve ashabının yolundan ayrılmayan mürşidi kamillerin terbiyesinde ve sohbetinde bulunmaya can atmaktır. Çünkü istikametin de kemali onların şahıslarında hayat bulmaktadır.
Ramazanı şerifinizi tebrik eder, mustakim olmamıza vesile olmasını Cenabı Hak’tan (celle celaluhu) niyaz ederiz. Selam ve dua ile...
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
“Ve onlardan önce o yurda yerleşen imana sarılanlar kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına erenlerdir.” (Haşr:9)
Bu sayımızda ayın konusu olarak uhuvvetten-kardeşlikten bahsetmeye çalışacağız. Dergimizin önceki sayılarında Hâcegân Yolu’nun Umdeleri’ni açıklarken bu konuya yine değinmiştik. Ancak Hâce Hazretleri’ne (ksa) bu ayki konumuz ne olsun diye sorduğumuzda “Uhuvvet olsun!” diye buyurdular. Biz buradan şunu anladık ki önemine binaen yeniden uhuvveti yani kardeşliği gündeme getirmemiz isteniyor. Demek oluyor ki bugün en çok ihtiyaç duyduğumuz mesele kardeşliğimizin pekiştirilmesidir.
Bu girişten sonra konumuzu iki açıdan ele almaya çalışacağız:
1-Genel İslami anlayışlar açısından uhuvvet.
2-Tasavvufi anlayış açısından uhuvvet.
1- Genel İslami anlayışlar açısından uhuvvet: İslam ümmetinin gücünün temelini oluşturur. Kardeşliğin kâmilen oluşmadığı Müslüman toplumlarda huzur ve saadet olmaz.
Efendimiz’in (sav) Veda Hutbesinde, ümmetine yaptığı umumi hitabında: “Mü'minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslümana kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.” buyurması konunun ehemmiyetini ortaya koymaktadır.
Biz âcizane meseleyle alakalı şöyle düşünüyoruz: Birbirini sevme, birbirine hoşgörü gösterme, birbirini anlama adına biz Müslümanlar olarak bulunduğumuz konumdan bir adım geri çıkıp hadiseye tarafsız bir gözle bakmaya çalışalım.
Her meselemizin altında ehli küfrü, ehli nifağı arıyoruz. Hep dışarıdan güçler bizim içimize girmişler, bizi birbirimize düşman etmişler. Aramızdaki kardeşliği yok etmişler. Acaba bizim hiç suçumuz yok mu?
Rabbimiz Hazretleri (cc) Kur’an-ı Kerim’de: “Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resûlüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (en-Nisa: 59) buyururken, Müslümanlar acaba anlaşmazlığa düştüklerinde meseleyi Allah’a ve Resûlü’ne mi yoksa sürekli aramıza fitne tohumları eken dış güçlere mi götürüyorlar? Irak’a Amerika gireli yıllar oldu, acaba şu anda içeride birbirini acımasızca katleden, Müslüman mabedlerini bombalayan, yaşlı-çocuk demeden birbirini öldüren kim? Aynı kıbleye yöneldiği, aynı ilaha ve peygambere iman ettiğini söyleyen insanlar bu kadar rahatça birbirini nasıl yok etmeye çalışabiliyorlar… Aralarını bulmak için Müslüman âlimlere, fikir önderlerine, münevver mü’minlere gitmek yerine fitne merkezi olan Amerika’ya gitmeleri uhuvvetin oluşmasına en büyük engel değil midir?
Yine Cenâbı Hak (cc): “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz.” (el- Hucurat: 10) buyurmasına karşılık bizlerin sürekli bizi yok etmeye, aramızdaki sevgiyi, tesanüdü, bağlılığı yok etmeye çalışan fitne merkezlerini araya sokmamız Rabbimizin emirlerine muhalif olmuyor mu?
Efendimiz (sav): “Mü'minin mü'mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan binâ gibidir." (Buharî, Salât: 88; Edeb: 5; Müslim,) buyuruyor.
Acaba bizim Müslümanlar olarak birbirimize bağlılığımız böyle mi? Birbirimize bağlılığımız sağlam bir binanın tuğlaları gibi mi? Yoksa en küçük bir ayrılıkta tamamen çürümüş, küçük bir sarsıntıda yıkılacak olan toprak bir bina gibi miyiz?
Son dönemlerde oluşan suni birliktelikler acaba dünyalık menfaatlerimiz arttığı ve bunları kaybetmemek için mi, yoksa gerçekten Allah rızası için mi?
Bunun sağlaması çok kolaydır. Mekke-i Mükerreme’den her şeylerini bırakarak hicret eden Muhacir efendilerimizi Medine-i Münevvere’de misafir eden Ensar efendilerimiz’in muamelelerini bir düşünelim. Karşılığında hiçbir menfaat beklemeden her şeylerini kardeşleriyle bölüştüler. Hatta iki hanımı olan Ensar, hanımlarından birini boşayıp vatanını bırakıp gelen muhacir kardeşlerine nikâhlamayı bile teklif etmişlerdir.
İki ayrı şehrin insanları kendi örf ve ananelerini bir kenara bırakıp tek bir ümmet olmuşlar. Aralarına dışarıdan kim gelirse gelsin; Fars, Rum, Mısırlı, Yemenli bu kardeşlik potası içine dahil olmuşlardır. Birlikte cihada çıkmış, İslam adına mücadele etmişlerdir. Kardeşine zarar gelmesin diye birbirlerine bazen zırh bazen kalkan olmuşlardır ve bu kardeşlik destanını sadece yirmi üç senede yazmışlardır.
Peki, bu destanı yazarken dikkat ettikleri şey ne idi?
İşte yukarıda bahsettiğimiz ayeti kerimeler ve hadisi şeriflere birebir teslimiyet gösterdikleri için yani aralarındaki her anlaşmazlığı Allah’a ve Resûlü’ne götürerek, oradan aldıkları talimatları uygularken bir binanın tuğlaları gibi olmaya azami gayret ettikleri için kendi asırlarını saadet asrına dönüştürmüşlerdir.
Şimdi biz buradan kendimize ve kendi zamanımıza bakalım ve yaptıklarımızın sağlamasını yapalım. Sahabe efendilerimizin birbirlerine olan bağlılıkları, uhuvvetleri, muhabbetleri ile bizim diğer Müslüman kardeşlerimizle olan fedakârlıklarımıza ve muhabbetimize bakalım. Bu açıdan diyoruz ki, şu anki halimizden bir adım geri çıkalım ve bu değerlendirmeyi yapalım. Bu değerlendirmeyi yaparken fertler fert olarak, cemaatler liderleriyle birlikte cemaat olarak, İslami duyarlılığı olan devletler ve yöneticileri yönetim olarak bir adım geri çıkarak, kendilerini her şeyden soyutlayarak durumlarımıza bakalım. Adeta yeni İslam’ı öğrenmiş bir Müslüman gibi önce kendi nefsimizi, ailemizi, cemaatimizi, siyasi görüşümüzü asrısaadet eleğinden geçirelim. Ve bakalım ki bugüne kadar kardeşliği onlar gibi anlayabilmiş ve yaşabilmiş miyiz? Ona göre yolumuza devam edelim. Kâinatın Efendisi (sav): “Bir saat tefekkür bin yıllık nafile ibadetten üstündür.” buyuruyor. Aklımızı gönlümüzü saflaştırıp bir düşünelim. İki milyara yaklaşan Müslüman nüfus niye halen daha birbiriyle tam bir kardeşlik oluşturamıyor. Mekke-i Mükerreme’de Kâbe-i Muazzama’nın karşısında bile tavaf eden Müslümanlara bakarken siyahıyla beyazıyla, Arabıyla, Türküyle, gözümüze bir görünmüyorsa bir sorun var demektir. En iyisini biz yapıyoruz veya biliyoruz taassubuyla karşındaki farklı ırktan olan kardeşine üstünlük taslamaya kalkıyorsak ve bu Müslümanlar içinde yaygın bir kanaat ise Kâbe-i Muazzama’ya yönelmemizin mânâsı kalır mı?
Kıtalar ötesinde düşman işgaline uğrayan Müslümanlara yardım için seferber olan ve onların işgalden kurtulduğu haberini alana kadar gözüne uyku girmeyen bir Müslüman topluluktan ve idarecilerden bugüne gelmemizi düşünmemiz gerekmez mi? Yoksa bunlarla övünerek gün mü geçirelim?
Meselemiz elbette karamsarlık oluşturmak değildir. Sadece nefislerimizin üzerine basarak bildiklerimizi uygulamaktır. Kardeşimizi kendi nefsimize tercih etmeliyiz. Büyüklerimizin buyurduğu gibi “Silgiyi bırakıp, kalemi elimize almalıyız.” Samimi olarak “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” diyen her Müslümanı kardeşimiz olarak bağrımıza basmalıyız. Bizim birlikteliğimiz, birbirimize olan sevgimiz, bağlılığımız Hakk’ın rahmetini coşturacak ve işlerimizi düzene sokacaktır.
Peygamberimiz (sav) buyurdu ki: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olamazsınız.” (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)
Evet, bizler Sevgi Peygamberinin ümmetiyiz. Cennete girmemiz dahi birbirimizi sevmemize bağlanmış. Hepimiz bir tesbihin taneleri gibiyiz. Birbirimize sıkı sıkıya sarılmamız gerekir. Eğer biz bunu başarırsak imamesiz tesbih olmayacağı için Cenâbı Hak Efendimiz (sav) hürmetine bize bir imam gönderecek ve tesbihin tanelerini birbirine bağlayacaktır.
2- Tasavvufi anlayış açısından uhuvvet: Bir mürşidi kâmilin etrafında Hakk’a yakınlaşmak arzusuyla toplanmış mü’minler topluluğunun oluşturduğu sevgi halkasıdır. O halkanın mensubları Hâce Hazretleri’nin (ksa);
Bedenimde âzâlarım
İsimsiz kahramanlarım...
buyurması gibi, bir Hak dostunun âzâları mesabesinde kardeş olmuş, birbirinde fenayı yaşamaya çalışan muhabbet fedaileridir. Onlar fena basamakların birincisi olarak fena fi’l-İhvanı görürler. Bunu başarabilirlerse fena fi’ş-Şeyh’e ve daha ileri gidebilirler, anlayışını pratik hayatlarına dökerler. Buna ulaşmak için tek gayeleri vardır. Birbirlerini sevmek ve fedakârlıkta sınır tanımamaktır. Bu anlayışta kimse kendi nefsini değil mürşidinin bir âzâsı gibi gördüğü kardeşini tercih eder. İhvanını incitmek mürşidinin elini, ayağını veya gönlünü inciteceğinden buna asla sebebiyet vermez. Çünkü bu mürid: “İhvan benim Hacerü’l-Esved’im, namusumdur.” “İhvan ihvanın namusudur.” anlayışının taliblisidir. İnsan namusu olarak kabul ettiği şeyi nasıl korur ve gözetirse salik de ihvanını öyle korur ve muhafaza etmeye çalışır.
Mürid ihvanlarıyla her zaman muhabbetli olmanın yollarını aramalıdır. Kardeşlerinin hep güzel yönlerini görmeye çalışmalıdır. Onlardan hatalı bir hal çıkmayacağı kanaatinde olmalıdır. Velev ki öyle bir hal gözüne çarpsa bile kardeşi hakkında kötü düşünmemeli benim bu güzel ahlaklı kardeşim böyle bir hata yapıyorsa, benim zalim nefsim bana hangi ahlaksızlıkları yaptırır, düşüncesiyle kardeşinin hatasını sanki kendi yapıyormuş gibi düşünerek ona buğz etmemelidir. Eğer gücü varsa ona nasihat etmelidir. Eğer buna gücü yoksa ehil olan bir kardeşine usulüne uygun bir şekilde, gıybete girmeden meseleyi anlatarak o arkadaşına nasihat ettirmelidir.
Evliyaullahın büyüklerinden Ebû Said Harrâz şunları söyler: “Elli yıl sûfîlerle bir arada kaldım, onlarla dost ve arkadaş oldum, aramızda hiçbir anlaşmazlık çıkmadı.” Bu sözü dinleyenlerden birisi: “Bunu nasıl başardınız?” diye sordu. Harrâz şu cevabı verdi: “Ben onlarla olduğum süre içinde hep nefsime hâkim olmaya özen gösterdim. Onlara eziyet etmemeye, onları sevindirmeye, bunu yapamasam bile kötülük yapmamaya îtinâ ettim. Arada bir aykırılık ve ayrılık söz konusu olsa bile kardeşlerimi iyilik ve güzellikleriyle anmaya dikkat ettim.”
Ebû Muâviye el-Esved isimli bir sûfî şöyle anlatır. Bir gün: “Kardeşlerimin hepsi benden daha iyidir.” deyince kendisine: “Bu nasıl olur?” diye soruldu. El-Esved şu cevâbı vererek sûfiyâne kardeşliğin esasını çizmiş oldu: “Onların hepsi beni kendilerinden üstün görüyorlar. Beni kendisinden üstün tutan herkes elbette benden daha hayırlıdır.”
İşte bu anlayış tamamen ashabı kiram hazeratının anlayışıdır. Onlar hayatları boyunca hep birbirlerine yardımda bulundular. Sadece kardeş oldular. Hatalarından dolayı birbirlerini asla kınamadılar. Cihad meydanında şehadet şerbetini içerken bile bir bardak suyu birbirlerine ikram ettiler.
Konu daha anlaşılır olması için İsmail Çetin Hocaefendi’nin Edeble Varış Lütufla Dönüş isimli eserinden bir bölümü kısaltarak alıntılıyoruz:
Buyurmuşlar ki; aşağıdaki edeblere riayet eden ihvan, ashâbı kiramın ahlakıyla ahlaklanmış olur Seyyid Taha: “Büyüklerle sohbet başlangıçta zor olduğundan ihvanın birbiriyle sohbet etmeleri daha faydalıdır. Çünkü büyüklerin nisbeti deniz suyu gibidir, içilmesi zor olur müridlerin nisbeti denizden süzülmüş çeşme suyu gibidir.” buyurmuştur.
1- Mülâkatlarda güler ve güzel yüzle, sevgi ve muhabbetle, selametli bir kalble selamlaşanların samimiyet ve muhabbetleri birçok günahlarının affedilmesine vesile olur.
2- İsardan ibaret, kardeşinin ihtiyacını kendi nefsinin ihtiyacından daha üstün tutmasıdır.
3- Tevazu’dur. Hadis-i şerifte: “Her kim gönül alçaklığı ile mahlûka kanadını yere gerip tevazu ederse Allah Teâlâ onu yükselttirir ve her kim kibirlilik yaparsa Allah onu alçaltır.” Yani kendini küçük gören büyür ve yükselir.
4- Meşrep kardeşlerinin rızasını taleb etmekle ilim, mal veyahut canla onlara yardım etmektir. Umum ihvânını kendi nefsinden daha hayırlı ve üstün görmek. Seydâ-i Tâhi (ks): “İmkânın varsa arkadaşını imamete geçir, bilenden öğren, bilmeyenlere öğret, olmayanlara karşılıksız borç ver, yardım et.” buyurmuştur.
İmam Şa’rani: “Gece ibadetine kalkan, kendisi ve uyuyan hakkında şöyle inanmalıdır: ‘Ben gafletle ibadet ettim, bundan dolayı bana tevbe gerek. Bu kardeşim uykuda olduğu için üzerinde hayr, şer kalemi yoktur, hayrı yoksa bile gafleti de yoktur.”
5- Tembellikten ve zaviyenin ihtiyaçlarını görmemekten sakınmak. Efendimiz Ğavs Hazretleri: (ks) “Elimden gelse virdden daha ziyade tekkenin hizmetini taleb edeceğim. Tekkede hizmet etmek, çalışmak diğer amelden daha üstündür.” buyurdular.
6- Gerek tekkede gerekse hariçte hastalara, sakatlara hizmet etmek.
7- İhvanından edebe aykırı bir şey gördüğü takdirde yüzünde ve tenhada ona nasihat etmek, gıyabında dua etmek ve halkın içinde ayıbını gizlemektir.
8- Hiç bir zaman ihvanının kusurlarından bahsetmemek.
9- Kardeşlerine latifeler söylemek, onlara hüsnü zan beslemek. İmam Şafii (ra) “Her kim alenen halk içerisinde kardeşine nasihat ederse onu rezil etmiş olur ve muhakkak cezasını görür. Çünkü alenen tenkid etmek nasihat değil zulümdür.” buyurmuştur.
10- Kendi ihvânindan veyahut herhangi bir Müslümanın hakkında hatasını görmekten göz kapatmaktır. Özür dileyenin özrünü kabul etmektir.
11- Kardeşi günah işlemeye mübtela olduğu zaman daha fazla yardımına koşmak, onu tek başına bırakmamak ve nasihatle ona yardım etme edebidir.
12- Hasbelbeşer iki kardeşin arasında bir bozgunluk olduğu zaman, meşreb, zümrecilik ve hizibcilik fikri ile ikisinden birisine yardım etmeksizin sulha koşmaktır… İslam dininde bu farzdır.
13- Kardeşlerinin gıyabında onları hayırla yâd etmektir.
Yukarıda buyrulan on üç madde meselemizi özetlemektedir. Birbirine böyle muamele eden, incitmeyen ve incinmeyen; seven, saygı gösteren, birbirlerinin hukukuna riayet eden mü’minlerden oluşan tasavvufi cemaatler, bu ahlaklarını diğer Müslüman kardeşleriyle münasebetlerinde de devam ettirirlerse cümle Müslümanların kardeşliği azami olarak sağlanmış olur.
Son iki asırda mürşidi kâmillerin ve onların etrafında halkalanmış olan ihvanlarının birçok hücuma uğramaları bundandır kanaatindeyiz. Birbirini canı pahasına seven insanların olması ehli küfrün en çok korktuğu özelliktir. Bunun tahsil edildiği en önemli müesseseler olan tarikatlara ve onların başında olan insanı kâmillere hücumun sebebi budur.
Yiğit düştüğü yerden kalkar, atasözünde olduğu gibi hatamızı geç de olsa anlayarak düştüğümüz yeri kavrayıp oradan ayağa kalkmaya çalışalım. Kardeşliğimizi pekiştirmek için ne gerekiyorsa onu iyi anlayıp uygulamaya çalışalım. Birbirimize kenetlenip Rabbimizi, Peygamberimizi, Hakk’ın dostlarını sevindirip düşmanlarını çatlatalım... Selam ve dua ile…
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdular:
“Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” [Ebû Hureyre (ra), Mâlik]
Bu yazımızda amel ahlâk ilişkisini incelemeye gücümüz nisbetinde gayret edeceğiz.
Cenabı Hak birçok ayeti kerimede imandan sonra salih ameli zikretmişlerdir. Buradan da anlıyoruz ki imandan sonra ameli salih gelmektedir. Çünkü saf, amelsiz iman korumasız kalır. En küçük küfür ve nifak cereyanında zarar görme ihtimali yüksektir. Bu yönüyle amel hem gerekli hem de kulluğun nişanesi olarak önemlidir. Amelsiz bir mü’minin iman elbisesi üzerinde iğreti duracaktır. Sonuçta imanın kalbine yerleşmediği kişilerden olacaktır.
İşte amel bir mü’min için bu kadar hayati bir öneme haiz iken, amel de tek başına istenilen bir olgu değildir. Amel de muhakkak güzel ahlâkı doğurmalıdır. Çünkü -farzlar müstesna- ahlâk, amelden daha öndedir. Ahlâk, olgun imanın göstergesidir. Günümüz insanının en büyük eksikliği amel ve ahlâk noktasındadır, inanç noktasında değil. Kendince inandığını, en azından öyle söylediği için inancının var olduğunu kabul ediyoruz. Eksiklik amelde ve onun meyvesi olan ahlâktadır. İşte amel, inancın aksiyona dönüşmesi; ahlâkın da parlamasına vesile olur. Yani ahlâk imanın vitrinidir. Öne çıkan yönüdür.
Konuyla ilgili Hâce Hazretleri’ne (kuddise sırruh) yönelttiğimiz suale; ”İman bir mevhi-be-i ilâhidir. Artıp eksilmesi konusunda ihtilaflar olmuş, ziyadeleşip zayıflaması mümkün görülmüştür. Kâinâtın Efendisi’nin de ahlâkı tamamlamaya gönderildiği ve güzel işlerde yani amelde örnek olduğunu unutmamamız gerektiği, hayatın ve ölümün güzel amellere zemin, vesile olduğu için imtihan olduğu, öyleyse yaşarken bizi ölüm ötesine hazırlayacak saadeti bize getirecek amellerin ve bunların yapılması dolayısıyla da bunun ahlâk üstündeki ciddi etkisi kişinin nefsinin amelle terbiye edilmesi, eğitilmesi önemlidir. İşte mü’minin nefsinden eksildikçe ahlâkında güzelleşme olacak, nefsinden kibir kaldırdıkça yerine güzel ahlâkın şubesi olan tevazu gelecek; nefsinden cimriliği kaldırdıkça güzel ahlâkın şubesi olan cömertlik, seha gelecek; nefsinden dünya sevgisini yok ettikçe yerine vera gelecek. Bunlar hep ahlâkın meyvalarıdır. Yani ne kadar nefsinden eksiltirse o kadar ahlâkında tekâmül olacak. Bir de dışa yansıdığında insanlığın istifadesi olur. Onda amel adeta ham madde, ahlâk amelin işlenmiş hâli. Yani benim namazımın belki topluma faydası olmayacak, orucumun bir faydası olmayacak ama namaz, oruç beni topluma faydalı hale getirecek, toplum bu şekilde istifade edecek. Ben müeddeb olacağım, güvenilir olacağım, emin bir kişi olacağım. İbadetler bende bunu sağlayacak. Dolayısıyla bu bende olgun bir ahlâk meydana getirecek, halk benim bu yönümden istifade edecek.” buyurdular.
Bu noktadan hareketle günümüze baktığımızda amellerin neticesinde güzel ahlâkın oluşmadığını görüyoruz. Güzel ahlâk denince aklımıza sadece insani ilişkiler gelmemelidir. Mü’minin asıl müeddeb olması gereken makam Hakk’ın makamıdır. Bizim kendimizce ürettiğimiz ahlâki kurallar Hak cephesinde kabul görmeyebilir. Mesela insanlarla çok güzel ilişkileri olan bir Müslümanın, faizli bir müessesede çalışması ve bunu zaruri bir rızık kapısı olarak görmesi ahlâki yapısının bozuk olduğunu gösterir. İbadetlerini eksiksiz yerine getirmeye çalışan bir kişinin fikrî planda İslam’ın kabul etmediği bir ideolojiyi benimsemesi (ırkçılık, liberallik, sosyalistlik vs.) ahlâkî açıdan problemli olduğunu gösterir. Örneğin namaz sürekli teşvik ediliyor. Gündemde tutulmaya çalışılıyor. “Herkes erkekli bayanlı camilere koşsun…” deniyor. Fakat kadın-erkek münasebetleri, kadınların ve erkeklerin giyim tarzları her geçen gün ifrat derecede İslam’ın tesettürü öngördüğü şartların dışına çıkarılıyor. Namaz kılan bir Müslüman kızımız, namaz kılan bir Müslüman oğlumuz dışarıda çok rahat bir şekilde flört ede- biliyor ve bu artık aileler tarafından yadırganmıyor. Çocuklarımız için artık kız arkadaş veya erkek arkadaş kavramları normal bir şekilde kullanılabiliyor.
İşte Ramazan-ı Şerîf’i geride bıraktık. O mübarek günlerde gündüz oruç tutanların iftardan sonra ramazan etkinlikleri adına her türlü eğlence programlarına gitmeleri, sokaklarda kurulan iftar çadırlarından fakirlerin faydalanması gerekirken artık herkesin katılmaları; üstelik muhafazakar diye bilinen belediyeler ve bazı kuruluşların bu hadiseleri reklam aracı haline getirmeleri bu ameliyelerin içinin boşaltıldığının bir göstergesi değil midir? Oysa Ramazan, manen arınma ayıdır. Mü’minin kendini yenilemesi, geçmişini tefekkür edip geleceğini tanzim etmeye çalışması, geceleri Rabbi ile baş başa kalıp O’na yakınlaşmanın yollarını araması gerekmez mi?
Bu örnekleri çoğaltmamız mümkün. Başta da belirtildiği gibi amel neticede güzel ahlâkı doğurmalıdır. Yapıldığında sadece bir açlık veya yorgunluk insanda kalıyorsa o amel bize “amelelikten” başka bir vasıf kazandırmaz. Bugünkü en büyük sorun ibadetlerin adetleştirilmesidir. Çevreden çekindiğimiz için, anne babamızdan gördüğümüz gibi, araştırmadan, televizyonların reyting malzemesi hocaların patronlarının anlayışına göre verdikleri fetvaların gölgesinde aldığımız bilgilerle amel ediyoruz. Bunun neticesi olarak da yapılan amelin bizde oluşturması gereken ahlâki erdemler olgunlaşmıyor. Cenabı Hakk’ın “Şüphesiz namaz fuhşiyattan ve kötülükten alıkoyar...” buyurması bir hakikati ortaya koyuyor. Demek ki hukukuna riayet edilerek kılınacak bir namaz mü’mini fahşadan ve kötülüklerden alıkoymalıdır. Namazını hiç geçirmeyen bir kişinin toplumda numune insan olması gerekir. Oysa namaz kıldıktan sonra dünya menfaati için “Bilge köyünde” katliam yapanların kıldıkları namaz, nasıl bir ameldir? Namaz insana huşu vermeli, huzur vermeli, kalb yumuşaklığı vermeli değil miydi?
Bu kadar örneklerden sonra anlamamız gereken şudur ki; ameller bizim rahatlıkla içini boşaltabileceğimiz adetlerimiz değildir. Ameller Rabbimiz’in (celle celaluhu) emridir. İbadetlerimizi yerine getirirken kulluğumuzun gereğini yerine getirmiş oluyoruz. Kulun, Rabbi’nin emirlerini yine O’nun emrettiği şekilde ifa etmesi gerekir ki Mürebbi-i Hakiki’de onu murad ettiği şekilde terbiye etsin. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) buyuruyorlar: “Beni Rabbim terbiye etti, O ne güzel terbiye etti.” Buradan da anlamamız gereken şudur ki Rabbimiz’in emrettiği şekilde kulluk, ancak O “en güzel terbiye edileni” taklit ederek, O’nun ısri manevisine ittiba ederek olur. Yoksa sürekli günümüz şartlarını bahane ederek sünnete muhalif bir şekilde yaşamak amellerin içini boşaltmanın tâ kendisidir. Bunun için amellerimizin salâha ulaşması gerekir ki, o ameller bizde gü-zel ahlâkı ikmâl etsin. Salih amel de ancak “salih”lerin amelidir. Kim, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) ve kamil varislerinin yolunu takip eder ve onların tavsiye ettiği amelleri tavsiye ettikleri şekliyle yapmaya azami gayret ederse bilsin ki o ameller onu güzel ahlâka taşıyacaktır. Çünkü günümüzün keşmekeşi içerisinde mü’minin sığınacağı en sağlam liman salihlerin meclisidir. Kulluğun anlaşılması ve yaşanması için büyüklerin sohbeti ve himmeti elzemdir. Bizim amellerimiz kuru ekmek mesabesindedir. O yüzden ahlâka dönük bir karşılığı olmuyor. Büyüklerin tarif ve talim buyurdukları ameller ekmeğin yanındaki çok lezzetli katıklar gibidir. Sürekli kuru ekmek yiyen bir insan nasıl zayıf, atıl olur hepimizin malumudur. Ancak sofrasında her türlü vitaminin bol olduğu bir yemeği yiyen insan nasıl güçlü, zeki ve atak olursa, işte Allah dostlarının yanında güzel amellerde bulunan bir mü’minin de ahlâkı o şekilde güzelleşir. Tüm insanlık onun güzel halinden istifade eder. Onların bol olduğu yerlerde terör olmaz. Onların yaşadığı bölgelerde cehalet olmaz. Her şey Cenabı Hakk’ın (celle celaluhu) emnü emanı altında olur. O beldelere emin beldeler denir. Çünkü içinde yaşayanlar emin insanlar olduğundan herkes emniyet içinde olur.
Yazımızı nihayete erdirirken bilmeliyiz ki, İslam bir hobi değildir. Herkes istediği tarafından, istediği gibi yaşayamaz. Din bir bütündür. İman amelsiz olmaz, amel de güzel ahlâkı doğurmuyorsa manasız olur. Mü’minler uydum kalabalığa mantığından vazgeçip tefekkür müessesesini biraz çalıştırırlarsa her şeyin yerli yerine oturması mümkün olabilir. Aksi halde, “İslam yayılıyor, gelişiyor” düşünceleri şişirilmiş bir balon gibi olabilir. Patladığında –Allah göstermesin- tüm insanlık zarar görebilir.
Selam ve dua ile Allah’a emanet olunuz.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ - EYLÜL 2011 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.