JoomlaLock.com All4Share.net

AYNA, VARLIK ve NEFES ALDIKÇA

Derin tefekküre, felsefeye, tasavvufa dalmadan, sâde ve basit olarak şöyle düşünüyorum; dünyâya gelmeden önce anamıza babamıza, doğduktan sonra bize, hayâtımızın hangi şartlarda, nasıl gelişeceği, istikbâlde neler olup biteceği hakkında bir teminat veren, herhangi bir vaad veya taahhüdde bulunan oldu mu? Hayır! Öyleyse, ‘Şu neden böyle oldu? Bu niçin şöyle olmadı?’ diye gidip de yakasına yapışabileceğimiz; teminâtını bozduğu, va’dine sâdık kalmadığı, taahhüdünü yerine getirmediği için hesap sorup hakkında şekvâcı olabileceğimiz bir makam veya varlık yoktur. Olan olmuştur, olacak olan da olacaktır. Vukua gelen her şeyi tasvip ve tasdik mânâsında değil, körü körüne ve koyun gibi boyun eğme mânâsında değil, fakat gerçekleri olduğu gibi görüp kabul etme, bütün netice ve icaplarıyla yiğitçe göğüsleme mânâsında, olana rızadan başka çâre yok gibi geliyor. Olanı yok saymak veyâ bu böyle olmamalıydı, diye dövünmekle bir yere varılamaz.
İnsan anasını babasını, doğacağı yeri, muhiti, zamanı ve şartları kendisi seçmez. Aynı şekilde, nerede, nasıl, kaç yaşında, hangi sebeple öleceğini de bilemez, tâyin edemez. Ağlayarak doğar, ardımızda gözyaşları ve keder bırakarak gideriz. Kimse, gitmem diyemez. Onun için bu dünya, “evveli gam, sonu fenâ, başı keder, sonu yokluk” olan bir misâfirhâne sayılmıştır.

İşte insanlık nâmına, beşerî faaliyet ve müessiriyet namına yaptıklarımızın, ettiklerimizin, deprendiklerimizin, debelendiklerimizin, hepsi, başlangıcını ve nihâyetini bilemediğimiz, tâyin edemediğimiz bu yolculuğun ortasında, yâni hayat dediğimiz misâfirlik süresinin içindedir. Burada neye, ne kadar hâkimiz? Bu sürede neyi, ne kadar tâyin ve ne ölçüde tanzim edebiliyoruz? Başımıza gelecek olanların ne kadarını bilebiliyoruz? Kısaca, insanın kudret ve kaabiliyeti, neden ibârettir? İddia olunabilir ki, insanoğlu var olduğu, yâni var edildiği, yaratıldığı ândan itibâren bu suallerin cevâbını aramıştır, kıyamete kadar da aramaya devam edecektir. Böyle sualler ve bunlara cevap bulmak için yürütülen mantık ve muhakemeler, varılan neticeler, felsefi ve metafizik sistemler, fikir ve san’at cereyanları, estetik ekoller olarak ciltler dolusu kitap hâlinde bütün dünyânın raflarında, sandıklarında, depolarında durmaktadır. İmkân buldukça, şartların ve idrâk kapasitemizin elverdiği ölçüde bunları da okuyup istifâdeye çalışmalı, ama ekmel olduğuna inandığımız dinimizin, yâni İslâmiyet’in ölçüleriyle amel ve fikir etmek, en uygunudur sanıyorum. Böylesi, yalnız itikâdıma değil, hayâtın pratiğine, yâni gerçeğine; gerçek hayat dediğimiz gerçeğe de daha uygun görünüyor.

Anlayabildiğim kadarıyla İslâmî telâkkide insan, kader-i ilâhî karşısında âciz bir varlıktır. Mutlak Kudret ve Varlık önünde varlığı hiç mesâbesindedir. Ara sıra gurura kibre kapılıp ilâhlık iddiasında bulunmak gibi küstahlıklara bile tevessül etse de yerin bir sallanıvermesi, göğün birazcık sularını boşaltması, şiddetli bir ses veyâ biraz ateş hattâ bir sinek ona haddini bildirmeye kâfi gelir. Buna mukabil, yaradılmışların eşrefidir. Dünyâ emrine verilmiştir. Aczi ve güçsüzlüğü mesuliyetten muaf kılınacak ölçüde değildir. Dağların taşların yüklenemeyeceği kadar ağır bir mes’uliyeti taşıyabilecek kadar da güçlü, irâdeli ve akıllıdır. Vazifesi çok derli toplu ortaya konulmuştur: “Emri bi’l ma’rûf, nehyi ani’l münker”. Buna göre hayrı, iyiliği, helâli, hakkı işleyecek ve buyuracak; şerden, kötülükten, haramdan, bâtıldan, haksızlıktan sakınacak ve sakındıracaktır. Hem kendisi kötülük etmeyecek, hakkı çiğnemeyecek, hem de kötülüğe karşı çıkacak, haksızlığı önleyecektir.

Binaenaleyh, maddî-mânevi bütün güç ve imkânlarımızı, kaabiliyet ve kudretimizi seferber ederek, ferdî ve içtimâi her faaliyetimizde bu hükmü tahakkuk ettirmek, bu emrin çerçevesi içinde kalmak, neticeyi dâimâ Allah’a havâle etmek ve ötesini fazla kurcalamamak... Fikir, tasavvur, amel, fiil, işte yapıp edeceğimizin hepsi bu...

Acıdan tatlıdan bin türlü tecellisiyle hayâtı beğenip beğenmemek, kaderinden memnun olup olmamak, herkesin kendi bileceği şey. Ama hayat mutlaka yaşanacak, çâre yok, kaderin hükmü muhakkak yerine gelecektir. Hayatta bir takım temennilerimiz, arzularımız, aşklarımız, sevgilerimiz, ideallerimiz, hedeflerimiz olması, bunlar için çalışmak çabalamak, atılmak, yorulmak, mücâdele etmek ne kadar tabii ise, bunlara mukabil sevgisizlikler, kırılışlar, hüsranlar, hicranlar, başarısızlıklar, ızdıraplar, çileler de o kadar tabii ve zarürîdir. Hattâ bir bakıma bu menfi mukabiller daha çoktur. Ziyâ Paşa, “Âsûde olam dersen eğer, gelme cihâne” diyor. Bir kere dünyâya ayak basanın, başını kazâ taşından kurtaramayacağını söylüyor. Hele hayâtını ferdî çerçevenin dışına taşırıp içtimâi, beşerî bir hizmete, misyona tâlib olanların, öne düşenlerin, önde ve önder yürümek isteyenlerin hâli, dünyâ ölçüsüyle daha perişandır;

Her âkile bir derd bu âlemde mukarrer,
Râhat yaşamış var mı gürûh-i ukalâdan?

Bütün târih, bu hükmün şahididir.

İnsan, her şart içinde varlığını idrâke ve varlık şuurunu yükselterek lâyık olduğu insanlık şerefine ermeye çalışmalıdır. Bunun imkânı, aksiyondur, her ânın hakkını vererek veya zamandan hakkımızı alarak bir şeyler yapmaktır. İster kendi nefsine yönelerek, ister dışına bakarak, hayır ve hak talebiyle bir şeyler yapmak, asla boş durmamak. Din, buna cihad, diyor. Müslüman, hattâ yalnızca kemâli arayan insan, eğer insan sıfatını liyâkatle taşımak istiyorsa, cihad üzere gerektir. Devamlı şikâyet ve yeisle, ümitsiz sızlanışlarla, kahır, küskünlük ve acz içinde geçen zaman boşuna harcanmış demektir. Kimseye bir faydası yoktur. Her durumda insanın yapabileceği bir şey vardır. Ehemmiyetli ehemmiyetsiz demeden, büyüklüğüne bakmadan, müessiriyeti ne olur, bunu düşünmeden yapılabilecek olan yapılmalıdır.

Faydasızlığı ve lüzumsuzluğu teklif etmiyorum. Hayâtın ufacık tefecik şeylerle hebâ edilmesine asla râzı değilim. Çoğu mümkün iken, aza kanaat edelim de demiyorum. Büyük hayallerimizin veya vehimlerimizin cezbesi veyâ korkusuyla mest olarak veyâ ürpererek atâlet içinde kalmayı istemiyorum. Kudretimizi mübâlağa etmeyelim, ilâhlık iddiasına kalkışmayalım, ama ottan, böcekten, taştan da farklı olduğumuzu unutmayalım. Varlığımızı, haysiyetimizi kurtaracak ve varlık şuurumuzu yükseltecek olan, mümkünün azamîsini, yapabileceğimizin en iyisini, en mükemmelini yapmaya çalışmaktır. Ancak mümkün olan, arzu ve tasavvurumuza, hayâlde yaşattığımıza uygun olmayabilir. Bu takdirde, geri durmak, vazgeçmek gerekmez, onu söylemek istiyorum.

İnsanın mes’uliyet ve şerefi, “Ben elimden geleni yaptım, gerisini Allah bilir.” diyebilecek kadar vicdan huzuru içinde bulunabilmekten fazla değildir, sanıyorum. Herkes taşıyabileceği kadarını sırtlanabilir ve kimseye götürebileceğinden fazlası yüklenemez. Ama işte o götürebileceğimizin, taşıyabileceğimizin miktar ve ağırlığı var ya, onu hangi kantar tartar, Allah bilir... Benim bilebildiğim, gözyaşı var, çile var, istimdad, duâ, niyaz, hattâ mertebesi müsâit olana naz ve sitem var; ama yeis, ümitsizlik ve fütûr, yılgınlık, bezginlik yoktur. Kazâ, belâ geliyorum demez, vakit, zaman seçmez. Hayâtı sürpriz sayamayız. Ben bunu, ben bu kadarını beklemiyordum, diyerek hayret ve şaşkınlık içinde, elleri böğründe kalamayız.

Sâdece haz ve sürür değildir hayat, sâdece kudret, ikbal ve zafer değildir. İnsan, tabiatı iktizâsı bunların peşindedir ama elem ve keder de, zaaf ve mağlûbiyet de hayattır; bunlar da insan içindir. Kimse haz duyduğum sevinç içinde olduğum, başıma zafer tâcı konduğu, kudretime dünyâ râm olduğu zaman doğru yoldayım, isabet ve istikamet üzereyim; bunlardan mahrum olanın yolu yanlış, yönelişi isâbetsiz diyemez. Kimse, zafer ve muvaffakiyeti, hak ve istikâmetin en şaşmaz miyârı sayamaz. Bâzan kuvvet hakka galebe eder. Yenilen ezilir ama bu, yenen mutlaka haklı, isabetli ve istikametlidir, mânâsına gelmez.

İnsan olarak bize, hayatımızla ilgili bir vaadnâme, taahhüdnâme verilmedi. Bu sebeple ne tecellî ederse, biz aksine sa’y etmiş olsak dahi, sabır ve şükürle karşılayıp şimdi ne yapabilirim, diye sormalı; iman ve hamiyyet, ahlâk ve fazilet, hak ve hakikat, Müslüman Türk kanı ve İslâm gayreti, ilim ve aklı selim neyi gerektiriyorsa, kudretimiz ölçüsünde onu yapmalıyız. Nefes aldıkça, dudaklarımızı kıpırdatacak, bir tek kulağa bir tek kelime fısıldayabilecek kadar derman buldukça, Allah diyeceğiz, vatan, millet, devlet, bayrak diyeceğiz. Hakkı adaleti, dini, îmânı, milliyeti, mukaddesâtı yaşatmak; zulmü, haksızlığı, küfrü, milliyetsizliği, cibilliyetsizliği, her türlü insan sefâletini yıkmak için mücâdele edeceğiz. Allah’a kul, millete ve insâniyete hâdim olmak isteyene yol budur.

Kudret ve zafere tapanlar, sâdece ikbal ve muvaffakiyeti hak bilenler, her engel ve ârızada fütûrâ düşenler veyâ kaderle pazarlığa girişebilirim sanıp zamânın bir ânlık tesellisine aldananlar varsa, diledikleri gibi davranmakta serbesttirler.

“İnsanlık, İslâmlık şeref ve haysiyeti içinde, şühedâya hürmeti, mazlumlara merhamet ve riâyeti olanlar, onların yolundan ayrılamazlar.” (A. Gökdemir, Doğuş)

Yûnus, “Her gün yeniden doğarız!” diyor ve “Ba’sü bâ’del-mevt” bu dünyâda da her ân tecellîlerini gördüğümüz bir Allah kanunudur...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort