JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Huzura Kavuşmanın İkinci Kapısı İstikamet Makamıdır 1

Huzura Kavuşmanın İkinci Kapısı İstikamet Makamıdır -1 - Şeb-i Vuslat

Sayı : 135 - Mart 2019

 

Huzura Kavuşmanın İkinci Kapısı İstikamet Makamıdır -1

 

Huzura kavuşmanın ikinci kapısı istikamet makamı; sünnete muhalif olan bid’at, haram ve ibadetleri bozacak fenalıkları terk etmek, ibadet ve tâati de yerli yerinde yapmak demektir. Mesela namazı kılmak ayrıdır, ikâme ile tabir olunan yerli yerinde yapmak da ayrıdır.

Cenâbı Hak Teala, Kur’an’ın, yerli yerinde namaz kılana, istikamet ve takva sahibi olana rehberlik yapacağını beyan buyurmuştur: “Bu, Allah tarafından gelmiş Yüce Bir Kitab’tır. O’nda şüphe yoktur. Teslimle okuyanlara şüphe vermez. Ve O, günahlardan sakınan ve emirleri dosdoğru yerine getiren takva sahiplerine hidayet edicidir. O takva sahipleri öylelerdir ki, hulûs-i kalple gayba inanırlar. Onlar ki namazı dosdoğru kılarlar ve onlara vermiş olduğumuz rızktan da nefslerinin hesabına değil Allah yoluna infak ederler.” (Bakara 2-3) Namazı huşu’ ve tadil-i erkanla kılarlar demektir. Demek ki namaz kılmak ayrı, ikâme edilmesi de ayrıdır. Mal harcaması da öyle; nefsin hesabına harcamak değil Allah Teala’nın emrettiği yerlerde harcamak demektir. Mesela namaz kılmak tevbedir, dosdoğru kılmak istikamettir. Şu halde istikamet; sünnet, vacip ve farzları yerli yerinde kılmakla, bunları bozan şeylerden sakınmaktan ibarettir. Hem mesela zekât vermek tevbedir, yerli yerinde müstehaklarına vermek ve vaktinde ödemek istikamettir ve ayrıdır. Kur’an-ı Hâkim bunları yapanlara değil, bunları yerli yerinde yapan ve yapmakla beraber fâsid amelden korunanlara mürşiddir.

Her ne kadar Kur’an-ı Hâkim bütün insanlara rehber ise de gayba iman ederek kendisine zarar verebilecek şeylerden nefsini koruyan takva sahiplerine özel olarak doğru yol gösterir. Gayb ise, insanın gözünden ve akıldan gizli olan şeylerdir. Yani “Allah Teala’nın Zât-ı Şerifi, melekler, kabir azabı, haşir ve neşir, cennet ve cehennem gibisini görmediği halde iman edenlere Kur’an-ı Hâkim ancak ve ancak maksada ulaştırıcı yol gösterir” demektir. “Bigaybi”deki “ba” harfi musâhabe manasında olup mukadder bir ism-i fâile bağlanması da mümkündür. Bu takdirde “gayb” kelimesi, tenhalaşmak ve yalnız kalmak manasındadır, yani bu takdirde “Kur’ân’ın kendilerine maksada ulaştırıcı yol gösterdiği takva sahibi onlardır ki tek başlarına kaldıkları halde dahi -münafıklara hilafla - halisane iman ederler” yani fiilen de iman ederler demektir. Nitekim, İbn Mes’ûd (ra) bu itibarla şöyle demiştir: “Kendisinden başka hiçbir mabud olmayan Zât’a andolsun, tenhada hâlis imandan daha üstün bir imanla hiçbir kimse iman etmemiştir.”

Öteden beri, hisler mi harekete, hareket mi hislere hâkimdir, diye ihtilaf edilmektedir. Ayet ve bu hadisten anlaşıldığı üzere, hisler harekete hâkimdir, diyenlerin fikri daha makbuldür. Mesela dosdoğru namaz kılmak, güzel ahlakta bulunmak, hâsılı İslami hasletler imanın alâmetidir. İman hissi ve şuuru, kalpte bir tasdiktir. Bunlar var ise, varlıklarından dolayı kişinin mü’min olmasına hükmedilir. Amma hakikatte ise kişi yalnız iken korku ve utanç olmadığı halde dahi İslami vecibeleri tam manasıyla yerine getirip ta’dil-i erkanla namaz kılarsa, şuurundaki niyeti, maksat ve hisleri bedeni üzerine hükümran olmuştur; İndallah da hakiki mü’min budur. Onun için ekâbir: “İmanda ihlas, bilfiil İslami vecibeleri yalnızlıkta dahi tatbik etmektir. Böyleyse ihlas vardır. Böyle değilse, mesela halk içerisinde İslami vecibeleri yerine getirdiği gibi yalnızlıkta da getirmezse, ya nifak ya da riyadan ibaret gösteriş vardır.” dediler. Çünkü itikadda istikamet, ibadette istikamet, ahlâkta istikamet, muamelede istikamet olmak üzere dört sureti vardır. Bizim için söz konusu olan istikamet, imanda ve ahlâkta olan istikamettir. İmanda istikamet: gayba iman etmek yahud gaybda dahi iman etmek ile ehli sünnet ve’l-cemaatin ölçü ve tahrirlerine göre itikadı düzeltmektir. Ahlâkta istikamet: tevazu, Hakk’a ibadet, halka hizmet etmekle boyun eğmek demektir.

Ebu’l-Hasen-i Şâzili, istikameti, tevazu ile hüsnü muaşerette bulunmak, mahlûkta ayıp görmekten sakınmak, gizlide dahi büyük ve küçük günahlardan çekinmek, sünnet ve mendubları yerine getirmekten kinayedir, diye tefsir etmiştir. Bu takdirde şuurumuzda olan maksat ve niyetlerimizi tenhada dahi harekete geçirmek ve fiilen tatbik etmek istikamet olur.

Şeyh Ahmed Gümüşhânevi: “İstikamet: ahidleri yerine getirmek, ifrat ve tefritten sakınmak, mubahlarda her şeyi ortalama ayarlamaktan ibarettir” diye beyan etmiştir. Binaenaleyh istikamet, Allah’ın emirlerine nefsi teslim etmektir. Yani Allah Teala senin hakkında neyi emretmiş ise onu tercih etmendir.

Ebu Ali Ed-Dekkak da: “İstikamet nefsi edeplendirmek, kalbi fena niyetlerden temizlemek, daimi bir surette basiret üzere bulunmaktır” diye tarif etmiştir. İstikameti elde etmek için gizli ve aşikârede Allah Teala’dan korkmak, az veya çok rızıkta kanaat etmek, Allah’ın verdiğine razı olmak, halkın huzurunda ve gıyabında şefkatle onlara iyilikte bulunmak gerekir, diye tahrir etmişlerdir. Bunları yaptın mı mü’min ve müstakim bir insan olursun. “Gizli ve aşikârede taati iltizam ve menhiyattan ictinabla dosdoğru ol ve insanlar içinde ahlakın güzel olsun” mealindeki hadisi şeriften anlaşıldığı üzere iki türlü istikamet var:

- Allah Teala’ya karşı istikamettir.

- Halka karşı istikamettir.

Allah’a karşı istikamet tenhalaşmak zamanlarında dahi Allah Azze ve Celle’nin buyruklarını yerine getirmek, yasaklarından sakınmaktır. İnsanlara karşı istikamet ise, güzel ahlakta bulunmak, küçüklere tevazu ile kanat germek, büyüklere tevazu ile boyun eğmekle saygıda bulunmak, hemcinsine yani seviyesinde olanların da şereflerine riayet etmekten ibarettir. 

Bu iki kanat olduğu takdirde takva kemal bulmuş ve istikamet kapısı açılmış demektir. Artık bu kapı açıldı ise, İlâhi meârifler, haller, makamlara giriş için de imkânlar hazırlanmıştır demektir. Dekkâk kuddise sırruh diyor ki: “Allah Teala senden yukarıda tarif edilen istikameti ister. Sen ise yapmış olduğun taatle Allah’ın sana ikram etmesini, yani kerameti istersin. Sen bu isteğin peşinde olduğun müddetçe müstakim değilsin. İstek ve arzularını bırakıp Allah Azze ve Celle’nin isteği peşine düştüğün andan itibaren istikamet yoluna girmişsin demektir.” İmam Arif Sehreverdi diyor ki: “Gizil ve aşikârede taati iltizam ve menhiyattan ictinabla dosdoğru ol ve insanlar için de ahlakın güzel olsun” hadisi şerifi, İslam’ın esaslarından biri, Peygamberin cevâmiu-l-kelimindendir.”

Halisane imanla birlikte takva sahibi, ilk kez kendini, cehennemde ebedi azaba vesile olabilecek küfür, şirk ve nifaktan korumak için iman eder. Bu, takvanın birinci derecesidir. Kendisiyle azap arasında imanı siper kılar. Takva sahibi ikinci kez, muvakkat dahi olsa cehenneme girilmesine vesile olabilecek küçük ve büyük günahlardan korunur, kendisiyle azap arasında taat ve ibadeti siper kılar. Gizli ve aşikârede küçük büyük günahlardan sakınır, farz ve vacipleri yerine getirir. Halisane bunu yapmakla da fâsık ve âsilerden ayrılmış olur.

Üçüncü kez, sâlik, sırrını yani kalb ve dimağını, doğrusu özünü Cenâbı Hakk’ın huzuruna varmaya engel olabilecek her şeyden temizler, bütün hisleri ve duygularını Cenâb-ı Hakk’ın Zât-ı Şerifi’ne yöneltir. Sâlikin bu teveccühü yani yönelmesi, takvanın zirvesi ve istikametin ilk kapısıdır. Artık sâlik bunda sebat etmeye çalışır. Sebat ederse salihtir, velidir, ebrardır, ahyardır. Tabi ki istikamette sebat etmek kolay bir iş değildir.

Saliki istikametten geri bırakan üç haslet vardır:

-Halktan korkmaktan ibaret cübn,

-Rızktan endişe etmek yahud maaş ve iaşeden endişe etmek,

-Nefsi arzusundan razı olmak.

Bu üç haslet insanı istikamet yolundan çevirir, tevbe kapısını kapatır, a’lâi illiyyinden esfel-i sâfiline düşürür.

İmam-ı Rabbâni müceddid-i elfi sâni (kuddise sirruh) der ki: “İstikamet, şeriati tastamam tatbik etmektir.” Fatiha Suresi’ndeki “sırat-ı müstakim”i, şeriat ilmini bilmek ve onunla amel etmektir diye izah etmiştir. Bazı ehli kemal: Amelsiz ilim yahudi, ilimsiz amel nasrânilerin yoludur. Onun zıddı bilmek ve bilgi ile amel etmekten ibaret istikamettir. İstikameti elde eden ashabı kiramın yoluna girer ve elbette Rahmani cezbeler elinden tutar, takrib makamına kavuşturur. Takrib makamı da onu aşk-ı Rabbâniyyeye devr-i teslim eder. İnayetten ibaret aşk-ı Rabbâni, umum nurâni perdeleri yırtar, Zati tecelliyesinin idaresine teslim eder, demişlerdir.

Efendim Şeyh Abdulhak, pederi Şeyh Abdulğafûr Abbasi Hazretleri’nden naklen şöyle buyurdu: “Kul ile Allah arasında yetmiş bin hicab vardır. Yarısı zulmâni, diğer yarısı da nurânidir. Zulmâni perdeler tevbe etmekle imha olunur. Nurâni perdeler de istikametle açılır. Tevbe ne kadar sahih olursa o kadar zulmâni perdeler yırtılır. Sonra bu zulmâni perdeler hep madde âlemindedir. İstikamet de ne kadar tamamlansa, mana âleminde o kadar nurâni perdeler kulun gözünden kalkar. Andolsun eğer padişahlar bilselerdi ki istikamet bize ne kadar huzur vermiş, şu beşeriyet âlemindeki keşmekeşleri bırakıp istikameti elde etmek için bizimle harbedeceklerdi.” Ashabı kiram istikametle şu kadar memleketleri fethettiler.

Gavs-ı Hizâni: İstikamet ehlinin kadir ve kıymetleri ancak ahirette bilinir. Hallerinden dolayı dünya lezzetlerinden yüz çevirmelerinde hiçbir kusur yoktur. İstikamet imanın hakîkatini kula gösterirken kul şu cismâni lezzetlere zerre miktarı önem vermez. 

Seydâ-i Tâhi: “Sıddîkıyye tarikatinden gaye ihlas ve muhabbettir. İstikamet ihlas ve muhabbetle şeriate ittibâdır. Zira tarikat, şeriatin medarıdır. Tarikatten maksad, marifetin icmalini ve şeriatın hükmünün izahını bilmektir. Mesela müntesib, abdest ve guslün hikmeti nedir, niçin abdestte dört aza yıkanır ve gusülde cümle bedenini yıkar hikmetini bilmelidir. Nitekim abdest bazı azaların manevi zulmetini çıkarmak, gusül bütün azanın zulmetini çıkarmaktan ibarettir. Müntesib kâmil üstadın nezaretinde abdest, gusül ve diğer ibadetinin keyfiyetini öğrenmekle sırrını idrak eder. Binaenaleyh sâlikin yaptığı ibadeti ve ibadete ait bilgisi ve o bilgi ile amel etmesi şüphesiz istikamettir. Eğer istikametle beraber cezbe olursa istikametsiz pek çok kerametlerden üstündür. Çok hayret!.. Avam tabakası en büyük keramet olan istikameti aramaz da maalesef kerameti arar. Bu, kerameti inkâr etmek değil; lakin keramet istikametin semeresidir. İstikametsiz keramet istidrac olur.” buyurmuştur.

Patnoslu üstadım Molla Yasin: “Amelsiz ilim veyahut ilimsiz amel, naylondan yapılmış çiçek ve portakallara benzer. Mevsimi olmadığında insan onları dükkânların vitrinlerinde gördüğünde gayrı ihtiyari meyleder, iştihası çeker. Geçenlerde Van’da bir mağazada otururken masanın üzerinde dört beş tane armut gördüm, umum dikkatim üzerine gitti. Mağaza sahibi dedi ki, hocam bunlar naylondan yapmacık armutlardır. O zaman çok utandım. Ne fayda ki şimdiki bir kısım ulema da hakiki meyveyi aramayıp yapmacık çiçekleri ararlar.”

Hülâsa istikamet tevbeden sonra farz, vacib ve sünnetlere ehli sünnet ve’l-cemaatin itikadına dayalı olarak inanmakla, dört mezhebden bir mezhebe bağlı kalmakla şeriat ilmini tatbik; haram, mekruh, müfsid hallerden sakınmak; ahlaken de ashâb-ı kiramın yolundan yürümektir. Şeriatin ikrarı iman, tatbiki istikamet, ondan firar etmek dalâlettir. Şer’î vazifelerde kaytarmak fısktır.

İslam dininin temeli iki noktadadır:

Devam edeceğiz inşaAllah…

Allah cc yar ve yardımcımız olsun…

Kaynak: İsmail Çetin, Edeple Varış Lütufla Dönüş, Dilara Yayınları, 2007

 

Yazar: Şeb-i Vuslat

 

Perşembe, 01 Ağustos 2019 00:01

DÜNYA SIRLARLA DOLU İMTİHAN YOLCULUĞUDUR

Dünya Sırlarla Dolu İmtihan Yolculuğudur

Dünya Sırlarla Dolu İmtihan Yolculuğudur - Gönül Pınarı

Sayı : 135 - Mart 2019

 

Dünya Sırlarla Dolu İmtihan Yolculuğudur

 

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla… Kullarına lütfeden, onları yediren, içiren, dünya hayatını onlara imtihan yeri olarak lütfeden, onlara iyiyi kötüyü ayırabilecek idraki veren, kendisine kul olmayı ve ibadet etmeyi nasip eden, dünya ve ahiret nimetleriyle bizi mükafatlandıracak olan alemlerin Rabbi Allah’a (cc) hamdolsun.

Salat ve selam efendimiz Hz. Muhammed’e, ehli beytine, ashabına ve onun yolunda gidenlerin üzerine olsun. 

Dünya geçici bir imtihan yeridir, gördüğümüz ve yaşadığımız zorlukları ancak sabır sınavıyla kazanabiliriz. Evet, zor diyoruz, zaten zor olacak ki imtihan olsun.

“Hak şerleri hayreyler,
Zannetme ki gayreyler,
Arif anı seyreyler,
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.

Hiç kimseye hor bakma,
Kalp kırma, gönül yıkma,
Sen nefsine yan çıkma.
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler.

Deme niçin şu şöyle
Yerincedir o öyle
Bak sonuna sabreyle.
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.”

     İbrahim Hakkı (ksa)

İşte imtihan dünyasında dikkat etmemiz gereken mazlum olmak, zalim asla olmamak. Öyle bir imtihan ki bu dünya kapısından ahirete bakmak, orayı kazanmak serbest.

Cenabı Hak (cc): “Allah hiç kimseye yetireceğinden başkasını yüklemez.” (Bakara 286) buyurmuştur.

İşte bu sebepten “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.” Evet, insanoğlu bu hayat yolculuğuna ruhlar alemin de başlamış olup anne karnında beden elbisesine girerek bu dünya hayatına gelmiştir. Her mahluk dünyaya gelmiştir fakat yaratılanların en üstünü insandır. Cenabı Hak insanoğlunı yaratırken herkesi eşit olarak yaratmıştır. Yani herkes günahsız olarak gelir fakat sonradan aklı ile ya kötülüğü tercih eder, ya da cenneti kazanır.

Veya Cenabı Hak (cc) insanoğluna bu dünya hayatını imtihan yeri olarak vermiştir. Burada ne yaparsa ahirette karşılığını alacaktır. Her yaptığımız hareket ve davranışımız hesaba alınacaktır. Bu dünya adeta bir değirmen çarkı gibi dönmektedir, her insan bu çarktan geçmektedir.

Dünyanın bal gibi tatlı olduğu hepimize malumdur, bu dünyanın nimetlerini tatlandıran farklı bir yönü vardır. İmtihan belki bize zehirden acı gelebilir ama onu biz tatlandırabiliriz. Evet, bize çok farklı gelebilir imtihan, nasıl tatlanır? Ancak o imtihanında O’nun rızasını kazanabilirsek, o bize tatlı olur. Dert ve sıkıntıya düşmek Allah’ı (cc) gizlice çağırmamıza sebep olduğundan onunla beraber olduğumuzu hissettiğimizde işte o acılar tatlanır.

Hazreti Asiye misali... Hazreti Asiye annemiz, Hazreti Musa Aleyhisselam’a iman edince onun için acılar başlıyor, işkence başlıyor. Firavun ona işkence ediyor. Firavunun öyle çivileri var ki…

Firavun Hz. Asiye’yi o çivilerle çiviledi vücudunun her yerinden. Akrepler, böcekler sarmış vücudunu, ama Asiye mutlu. Niye? Çünkü o diyor ki “Sen benimlesin.” İşte o mutluluğu yaşamanın adıdır imtihan. Hazreti Meryem gibi… imtihanının büyük olmasına rağmen o imtihana aldırmayıp, Rabbinin isteğini yerine getirmenin adıdır imtihan.

Bu manada imtihanın asıl membaı kainatın Efendisi’dir (sav). En güzel örnek O’dur. Daha dünyaya gelmeden babasından ayrı kalması… Tam anneye ihtiyacı varken onunla imtihan olması sonra dedesi, sonra amcası, sonra çok değerli eşi hazreti Hatice annemiz sonra en çok sevdiği çocukları… Sonra şehrinden çıkarılması, işte imtihanın en güzel örneği…

Bu manada imtihan Hakk’ın emrine boyun eğmesi sonucudur.Neticede o ne dilerse o olur. İmtihan Cenabı Hakk’ın muradını anlamaktır. Bu sebeple işte bu imtihan bize tatlı gelebilir. Öyle sırlarla dolu bir yolculuğumuz var ki bekli de saymakla bitmeyen… Hepimiz saysak bekli de hepimiz benimki daha zordu, deriz. Evet, hepimizinki zor niye? Çünkü en büyük imtihanımız nefsimizin olması, nefis bize imtihan olarak yeter de artar bile. İşte bizim burada en önemli imtihanımızdır nefsimiz. Bu sırlarla dolu dünyamızda giymiş olduğumuz bu nefis elbisesiyle ruhumuzu olgunlaştırıp ebediyete hazır hale getirmeliyiz. Allah’ın rızasını kazanıp mutluluğu elde etmek için, dünya hayatı çok kısa bir konumdadır.

Hep derler “boş dünya”... Evet, boştur ama onu doldurmak… Onu Rabbimizin sevgisiyle doldurmak, O’nun dostlarının sevgisiyle, onların varlığıyla doldurmak. O kadar gariptir ki bu dünya hayatı, o kadar görülmeyen yüzü vardır, kimi doğar doğmaz vefat eder, kimi yüz yaşını da devirebilir. Bu dünya hayatında yaşadığımız olayların altında yatan ve bilmediğimiz, anlamadığımız bir çok imtihan sırları vardır. Bu gizemli hayatta gayemiz Rabbimizin rızası olmalı ki hedefimize ulaşalım.

Fakat şeytan ve nefis gerçekleri görmemizi engellediği gibi kulluğumuzu hakkıyla yerine getirme hususunda bize işi zor gösteriyor. Evet, onların görevi bu, bizim görevimiz ise onlara boyun eğmemektir. Dünya hayatında Allah’ı görür gibi yaşayanlar O’na kulluk ederler, sonsuzluk kervanında yer almış demektir. Böylelikle dünya imtihanını ilahi zevke dönüştürmüştür, işte buna kısaca ihlas diyebiliriz. Yani Allah’ı görür gibi O’na kulluk etmek. 

Dünya hayatının sırlarla dolu olduğu açık ve ortadadır, büyükler buyuruyor: “İnsanlar dünyayı kırılmaz bir testi ahirete de kırılan bir toprak testi zannederler. Akıllı kimse ise geçici ve yok olacak olan dünyayı kırılacak toprak testi gibi , ahireti ise hiç kırılmayan ebediyen baki kalacak olan altın testi gibi görür. Öyleyse buna rağmen dünyaya sarılan kimseye nasıl akıllı denilebilir ki.”

Mevlana Calaleddini Rumi hazretleri buyuruyor ki: “Dünya bir çarşı senin vücudun da o çarşıda bir dükkana benzetilir ve sahibi sana bu dükkanı kiraya vermiştir. Lakin bu dükkan da gizli bir hazinede saklıdır. Sen bu dükkanı kullandığın müddet zarfında eğer o hazineyi bulup çıkardı isen ne âlâ… Yok bu müddet zarfında hazineyi bulamayıp vaktini zayi ettin ise yazıklar olsun sana…”

İşte bu manada dünya hayatımız sırlarla dolu bir yolculuğumuzdur. Bu sır ise o hazinedir. Peygamber Efendimiz (as) buyuruyor ki: “Dünyada kalacağın dünyaya kadar çalış, ukbada kalacağın kadar ukbaya çalış. Allah’a ihtiyacın kadar O’na ubudiyette bulun ve ateşe dayanabileceğin kadar cehennemlik amel işle.”

 

Yazar: Gönül Pınarı

 

Perşembe, 01 Ağustos 2019 00:00

GÜZEL AHLAK GÖNLÜN CİLASIDIR..!

Güzel Ahlak Gönlün Cilasıdır

Güzel Ahlak Gönlün Cilasıdır - Mine Şimşek

Sayı : 135 - Mart 2019

 

Güzel Ahlak Gönlün Cilasıdır

 

“Girdim ilim meclisine, aradım kıldım talep.
Dediler ilim geride, illa edep… illa edep…”

                                                  Yunus Emre

Ahlak denildiğinde edep ile beraber zikredildiğini duyuyoruz. Çünkü ahlakı güzel olan kişilerin bir çokları edepli ve saygılıdır. İnsanoğlunun bu dünyada da öbür dünyada da en büyük ve sonsuz hazinesi, sahip olduğu güzel ahlakı ve edebidir. Kimlere karşı edepli olmalıyız, diye akla gelebiliyor. Tabi ki bizi yaratanımıza, yaşatanımıza karşı (günah işlememek ve isyan kelimeler kullanmamak ile) edepli olmalıyız. Peygamberimize (sav) edep, Kur’an-ı Kerim’e edep, ilim öğretene edep, mürşide edep, anaya babaya edep, büyüğüne, sofraya, misafire edep... vs bunlar İslam’ın güzellikleridir, olmassa olmazlarıdır. 

Bu ayki yazımızda ise bu başlığın üzerinde durmaya çalışacağız inşaallah. Bizim anladığımız ahlak, alimlerin anladığı ahlak, toplumun anladığı ahlak bir de Kur’an’ın bizlerden istediği ahlak anlayışı vardır, bunları kısaca sıralayalım.

Allah dostlarına göre ahlak: “Kulluk görevimiz dışında bir şey değildir, Allah’tan razı olmak, hayrı da şeride Allah’tan bilmek, nimetlere şükür belalara sabretmek. Yaptığı iyilikleri başa kakmamak, karşılık beklememek, insanlara ve zararsız hayvanlara şefkatli olmaktır. Ahlak iman ışığıdır, imanın çarkıdır. Kamil imanın dışa yansıyan cilasıdır. Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklardan sakınmak, Rabbimizi gereği gibi sevip fazlasıyla korkmak. İnsanın dini değerlerine bağlı olmasıdır. Ahlak, Rasulullah Efendimiz’in yaşantısının dışında olmaksızın imanın ortaya konmasıdır.” diye buyrulmuştur. 

Toplumun ahlak anlayışı ise: Herkese iyi davranır, kaba ve sert olmaz, sözünde dürüst, olup kalp kırmaz vs. Bunlar güzeldir, bunların yanın da Hakk’ın emirlerini/farzları eksiksiz yerinde yaparsa ahlak imanın yani gönlün cilasıdır veya ışığıdır da diyebiliriz. Kibar demek şiveni değiştirmek değildir. Bir şey isterken “ver” demek var. Bir de “verir misin” demek var. İlki emirdir, ikincisi ricadır. Tevazu, alçak gönüllülük güzel ahlaktır. 

Müminin vasıflarından biri de emin olmaktır. Yani Müslüman müslümanın elinden, dilinden, gözünden, kulağından emin olunması. İşte islam’ın bizlerden istediği güzel ahlak budur. İlki farzları yerinde yapmak, yasaklardan sakınmak diğeri ise elinden yani ona bir şey emanet ettiğinde o emaneti iyi korumaktır. Dilinden derken, ona bir sır verdin, o kişi o sırrı muhafaza edecek onu başkalarıyla paylaşmayacak. Bunu ikimizin arasında sır bilecek, o sözü emanet bilecek. Gözünden emin olunacak, kendini ilgilendirmeyen şeylere bakmayacak. Kulağından emin olunacak birisi hakkında hoş olmayan bir şey duyduğu vakit “O kişi asla anlattığınız gibi değildir.” deyip dedikoduyu kapatacak… Güzel ahlaklı bir mümin, güzel bakacak… güzel konuşacak… güzel düşünecek….

Kısaca ahlaklı kimse, kötü zanda bulunmayacak, arkadaşının hatasını görmeyecek, karşısındakinin ayıp kusurunu araştırmayacak, kusurları hep kendinde bilecek. Yumuşak, tatlı dilli olacak. 

Cenabı Hak (cc) ayeti kerimede: “Görmedin mi? Allah güzel sözü nasıl bir misal getirdi. Onun kökü sabittir ve dalları semada hoş bir ağaca benzer. Bu ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. Kötü söz gövdesi toprağın üstünde kolayca çıkarılabilen kökleşip yerleşmeyen kurumuş ağaca benzer.” buyuruyor. (İbrahim, 24-25-26)

Sevgili Peygamberimiz (sav) hadisi şeriflerinde ahlak ile ilgili: “Kıyamet gününde herhangi bir kulun terazisine konan en ağır şey takvası ve güzel ahlakıdır. Muhakkak güzel ahlak güneşin buzu eritmesi gibi hatayı, günahı da eritir. Mümin arıya benzer, konduğu dalı kırmaz, oraya zarar vermez. Mümin yumuşaktır, hafiftir deve gibi boynunu eğer…” buyurdular. Bir insan az ibadet etse de güzel ahlakı sayesinde en yüksek dereceye kavuşur. Yine Efendimiz; “Şüphe yok ki Allah refikdir, her hususta rıfk ile, yumuşaklıkla, muamele edilmesini sever. Ahlaklarınızı güzelleştiriniz.” buyurmuştur. 

Cenabı Hak (cc) Hazreti Peygamberimiz’in yüksek değerini ifade sadedinde: “Hiç şüphesiz sen büyük bir ahlak üzeresin.” (Kalem 4) buyurmuştur. Alemlerin efendisi rahmet ve şefkat Peygamberi de: “Ben başka bir maksatla değil, ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” buyurarak vazifesini tarif etmiş ve bütün insanlık alemine “üsve-i hasene” (örnek insan) yani mükemmel bir ahlak numunesi olmuştur. Edep ahlakın zirve noktasıdır, insanı ihsan duygusu ile kamil insan haline yükselterek Rabbimize karşı edep sahibi eder ki, bu da edebin en yücesidir.

Diyelim insan kulübe gibi bir çadırda yaşasa, yanında hoş hal sahibi biri olsa; yardım sever, yumuşak/tatlı dilli, güler yüzlü olsa, insanın gönlünü alan hali ile gerek eliyle gerek dili ile gerek hizmeti ile o kulübeyi, o çadırı saraya çevirir. 

Bir mümin olarak bizler önce gönlümüzde ahlakımızı güzelleştirmeliyiz ki dışımıza da yansısın. Bu Allah dostlarının tavsiyeleridir. Eğer gönülde nefsani arzular, huzursuzluklar, hiç bitmeyen uzun uzun emeller var da; kanaat yok, fikir yok, tefekkür yoksa, gönlü şeytan istila etmişse o gönül baykuş yuvasıdır, viranedir. Ama gönülde muhabbetullah, aşkullah, zikrullah, marifetullah, edep, tevazu varsa, gönül de İslam’a karşı teslim olmuşsa Efendimiz’in ifadesiyle: “O gönül Beytullahtır.” İşte gönlü güzel olunca bu kişinin hali, dışına hal ve hareketine yansıyıp güzel ahlakı ile herkes tarafından sevilir ve sayılır kişi olur.

Hâce Hazretleri bir sohbetlerinde şunları nakletmişlerdir: “Güzel huy ve ahlak için terbiye edilmiş nefis lazımdır. Güzel ahlak çok ibadet, çok iyilik yapmak değildir. Öyle insanlar var ki çok hayır yapıyor ama yalan söylüyor, gıybet ediyor, kalp kırıyorlar! ‘İbadet yapmaktansa gönül yap!’ demişler. Ama her insan bir değildir tabiat gereği. Çiçeklerin içinde gül, papatya, yonca da var zakkumu da var. Otların içinde şifalı otlar da var zehirli otlar da var.

Hayvanların içinde kanaryası, bülbülü de var kartalı, şahini de var. İnsanlar da fıtratı gereği kimisi kötü huya sahiptir. Onun için, iyi ahlaka sahip olabilmek için, kamil bir mürşidin elinden nefis terbiyesi edilmesi gereklidir. Bu terbiye de sohbetlere devamlılık, zikre devamlılık, farzları eksiksiz yerine getirme, eksiklerini düzeltme ile olur. 

Bir mürşidin, Allah dostunun sohbeti ile kendimizi düzeltelim. Onların sohbeti Kur’an’dan süzülen nur çeşmesidir, gönüllerimiz yıkanır, nefis terbiye olur… O zaman “ben” değil “biz” oluruz. Benlik duygusu olmasın ki tevbemizde: “Ya Rabbi pişmanım ben yaptım!” diyebilelim. Biz sürekli benlikten sıyrılamadığımız için “ben… ben…ben!” diyoruz. “Ben yapmadım!” diyoruz.

Rabbimiz tüm kullarını sevgili Peygamberimiz’in (sav) güzel ahlakı ile ahlaklanıp; rızasını kazanan ve cennetinde cemalini seyreden kullarından olmamızı lütfetsin inşaallah.

 

Yazar: Mine Şimşek

 

Arif ile Eyle Sohbet, Dürrü Mercan İncidir. Cahil ile Kılma Ülfet, Akibet Can İncitir - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 135 - Mart 2019

 

Arif ile Eyle Sohbet, Dürrü Mercan İncidir. Cahil ile Kılma Ülfet, Akibet Can İncitir

 

“Ârif ile eyle sohbet, dürr ü mercan incidir, 

Cahil ile kılma ülfet, akıbet can incitir.” demiş şair. Allah Rasulü (sav): “Kişi arkadaşının dini üzeredir.” buyurmuş. İnsanın çevresi, eşi, dostu, arkadaşı hangi hâl üzereyse insana da o bulaşacaktır. Eğer insan müstakim insanlarla birlikte olursa istikamet bulur, istikrar kazanır, İslam üzere sabitkadem olur. İnsanın çevresi gaflet ehli ise, malayani ile iştigal eden insanlar ise dünyası da ukbası da harap olur. Her iki âlemde de hüsrana uğrayanlardan olur. 

Cenabı Hak Kur’an-ı Kerim’de Peygamberlerin dualarını genelde bize bildirmiş. Bunlarla bize usul öğretiyor ki sizler de Allahu Teala’ya öyle dua edin, öyle yakarışta bulunun... Nesli için, kendi zürriyetinden gelecek insanlar için, İbrahim Aleyhisselam dua ediyor: “رَبِّ اجْعَلْن۪ي مُق۪يمَ الصَّلٰوةِ وَمِنْ ذُرِّيَّت۪يۗ - Rabbim! Beni namaza devam eden bir kimse eyle. Soyumdan da böyle kimseler yarat.” (İbrahim, 40)

Zürriyetimi, neslimi, çevremi, ahbab u yaranımı namaz kılanlardan eyle ya Rabbi. Yani dini yaşayanlardan, Hakk’ı bilenlerden, Hakk’a temessük edenlerden eyle. 

“رَبَّنَا وَتَقَبَّلْ دُعَٓاءِ - Rabbimiz! Duamı kabul eyle!” 

Ey Rabbim bu duamı reddetme! Yani beni neslimle, zürriyetimle adeta imtihan etme, duamı kabul buyur. 

Demek ki insan çevresini musalli insanlardan, muvahhid insanlardan tercih ederse Cenabı Hakk’ın yanında duasına, niyazına, haline icabet edilecek bir kişi olur. Söyle arkadaşını söyleyeyim kim olduğunu, der ecdat. Arkadaşın nasılsa sen de öylesin. 

Bu yüzden Cenabı Hak: 

“ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ - Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe, 119) buyurmuş. 

Ey müminler sadık, salih, samimi insanlarla birlikte olun. Arkadaşlığınız, dostluğunuz, yakınlığınız, ülfet ve ünsiyetiniz onlar ile olsun. Hakk’a sadakat gösteren, sıdk ehli olan kişilerle olun. 

Şeyhimiz Hazretleri buyuruyorlardı ki; bugün insanın nefsinin ve kötü arkadaşın ona vereceği zararı yetmiş devlet bir araya gelse ona veremeyebilir. Kendi nefsinin başına öreceği çorap, bir de arkadaşının onu düşüreceği durum… Bu ikisine dikkat etmek lazım. Hem nefsine dikkat edecek, hevasına uymayacak hem de çevresine dikkat edecek, heva sahibi insanlarla olmayacak. 

İnsan o mahşerin dehşetini, şiddetini gördüğünde; hesabın, haşrın, o ilahi muhasebenin zorluklarını gördüğünde tabii ki burada yaptığı birçok şeyden nadim olacak, pişmanlık duyacak, kendini levmedecek. Bunlar ayeti kerimelerde, hadisi şeriflerde bildirilmiş. Bazı toplulukların, bazı insanların nedametleri o noktaya varacak ki ayeti kerimede Cenabı Hak buyuruyor: 

“اِنَّٓا اَنْذَرْنَاكُمْ عَذَابًا قَر۪يبًاۚ يَوْمَ يَنْظُرُ الْمَرْءُ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَن۪ي كُنْتُ تُرَابًا - Şüphesiz biz sizi, kişinin önceden elleriyle yaptıklarına bakacağı ve inkârcının, ‘Keşke toprak olaydım!’ diyeceği günde gerçekleşecek olan yakın bir azaba karşı uyardık.” (Nebe, 40)

Biz keşke toprak olsaydık, burada böyle hesabımız da olmasaydı. Konumuzla alakalı olarak bu nedamet duyulacak mevzulardan birisinde de Cenabı Hak buyuruyor ki:

“O gün zalim kimse, (çaresizlik içinde) ellerini ısırıp şöyle diyecektir: Ne olurdu ben de peygamberle beraber aynı yolu tutsaydım! Yazıklar olsun bana, keşke falanı dost edinmeseydim!” (Furkân, 27-28)

Filanca kişiyle veya kişilerle, filanca grupla, toplulukla hiç arkadaş olmasaydık, onlarla birlikte olmasaydık. Dünyadaki dostluklarından dolayı pişmanlık duyacaklar, takva sahipleri ile olan arkadaşlık müstesna… Eğer bu dostluk Allah için olmuşsa ve o dostluk çerçevesinde takvanın esaslarına riayet etmişlerse, bu müstesna.

Şeyh Efendimiz buyuruyor ki; arkadaşın öyle olsun ki sen Allah dediğinde o senden daha çok desin. Yani senden daha gayretli, azimli olsun. Seni marufa teşvik etsin, Allah demeye sevk etsin, emirlere imtisale sevk etsin. Eğer sana münkerde yardımcı oluyorsa, seni münkere sevk ediyorsa sen başına bela almışsın. Sen Allah derken o senden çok desin ki ahirette o pişmanlığı yaşamayasın. Keşke ben filanı dost etmeseydim, demeyesin. Niye, çünkü ahirette zararını göreceksin. 

Orada öyle dostluklar olacak ki, Efendimiz’in (sav) hadislerinde görüyoruz; arkadaş arkadaşın elinden tutup cennete götürecek. Anası babası, belki en yakın akrabası ondan kaçacak, bizden bir hak ister, ben kendi hesabımı görmemişim, kendi müşkülümü halletmemişim nasıl ki ona yardımcı olayım diye. Cenabı Hak ayette buyuruyor anası, babası, kardeşi firar edecek, onlardan kaçacaklar ama Allah için kurduğu arkadaşlık, dostluk, samimiyet için Efendimiz buyuruyor ki elinden tutup onu cennete götürecek; düşünün. 

O yaşam da burada belli oluyor. Bak ki arkadaşın senin elinden tuttuğunda seni nereye götürüyor veyahut sen arkadaşının elinden tuttuğunda onu nereye götürebiliyorsun, seninle nereye kadar geliyor? Seninle camiye geliyor mu, namaza geliyor mu; seninle sohbete, zikre geliyor mu, İslami meclislere geliyor mu? O seni nereye davet ediyor, seni nereye götürüyor? Eğlenceye, kahveye, kulübe… Dünyana da ahiretine de yaramayacak yerlere seni götürüyor. 

O zaman tehlike… O zaman nedamet duyacaksın ki keşke ben ona uymasaydım, onu dinlemeseydim, onun peşine takılmasaydım. Bunu Cenabı Hak burada haber veriyor. Tedbirini burada al. 

Pirimiz Şeyh Abdurrahman-i Tahi (ks) öyle buyuruyorlar: Bir gün bir papazla musafaha yaptım. Bulundukları bölgede kilise var. Kilisenin papazıyla tokalaşmışlar. Demek ki karşılaşmışlar insaniyet gereği, papazla tokalaşmışlar. Bir zaman sonra İslam’a çok sıcak olmayan bir arkadaşla tokalaştık, ismen, zahiren müslüman. Onunla karşılaştık, tokalaştık. Onunla yaptığım tokadan gördüğüm manevi zararı, papazla tokalaşmaktan görmedim, buyuruyor. Niye? Onun papaz olduğunu biliyordum. Ona göre kalbimde bir tavır takındım. Yani onun şerrinden, zulümatından, gafletinden Allah’a sığındım, bir tedbire müracaat ettim. Ama öbürü müslümandı, belki böyle bir tedbire ihtiyaç duymadım ondan zarar gördüm. 

“وَاَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِل۪ينَ - Cahillerden yüz çevir.” (A’raf, 199)

buyuruyor Cenabı Hak Kur’an-ı Kerim’de. Efendimiz’e buyuruyor ki; o cahillerden, o Hakk’ı bilmezlerden yüz çevir. Onlardan yüz çevir. 

“ وَلَا تَكُنْ مِنَ الْغَافِل۪ينَ - Gafillerden olma!” (A’raf, 205)

Ey Habibim dikkat et, sakın ha o gafillerden olmayasın. Onun şahsında bunlar bize. Haşa ki Cenabı Peygamber gafillerden olsun, haşa gaflete düşsün. Bize buyuruyor Cenabı Hak ki gafillerden olmayın. Sizi gaflete düşürecek şeylerden uzak olun, yüz çevirin, cehalete açılan kapılardan uzak durun. 

Bu sebeple arkadaşlık çok önemli… 

“ فَاِنْ تَابُوا وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ فَاِخْوَانُكُمْ فِي الدّ۪ينِۜ وَنُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ- Fakat tevbe edip, namazı kılar ve zekatı verirlerse, artık onlar sizin din kardeşlerinizdir.” (Tevbe, 11) buyuruyor Cenabı Hak. 

Dikkat edin ki kim tevbekardır, günahtan sakınır, günahı terk eder, Rabbini tanır, marufa yönelmiştir, münkerden uzak durur, namazlarını da dosdoğru kılar... Musallidir, namaza haristir; zekatını da verir, yani bu dini mübinin ukbasına inandığı gibi dinin emrettiği dünyevi hayata da inanırsa o sizin din kardeşinizdir. 

Zekat mali bir ibadettir, maddi bir ibadettir. Dolayısıyla dünyanın simgesidir. Namaz ukbanın simgesidir, uhrevidir. Zekat mali bir ibadet olması hasebiyle dünyayı temsil eder. Zekatını da verir yani dini, bir dünya düzeni olarak kabul eder. Dünyasını da dinine göre ayarlar. 

“فَاِخْوَانُكُمْفِيالدّ۪ينِۜ” İşte sizin din kardeşiniz, arkadaş olmanız gereken, hemhal olmanız gereken, birlikte olabileceğiniz insanlar bunlardır. “Efendim ben onu kazanmaya çalışıyorum!” Dikkat et kazanırken kaybolmayasın, ava giden avlanabilir; kazanırken kaybolabilirsin. 

Hazreti Şeyhimiz buyuruyorlardı ki; dikkat edin iblis sizi şer ile kandıramazsa hayırlarınızla kandıracaktır. İşte “Onu kazanıyorum, kazanma mücadelesi veriyorum!” düşünceleri gibi. Münafıkların cereyanı kuvvetlidir, buyuruyordu şeyh efendimiz. Sen o arkadaşına uysan bir vakit namazı terk etsen, Bediüzzaman’ın (rahimehullah) tarifine göre sekiz yüz çeşit günahın cezası sana yazılır, sekiz yüz çeşit günah işlemiş olursun.

Değdi mi? Bir arkadaşına uydun, o arkadaşla birliktelik adına misal namazı yedin o gün. Peki, bu arkadaşlığın, bu dostluğun sana faydası ne o zaman? Yarın seni Allah’ın huzurunda utandıracaksa bunun faydası ne? 

Bunları niye şimdi konu ediniyoruz; burada hepiniz gençsiniz, gençler için bu çok önemli. Arkadaşlığa değer verdiğinizi, kıymet verdiğinizi biliyorum. Arkadaşlarınızı iyi seçin. Arkadaşınız sizden daha muttaki, daha dikkatli olsun, haramdan sakınan olsun, ibadeti düzenli olsun. 

Siz birilerini kazanma işini biraz erteleyin. Nefislerinizi kazanmaya bakın. Cenabı Hak: “ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ - Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” (Saf, 2) buyurur. 

Yani siz kendinizi kazanmadan niye başkalarını kazanmaya kalkıyorsunuz. İslam’ın erdemleri oturmadan, onlar sizde halleşmeden, ahlaklaşmadan, kemikleşmeden niye onları başkalarına söylüyorsunuz, başkalarına tavsiye ediyorsunuz. “ كَبُرَ مَقْتًا عِنْدَ اللّٰهِ اَنْ تَقُولُوا مَا لَا تَفْعَلُونَ- Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.” (Saf, 3) buyuruyor. 

Allah’ın yanında bu bir kerihlik olarak, bir eksiklik, bir hata olarak size kâfidir. 

Kendimizi kazanalım… 

Bunun için de kazançlı insanlarla birlikte olalım. Sohbete başlarken söylediğimiz şiirde geçtiği gibi, arif ile eyle sohbet; irfan sahibi insanlarla düş kalk ki; onların sözleri dürr ü mercan, incidir. Sohbetleri mücevher gibidir. Kalbini uyandırır, hareketlendirir, zihnini açar. Senin firaset, basiret sahibi olmana vesile olur.

Cahil ile kılma ülfet; dünyaperest, hodbin insanlarla yakınlık kurma, onlar ile hemdem olma, akıbet can incitir. Sonra canın yanar, pişmanlık duyarsın, nadim olursun da iş işten geçmiş olur.

İşte sen de belki o zaman diyeceksin ki; keşke ben toprak olsaydım. Böyle diyeceğine insan olmaya gayret ederek, yaradılış gayemizle bütünleşmeye çalışalım. 

Elbette ki bu toplumda insan olmakla beraber sosyal varlıklarız, herkesle iç içeyiz… Bazen maslahat gereği insanlarla birlikte olmak, alışveriş yapmak, bir şeyleri paylaşmak gerekir, bu ayrı bir şey; dostluk ayrı bir şey muhteremler. Hayatın gerekliliği paylaşırsın, alışveriş yaparsın, gelirsin, gidersin. Meslek arkadaşın olur, okul arkadaşın olur, iş arkadaşın olur. Ama gönül arkadaşlığı apayrı bir şeydir. Eğer birine ben gönlümü açacaksam onun gönlünde hazine olmalı. Oradan bir şey alabilmeliyim…

 

Hazreti Şah ı Nakşibend 2

Hazreti Şahı Nakşibend Muhammed Bahauddin el-Buharî el-Üveysî -2 - Abdülkadir Visâlî

Sayı : 134 - Şubat 2019

 

Hazreti Şahı Nakşibend Muhammed Bahauddin el-Buharî el-Üveysî -2

 

Nakledildiğine göre Şah-ı Nakşibend hazretleri bir gün rüyasında Türk şeyhlerinin büyüklerinden Hakim Ata’yı görür ve hazret ona Türk dervişlerinden birisi ile ülfeti tavsiye eder. Bu rüya üzerine siması zihnine kazınmış olan o zatı aramaya başlar. Buhara pazarında ona rastlar ve isminin Halil Ata olduğunu öğrenir, onunla mülaki olur. Bu birliktelik tam on iki yıl sürmüştür. Bu süre zarfında kendisine bir müddet Mavereünnehr Sultanlığı da nasip olan Halil Ata ile yakınlığı bu sırada da devam etmiş, kendilerine bu durumun uygunluğuna göre hizmete devam etmek suretiyle ondan istifadeye gayret etmişlerdir.

Bununla birlikte yine Emir Külal hazretlerinin halifelerinden Mevlana Arif Dikgerânî’ye, Ahmed Yesevî hazretlerinin silsilesinden ve Türk şeyhlerinden Kusem Şeyh namıyla maruf zata da hizmet edip onların da sohbetlerinden müstefid oldular.

Üç sefer hac yapan Şah-ı Nakşibend hazretleri, ilk haccından döndüğü sıralarda, şeyhi Emir Külal hazretleri vefat etti. Vefat etmeden evvel müridlerine Hace Bahauddin’e tabi olmalarını emir buyurdular.

Şah-ı Nakşibed hazretleri, irşad vazifesine başladığında, doğduğu Kasr-ı Ârifân köyünde ikamet ediyordu. Ancak, Buhara’nın yanı sıra Maveraünnehir’in Nesef, Hârezm ve Kermîne gibi bölgelerine de giderek sohbetler yapardı. Onun mana alemindeki kemâlât ve faziletlerini işitip sohbetini dinlemek ya da intisâb etmek için Semerkand gibi büyük şehirlerden gelenler bile vardı.

Buhara’nın önde gelen âlimlerinden Hüsâmeddîn Hace Yûsuf’un Nakşibend hazretlerine intisâb etmesi ise mühim bir dönüm noktası oldu. Bu zatın ardından Buhara âlimleri ve talebeleri kalabalık gruplar hâlinde Nakşibend hazretlerinin sohbet halkasına katılmaya başladılar.

Şah-ı Nakşibend hazretleri şöyle buyurur: “Abdulhalık Gucdüvânî hazretlerinin emrettiği şekilde Rasulullah Efendimiz’in hadis-i şeriflerini ve ashab-ı kiramın haberlerini araştırmaya gayret ettim. alimlerin meclisine devam edip hadis-i şerif dersleri aldım, sahabe-i kiramın haber ve rivayetlerini öğrendim. Bunların her biriyle amel edip, Allah’ın inayetiyle neticelerini üzerimde müşahede ettim.” 

Şah-ı Nakşibend hazretleri, iyi bir hadis tahsili gördüğü için sohbetlerinde sık sık hadis-i şerifleri izah eder ve tasavvufî şerhler yapardı. Arapça, Türkçe ve Farsça’ya vakıftı.

Şah-ı Nakşibend hazretleri tarikatını, “Rasulullah Efendimiz’in sünnetine ve ashabının sözlerine tabi olmak.” diye hulâsa ederdi. Sünnet-i seniyyeyi hayatının her alanında tatbik etmekten büyük bir zevk alırdı. O derecede ki, oğlu vefat ettiğinde şöyle buyurmuşlardı: “Elhamdulillah, bu hususta da Peygamber Efendimiz’e ittiba bize müyesser oldu. Zira O’nun da evlatları sağlığında vefat etmişti. Efendimiz’in başına gelen hallerin çoğu bizde de zuhur eyledi.”

Bahauddin Nakşibend hazretleri ibadetler hususunda çok hassas idi. İbadetlerin manevi tekâmül yolundaki ehemmiyetini de şöyle ifade buyurmuştur; “Mecaz, hakikatin köprüsüdür.” denilmiştir. Bundan kastedilen şudur: Zahirî, bâtıni, kavli ve fiilî olan bütün ibadetler mecazdır. Bu tarikata girenler; bütün ibadetlere ihtimam gösterip bu merhalelerden geçmedikçe, imandan ihsana yolculuk yapmadıkça hakikate vasıl olamazlar.”

Şah-ı Nakşibend hazretleri şöyle buyurdu: “Üstadım bana; kalplere dikkat et! Düşkünleri, zayıfları ve gönlü kırıkları gözeterek onlara hizmet et! Halkın küçük gördüğü ve iltifat etmediği kişilere sen iltifat et ve onlara karşı tevazu ve mahviyet göster, tavsiyesinde bulundu. Ben de üstadımın işaret ettiği üzere bir müddet bu hizmetlerle meşgul oldum. 

Sonra, tekrar o aziz dost bana buyurdu ki; hayvanların bakımını da tevazu ve itina ile yerine getir. Zira hayvanlar da Allah Teala’nın mahlukudur. (Onlardaki tecellileri müşahede et! Onlara Halık’ın şefkat nazarıyla bakmaya gayret et!) Hasta ve yaralı olanların tedavisiyle meşgul ol. Bu emir üzerine hayvanların hizmetlerini görmeyi kendime vazife edindim. Bir müddet bu şekilde devam ettim. Şayet yolda önüme bir hayvan çıksa durur, o hayvan geçip gidene kadar öylece kalır, önüne geçmezdim. Yedi sene bu minval üzere günlerim geçti. 

Tekrar o aziz dost bana şöyle buyurdu: ‘Bu mübarek dergâhın köpekleri ile de samimiyetle meşgul ol ve aralarından sana sadet ufuklarının açılmasına vesile olacak birini ara!’ Ben üstadımın işaretleriyle bu hizmeti de ganimet bildim ve ona sıkıca sarıldım. Bir gece bir köpeğe rastladım. Beni çok farklı bir hal kapladı. Onun yanında Allah’a niyaz ve tadarruda bulundum. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Ben bu hâldeyken o hayvancağız, arkasını yere koyarak yüzünü semaya doğru çevirdi, ön ayaklarını yukarı kaldırdı ve hazin hazin inlemeye başladı. Ben de ellerimi kaldırdım, kırık bir kalp ile niyaz edip ‘Âmin!’ diyordum. Bu vaziyet, onun susup normal hâline dönmesine kadar devam etti…

Yine aziz üstadım bana; ‘Yol ve geçitlerin bakımı ile meşgul ol! Eğer yol üzerinde insanların hoşlanmayacağı bir şey görürsen onu kaldırıp temizle ki oradan geçenlere bir zarar gelmesin!’ dedi. Bundan sonra o hizmetle meşgul olmaya başladım. Öyle ki, bahsettiğim bu yedi sene zarfında üstüm başım hep toz toprak içinde olurdu. O Allah dostunun bana emrettiği her ameli, büyük bir sadâkatle yerine getirdim. O amellerden her birinin kendi ahvâlim üzerindeki neticelerini de müşahede ettim.”

Şah-ı Nakşibend hazretleri; “Tasavvuf yolunda mürşidinden istifade etmek istiyorsan, bir nebze de olsa sekinet halini bulmaya çalış. Çünkü bu yolda gerçek gayeye ulaşmak için sadece namazın ve orucun çokluğu yetmez. Bunun için tam bir fena haline ulaşman ve insanlardan bir beklenti içinde olmaman gerekir. Abdulkadir Geylanî hazretlerinin şu sözü, bunu ne güzel anlatır; ‘Kardeşim, ben Allah Teala’ya sadece gece namazları kılmak, oruç tutmak ve ilim öğrenmekle ulaşmadım. Beni Allah Teala’ya ulaştıran, tüm bunlarla beraber cömertlik, tevazu ve gönül zenginliği olmuştur.’ buyurdular.

Şah-ı Nakşibend hazretleri çok mütevazı bir hayat yaşadı. Haramlardan titizlikle sakınır, ruhsat yolundan çok, azimet tarikini ihtiyar ederdi. Misafirlerine ikramdan hoşlanır, hediyeye hediye ile mukabele etmeye çalışırdı. Mahlûkatın tümüne şefkat nazarıyla bakardı.

Muhammed Parsâ hazretlerinden sonra ikinci büyük halifesi ve aynı zamanda damatları olan Alâuddin Attâr Hazretleri şöyle buyurur:

“Üstadımız Şah-ı Nakşibend hazretlerinin ahlâkı pek ulvî idi. Şayet bir dostu evine gelse, bizzat hizmet eder, en güzel şekilde izzetü ikramda bulunur ve her türlü itinayı gösterirdi. Misafirin ibneğine bile son derece itina ile bakardı. Evine, kendi terbiyelerinde olan dervişler bile gelse, onların taharet ve temizliği için lâzım olan malzemeyi daima kendisi tedarik eder ve; ‘Bu hizmetlerin hepsi benim canıma minnettir.’ derdi. Hâce hazretleri bir müridinin evini şereflendirdiği zaman ise, onun çocuklarını, yakınlarını, hizmetçilerini, ibnek hayvanlarını, hatta tavuklarını bile sorar, her birine bir vesileyle iltifat eder ve gönüllerini alırdı.”

Şah-ı Nakşibend hazretleri, yaşlılık döneminde tekrar hacca gitti. Bu yolculuktan dönerken hastalandı.

Talebelerinden şöyle nakledilmiştir:

Şah-ı Nakşibend hazretleri, ölümü çok yâd ederlerdi. Bilhassa hayatının son günlerinde; “Dostların gittiği o ahiret alemi ne güzeldir!” buyurup Hâcegân büyüklerini anarlardı. Hâce hazretleri, vefatlarına yakın bir zamanda da, Hazreti Aişe validemizden rivayet edilen şu hadis-i şerifi sıkça tekrar ederlerdi:

“Benim ulu’l-azm kardeşlerim ile rusûl-i kiram hazeratı bundan daha şiddetli belâlara sabrettiler. O hâlleriyle giderek Rablerine vasıl oldular. Cenabı Hak onlara pek büyük ikramlar ve pek çok sevaplar ihsan buyurdu. Dünyadaki refah seviyemi yükseltmekten haya ederim. Öyle yaparsam belki yarınki nasibimden noksanlaştırılır da kardeşlerimden geri kalırım. Şu dünyada birkaç gün sabretmek, bana, yarın ahiretteki nasibimin noksanlaşmasından daha iyi gelir. Şu anda bana, ashabıma ve kardeşlerime kavuşmaktan daha sevimli başka bir şey yoktur.” (Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, III, 82)

Alâuddîn Attâr hazretleri şöyle buyurur:

“Hâce hazretlerinin son anlarında Yâ Sîn-i Şerif okuyorduk. Yarısına geldiğimizde nurlar zahir olmaya başladı. Hâce hazretleri kelime-i tevhidi söyleyerek son nefeslerini verdiler. Yaşları 73’ü doldurmuş, 74’e ayak basmıştı. Vefatları 3 Rebîu’l-evvel 791’de (1 Mart 1389) pazartesi gecesi vaki oldu.”

Vefatına düşülen tarihlerden birinin tercümesi şu şekildedir:

Gitti Şah-ı Nakşibend ki, din ve dünya hocasıydı;
O ki, millete din ve devlet caddesini açtı.
Ona yuva ve konak “Kasr-ı Ârifân” olmuştu;
Vefatında ölüm tarihi “Kasr-ı Ârifân” yine oldu

Cenabı Hak, ihvân-ı Hâcegân’a ve bütün ümmet-i Muhammed’e Hazreti Şah-ımızın yolunu bihakkın takip edebilmeyi nasip etsin.

Bizleri dünyada, zatını ve erkanını tanıyıp her türlü sevgiden daha ziyade bir muhabbetle izini sürmekle; ukbada da şefaatlerine erişip cennâtü âliyyâtta sohbetlerinde bulunmakla şereflendirsin.

 

Bu yazımızı hazırlarken;
Muhammed b. Abdullah Hânî hazretlerinin; “Behcetü’s-Seniyyث - Nakşibendi Adabı” adlı eserinden,
Semerkand Tasavvuf Klasikleri’nden “Şah-ı Nakşibend” adlı kitaptan,
Aslen, Şeyh Safiyyüddin namıyla bilinen Mevlana Ali b. Hüseyin Hazretlerine ait ve Nakşibendiler nezdinde pek kıymetli bir eser olan “Reşahat”ın; N. Fazıl Kısakürek tarafından “Can Damlaları” ismiyle Türkçe’ye uyarlaması yapılan eserinden,
Ayrıca, “islamveihsan.com” ve “ismailaga.org.tr” adreslerinin ilgili maddelerinden istifade edilmiştir.Rabbimiz emeği geçenlerden ebediyyen razı olsun.

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

Sayfa 6 / 269

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort