JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Haziran 2020

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi'nin Haziran 2020 sayısı çıktı.

 

Pazar, 01 Eylül 2019 00:00

HUZURLU BİR ANNE HUZURLU BİR TOPLUM

Huzurlu Bir Anne Huzurlu Bir Toplum

Huzurlu Bir Anne Huzurlu Bir Toplum - Burcu Kul

Sayı : 136 - Nisan 2019

 

Huzurlu Bir Anne Huzurlu Bir Toplum

 

Hamd, alemlerin Rabbi Allah’a (cc), salat ve selam, Kainatın Efendisi Hazreti Muhammed Mustafa’ya, onun ehli beytine, ashabına, etbaına, kıyamette kadar devam edecek olan varisi ekmelerine ve ümmetine olsun.

Erkek ve kadınlar bir hikmet üzere yaratıldı. Allahu Teala hazretlerinin kadına yaratılışta verdiği bir nezaket, bir zerafet, bir letafet var. Kadınlar bu naif özelliklerinden dolayı daha hassastırlar ve daha çabuk yorulurlar. Kadın şefkat yumağı, merhamet odağıdır. Evinin eğitimcisi, yuvasını koruyup kollayan sevgiyle bir arada tutandır. Çünkü o bir «anne» dir. 

Feminist düşünce yapısıyla bu ulvi hal bozmaya çalışılıyor. Kadının aile içerisindeki konumunu aşağılayarak fıtratını bozmaya çalışıyorlar. Kafası bulanık, imanı zayıf kimseler ne yazık ki bu akıma kapılıp gidiyor. Hâlbuki kadın, kraliçe arı gibidir. İşçi arı dışarıdan çiçek tozu getirir, kovanda o tozlar bala dönüşür. Kraliçe arı kovanda olmazsa o bal olmaz. İşçi arılar onu arı sütü ile beslerler. Kraliçe arı çıkıp çiçek toplamaya gitse, kovan içindeki görevini yapmasa o kovan harap olur. Arılar arasında hiyerarşi bozulur ortada kovan diye bir şey kalmaz. 

İşte bugün Müslüman aileleri ortan kaldırmak için anneliği basitleştiriyorlar. Topluma kazandırma adı altında toplumsal yapıyı bozuyorlar. Annelik sadece çocuk dünyaya getirmek değildir. O çocuğa gereken her şeyi özgüvenle verebilmektir. Ona yaratılış gayesini, sevgiyi, merhameti ve daha nice kabiliyetleri kazandırmaktır. Yoksa anne yerine bakıcı kelimesi daha uygun olurdu. 

Baba maişeti kazanmak için günün çoğunu dışarı geçirir. Çocuğun yetiştirilmesi anneye kalır. Bir çocuğu en iyi annesi yetiştirebilir. Çalışan kadınlar maalesef fikrini dahi bilmediği kurumlara çocuklarını bırakıyorlar. O körpecik beyinlere ne felaket tohumları atılıyor. Çocukların rol modelini yetiştiği kurumlar belirliyor. Oysa müslüman bir çocuğun ilk öğreneceği şey Allah sevgisidir. Peygamber sevgisidir. Diğer bütün sevgiler süflidir. Anneye babaya duyulan sevgi Allah’ın kalplere nakşettiği sevgiden gelir. Bu denge iyi anlatılamazsa çocuk sevgiyi dışarda aramaya başlar. 

Kadın bir yönüyle anne olduğu gibi hakikat yönü ile Allah’a kuldur. Hayatını yaratılış gayesine uygun şekilde yaşaması lazımdır. Bu şuur ile dünyaya bakabilirse yaptığı bütün işler ona yük değil sermaye olur. Kazanç kapısı olur. 

Birgün, Efendimiz (sav) kalkıyor ve kızı Hz. Fatıma’nın evine geliyor. Eve girdiğinde görüyor ki, Hz. Fatıma oturmuş, elinde beyinin elbisenin söküğünü dikiyor. Ayağıyla da, Hz. Hasan’ın beşiğini sallıyor, ağzıyla da Kur’an-ı Kerim okuyor. Bu haldeyken Efendimiz (sav) içeri girince, Hz. Fatıma: “Buyur babacığım!” diye ayağa kalkıyor. Ama Efendimiz: “Kalkma kızım, otur otur!” diye ısrar ediyor, ama Hz. Fatıma ayağa kalkıyor. Efendimiz buna rağmen: “Keşke otursaydın.” diye ısrar edince Hz. Fatıma merak ediyor: “Babacığım sen gelirsin de, ben ayağa kalkmaz olur muyum? Niye otursaydım ki?” Efendimiz (sav) Fatıma’nın oturma sebebini şöyle anlatır: “Kızım, hanımlar çok bahtiyardırlar, mesutturlar, kazançlıdırlar. Ben kapıdan içeri girdiğim zaman, buranın meleklerle dolu olduğunu gördüm.”

“Babacığım, bu kadar melek niçin gelmiş buraya?”

“Her birisi, bir başka sebepten gelmişti. Sen elinle kocanın elbisesinin yırtığını dikiyorsun, hizmet ediyorsun, işte meleklerin bir kısmı, senin kocana hizmet edişinden dolayı gelmişlerdi. Bir hanımın gönül rızasıyla kocasına hizmet etmesi, meleklerin tebrik edeceği bir ibadettir. Diğer bir kısmı da elinle kocanın elbisesini dikerken, ayağınla da oğlunun beşiğini sallıyordun, bir hanımın çocuğuna bakması, isteyerek, severek, şefkatle, sevgiyle hizmet etmesi, meleklerin gelip seyredebileceği bir hizmettir. Meleklerin bir kısmı da, oğlun Hasan’ın beşiğini salladığın için gelmişlerdi. Sen ağzınla da boş durmuyor, Kur’an-ı Kerim okuyordun, işte büyük bir kısmı da senin okuduğun Kur’an-ı Kerim’i dinlemek için gelmişlerdi. Kızım, hanımlar çok bahtiyardırlar, eğer niyetlerini düzeltirlerse, eğer duygularını düzeltirlerse, eğer bu saydığım hizmetleri şuurla, ibadet kastıyla yaparlarsa, onların yaptığı bütün işler, ibadet yerine geçer.”

Bir hanımefendi, İslam şuuruyla hayatına bakarsa, zengin bir din kültürüyle hayatını zinetlendirirse, kendi dünyasını İslâmî ölçülerle böyle güzelleştirirse, bu hanımın ev hizmeti de ibadettir. Daha doğrusu, hanımların cennete gitmeleri, beylere nisbetle daha öncelikli, daha kolaydır. Bu da hanımlar için çok sevindirici, memnuniyet verici bir müjdedir. Bir kadın beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, iffetini korur, bir de kocasına itaat ederse, ona “haydi, cennetin hangi kapısından istersen gir” denilir.

İki cihan güneşi Efendimiz (sav) hazretlerinin buyurduğu gibi: “Eğer niyetlerini düzeltirlerse, eğer duygularını düzeltirlerse, eğer bu saydığım hizmetleri şuurla yaparlarsa onların yaptığı bütün işler ibadet yerine geçer.”

Allah’ın yakınlığını arzulayarak ne iş yaparsak ve o yaptığımız işi kuralına uygun yaparsak o yaptığımız işler bizlere hasene olur. İşin neticesi ameli salih olur. Hadisi şerifte buyrulduğu gibi: “Ameller ancak niyetlere göredir ve herkese ancak niyet ettiği şey vardır.”

Misal bir bayan evinde yemek yaparken bütün gayretini kullanarak o yemeği lezzetli hale getirmeli. Tadına dikkat ettiği gibi enerjisine de dikkat etmeli. Salih bir niyetle, eli abdestli, dili dualı, gönlünü katarak o yemeği pişirse ve niyetinde Allah’tan başka bir şey yoksa o yemek kadının amelidir. Çünkü o yemek Hakk’ın huzuruna çıkacak. Orada değerlendirilecek. Eşi, çocukları o yemekten yiyip sevdiklerinde, memnun olduklarında, karınları doyduğu gibi kalpleri de doyduğunda, huzur bulduklarında ve o memnuniyetle kadına dua ettiklerinde, o yemek adeta cennet nimeti olur. İşte bu hal bayan için ibadettir. 

Hazreti Peygamber (sav) bayanların işini adeta kolaylaştırıyor. Müminlerin annesi Cüveyriye Binti’l-Hâris’den (r.anha) rivayet edildiğine göre, Rasul-i Ekrem (sav) bir gün sabah namazını kıldıktan sonra, Hazreti Cüveyriye namaz kıldığı yerde oturmakta iken erkenden evden çıktı. Kuşluk vakti tekrar eve döndü. Cüveyriye’nin hala yerinde oturmakta olduğunu görünce:

“Yanından ayrıldığımdan beri hep burada oturup zikirle mi meşgul oldun?” diye sordu. O da:

Evet, diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:

“Senin yanından ayrıldıktan sonra üç defa söylediğim şu dört cümle, senin sabahtan beri söylediğin zikirlerle tartılacak olsa, sevap bakımından onlara eşit olur: Yarattıkları sayısınca, kendisinin hoşnut olduğunca, arşının ağırlığınca ve bitip tükenmeyen kelimeleri adedince ben Allah’ı ulûhiyyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve ona hamdederim.”

Evin hanımı Hz Fatıma (ra) gibi ev işleri yaparken, eşine hizmet ederken, çocukları ile ilgilenirken dilde hafif mizanda ağır olan bu zikri söylese, ezber bildiği duaları okusa, tefekkür etse vaktini Allah’tan uzak geçirmemiş olur. Niyet frekanslarımızı o mübareklerinkine çevirelim ki o zaman annelik nedir iyi anlamış oluruz. 

O zaman evde yapılan ev işlerinin, çocuklarla ilgilenmenin boş olmadığını anlamış oluruz. Eşe hizmet etmek kölelik değil saadet olur. Mutfak bir bayan için mabede, mescide döner. Eğer biz bu işleri kendi bozuk anlayışımızla boş görürsek, o boşlukları süfli şeylerle doldurmaya çalışırız. Tam da feministlerin istediği gibi hemen iş sahasına atılmak isteriz. Annelik gibi kutsal bir vazifeyi Allah korusun cehalet gibi görebiliriz. Bize ebedi saadeti kazandıracak bu ulviyeti bırakıp dışardaki kötülükleri tercih ederiz. Oysa o boşluk Hak için dolarsa insan hayatında iğne ucu sokacak kadar bile boşluk bulamaz. Allahu Teala o hayatı kuşatır. Allah›ın sevgisi, muhabbeti, iştiyakı o hayatı öyle doldurur hiç boş yer kalmaz. 

Annenin gönlü huzur bulursa, aile huzur bulur. Aile huzur bulursa, toplum huzura kavuşur. Üzerimizde dolaşan bela yağmurları gider ve Hakkın bizi rahmet yağmurları kuşatır.

Dualarımızda hep deriz ya; Allahım ahirette bizlere cemalini lütfeyle, Peygamber Efendimiz’e komşu eyle, dostlarınla haşreyle, onlarla eyle. Rabbim dualarımızı kabul eylesin inşallah. 

Dünyada da dostları gibi yaşamayı, dostlarından olmayı lütfeylesin. Onların ahlakına bürünebilmeyi nasip eylesin. Bizi sevdiklerine sevdirsin. Sevdiklerini bizlere sevdirsin. Sevdiği şeylerin sevgisini bizlere lütfeylesin.

 

Yazar: Burcu Kul

 

Mü'minin Hevası ve Arzusu Peşinde Koşacak Zamanı Olmamalıdır - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 136 - Nisan 2019

 

Mü'minin Hevası ve Arzusu Peşinde Koşacak Zamanı Olmamalıdır

 

Şeyh Efendimiz (ks) bir teveccüh esnasında dolaşırlarken bir arkadaş beyit söylüyor, ilahi söylüyor. Söylediği ilahide Hazreti Yusuf’un (as) kuyuya düşüşünü, kuyudan çıkışını, köle olarak satılmasını anlatıyor. Yusuf’un kıssasıyla ilgili beyitler söylüyor.

Fakir de gönlümüz mahzun oldu, gönlümüze geldi ki biz de öyle bir kuyudayız; dünya kuyusuna düşmüşüz, masiva kuyusuna düşmüşüz. Yusuf’u kuyudan çıkaran kervan misali bu manevi kervan, Hak Dostları, bize bir ellerini uzatsalar, bizi bu girdaplardan çıkarsalar. gibi gönlümüzde böyle bir mahcubiyet, mahzuniyet oldu. 

Ben oturuyorum, bu düşüncelerle meşgulken başıma-yanıma gelip bana seslice ifade buyurdular ki: “O kervan kovasını boşuna kuyuya salmaz. Ya Yusuf olacak kuyuda, kovasını salsın ya da tadıyla, lezzetiyle, kalitesiyle meşhur su olacak.” Kuyuda ya güzel, lezzetli bir su olacak ya da Yusuf olacak ki kovayı salsın kuyuya; sattığında baha etsin, para etsin. Yoksa o irfan kervanı boş, kör kuyulara kova salmaz, buyurdular.

Müthiş bir ağlama hissi orada belirdi. İnsan tabi kendini tanıyınca, bir ayna gibi kendini görünce çok bozuluyor. Yani bize dediler ki senin gönlünde ne öyle kaliteli bir su var, ne de sen Yusufsun. Ne işimize yararsın, niye sana kova atalım? 

Onun için gayret etmeliyiz. Yusuf’u kıymetli kılan o zahiri güzelliğiydi. Demek ki bizde de bir güzellik, bir cazibe olmalı. Bu imanımız olabilir, amâlimiz olabilir, ahlakımız olabilir, bir şeyimizi düzeltmeliyiz. Beğenilecek bir yön olmalı bizde. Kendimizi sevdirebileceğimiz bir yönümüz olmalı ki bize bir bedel biçsinler. Yoksa Nasreddin Hoca’nın fıkrasına döner. Hani fıkra ya; Nasreddin Hoca, Moğol imparatorlarından Timur ile hamamda karşılaşmışlar, esprileşiyorlar. Timur sormuş Hocaya; 

Görsen ki beni Yusuf gibi bir yerde satıyorlar, bana ne değer verirsin, demiş. Ne değer biçersin bana? Bakmış Nasreddin Hoca, demiş; 

Sultanım beş akçe. Bugünkü parayla beş lira. 

Hocam insaf et demiş ya; şu önümdeki sarındığım peştamal bile daha çok eder, demiş. 

Tabi, padişah peştemali bu, kaliteli. Hoca;

Padişahım kusura bakma, ben peştamala paha biçmiştim. Peştamalın değerini söyledim, ona paha biçtim. Yani sen o kadar da etmezsin, demiş.

Kıyamazsan başu cana,
Uzak dur girme meydana,
Bu meydanda nice başlar
Kesilir hiç soran olmaz.

Meydanda nice başları keserler, bir değeri yok. Kimse sormaz senin başın ne oldu diye. Başın kıymet etsin istiyorsan başını Hak yoluna koyacaksın, Hakk’ın eşiğine koyacaksın. İbn Ataullah Hazretleri buyuruyor ya: “Allah katında değer ve kıymetini öğrenmek istiyorsan seni hangi işte çalıştırdığına, seni hangi halde bulundurduğuna bak.” Allah’ın yanındaki kadru kıymetini anlamak istiyorsan, ben Allah’ın yanında ne kadar değerliyim, nasıl bir kulum; bunu anlamak istiyorsan bak ki senin yanında Allah ne kadar değerli? Emirleriyle ne kadar değerli, yasaklarıyla ne kadar değerli? Senin Allah’a verdiğin değer, senin Allah’ın dinine verdiğin değer; işte senin Allah’ın yanındaki değerindir.

Ona göre de kendine arkadaş seçeceksin. Ona göre kendine dost seçeceksin. Bu anlamda ehli tasavvuf olan Allah’a, Rasulü’ne, onların dostlarına gönül vermiş bir insan yalnız değildir. Zahiren velev ki Hazreti Eyyub (as) misali insanlardan tecrit edilse de. Cenabı Hak ayeti kerimede buyuruyor:

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَا يَكُونُ مِنْ نَجْوٰى ثَلٰثَةٍ اِلَّا هُوَ رَابِعُهُمْ وَلَا خَمْسَةٍ اِلَّا هُوَ سَادِسُهُمْ وَلَٓا اَدْنٰى مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْثَرَ اِلَّا هُوَ مَعَهُمْ اَيْنَ مَا كَانُواۚ 

“Göklerdeki ve yerdeki her şeyi Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişi gizlice konuşmaz ki, dördüncüleri o olmasın. Beş kişi gizlice konuşmaz ki altıncıları o olmasın. Bundan daha az yahut daha çok da olsalar, nerede olurlarsa olsunlar, o mutlaka onlarla beraberdir.” (Mücâdele, 7)

Siz iki kişi bir araya gelseniz bilin ki üçüncüsü Allah’tır. Rabıta işte bunun usulüdür. Rabıta bunu sembolize eder. İhvan yalnız olmaz. O gönlünde, o hal hareketinde, amellerinde, istikametinde büyüklerle birliktedir, onlara mutabaat eder. Onların muhabbetiyle, onların elde ettiği marifetle, bilgiyle onların hayaliyle sevgisiyle iki kişi haline gelir, dolayısıyla üçüncüsü Allahu Teala’dır. Bir dördüncüsü fazlalık olur, gerek de kalmaz. “İşte filan adamı niye dost ettin? Yalnızlık. Arkadaşa ihtiyaç duydum!”

Şeyhimiz hazretleri aileyi, evdeki eşlerimizi kastederek buyuruyor ki: “Bir bacı bir sen, bir semaver bir ben. Sohbet için, dostluk için. Yetmez mi?” Eşini al, otur karşısına, hulus ile rabıtalı bir şekilde kur semaveri, çayını demle, güzel bir mevzu aç. Bu Kur’an’dan bir ayeti kerime olur, Efendimiz’in bir hadisi şerifi olur, fıkhî bir konu, ahlakî bir mesele. Yani o anda gündeminizde ne varsa onu güzel müzakere edin, mütalaa edin, çayınızı yudumlayın, sohbetleşin. İşte cennet bahçesi, işte irfan meclisi.

Senin zaten dışarıda heva peşinde, arzu peşinde koşacak zamanın olmamalı. Hele şu ahir zamanda. Helalinden maişetini teminden arta kalan zamanda senin boş bir zamanın olmaz. O kadar vazifelerin var ki. Senin vakit namazların var peş peşe dizilmiş hele şu kış mevsiminde mesafeler çok kısa. Öğleyi kılıyorsun ağzım burnum diyorsun ikindi oluyor, biraz dikkat etmesen kaçırabilirsin. Beş vakit namaz sıralanmış. İnsaf et, sen ihvansın güya, hiç mi nafile ibadetlerin yok. Senin virdindir, senin hatmendir, senin teheccüdündür, senin duhandır, işrağındır, evvabinindir vesaire. Biraz da vakit buldukça kitap mütalaa etsen, kendini geliştirsen. Kur’an-ı Kerim’dir, Delail’dir; yirmi dört saat sana yetmez Allah’a kulluk için. 

Sen bir de bunlardan arttırıp ele güne zaman ayırıyorsun. Demek ki bunları yapmıyorsun. O zaman bunları terk edip bunlardan arttırıp ne idüğü belirsiz insanlarla birlikte oluyorsun, sana yakışmayan yerlerde bulunuyorsun. Neredesin; kahvedesin, parktasın, futbol sahasındasın. Senin buralara zamanın yok ki? Senin başını kaşımaya zamanın yok. 

Senin bu kadar kaza namazların, kaza oruçların var, hangi birimiz yok diyebiliriz. Ölümü bu kadar yakın bilirken, ahiret bize bu kadar yakınken. 

İnsandaki garabete bakın, insan dua ederken duasına hemen icabet istiyor. Allah’ı çok yakın görüyor; beni işitiyor, beni görüyor, anında icabet buyursun duama. Dua ederken böyle bir hal takınıyor. Güzel, ayeti kerimede de böyle buyuruyor Cenabı Hak, böyle olması lazım. Ama günah işlerken bunu böyle düşünmüyor. Günah işlerken -haşa- Allah’ı çok uzak düşünüyor kendine. Sanki beni göremez, o kadar uzaktan fark edemez, seçemez, haşa. Günah işlerken Allah çok uzak, sanki hiç görmüyor ama dua ederken onu hemen yanında hissetmek istiyor, hemen icabet olsun istiyor. 

Demek ki Hakk’ın yakınlığı senin de hoşuna gidiyor. Öyleyse o yakınlığı devam ettirmek için gayret göstermen lazım, gayret etmen lazım. Namazına dikkat etmen lazım, yiyip içtiğin şeye dikkat etmen lazım, gezip tozduğun yerlere dikkat etmen lazım. Çünkü her zerre bize şahitlik yapacak. Etrafımızdaki canlı cansız bütün cisimler; kudretinden eksik değil, cansızları da canlandırır, hepsi şahitlik yapacak. Cenabı Peygamber bu yüzden buyuruyor ki bir ağacın, bir kayanın yanından geçerken, bir taşın bile yanından geçerken Allah’ı zikredin. Allah’ı zikredin ki o sizin zikrinize şahit olsun. Boş eve giriyor Cenabı Peygamber selam veriyor. Ev hüsnü şehadette bulunsun diye. Kabristana giriyor selam veriyor, ehli kabre selam veriyor Peygamber, şahit olsun diye. 

Misal bir insan mescitte hep aynı yerde namaz kılsa mekruhtur, yer değişmek lazım. Misal bugün burada kıldın, öbür gün orada kıl; sünneti burada kıldın farzı öne geçtin, son sünnette biraz daha geri gel, sağa gel, sola gel. Niye, kıldığın yerler şahit olsun. Namaz kıldığın yerler senin hakkında şehadette bulunsun ki benim üzerimde namaz kıldı. 

Kaldı ki Cenabı Hak bizi birbirimizden soracak. Cansız varlıklar bile bize şahitlik edecekken ya arkadaşımız. Ya biz, arkadaşımız hakkında. 

Bunun için kendimizi yalnız hissedip kendimizi garip hissedip garip insanlarla birlikte olmayalım, hayatımızı karartmayalım. Biz yalnız değiliz. Bizim Mevlamız var, bizim Peygamberimiz var, onun ruhaniyetiyle beraberiz.

Müridin biri mürşidinden seyahat için izin istemiş. Demiş ki ben biraz dolaşmak istiyorum. Ona demişler ki: “Dikkat et, gittiğin yerlerde kahvelere girme, malayani yerlere girme. Camilerin, tekkelerin haricinde bir yerlerde oturma. İçkili, temiz olmayan yerlerden alışveriş yapma. Gafil insanlarla da oturup muhabbet etme. Seni Allah’ın zikrinden alıkoyacak, Allah’tan uzaklaştıracak insanlarla sohbet etme.”

Derviş gitmiş. Bir gün bir yere gelmiş, soğuk bir mevsim, üşümüş. Isınmak için bir kahveye girmiş. Çaresiz, dışarıda üşüyor, girecek yer yok, ısınmak için girmiş. Kahveye giriyor, sobanın başına doğru geliyor bakıyor ki Şeyh efendi sobanın başında oturuyor. Mahcup oluyor, çıkıyor. 

Bir gün bir caminin avlusunda, bahçesinde oturuyor, konuşacak da kimse yok afedersiniz serseri tipli bir adamla oturup muhabbet etmeye başlıyor. Bakıyor Şeyh efendi ileride bir ağacın altında oturuyor, oradan ona bakıyor. Allahu ekber! Kalkıyor, camiye gidiyor. Bir şekilde içkili yerlerden almama yasağını da deliyor, öyle bir yere de giriyor, çıkarken yine Şeyh efendi orada. Seyahatini tamamlıyor geri dönüyor. 

Şeyh efendi ihvanlara diyor ki filan arkadaş seyahatten dönmüş, hoşgeldine gidelim, halini hatırını soralım. Gidiyorlar, hoşbeş derken Şeyh efendi diyor ki: “Kardeşim yediğin içtiğin helal, neler gördün, neler yaşadın, paylaşalım.” Adam diyor ki: “Efendim ne sorarsınız hep benimleydiniz, nereye gittim siz oradaydınız, söylemeye hacet yok ki.”

Onlar bizimle, elhamdulillah.

“وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ - Nerede olsanız, o sizinle beraberdir.” (Hadîd, 4)

Siz nerede olursanız olun Allah sizinle. Allah bizimle ise Rasulü de bizimle. 

Şeyhimiz (ks) sıkıntısı olan bir arkadaşımız için bir kâğıda “Lailaheillallah Muhammedu’r-Rasulullah” yazdılar ve kağıdı ikiye böldüler. Kâğıdın bir tarafında “Lailaheillallah” kaldı, bir tarafında “Muhammedu’r-Rasulullah”. O arkadaşımıza buyurdu ki “Lailaheillallah” yazan kâğıdı evde bir kitabın arasına koy, “Muhammedu’r-Rasulullah” yazan parçayı da başka bir kitabın arasına koy. Allah Muhammed’den ayrılmaz, Peygamberini bırakmaz, buyurdu. Birleşirler, onların arasındaki o beraberlik hürmetine Allah senin müşkülünü halleder, senin sıkıntını giderir. 

Arkadaş Şeyh efendinin dediğini yapıyor. Gidiyor tevhid yazan kâğıdı bir kitabın arasına koyuyor, Peygamber Efendimiz’in isminin yazdığı kâğıdı bir başka kitabın arasına koyuyor. Beş gün geçmeden o müşkülü halloluyor. Ben de şahit olmuştum hadiseye, müşkülü halloluyor.

Allah Peygamberinden ayrı değildir. Öyleyse o (cc) bizimle ise Peygamberi de bizimle. “Onlar ne güzel arkadaştır.” diye buyurdukları dostları da. Peygamberler, şehitler, veliler hepsi bizimle. İnanıyorsak, bizde bunun zemini varsa yalnız değiliz, garip değiliz, kimsesiz değiliz.

Kimsesiz hiç kimse yok,
Her kesin var kimsesi. 
Kimsesiz kaldım,
Yetiş ey kimsesizler kimsesi.

Allah bize imdat eylesin. Kendi dostluğunu lütfeylesin. Habibine dost eylesin, dostlarına dost eylesin. Bizi nefsimizin, şeytanın, dünyanın, ehli dünyanın hilelerinden, tuzaklarından muhafaza buyursun. Bizi istikamette, hidayette, ibadette, itaatte, hizmette, zikirde, fikirde, şükürde, sabırda, teslim ve tevekkülde daim kaim eylesin inşallah. Bizi bize bırakmasın; göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa bizi nefsimizle baş başa bırakmasın. İbadetlerden, zikrullahtan, ilim irfan meclislerinden nasipsiz koymasın bizi. Haz duymayı, muhabbet almayı, terakki etmeyi ve bu meclislere devamlı olmayı bize müyesser eylesin inşallah.

Kıyamete kadar, kıyametten sonra da elimizi bırakmasın. Cenabı Hak devletimizi İslam, halkımızı Müslüman eylesin. İçinde bulunduğumuz bu netameli dönemlerden, bu ağır imtihanlardan Habibi hürmetine, dostları hürmetine sahil-i selamete bizi çıkarsın inşallah. Yeryüzündeki bütün mazlum, masum insanlara nusret eylesin, yardım eylesin, hayırlı bir sahip lütfeylesin inşallah.

Âmin diyenlerimizi iki cihanda aziz ve emin eylesin inşallah.

 

Perşembe, 01 Ağustos 2019 00:09

İSTİKAMET SALİHLERİN YOLUNDAN AYRILMAMAKTIR

 İstikamet Salihlerin Yolundan Ayrılmamaktır

İstikamet Salihlerin Yolundan Ayrılmamaktır - Vahdettin Şimşek

Sayı : 135 - Mart 2019

 

İstikamet Salihlerin Yolundan Ayrılmamaktır

 

Muhterem kardeşlerim, önemine binaen dergimizin önceki sayılarında da sohbetleşmeye çalıştığımız bir mevzuyu “istikamet” mevzusunu tekrar güncellemeye çalışacağız. 

İstikamet; lügatte; düzgün ve doğru olma, eğri olmama, ıstılahta ise herhangi bir cihete (cihet: yön) meyletmeden, orta yol üzere hareket etmektir. 

Rabbimiz (cc) buyuruyorlar ki; “İşte benim doğru yolum budur; ona uyun. Sizi Onun yolundan ayıracak başka yollara uymayın. (Azabımdan) korunmanız için Allah size böyle tavsiye etmiştir.” (En’am 153)

Süfyan b. Abdillah Sekâfî’den şöyle rivayet edilmiştir: “Ya Rasulallah! İslâm’ın kemali hakkında bana bir söz söyleyin (bir tavsiyede bulunun ki) sizden sonra kimseye ondan sorma ihtiyacını hissetmeyeyim, dedim. Buyurdular ki: Allah’a (ve inanmayı emrettiklerine) iman ettim de, sonra da istikamet üzere hareket et.” (Müslim, Îman 62)

Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Tam olarak başaramazsınız bile yine de istikamet üzere olunuz ve biliniz ki, dini hükümlerin en hayırlısı namazdır müminden başkası abdesti muhafaza edemez.” (İbn Mace, Taharet, 4) 

Hazreti Allah insanı yaratırken bir murada mebni olarak halk etmiştir. Yeryüzünde yüce zatı adına hüküm sürmek için onu hilafet vazifesiyle vazifelendirdi. Bunu yaparken de ilk vazife olarak “tevhid”, yani Cenab-ı Hak Teala hazretlerinin her halde itaat edilecek, mülkün tek sahibi, gerçek manada failin o olduğunu kabul edip insanları da buna inanmaya teşvik etmesi idi. Rabbimiz celle ve âla hazretleri bunu da kendi katından seçtiği günahsız, tertemiz peygamberleri vasıtasıyla gerçekleştirmeyi murad buyurdu.

Dolayısıyla istikametin birinci örneği Peygamberân-ı îzam hazeratı olmuştur. Cenab-ı Hak tevhidi ilk onlara emir buyurdular, bunun insanda yerleşmesi için diğer emir ve yasakları va’z ettiler ve netice de onlarda en güzel örnek olarak bunu uyguladılar ve dönemlerinde yaşayan insanlara da tebliğ ve teybin ettiler. Bu Hazreti Adem’den (as), Fahri Kainat Efendimize (sav) kadar aynı şekilde devam etti. 

Efendimiz (sav) ile bu güzel örnek olma özelliği zirve yaptı. Çünkü o mahlukatın tamamını hayret ve gıptaya ğarkedecek şekilde Rabbine bir sevgi ve itaat ile istikamet üzere bulundu. Bu özelliği ve güzelliği ile Usve-i Hasene olarak insanlığa erişilemeyecek bir numune oldu. Bizlerde elhamdulillah onun ümmeti olarak O’na ittiba ederek, O’nun sünnet-i seniyyesini ihya ederek ancak istikamet sahibi olabiliriz.

İkinci olarak İnsanlık tarihinin başından bu güne kadar yine erişilememiş ve erişilemeyecek bir sevgi ve mutabaatla Efendimiz’e (sav) itaat eden O’nun âli ve ashabı istikamet konusunda bizim en güzel örneklerimizdir. Çünkü onlar vahyi ilahi ile muhatap oldular. Bunun yaşanmış şeklini Kainatın Efendisi’nden gördüler ve onu mükemmelen taklit ettiler. Bu taklit neticesinde de tahkike ulaştılar. Nihayetinde de hiçbir insanın ulaşamayacağı bir makama ulaştılar. Rabbimiz hazretleri onları “Biz onlardan razı olduk, onlarda bizden.” hıtab-ı izzeti ile mükafatlandırmıştır. İşte bu manada da Efendimiz’in (sav) pâk ehl-i beyti ve sahabeyi güzin hazeratı istikamet konusunda bizler için mükemmel örneklerimizdir.

Üçüncü olarak dünyada Hakk’ın emirlerine sıkı sıkıya sarılmış, O’na şedid bir Muhabbet beslemiş, Hakk’ın Habibine kamilen mutabaat edip varis olmuş ve neticesinde de Hakk’a yakınlık kesbetmiş evliyaullah hazeratının yolunu takip etmek istikamete ulaşmanın en kestirme yoludur. Çünkü Efendimiz ile nübüvvet hitam bulmuştur. Onun ahireti şereflendirmesinin ardından inanan insanların yollarını şaşırmamaları için onun getirdiği dinin tertemiz bir şekilde gelecek nesillere aktarılması için Cenabı Hak Teâlâ hazretleri “velâyet” müessesi vasıtasıyla Yüce Zatına yakınlaşmanın yollarını açık tutmuştur. Dolayısıyla ümmetinin güç yetiremediğini bildiği için Efendimiz’in mübarek zatını ihtiyarlattığını buyurduğu istikamete ulaşmak için, muhakkak mustakim insanlara ihtiyacımız vardır. 

Günümüz müslümanlarının yaşantılarını tahlil ettiğimizde buna ne kadar ihtiyacımız olduğunu görürüz. Altmış, yetmiş yıllık hayatımızda çizdiğimiz zikzaklara bir bakalım. Yıllarca mücahid olarak, muvahhid olarak yaşayıp bir makam-mevki, bir maddiyat elimize geçtiğinde ekseriyetimiz olarak istikametten ayrılabiliyoruz. Şehevi arzularımız galebe çaldığında yolumuzu değiştirebiliyoruz. Bunlar özellikle dünyevi imkanların elimize geçtiği dönemlerde bize imtihan oluyor. Özellikle Rabbimizin emanet olarak lütfettiği iktidar imkanları elimize geçtiğinde “tüyü bitmemiş yetimin” hakkını bile muhafaza etmemiz gerekirken, “Fırat’ın kenarında bir koyunu kurt kapsa, Adli ilahi onu Ömer’den sorar!” anlayışı bizde hakim olması gerekirken bizler emanete hıyanet edip istikametten ayrılabiliyoruz. Bu örnekleri çoğaltabiliriz.

Halbuki bizler ahiret inancı olan insanlarız. Hesap gününde yaptıklarımızdan sorulacağımızı, “boynuzsuz koçun, boynuzlu koçtan hakkını alacağı” günün geleceğine iman etmişiz. O zaman kendimize çeki düzen vermenin zamanı gelip de geçmiyor mu? 

İşte ahvalimizi sorguladığımız bu noktada kendilerine dünyevi veya uhrevi hangi makam gelirse gelsin, maddi olarak ne kadar varlık elde ederlerse etsinler, hiç bir şekilde etkilenmeyen insan-ı kamillere yönümüzü çevirmemiz gerekmez mi? 

Allah’ın izniyle ölüyü diriltecek kadar keramet sahibi olanından, erişilmeyecek derecede ilmi yeterliliğe sahip olanından, devlet yöneteninden, dünyalık olarak çok zengininden yaşamış ve el’an yaşayan sayısı Allah katında olan kümmelini evliyaullahın bu halleri nasıl kazandığını, bu kadar varlık içerisinde nasıl mustakim olduğunu araştırıp şu kısacık ömrümüzde kendimize bir istikamet bulmamız gerekmez mi?

Yoksa bizlerde imandan yoksun olanların dediği gibi “ya dünya üç günlük, günümüzü gün etmeye çalışalım, nasılsa kalbim temiz Allah’ın merhameti de sınırsız, elbet beni de affeder” diyen akılsızlar gibi mi düşünüyoruz? Oysa Rabbimiz hazretleri Kitabı Kerimin’de: “Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hali (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve beraberinde iman edenler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara 214) buyurmuyor mu? 

Dolayısıyla şu üç günlük dünyada kendimize Hakk’ın huzuruna çıktığımızda mahcup etmeyecek ameller tedarik etmeliyiz. Her hal ve karda istikametten ayrılmamaya özen göstermeliyiz. Şurasını da unutmayalım ki, her sanat ehlinden öğrenilir. İstikamet sahibi olabilmenin en kestirme yolu da Rabbimizin nimet verdiği mustakim insanlarla yani evliyaullah hazeratıyla birlikte olmaktır. 

Mehmet Akif’in dediği gibi:

“Allah’a güven, sa’ye sarıl, hikmete râm ol
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”

Hikmete erenler bizlere bundan başka bir yol tarif buyurmamışlar. Bizlere de istikamete ulaşanları bulmak kalıyor.

Cenab-ı Hak hepimizi mustakimlerin yoluna iletsin ve bu sayede de istikamet lütfetsin. 

Yazımızı nimete erip mustakim olanların kibar-ı kelamları ile nihayete erdiriyoruz. Allah’a emanet olunuz.

Üstat Ebu Ali Dekkak’ın (ra) şöyle demiştir: “İstikamet merdiveninin üç basamaklı vardır. Evvelki takvim, sonraki ikamet ve daha sonraki istikamettir. Nefislerini tedip ve terbiye etmeye takvim, kalpleri temizlemeye ikame, sırları yaklaştırmaya (ruhu Allah’a yükseltmeye) istikamet denir. (Kuşeyri Risalesi s. 287)

Ebu Ali Cürcani, “ istikamet sahibi ol Keramet sahibi olma. Zira nefsin kerameti talep kutusunda hareket halindedir aziz ve Celil olan Rabbin ise senden istikamet talep etmektedir.” demiştir. (Kuşeyri Risalesi s. 287)

Cüneydi Bağdadi hazretleri şöyle buyurmuştur: “Çölde deve dikeninin altında oturan bir gence rastladım ve burada oturmanın sebebi nedir, diye sordum. Genç bana kaybettiğim bir mal diye cevap verdi. Kendi terk ettim, oradan savuşup gittim. Hacdan dönerken yine bu gece rastladım. Fakat bu sefer eskiden bulunduğu mahalle yakın bir yere intikal etmişti. Tekrar burada oturuşunu sebebi nedir diye sordum genç aramakta olduğum şeyi burada buldum, Onun için buradan ayrılmıyorum dedi. 

Cüneyd-i Bağdâdi (ksa) buyurmuş ki: “Bu gencin hangi halinin daha şerefli ve büyük olduğunu kestiremedim. Kaybettiği halini sıkı bir şekilde araması mı, yoksa muradına nail olduğu yere sıkı bir şekilde bağlanması halimi daha emniyetlidir bilemiyorum. Zira ikisi de çok iyi önemli iki haldir. Allah’ın vermeyişine de, verişine de aynı derecede razı olma çok yüksek iki haldir. İstikamet üzere olan kişiyi iyi ve güzel bir halini yitirdi mi, sürekli olarak onu arar, yitiğini buldun mu ona sıkı bir şekilde sarılır. (Kuşeyri Risalesi s. 287)

 

Yazar: Vahdettin Şimşek

 

Dosdoğru Rabbimize Giden Yolun Adıdır İstikamet

Dosdoğru Rabbimize Giden Yolun Adıdır İstikamet - Abdülkadir Visâlî

Sayı : 135 - Mart 2019

 

Dosdoğru Rabbimize Giden Yolun Adıdır İstikamet

 

Her gün namazların içinde ve dışında defaatle okuduğumuz sure-i celile olan Fatiha-i Şerif’i tefsir sadedinde büyüklerimizden dinlediklerimizden toparlayabildiklerimiz şu şekildedir:

Bu mübarek sure üç ana bölümden müteşekkildir. İlk dört ayeti insanın Halıkı’nı tanıması, O’nu gerektiği şekilde vasfetmesi ve bu sıfatlarla O’na iman etmesini bize bildirilir. Yani Besmele ile sureye başlar, O’nu bildiğimiz ve bilemediğimiz, görünen görünmeyen her türlü mahlûkun, cümle mekan ve zamanın, âlemlerin Rabbi Allahımız olarak tanır, “Dünya hayatında, mü’min-kâfir gözetmeksizin, mahlûkatın hepsine merhametle muamele eden.” (er-Rahmân) ve “Ahiret hayatında sadece mü’minlere ihsan ve ikram eden.” (er-Rahîm) sıfatlarıyla genelde insanlığa, özelde Müslümanlara muamelesini anlar, “İyilerin iyiliklerinin, kötülerin kötülüklerinin tam karşılığının verileceği, hiçbir kimsenin kimseye hiçbir şeyle fayda vermeye muktedir olamayacağı günün yegâne sahibi ve hâkimi” (el-Mâlik) sıfatıyla o zor günde hesap verecek olmanın endişesiyle Rabbine yönelir.

İşte bu yönelişle sure-i şerifin ikinci kısmına, beş ve altıncı ayetlerine, geçilir ki kul tarafından kemal sıfatlarıyla tanınan bir İlah’ın huzurunda tam bir teslimiyetle bağlılığımızı O’na arz eder; dünya ve ukbada bize ne lazımsa bunları vermeye yegâne kudret sahibi ve imkânı olan Rabbimizden isteyeceğimizi/istememiz gerektiğini ifade ederiz.

Sure-i şerifin son kısmı, yedinci ayeti, ise dua mahiyetindedir ki bu -lâ teşbih- padişahın huzurunda bulunan bir kimsenin sultanı layıkıyla övdükten ve ancak onun kendisine yardım edebileceğini ifade ettikten sonra halini ona arz etmesi gibidir. Burası belki hayatımız için can alıcı noktalardan biridir ki böyle müstesna bir zamanda, yani bunca hamdü sena, tavsif, teveccühten sonra, adeta istediğimize hemen icabet edilebilecek bir atmosferde, ne istememiz gerektiğini Rabbimiz ayeti kerimede bildiriyor ki bu bizim için çok hususi bir ikramdır. İstikamet isteyin buyruluyor; İsrailoğulları gibi soğan sarımsak, firavun,nemrut ve avaneleri gibi dünyalık, müşrikler gibi makam/mevki istemeyin. Dosdoğru Rabbinize gelecek bir yol isteyin; o yola tutunun ki O’na kavuşasınız diye ikaz ediliyoruz adeta. 

Evvelce de nakletmiştik büyüklerimizden; buyuruyorlar ki: “Bazı kavramlar vardır ki sadece mücerret kelimelere yoğunlaşmakla onları anlamak pek mümkün olmaz. Bilakis o mana ve hakikati hali hayatında yaşatmaya azmetmiş, kavramlara müşahhas kimlik olmuş kimselerle o kavramları tanımak bizim için çok daha kolay ve verimlidir. Bu insanlar o kelimelerin ve kavramların vücut bulmuş halleridir.

Biz de burada “İstikamet nedir/ne değildir?” meselesini uzun uzadıya işlemek yerine, müstakim kimselerin kimler olduğunu ve onların vasıflarını zikretmeye gayret edeceğiz inşaallah. 

Fatiha suresinden devam edelim… Sure-i şerifin yedinci ayeti olan son kısmında Rabbimiz’den istememiz emrolunan istikamet için adeta bir parantez açılmakta ve istikametin kimlerin yürüdüğü yol olduğu bize kabaca tarif edilmektedir: “Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet, gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil.” Buradan da anlaşılıyor ki insanlar genel olarak iki sınıftan müteşekkildir; kendilerine nimetin verildiği ehli hidayet ve nefisleri ile baş başa kalmayı tercih etmiş ehli dalalet. Ömer Nasuhi Bilmen merhum, tefsirinde hidayet ve dalalet kelimelerini şöyle mana etmiştir:

“Hidâyet”; insanı istenilen şeye kavuşturacak olan bir nesneye delâlet ve yardım etmek demektir. Bu bir hayırlı rehberlikten ibârettir.

“Dalâlet”; de helâk olmak, kaybolmak, doğru yoldan çıkmak, insanı istediği şeye ulaştıracak olan nesnenin yok olması ve istenen şeye kavuşturamayacak olan bir yola girmek demektir. 

Bazı büyüklerimiz ayette geçen “hidayet, dalalet ve gadab” ifadelerini şöyle manalandırmışlar: Kendilerine hidayet verilenler doğru yoldakilerdir, hakkı tanıyıp ona uyanlardır. Bunların ehli İslam olduğunda hiç şüphe yoktur. Gadaba uğrayanların hakkı bildikleri halde ondan yüz çevirmeleri, hakkı terk etmeleri sebebiyle yahudiler olduğu bildirilmiştir. Dalalet ehlinin ise hakikati bilememeleri ve hakkı yanlış anlayıp hataya düşmelerinden dolayı sapıklıkla vasıflandırılan hristiyanlar olduğu ifade edilmiştir.

Bu ayeti kerimenin daha birçok farklı ifadelerle tefsir edildiğini bilmekteyiz. Mesela; 

“Selef âlimleri sıratı müstakim ve ehlini, Ebu Bekir (ra), Ömer (ra) ve Rasulullah’ın (sav) ashabının yoludur, şeklinde tefsir etmişlerdir. Gerçekten de öyledir. Doğrusu sıratı müstakim sahabenin üzerinde bulunduğu yoldur. Bu da bizzat peygamberlerin yoludur. Sahabiler, Allah’ın kendilerine nimet verdiği, düşmanlarına gadablandığı ve düşmanlarına sapıklık hükmünü verdiği kimselerdir. 

Ebu Aliyye (Rufey er-Riyahi) ve Hasan Basri -ikisi de tabinin büyüklerindendir- derler ki: ‘Sıratı Müstakim: Rasulullah (sav) ve iki sahabisinin (Ebu Bekir ve Ömer) yoludur’. 

Yine Ebu Aliye ‘kendilerine nimet verilenler’ ayeti için, onlar Rasulullah‘ın âli (ailesi), Ebu Bekir ve Ömer’dir demiştir. Doğrusu da budur. Çünkü onun ailesi Ebu Bekir ve Ömer aynı yol üzerindedir. Sahabenin onlar hakkında aralarında ihtilaf olmadığı, birbirlerini destekledikleri, her ikisine de övgüde bulundukları, onların savaştıkları ile savaştıkları, barıştıklarıyla barıştıkları bütün ümmetçe malumdur.

Şüphe yok ki kendilerine nimet verilenler Rasulullah’a uyanlar, gadaba uğrayanlar da Rasulullah’a tabi olmayanlardır. Ümmet içerisinde Rasulullah’a en çok uyanlar ve ümmetin Rasulullah’a en çok itaat edenleri O’nun sahabesi ve ehli beytidir.”

Gadaba uğrayanların ve dalalet ehli olanların ise Kaderiyye, Cehmiyye, Cebriyye, Rafiziyye, Hariciyye gibi İslam olduğunu söyleyip de iman ve amel hususunda bid’atlere bulaşan sapık mezheb sahipleri ve Allah’ın ilminin cüz’i konularla ilgisini inkâr edenler, Peygamberlikle ilgili hususları inkâr edenler, âlemin kadim olduğunu söyleyenler gibi yanlış fikirlere saplananlar oldukları da ifade edilmektedir.” (İbni Kayyım el-Cevziyye, Medaricu’s-Salikin)

Kendilerine nimet verilenlerin daha net bir şekilde tarifi Nisa Suresi’nde bulunmaktadır. Rabbimiz bu surenin altmış dokuzuncu ayeti kerimesinde; “Kim Allah’a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdirler; bunlar ne güzel arkadaşlardır.” buyurmaktadır.

“Peygamberler” Cenabı Hakk’ın insanlığa bir atiyyesidir ki onlar bize bu dünya zindanından nasıl kurtulacağımız, İlahi rızayı gözetmek suretiyle ebedü’l-ebed bir hürriyete ne suretle vasıl olacağımız hususunda rehberlik etmişlerdir. Çok cüzî bir kısmının Kur’an-ı Kerim’de zikredildiği peygamberlerin sayıları rivayetlerde değişik rakamlarla ifade edilse de anlıyoruz ki Rabbimiz, insanlığın ihtiyacına göre kavimlere, milletlere, bölgelere değişik zaman ve zeminde birçok elçisini göndermiş; böylelikle insanları küfürden imana, karanlıklardan aydınlığa, kötüden iyiye davet etmiştir. Bu mükemmel davete tabi olanları müjdelemiş, inkar edenlere ise onları hayrete düşürecek bir kötü son hazırladığını bildirmiştir.

“Sıddıklar” ise başta Rasulullah Efendimiz’in mübarek ashabı olmak üzere yaşadığı devirlerde yetiştikleri peygamberleri ve onların Allahu Teala’dan aldıkları vahyi doğrulayan, bollukta ve darlıkta, barışta ve savaşta, hazerde ve seferde hâsılı her halükarda onlara her şeyleri ile tabi olan kimselerdir.

“Şehidler” ifadesine ehlisünnet âlimlerimiz, büyüklerimiz, evvela ehlibeyt manasını vermişlerdir. Çünkü Rasullah Efendimiz’in mübarek hane halkı kendisinden sonra maalesef değişik meseleler, zorlama sebepler yüzünden katledilmiş; yaşamalarına izin verilenler ise türlü zorluklara göğüs gerdikleri hayatlarını yine mazlumen noktalamışlardır. Bununla birlikte “şehidler” ifadesinin Bakara Suresi’nde de belirtildiği gibi “Allah yolunda öldürülenler” yani hayatlarını ve mematlarını Allah’a adayanlar olduğu, “onların aslında gerçek manada ölü olmadığı, Rableri katında rızıklandırıldıklarını, ancak bizim bundan şuursuz bulunduğumuz kimseler olduğu” da ayeti kerimeden anlaşılmaktadır.

“Salihler” ise adı üzerinde Allah ile sulh etmiş kimsedir. İnancında ve amelinde doğru olan, Allah’ın kendisi üzerindeki haklarını yerine getiren, Allah’a karşı farzları ifa eden, kulların haklarını gözeten, Allah’a itaat eden ve haramlardan kaçınan, ömrünü Allah’a itaate adayan, malını da O’nun rızası yolunda sarf eden, dünya ve ahiretini düzeltip kâmil bir insan olan şeklinde de tarif edilmektedir. Salih olmak güzel bir vasıf olduğu için peygamber efendilerimizin bir hususiyeti olarak da zikredilebilir. Ancak burada zikredilen şekliye bunlar; peygamber varisleridirler. Çünkü zaten ayeti kerimede peygamberler müstakilen zikredilmiştir. O salihler ki “Muhacirlerden, ensardan en ileri ve önde gelenlerle, ihsan ile onlara uyanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da Allah´tan hoşnuddurlar. Hem onlara altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Orada temelli kalıcıdırlar. İşte budur en büyük kurtuluş.” (Tevbe 100) ayetiyle Hakk’ın kendilerinden razı olduğu ve kendilerinin de Allah’tan razı olduğu müjdelenen bahtiyar kullardır. Allah’a ulaşmaya en büyük vesilelerdendir. Çünkü onlar sadakatlerini Rabbimiz’in takdir ettiği, rahmetini kendilerine yakın kıldığı, peygamberine varis yaptığı zümredir.

Nitekim hadisi şeriflerde de onların dindeki üstün yerlerine birçok atıf vardır. Bu hadisi şeriflerden bir tanesinde Hz. Câbir’in (ra) nakli şöyledir:

Rasulullah (sav) otururken önüne bir çizgi çizdi ve:

“Bu Allah Teala’nın dosdoğru yoludur.” buyurdu.

Sonra söz konusu çizginin sağına ve soluna ikişer çizgi daha çizdi ve:

“Bunlar da şeytanın yollarıdır.” buyurdu.

Daha sonra mübarek ellerini ortadaki çizginin üzerine koydu ve şu âyet-i kerîmeyi kıraat buyurdu:

“Şüphesiz bu, Benim dosdoğru yolumdur; öyle ise ona tabi olun. Sizi Allah’ın yolundan ayıracak başka yollara uymayın. Takvaya erişesiniz diye Allah bunları size emretti.” (Enâm 153) (İbn-i Hanbel, III, 397)

Efendimiz’in bu hadisi şerifinden de anlaşılıyor ki şeytan ve avanesi insanları saptırmak için adeta her köşe başını tutmuş, fırsat buldukları her zaman ve zeminde insanoğlunu şerre yönlendirmekte, batıl için tellallık tapmaktadır. Allahu Teala kuluna zulmetmez. Dolayısıyla insanların imtihanları gereği şerre de davet edildikleri/fırsat buldukları bir durumda hayırdan ve hayır davetçilerinden mahrum bırakılmaları düşünülemez. Hatta neticede insanoğlunun akıbetinin hayrolması Rabbimiz’in muradı olduğundan fıtratımızı tertemiz İslam üzere yapmakla bize geniş imkânlar vermiş, işte peygamberler ve onların varisleri olan sıddıklar, şehidler ve salihler ile Kendisine ulaşan yollara sülukumuzu kolaylaştırmıştır.

Belki de bugün, ahir zaman Müslümanları olarak, bizler için iyice fehmedilmesi gereken nokta tam olarak budur. Çünkü biz gerek İlâhi sıfatların tecelligahı, gerek nebevî nişanların ayinesi, gerekse de ahlakı hamidenin tam tekmil bir numunesi olarak muasırı olduğumuz salihleri bulmalı, bilmeli ve zahiri/batını bir teslimiyyetle onlara teslim olmalıyız. Onlar da kâmil imanın, İslam’ın, istikametin, güzel ahlakın, olgun insanlığın her türlü güzellikleri açığa çıkmıştır. Dolayısıyla Hak yolunun yolcusu onlardaki bu üstün vasıfları bizzat görerek, onların irşadı/yol göstericiliği ve âlî himmetleri sayesinde bu yüksek iman ve ahlak seciyesine ulaşmaya, ihsan sırrına erişmeye imkân bulur. 

İşte bu yol sırat-i müstakimdir ki dosdoğru Allah’a gider. Sadatımız buyurmuşlar; “Bu yola başlayanlar, samimiyyetle bu yol üzerinde bulunmaya gayret edenler nihayete ermeye ömürleri vefa etmese de inşaallah müntehi sayılırlar.” 

Rabbimiz’in rahmeti, ihsanı boldur. Bizleri müstakim olanlardan, büyüklerimizden ayırmasın. O büyükler ki Kur’ân ve sünnetin çerçevelediği, geniş şeriat caddesinde mezhep imamlarımızın ve sadatımızın belirlediği ölçü ve edeblerle, Cenabı Peygamber’in (sav) rehberliğinde emin adımlarla yürümektedirler.

Bu dünyada onlarla hemdem olan, hemderd olan kimselerin mahşerde de salihlerle haşrolacağına, Efendimiz’in şahitliği ile tanınacağına; neticede rıza-i İlâhî’ye ve Cemâl-i Bâkemâl’e kavuşacağına itikadımız tamdır.

Rabbimiz bizi bu nimetlerden mahrum etmesin ve cümle ümmet-i Muhammed’i bu güzelliklerle taltif eylesin.

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

Sayfa 4 / 269

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort