JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Sual: Efendim konumuz “İlim, amel, ihlas ilişkisi...” Hem bu mevzuyla alakalı hem de ilk ezberletilen hadisi şeriflerden bir tanesi; “İnsanlar helâk oldu âlimler hariç, âlimler helak oldu âmiller hariç, âmiller de helâk oldu ihlâslı olanlar hariç…” Hadisi şerifin diğer varyantlarında “İhlâslılar” yerine “Muvahhitler hariç” rivayetleri de var. Yine başka bir rivayette Sehl (radiyallahu anh) de “Âlimler helâk oldu!” yerine “Âlimler sarhoşturlar, ihlâslılar uyanıktırlar.” şeklinde gelen haberler var.

Bu hadisi şerif ışığında konumuza yönelirsek insan ilim sahibi olabilir. Bazılarının amel sahibi olabildiği gibi bazıları da ihlâslı olma anlamında kendi iç temizliğinden bahsedebilir… Fakat Cenâbı Hak bunların tamamını kullarında görmek istiyor. İlim, amel ve ihlâs üçlüsünün bir kalbde temekkün etmesi nasıl olabilir?

Cevap: Fakire göre hadisi şerifin Aclûni’de Keşfu’l Hafa’da, et-Terğib ve’t-Terhib’de geçen yaygın olan metnindeki o son cümlesi sanki hadisteki gayeyi açıklıyor diye düşünüyorum. “İlle’l- muhlisûn” ancak ihlâslılar; “’alâ hatarin azim.” diye geçiyor hadisin sonunda. Son anlarına kadar önlerinde büyük bir vartaları, tehlikeleri vardır. Ruhlarını teslim edinceye kadar ihlâslılar da emin olamazlar. Sanki bu ifade hadisin baştan beri neyi anlatmak istediğini ortaya koyuyor.

Cenâbı Peygamber (aleyhi’s-selâtu ve’sselâm) bize ne ilmimize ne amelimize ne kendi üreteceğimiz ihlâsımıza güvenmemiz gerektiğini ifade ediyor. İlim olursa, eğer bu ilim amele, fiile, eyleme dönüşmezse bu ilmin bir yük olduğunu Kur’ân-ı Kerim’de görüyoruz. Geçmiş ümmetlerin, Beni İsrail’in, âlimlerini örneklendirmesi bunu bize gösteriyor. “kemeseli’l-himar” buyruluyor Kur’ân’da. Bu yüzden amelsiz, uygulamasız ilim bir yük, ciddi bir sıkıntı... Biraz önce geçen Emin IŞIK Hoca’nın: “İmanda sevgi olmazsa gerçek bir iman olamayacağını” ifade ettiği gibi, bilginin zaten ana sebebi de yaşamak, âmil olmak için. Bilmen gereken hakikati bilip o hakikate karşı sorumluluklarını yerine getirmen. Bilgi bunun için. Buna dönüşmüyorsa bu bilgi yük. Böyle bir bilgi insanın haksız yere böbürlenmesine, büyüklenmesine, kendini farklı görmesine sebep olur. Bu onu kibre vardırır. Allah esirgesin kibir küfre, şirke kapı açabilir. Bu yönüyle tehlikeye dikkat çekilmiş.

Sultanu’l-Enbiya ameli de bir noktada tehlike olarak göstermiş. Yani ehl-i amelin de felaketten kurtulamadığını buyurmuş. Bunun da ilimsiz bir amelin, bilgisiz bir amelin yanlıştan salim, halas olmayacağını anladığımız gibi; bilgiyle birlikte de olsa bir noktadan sonra bu amelin de riyaya dönüşebileceğini; gösteriş, sum’a için, desinler için yapılma tehlikesinin olduğunu görüyoruz. Buna dönüştüğünde zaten bu amel de helâke sebep oluyor. Bilgi yaşanmadığı sürece faide sağlamıyor. Yaşanmışlık samimiyete dönüşmediği sürece faide sağlamıyor. “Heleke’l-‘âmilûne ille’l-muhlisûn…” Anca ihlâslı, samimi olanlar kurtuluyor.

İhlâs da bir noktadan sonra insanda farklı bir hal meydana getiriyor. Kendi haline, takvasına, zühdüne güvenmeyi getiriyor. Dolayısıyla bir karşılık beklemeyi, Allah ile pazarlığı getiriyor. O samimiyetinin, amelinin karşısında ücret istemeyi getiriyor. Bunları getirmemiş olsa dahi Allah’ın Zâtı’ndan gayrı, Allah’ın rahmetinden gayrı hiçbir şeye dayanmanın doğru olmadığını anlıyoruz. Bu kendi ihlâsımız, zühdümüz, takvamız olsa da… Efendimiz’in buyurmuş olduğu: “Herkes Allah’ın rahmetiyle cennete gider, kimse ameliyle gitmez.” Sahabe soruyor: “Siz de mi ya Resûlallah?” Efendimiz “Biz de…” buyuruyor. Bu hadisten de son demlerine kadar bu insanların da emin olmadıklarını anlıyoruz. Ne yaparsak yapalım, ilim babında, amel babında, takva babında ne yaparsak yapalım eğer Hakk’ın hoşnutluğu, rızası, sevgisi oluşmadıkça bunların hiçbirine güvenmemizin doğru olmadığını anlıyoruz hadisi şeriften. Şu çıkıyor ortaya: İnsana mahfiyet kapısından başka bir kurtuluş kapısı yok.

Bunu da bakıyoruz Bediüzzaman güzel ifade ediyor:“Zikr-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak, acz-i mutlak ey aziz…”

Der Tarika Aczemendi lazım âmed çar-ı çîz:

Zikr-i mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz!"

Aczemendi yolu, aczini idrak etme yolu, kendini tanıma yolu mutlak anlamda dört şeyi ister. Nedir bu? Bir, Zikr-i mutlak; daimi, devamlı zikir ister. Şükr-ü mutlak; nimetleri vereni bilmeni ister. Şevk-i mutlak; sevgiyi, aşkı ister. Bütün bunlarla sende bir varlık olur. Zikrin var, maddi-manevi şükre değer nimetlerin var, aşkın-şevkin var; manen palazlanmışsın. Bundan geçmeliyiz: Acz-i mutlak ey aziz! Ey izzete ermek isteyen!.. Kendini tanımanın yolu bunu gerektirir.

Asıl ihlâs mahfiyetin içinde gizli. Her şeyini Hak namı hesabına terk edebilmek. Adeta son deminde Allah’ın rahmetine tam bir yönelişle ve O’nun ipine, “habl-i metîn”ine tam bir sarılışla o minval üzere gidebilmek... İhlâs bu.

Amel kişinin kendi hoşuna giden, kendi zevk alacağı şeyleri yapması değil. Zaten tasavvuftaki mücahede bu anlamda. Senin hoşuna gitmeyecek ama Hakk’ın hoşnut olacağı şeyleri yapmak. İcabında sana zor gelecek, sana bir tad vermeyecek, sana çileli gelebilecek, önemli değil. Amel bu… Amel nefsinin, kendinin arzuladığı, değer verdiği fiilleri değil, gerçekten değerli olan fiilleri yapmak.

Bilgi, Hakk’ı ve O’nun rızasının nelerde olduğunu bilmek… Bilgi illa fıkıhta derinleşmek, hadiste mutahassıs olmak, tefsirde ihtisas sahibi olmak değil… Bunlar biraz da ilahi nasib işi. Ama her mü’minin bilmesi gereken şey “Mârifetullah ve Muhabbetullah.” Allah’ın rahmaniyyetini bilip Allah Teâlâ’yı sevmesi… Bundan herkes sorumlu, bunu bilmekle herkes mükellef. Gerçek bilgi budur.

Gerçek bilgi aklî ve naklî verilerin nakışlarının gölgelemediği, onların bulandıramadığı saf, temiz, arı ve duru bir bilgi. Fahri Razi’nin Gülzâr-ı Hâcegân 5 “İmanınız o koca karının imanı gibi olsun.” buyurduğu meseledeki gibi… Fahri Razi için söylenen “O Allah’ın varlığını bin bir delille ispat eder.” sözü üzerine yaşlı bir kadın: “Onun, Allah hakkında bin bir şüphesi varmış, oturmuş bu şüphelerini gidermek için delil aramış. Benim varlığım Hakk’ın varlığına delildir. Ben varsam beni bir Yaratan vardır, başka bir delile ihtiyaç duymuyorum.” demiş. Bunu Fahri Razi’ye aktarıyorlar, buyuruyor ki: “İşte iman o kadınınki. Bizim varmak istediğimiz nokta o. Kalbiniz, imanınız o kadının imanı gibi olsun.” Evet, delilleri, senetleri bilin ama özde imanınız o kocakarının imanı gibi olsun.

Gerçek bilgi bu. Saf, temiz, sevgiye, hürmete, itaate sevk eden bir bilgi. Hâşâ diğer ilim dallarını küçümseme adına bunu söylemiyorum. Bu her insana göre olan ve olması gereken. Sonra Cenâbı Hak kime bunu lütfetmişse Allah Resûlü’nün de ifadesiyle: “O kimin hakkında hayrı murad etmişse ona bu yolu açacaktır, ona çok zarif, çok ince, latif bilgiler verecektir.” Ama bu, haklarında hayrı murad ettiklerine. Demek ki biz bunu çok istesek de olmayacak. Halk arasında: “Cenâbı Hak ilmi isteyene, zenginliği istediğine verir.” diye bir ifade vardır. Bu bana biraz ters gözüküyor. Allah ilmi istediğine verir zenginliği isteyene veriyor. İlim bu kadar basit bir şey değil çünkü.

Bugün bakıyoruz ilim cahillerin eline geçince ne hale geliyor. Ali Efendimizin buyurduğu gibi: “İlim bir noktaydı onu cuhelâ çoğalttı.”

Bize göre ilim, amel ve ihlâs böyle. Hadisi şeriften de bizim anladığımız bu: Ne ilmimize ne amelimize ne samimiyetimize güvenmemiz. Bir şeyde takılıp kalmamamız…

Sual: Az önce bahsettiğiniz ilim ve Hz. Musa ile Hızır (aleyhi’s-selâm) arasında geçen ve Kurân-ı Kerim’de de “…ve allemnâhu min ledunnâ ilma” diye buyrulan ledün ilmi… Hadisi şerifte geçen ilimden kasıt bu ledün ilmi mi?

Yok, o tamamen çok özel bir muamele. Cenâbı Hakk’ın kendi katından seçtiği belli kullara lütfettiği ilim. Ledün ilmi dediğimiz ilim, bir sır ilmi. Bu ilmi Cenâbı Hak bütün velilerine bile vermemiş. Bakıyoruz nebilerine vermemiş, karşımızda Hz. Musa var. Bu bilgi Musa’da yok. Ulu’l-azm bir peygamber, şeriat sahibi bir peygamber. Bu ilim onda yok ama nebi mi veli mi ihtilaflı olan bir zatta bu ilim. Demek ki bu ilim çok farklı. Bunu Cenâbı Hak peygamberlerinin de tamamına vermediği gibi velilerin hepsine de vermemiş. Bu ilim şazz olduğundan dolayı bahse konu olmaz. Onun üstünde konuşamayız. Niye, o ilmin mahiyetini de bilmiyoruz. Cenâbı Hak kendi katından böyle bir ilmin varlığını bize bildirmiş ama bu ilmin mahiyetinin ne olduğunu bildirmemiş. Bildirdiklerine bildirmiş o ayrı. Genel olarak, umum olarak bu ilmin mahiyetini bize bildirmemiş. Biz de mahiyetini bilemediğimiz bir şey üzerine konuşamayız. “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme.” buyuruyor Cenâbı Hak. Bu ilmi bilmediğimiz için onun üzerinden bir konuşma, ilm-i ledün’ün nasıl bir şey olduğunu müzakere, mütalaa edemeyiz.

Kastedilen ilim yine “biemrillah” olan ilim. Cenâbı Hakk’ın emirlerine dair bir ilim, ledün olarak söylemiyorum. Bu anlamda ilim ikidir: İlm-i billâh, ilm-i biemrillah… Demin ifade etmeye çalıştığım ilm-i billâh, Allah’ı bildiren; zatıyla, sıfatıyla, ef’aliyle Allah Teâlâ’yı bize bildiren ve sevdiren ilim. Bu herkese lazım. Kul olan herkese imanın, ihlâsın, ibadetin temeli açısından herkese lazım.

İkinci ilim, ilm-i biemrillah… Cenâbı Hakk’ın hükümlerine dair olan bilgiler. Elbette ki bir kulun amel edebileceği kadar, hadisi şerifte de bu bildirilmiş: “el-ilmu fâridatun alâ kulli muslim” İlmin belli bir miktarı kadın erkek herkese farzdır.

Burada derinlemesine herkes fakih olacak diye bir kaide yok. Herkes müfessir, muhaddis, kelamcı olacak diye Hakk’ın bir icbarı yok. Ama herkes imanını tekâmül ettirecek kadar, imanını muhafaza edecek kadar, Allah’ı sevecek kadar –ki sevmesi için tanıması lazım-, Gülzâr-ı Hâcegân O’nu tanıyabilecek kadar bir bilgiye sahip olmak zorunda. Bu anlamda bir bilgi kastediliyor.

Ama bu bilgi amele dönüşmeyince kişiye felaket getiriyor. Yani sorumluluğun var, yerine getirmemişsin. Bilmek sorumluluğu da getirir. Allah’ı biliyorsan O’na itaat edeceksin. Bunu bile bile itaat etmiyorsa bu helâktir. Kur’ân-ı Kerim’de Fatiha’daki “mağdub” ve “dâll” olmak. Yahudiler “mağdub” oldular gadaba uğradılar. Niye gadaba uğradılar, onlar biliyorlardı, bildiler yaşamadılar. Bilgiyi yaşamadılar. Allah Teâlâ onlara bütün hakikatleri Tevrat-ı Şerif’te bildirmişti.

Sual: Onların bildikleri de ilm-i billâh mıydı?

Cevap: Hem ilm-i billâh hem ilm-i biemrillah… Her iki ilmi de Cenâbı Hak Yahudilere vermişti. Muazzam bilgiye sahiplerdi. Çünkü onlara İsrailoğulları’ndan onlarca peygamber geldi aleyhimü’s-selâtu ve’s-selâm. Onların miras bıraktıkları bilgi vardı ellerinde. Onunla amel etmediler ve amel etmedikleri gibi Tevrat’ı tahrife kalktılar. Bundan dolayı Allah’ın gadabına uğradılar lanetlendiler.

Ayetin ikinci şıkkında Hristiyanlar var. Hristiyanlar da saptılar. Neden saptılar? Onlarda bilgi yoktu, bilmediler. Bilmeden, kendi başlarına amele koyuldular. Bilgisiz bir amele koyuldular. Bilgi olmaksızın bir şeyler yapmaya çalıştılar, dolayısıyla yaptıklarını yanlış yaptılar. Bu yüzden onlar da dâll ve mudill oldular.

İslam ümmetine bu iki özellik de verildi. Hem bilgi verildi; Kur’ân, Tevrat’ın, Zebur’un ve İncil’in muhtevasını içine aldı hem de belki Cenâbı Hak onu daha birçok hikmetle takviye etti, genişletti. Muazzam bir bilgi, bilginin kaynağı verildi.

Amel için de Hazreti Peygamber (aleyhi’sselâtu ve’s-selâm) içimizde yaşadı ve O’nun yaşayışını gördük. Amelin usulünü, boyutlarını gördük. Şimdi biz eğer yapmazsak yahudilerden ve hristiyanlardan çok daha adi, daha dûn bir duruma düşebiliriz. Bunun için bizden amelle birlikte bilgi istendi, bilgisiz de amelde muvaffak olamayız. Bilgisiz bir amel bizi yanlışa götürür.

Samimiyetsiz bir amel de öyle. Samimiyetsiz bir amel de tuzsuz bir yemek gibidir. Hiçbir tad vermez. Samimiyetsiz bir amelle belki kendini icbar edersin zorla yaparsın ama ikincide o devamlılık olmaz. Amelde süreklilik getiren şey samimiyettir, sevgidir. O oluşmazsa devamlılık olmaz.

Samimiyet de oluştu yine biz bunların hiçbirine bel bağlamıyoruz. Diyoruz ki ya Rabbi! Bize ne olacaksa Sen’den olacak. Bu ilim de bizim, bu amel de bizim, bu ihlâs da bizim. Biz bizi biliyoruz. Sen bizi bize bırakma. Biz bunlardan da geçip Allah’a teslim olmalı, Allah’a tevekkül etmeliyiz. Kurtuluş anca bununla mümkün olur.

Sual: İhlâs genelde niyet ile irtibatlı olarak anlaşılıyor, bu doğru mudur?

Cevap: Tabi, zaten insan neye niyet etmişse onda muvaffak olacaktır. Hadisi şerifte de geçen “Kişinin hicreti neye ise elde edeceği odur.” Bu hicretten kasıt kişinin niyetidir.

Sual: Şöyle diyebilir miyiz, ilim taleb ederken niçin taleb ediyorum? İhlâslı olacağım derken de ne niyetle ihlâslı olacağım, bunlar çok önemli…

Cevap: Niyet bir projedir. Kul ne yaparsa o projeye göre yapar. Bunun için sûfiler adeta hayatlarının ser levhası olarak: “İlahi ente maksudi ve rıdake matlubi” buyurmuşlar. Bana göre bu niyettir. Bunun için ben mihraplara hep bu sözü yazdırıyorum. Kulun niyeti budur.

Allah Resûlü de buyuruyor ya: “İhlâs Allah’ın nurlarından bir nurdur, Allah onu dilediğinin kalbine yerleştirir.” Bana göre ihlâs o ki, kişinin kendisinin de “Ben samimiyim, ben ihlâslıyım, tamam oldu, bunu böyle yapmalıyım, bu böyle olmalı…” anlayışının oluşmaması.

Ya Rabbi, benim gücüm buna yetti! Yaptığım şey Sen’in fadlına, takdirine muhtaç. Ben bana göre bunu dört dörtlük yapsam da eğer Sana göre bu olmamışsa, olmamıştır. Ama “Adım Hıdır elimden gelen budur” hesabı benim gücüm buna yetiyor ya Rabbi! Ben bu kadar yapabiliyorum.

Efendimiz (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) ashabdan birisini namaz kılarken görüyor, ona “Namazın olmadı.” buyuruyor. Sahabi yeniden kılıyor. Efendimiz (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) yine “Olmadı.” buyuruyor. Yeniden kılıyor, “Olmadı.” buyuruyor Efendimiz. Sahabi bu sefer soruyor: “Ya Resûlallah, olmayan ne? Ben bin sefer kılsam yine böyle kılacağım. Ben böyle biliyorum, olmayanı buyurursanız onu yerine getireyim.” Efendimiz de ona tarif buyuruyor. Sahabinin namazında tadil yok, erkân yok. Şunlara dikkat etmelisin buyurarak namazı tarif ediyor ve böyle kıl diyor. Sahabi tarif üzere kılıyor. Efendimiz (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) soruyor: “Şimdi oldu mu? Sence bu kıldığınla önceki kıldıkların arasında bir fark var mı?” Sahabi diyor: “Ya Resûlallah, öteki kıldıklarım daha hoştu.” “Nasıl hoştu, onlar olmamıştı.” buyuruyor Efendimiz (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm). Sahabi: “Ya Resûlallah, onları Allah için kılmıştım, Allah’a kılıyordum. Bunu şimdi Siz beğenesiniz diye kıldım. Siz böyle tarif edince Sizin için kıldım. Onun için bana göre bu olmadı, önce kıldıklarım oldu ya Resûlallah.” diyor….

Bizim yaptıklarımızın olmadığını bilmek… Ve ya Rabbi, ne yaparsam yapayım Senin fadlına muhtaç. Senin iltifatına, ikramına muhtaç. Ben bunu kusuruyla, noksanıyla, layık olmadığını bile bile Senin kabul dergâhına arz ediyorum ya Rabbi! İşte “ihlâs” bu…

Biz zannediyoruz ki ihlâs amelin zahiri meseleleriyle çok fazla uğraşmak, titizlik, itina göstermek. Belki bu aşırı titizlik ve itina ameldeki ihlâsı götürüyor. İhlâs insanın içini Allah’ın aşkından gayrı her şeyden boşaltmasıdır.

Bazen inanır mısınız öyle hal oluyor namaza durduğumda keşke ne Subhaneke bilsem, ne Fatiha bilsem, diye düşünebiliyorum… Hiçbirini bilmesem ama huzurla, müthiş bir iştahla, arzu ile O’nun önünde beklemenin ve O’nun için ayakta durmanın zevkine erebilsem. Belki okuyacağım Fatiha beni meşgul edecek. Benim okuduğum şeyler beni meşgul edecek. Benim gibi zayıf bir insanın, zayıf ifadeleri nasıl Hakk’a ulaşsın. Ama O Basir, O Habir, O Semi’… O huzurunda durduğumu görüyor. Gönlümü mutmain kılıncaya kadar, adeta bana “eğil” denilinceye kadar, ayakta beklesem…

Ayette Efendimiz için buyruluyor ya: “Kapısının önüne geldiğinizde birbirinizi çağırdığınız gibi O’nu çağırmayın. O’nun size çıkmasını bekleyin. O beklemeniz sizin için çok daha hayırlıdır.” Bunu düşündüğümde Habibi’nin kapısında bile herhangi bir ifadeye izin vermezken, O’nun çıkışını beklememizi emir buyururken, ya o en hususi anda, namazda yani manevi miracın gerçekleşeceği anda hiçbir şey söylemesem… O bana çıkıncaya kadar, O gönlümü dolduruncaya kadar beklesem… Tabi belki bunlar namazın zahir edeplerine karşı çok ters gider ama mesele eğer O’nu razı etmekse, bu açıdan düşündüğümde, O’nun hoşnutluğunu ve O’na samimiyetimizi ortaya koymaksa bazen böyle geliyor gönlüme. Bu beni kuşatıyor. Keşke bir şey bilmesem… Bilmesem de benim, kendimin hiçbir tasavvuru olmasa. “Sen, Seni yücelttiğin gibisin.” Adeta o elif gibi duruşumla bunu demiş olsam: “Lâ uhsî senâen ‘aleyk. Ente kema esneyte ‘alâ nefsik.” Sen, Seni nasıl yücelttiysen, Sen öylesin… Hayran hayran izlesem, hayrete dalsam, hayretten hayrete geçsem… Ama hiçbir şey bilmesem… Adımı bilmesem, kendimi bilmesem; Subhaneke’yi, Fatiha’yı bilmesem… Sırf O’nun bilmesi bana yetse, beni ihata etse. Böyle düşününce müthiş mutluluk veriyor. Allah beni biliyor, beni görüyor ya mesele yok… Bunu böyle düşününce oynayasım geliyor. Allah’ım var diye oynayasım geliyor…

Sual: Kur’ân-ı Kerim’de iki yerde geçiyor: “Fakraû mâ teyessera mine’l-Kur’ân.” Kur’ân’dan kolayınıza gelen yeri okuyun… Burada okumaya takılmayın, halinizin söylediği dilinizin söylediğinden daha önemlidir diyebilir miyiz?

Cevap: “İkra’” emri tecelli ettiğinde Âlemlerin Efendisi’nin hali, müthiş bir hal… Yokluğu orada yaşamışlar. Ne verilmişse işte o hale verilmiş. Biz “Ben okuma bilmiyorum.” sözünü anlatırken çok farklı anlatıyoruz ve o tür anlatımlar bana çok dokunuyor… “Ben okuma bilmiyorum…” Âlemlerin Efendisi o kadar boşalmış ki o boşluk O’nunla (celle celaluhu) doluyor zaten. Sıkıntı burada, boşalamamakta. “Ben okuma bilmiyorum…” Şu “Ben biliyorum.” meselesi başımıza neler açıyor. Keşke anlayıp diyebilsek ki “Ben okuma bilmiyorum. Ben bir şey bilmiyorum.” O boşalmayı ruh konusu sorulduğunda da görüyoruz. Adeta boşal, buyurarak “Ben bilmiyorum de!” buyuruyor Cenâbı Hak. Şimdi bütün bu mücadelemiz her şeyi bilmek için, biz hep bilmek için uğraşıyoruz. O ise (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ben bilmiyorum.” deyip tevekkül ediyor, O’na her şey bildiriliyor. Bilginin kaynağı oluyor. Biz her şeyi bilmeye uğraşıyoruz, bildiklerimiz bize sıkıntı oluyor, bildiklerimizle imtihan oluyoruz.

Abdulkadir es-Sûfi’nin “Gariplerin Kitabı” isimli risalesini ilk okuduğumda beni çok etkilemişti. Ebu Hasen Şazelî Hazretleri’nin Abdusselam İbnü’l-Meşiş’e gidişini anlatmış, yıllar önce okuduğumda çok ilginç gelmişti bana… İbnü’l-Meşiş Hazretleri Tunus’ta bir dağda, mağarada yaşıyor. Ebu’l-Hasen de ilmin zirvesinde bir allâme. Cedel ilmi çok kuvvetli, mücadeleci, dinamik biri. Ziyaretine gidiyor ama içi dopdolu, o doluluğu ona boşaltmak istiyor. Belki belli konularda tartışacak, soracak, hesaba çekecek… Mağaraya yaklaştığında ufak bir nehir, bir su, bir ark çıkıyor karşısına. Tabi dağa yaya çıkıyor, yorulmuş, terlemiş, üstümü başımı düzelteyim, hem bir abdest alayım hem de serinleyeyim öyle gideyim diyor. Suyla abdest aldıktan sonra oturup dinleniyor ve suyun akışını seyrediyor. O suyun akışı Ebu’l-Hasen’i adeta başka bir âleme götürüyor. Seyrederken dalıyor ve çok farklı bir düşünce içinde beliriyor. Sanki o su gönlünü yıkıyor, içini yalıyor…

Düşünüyor ben nereye gidiyorum, ben kime gidiyorum?... Ben bir Allah adamına gidiyorum. İlmini Allah’tan almış birine, onun için gidiyorum. Yoksa onca yolu neden gideyim. İlmini Allah’tan aldığına inandığım bir insanın yanına gidiyorum. Böyle bir insanın yanına ben neyle gidiyorum? İlimle... Bundan abes bir şey olabilir mi? Benim ilmimle Allah’ın ilmi mukayese edilebilir mi?.. Bütün bu duygularına tevbe ediyor. Ya Rabbi! Ben tamamen ümmi biri olarak gidiyorum diyor ve üstündeki hemen o ilim kıyafetlerini çıkarıyor; sarığını, cübbesini bütün o ilmi özellikleri taşıyan, âlim kisvesini çıkarıyor. Bir takke başına koyuyor, fistan katına kalıyor. Diyor ki bir abdest yetmez, benim ruhum o kadar kirlenmiş ki… Ben manevi bir mikata gidiyorum, ben Hak ile buluşmaya gidiyorum… Hz. Musa’ya Cenâbı Hak “Ayakkabılarını bile çıkarmasını” söyledi, diyor ve suya giriyor guslediyor. Dua ediyor; “Ya Rabbi, bu suyun akışı gibi bende Seni hoşnut etmeyecek ne varsa al götür!” diyor. Ayakkabılarını da çıkarıyor. Yalınayak, samimi bir tevbe ile ve bütün içini boşaltarak İbnü’l-Meşiş’in huzuruna varıyor. Orada İbnü’l-Meşiş bunu öyle bir dolduruyor ki… Ve ona buyuruyor: “O ilk halin üzere gelseydin, yaşadığın sürece bunun pişmanlığını duyacaktın.” O zaman bir şey alamayacaktın. İşte, Hasan Şazeli olarak o dağdan geri dönüyor.

Biz boşalamamanın, bilgiçliğin, bilginliğin sıkıntısını yaşadığımız sürece çekiyoruz. Hakk’ın huzurunda bir boşalabilsek. “Okuma bilmiyorum, ben yazma bilmiyorum…” diyebilsek. Rabbim o kemâli, o hali lütfetsin inşallah. Onun için İmam Efendi Sohbetname’de buyuruyor: “Veliler, Allah’ın kâmilleri namazda bir sûre planlamazlar. Cenâbı Hak gönüllerine neyi ilham ederse onu okurlar.” Şunu okuyalım veya bunu okursak güzel olur, gibi böyle bir düşünceleri dahi olmaz. Allah onlara Kitab’ından neyi nasib ederse… Onda bile nasibe dikkat etmişler, neyi lütfederse onu okurlar…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Sual: Efendim kâinatta Hz. Adem’in oğlu Habil ile başlayan tabiri caizse bir zulüm/zalim geleneği var. Bu zulümlerin belki aktörleri değişmiş ama senaryoları hemen hemen aynı. Bugünlerde  de Kerbelâ hadisesi, Dersim isyanı gündemi bayağı bir meşgul ederken biz bütün zulümleri birbiriyle bağlantılı düşünebilir miyiz? Kerbelâ Vak’ası’nı önceliğe alarak soruyoruz, bu zincirin kopuş yeri tam olarak neresidir?..

Cevap: Kerbelâ hadisesi ile birlikte 31 Mart vak’ası, Şeyh Said kıyamı, Menemen komplosu, Dersim isyanı ve aradaki bazı ufak tefek tiyatrolar; 60 İhtilali, 71 Muhtırası, 12 Eylül, 28 Şubat ve Güneydoğu’da devam eden PKK hadisesi… Bunları da ayrı düşünemeyiz, aynı zincirin halkaları. Bu zincirin koptuğu yer neresi? Zaten o kopuştan sonra bu dağınıklık, bu keşmekeşlik başlıyor.

Kerbelâ bu zulmün nirengi noktasıdır. Diğer zulümler Kerbelâ zulmünden daha az mıdır; belki daha çoktur. Daha ziyadesi ile zulmedilmiştir ama Kerbelâ’da çok hassas noktalara dokunulmuştur. Adeta Cenâbı Peygamber’in (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) “Gözümün nûru, gözümün bebeği” dediği gözlerine, göz bebeklerine; Peygamber’in ciğerlerine kılıç sokulmuştur. Bu, hiçbir hadise ile mukayese edilemez. Kerbelâ bu noktada zirve yapmıştır ve bu yönüyle bütün ehli imanı ilgilendirir.

Diğer hadiseler insanlık hadisesidir, insanlığı ilgilendirir ama Kerbelâ’nın hususiyeti ehli imanı ilgilendirmesidir. Çünkü birebir imana, Kur’ân’a, İslam’a, Nübüvvet’e, Risâlet’e bir saldırı vardır. Adeta İslam’ın ismetine, izzetine, haremine bir tecavüz vardır Kerbelâ hadisesinde. Bunun bu denli yakıcı olması, bu yaranın bugüne kadar savmamış olması, kıyamete kadar da savmayacağının nedeni budur.

Biz başa dönüp zincirin koptuğu noktayı tesbit etmeye çalışalım. Biliyorsunuz Cenâbı Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Veda Hutbesi’nde özetle iki noktaya dikkat çekiyor. Veda Hutbesi’nde evrensel insan haklarını beyan ediyor ve adeta bu hukuku iki kanatla kanatlandırıyor. Ve buyuruyor ki: “Size iki şey bırakıyorum: Birisi Kur’ân-ı Kerim, birisi Ehli Beytim’dir.” Asıl ihanet bu noktada; Allah Resûlü’nün beyanını değiştirerek başlamıştır. “Ehli Beyt” ifadesini değiştirmişler “Sünnetim” ifadesini getirmişler. Bu kargaşalardan, bu keşmekeş hadiselerden sonra Ehli Beyt’in yerine Sünnet’i kaim kılmaya çalışmışlardır. Ama aslolan ifade, asıl metin Ehli Beytim’dir.

Size iki şey bırakıyorum bunlara sarıldığınız, sahip çıktığınız, bunların izinde, bunlarla beraber hareket ettiğiniz müddetçe her türlü tufandan halas olacaksınız. Nedir bu iki şey; birisi Kur’ân-ı Kerim, ikincisi Ehli Beytim’dir…

Kur’ân-ı Kerim Allah’ın dinidir, dini vaaz eder. Ve tamamlanmıştır. Daha ne bir eksiltme ne bir ilave kabul edecek durumda değildir. “Dinimi tamamladım.” buyrulmuştur.

Ehli Beyt de Allah’ın nûrudur. Nur da onlar ile tamamlanacaktır. Onlara olan sadakatle, muhabbetle, medevvetle, ünsiyetle… Bu nur da bunlarla tamamlanacaktır. Ve onlar dinin uygulayıcısıdır. Kur’ân’ın uygulayıcısı, yaşatıcısı, yaşayıcısı, Kur’ân’ın vitrini Ehli Beyt’tir. Bu iki emaneti bize Cenâbı Peygamber bırakıyor.

Baktığımızda, asrısaadetten sonraki ‘Ben Müslümanım!’ diyen toplum bu iki emanete de gereği gibi sahip çıkamıyor. Hadise buradan kaynaklanıyor. Kur’ân’dan uzaklaşıyor, beşerî zihniyetler, siyasetler baş göstermeye başlıyor, Kur’ân’ı farklı şekilde yorumluyorlar. Tarihsel süreç içinde Kur’ân’ın Emevî yorumlanması, Abbasî yorumlanması, Fâtımî yorumlanması,

Selçuklu, Osmanlı yorumlanması… Her dönemde kimin kayığı yürüyorsa, o kayığını Kur’ân denizinde kendince yürütmeye çalışıyor.

Emevîler döneminde de Abbasîler döneminde de Ehli Beyt istenmeyen kişiler ilan ediliyor, ta ki Selçuklular, Osmanlılar onlara sahip çıkıncaya kadar.

Zincir burada kopuyor. Dolayısı ile kurtuluş vesilesi, saadet, selamet sebebi olması gereken unsurlar insanlık için bu sefer felaket sebebi oluyor. Din tamamlanmış ve bize teslim edilmiş. Mütemmim bir halde, mükemmel bir halde bize teslim edilmiş... Kur’ân’ın bizden istediği, bize öğüdü neydi?

Bir; Dini muhafaza etmek… Kur’ân’ın bütünlüğünü, evrensel mesajını muhafaza etmek.

İki; Canı muhafaza etmek… İnsan mukaddestir, insan mübarektir, insan Rahman’ın suretinde yaratılmıştır, insan Allah’ın en büyük ayetidir, en mükemmel eseridir. Öyleyse onu muhafaza edin. Ama bu zikredilen konumda insanı muhafaza edin…

Üç; Nesli muhafaza etmek… İnsanın meyvesi, çekirdeği olan toplumların, varlık âleminin istiklâli ve istikbâli olan, geleceği, ümidi, umudu, huzuru olan nesli muhafaza edin...

Dört; Aklı/zihni muhafaza etmek… Akıl insanın kompitürüdür. O kompitür olmazsa insan sıhhatli çalışamaz, insandan verim alınamaz. Muhatap akıldır, onu muhafaza edin. Onu çıldırtacak, cinnete sevk edecek, maaşa dönüştürecek her türlü oluşumdan, seyirden uzak durun.

Beş; Malı muhafaza etmek… Bu insanın doğup büyüyeceği, yaşayıp gelişeceği, kendisini isbat edeceği, neslini devam ettirebileceği, rızkını temin edebileceği, yerinde kutsiyet atfedip vatanlaştıracağı, mülkiyyeti toprağı, araziyi muhafaza edin…

Dini muhafaza, canı muhafaza, nesli muhafaza, aklı muhafaza, malı muhafaza… Bu bütün dinlerin adalet sisteminin temelidir. Nahl Sûresi’nin 90. Ayetinde: “Allah size adaletle hükmetmeyi, adalet üzere yaşamayı ve adaletle emretmeyi emreder.” ayetinden anlaşılması gereken bu. Her cuma imamlar hutbenin sonunda tekrar ederler: “Allah size adaleti emreder…” İşte adaletin gereği budur, adalet budur. Bu beş şeyin korunması, devamlılığı, muhafazası, bozulmaması… Yeryüzü bununla âbâd olur.

Bize bırakılan Kur’ân’ın, bizden istediği buydu ve aynı Kur’ân bize Ehli Beyt hakkında da “Onların tertemiz olduğunu” buyuruyor. “Allah Ehli Beyt’ten kiri gidermiştir.” buyuruyor. Diğer insanlara nisbetle onları korumuş, tertemiz kılmıştır. Cenâbı Hak ayeti kerimede Efendimiz’in dilinden “Allah sizden Bize ve Ehli Beytim’e sevgi ve muhabbetten başka, hürmetten başka bir ücret taleb etmemektedir.” buyuruyor. O nûra karşı da bizim hürmet ve hizmetimizi, muhabbet ve sadakatimizi istemiş. Birinde din birinde nur. Şimdi biz bize bırakılan bu emanetlerin, Kur’ân’ın ve Ehli Beyt’in açılımlarını bu bahsedildiği şekilde muhafaza edebilmiş miyiz? Yok, edememişiz. Bugüne kadar da edemedik. İşte bu zincirlerin kopuşu, bu hadiselerin yaşanmasına zemin oluşturdu.

Bunların tümünü birleştirdiğimizde ortaya şu kavram çıkar: Zulüm… Bu zulmün nirengi noktaları, kırıldığı noktalar tamam, ama genel olarak ortada insana yakışmayan, insanın yapmaması gereken, yapamayacağı diye düşündüğümüz bir zulüm var. Bu beş şeyi muhafaza edemediğimizden ve adalete riayet edilmediğinden adaletin zıttı olan zulüm ortaya çıkmıştır ve el’an da devam etmektedir. Evet, bugün bütün yeryüzü sistemleri, şu anda yeryüzünde insanlığı sözde idare için, insanlığın mutluluğu için, insanlığı muasır medeniyete taşımak adına kurulmuş, uygulanan bütün rejimler -Bakın İran da, Suudi Arabistan da buna dâhil, sözde İslam rejimleridir.- yeryüzünde mevcud olan bütün rejimler zulümdür. Ne dinin tamamlanmasına yardımcı ne de nûrun tamamlanmasına yardımcıdır.

Adaletin olmadığı yerde zulüm olacaktır, başka bir şey bulamazsınız. Zulümden zulûmat neşet edecektir. Karanlık, cehâlet, dalâlet, taassub neşet edecektir. Peki, böyle bir dalâlet, böyle bir cehâlet, böyle bir zulûmat, karanlık neye hücum edecektir? Nûrâniyyete… Nûru söndürmeye, inkıtaya uğratmaya çalışacak. Tarih boyunca böyle olmuş. Yeryüzüne bakın, her yerde gerçek Müslümanlar veya “Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler.” hesabı İslam’ı temsil etmeye çalışan insanlar, bugün bile hep o zulümle karartılmaya çalışılmakta, üzerlerine bombalar yağdırılmakta…

Ama zincirin koptuğu yer o en baş... Kitabullah ve Ehli Beyti Resûlillah  (sallallahu aleyhi vesellem). Bu iki emanete biz sahip çıkamadık ve bu emanetlerle adaleti tesis edemedik, temin edemedik. Dolayısıyla zulüm cihanı sardı, zulümden zulûmat doğdu, o zulûmat nûru, nûraniyyeti boğmaya çalışıyor. Mücadele bunun mücadelesi.

Ne zaman biz tekrar o başa döner, işe oradan başlarız, kaybolan değerlerimizi yeniden anlarız; nasıl ki arkeologlar tarihi bir yapıyı, dokuyu meydana, gün ışığına çıkarıyorlar, bunun gibi biz de ne zaman öz mirasımız, imanımız, dinimiz olan, asıl kimliğimiz olan bu dokuyu meydana çıkarır ve bunların üzerinde yapılan tahribatları, tahrifatları düzeltir aslıyla buluştururuz, işte o zaman Allah’ın vaadi gerçekleşir.

“Allâhu veliyyu’l-leżîne âmenû yuḣricuhum mine’z-zulumâti ile’n-nûr.”

Mü’minler, asli vazifesini yerine getirenler   Allah’ın dostlarıdır. Allah taraftarıdır, Allah’ın yandaşlarıdır. O hakikat yolunun, sırat-ı müstakimin yoldaşlarıdır, Ehli Beyt’in kardaşlarıdır. Allah, dostlarını ve kendi taraftarlarını karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İşte o zaman da nur tamamlanır. Zulüm biter nûraniyyet neşet eder, tecelli eder, tamamlanır. Allah da dostlarını nûrlu bir ortama, huzurlu bir ortama kavuşturur.

Bu zulüm ne adına olursa olsun… Mesela bizi ilgilendiren boyutundan baktığımızda Kerbelâ Vak’ası için ciğerimiz yanıyor. Ama biz aynı yangını, aynı acıyı Dersim için de hissediyoruz. “Ya Dersimliler bizden değildi, şöyle böyleydi…” Hayır, insandılar ve kendilerince, batıl da olsa, yanlış da olsa bir inancı/inanışı temsil ediyorlardı. İnanç adına bir hareket yaptılar. Ve Kerbelâ hadisesi gibi Dersim hadisesi de bizi üzer.

Evet, belki onlar bir isyan yaptılar, elbette ki böyle bir isyanı bastırmak devletin görevidir ama zulmetmek devletin görevi değildir. İsyanı mantıkla, makul bir şekilde bastırırsın. Masum insanları, çocukları yakarak, Alevî olsun, Sunnî olsun, kâfir olsun insanları yakarak bir zulüm bastırılmaz. Ateşten çıkmaya çalışanlara ellerinde kalaslar, başlarına vurarak kundaktaki bebekleri yakmışlardır. Ne farkı var bunun Kerbelâ’dan?

Hz. Hüseyin susuzluktan derisi gerilmiş evladını kaldırmış, karşı saftakilere gösteriyor: “Düşmanınız bu çocuk mu? Susuzluktan kavrulan, ölümün eşiğine gelmiş olan bu çocuk mu?” diye çocuğu ellerinin üstünde havaya kaldırıyor. Ben söyleyecek söz bulamıyorum… Elindeki oku çocuğun boğazına fırlatıp babasının kucağında, ölmek üzere olan çocuğu öldürüyorsun… Bu Kerbelâ.

Ateşte mısır patlağı gibi patlayan o çocuklar ateşten çıkmak istediklerinde odunla başlarına vurup onları ateşe basıyorsun… Burası Dersim.

Zulüm hiçbir zamanda değişmemiştir. İnsanlık asıl bunu konuşmalıdır. Kerbelâ bunun ayrıntısıdır. Şeyh Said bunun ayrıntısıdır. Saydığım o halkalar, tarihten bugüne bu hadisenin detaylarıdır, konuşulması gereken şey zulümdür. İnsanlığa yapılan zulüm. Bunu kim, ne adına yaparsa yapsın. Bir şey zarar vermeye başlarsa, zarar noktasına gelirse engel olunur.
Bir insan düşüncesinden, anlayışından dolayı -bunu sen tasvip edebilirsin, etmeyebilirsin- suçlu sayılamaz, cezalandırılamaz. Konuşulması gereken bu. Kerbelâ hadisesi buna ışık tutmalı. Yoksa Kerbelâ bitmiş değil. Bunun için güzel bir ifadedir; “Bizim için her gün Aşura, her yer Kerbelâ’dır.” demişler.

Daha önce de söylemiştim, sürekli Kerbelâ’yı konuşmak bana biraz duygu sömürüsü gibi geliyor. Hz. Hüseyin’i, Hz. Hasan’ı, oradaki masum Ehli Beyt’i kullanarak onların üzerinden duygu sömürüsü yapmak, farklı bir rant beklentisine girmek yanlıştır. Konuşacaksak zulmü konuşacağız. Ehli Beyt zulmün mağdurudur. Cehâletin şehididir, tassubun şehididir Ehli Beyt. Konuşacaksak taassubu konuşacağız, cehâleti konuşacağız, gafleti konuşacağız, zulmü konuşacağız, insanlıktan, insanî değerlerden mahrumiyeti konuşacağız. Hz. Hüseyin’in akmış o kanını adeta her yıl akıtarak bir yere varamayız.

Dediğim gibi alınması gereken dersleri alıp, başa dönmek… Biz Müslümanız, bunu unutamayız. Ve bizim için bu gerçeği hiçbir şey örtmemeli, değiştirmemeli. Biz Müslümanız. Bugün bizim için Hz. Hüseyin’in şehâdetinden daha acı Hz. Muhammed’in şeriatı, Hz. Muhammed’in bize miras bıraktığı hakikatler öldürülüyor, katlediliyor. Biz bunu nazara vermeliyiz. Tilkiye tut, tazıya kaç hesabı, alaverelerle asıl gündemi, asıl kulluk görevimizi, yapmamız gereken şeyleri kimse bize göz ardı ettirmemeli. Adeta bugün Hz. Muhammed katlediliyor (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm). Evet, öldürmüşler O’nu. Ölü bir Peygamber… Bu bizim için Hüseyin’in şehadetinden daha ciddi bir hadise. Hayatımızda O’ndan kalan bütün güzellikleri almışlar, hayatımızı nurlandıracak bütün eserleri elimizden almışlar. Bu konu hiç gündeme gelmiyor. Habire Hüseyin’in yarasını kanatmaya çalışıyoruz, habire o güzel insanların üzerinden politika yapmaya çalışıyoruz.

Eğer bu anlaşılmazsa Kerbelâ’yı anlamış sayılmayız. Bunları konuşmayacaksak Kerbelâ’yı konuşmanın bir anlamı yok. Bunları konuşmayan insanların, bunları örtmeye çalışanların tamamı benim nazarımda yeziddir. Benim nazarımda ömer ibni Sa’d’dır. Benim nazarımda ubeydullah bin ziyaddır.

Ben Hz. Muhammed’in mü’miniyim, buna iman etmişim. Hüseyn’in muhibbiyim, Hüseyin’e sevgim var.

Sual: Efendim şöyle diyebilir miyiz? Efendimiz (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) nübüvvetini izhar edince O’nu öldürmek isteyen Mekke’li müşrikler ve sair İslâm düşmanları bunu başaramamış, ama altmış yıl sonra O’nu ve O’nun getirdiği hakikatleri katletmeyi Kerbelâ’da Müslümanlar başarmıştır…

Cevap: Evet, Müslümanlar bunu başarmışlar. O günün ben Müslümanım diyen insanlarını, Ya Rabbi düşünmek bile istemiyorum… O günkü o Kûfe halkını, bırakın sadece Kûfe halkını Mekke, Medine halkını düşünmek bile istemiyorum…

Sual: Hasan Basri Hazretleri’nin bir sözü var: “Ashab sizi görseydi bunlar nasıl Müslüman?” derdi. Onun anlayışıyla bugünün Müslümanlarına nasıl bakabiliriz?

Cevap: O’nun bu sözü buyurması ashabın takvasından, Allah’ı ve Resûlü’nü anlayışından dolayı. Tabi kastettikleri birinci dönem ashabı. Bizâtihi Resûlullah’ın rahle-i tedrisinde bulunmuş insanlar.

Cemaati, Hz. Hasan Basri’yi, Hz. Ebu Bekir ile mukayese ediyorlar. Cemaati “Sen Resûlullah zamanında yaşasaydın Ebu Bekir gibi olurdun. O’nun Ebu Bekir’i olurdun.” deyince o da böyle buyuruyor: “Siz Ebu Bekir’i görseydiniz deli derdiniz, onlar sizi görseydi sizin dininizden şüphe ederlerdi.”

Dinin özünden, hakikatinden kopuşu, uzaklaşmayı bu şekilde ifade etmiş mübarek. Yüz sene sonra ki Hz. Hasan Basri (rahmetullahi aleyh) tabiindendi, dört yüz sahabe-i kirama yetişmiş, onlardan ilim öğrenmiş, hadis öğrenmiş, hakikat öğrenmiş bir insan. Yüz sene sonra o insanlara buyuruyor ki: “Onlar sizi görseydi dininizden şüphe ederdi.”

İşte bunlar bu hadiselerin hemen sonrası. Kerbelâ hadisesinin hemen akabi, o dönemler. Bugün de aynı olmuyor mu? Bugünün Müslümanlarına bakın.

Varlık âleminden yaratılmışların en hayırlıları olan, cennet kadınlarının efendisi Hz. Fatıma’dan neşet eden, Hz. Fatıma’nın meyvesi, risaletin meyvesi olan bir varlığı, bir şahsiyyeti, nurun şulesi, reşhası olan Hz. Hüseyin’i; ömrünü fuhuşla geçirmiş bir fahişe olan mercanenin oğlu ibni ziyadı –afedersiniz sizleri tenzih ediyorum, binler kez özür diliyorum- bir piçi, Hz. Muhammed’in meyvesi olan Hüseyin’e tercih ettiler. Bunlar Müslüman… Onun parasına, dağıttığı altınlara kanarak imanlarını sattılar.

Bugünkü Müslümanlara bakın daha önceki seçimlerde DSP ile anlaşıp DSP’ye oy veren Müslümanlar vardı. Hepiniz biliyorsunuz. İşte bu dönemde MHP’ye hem de manen Peygamber’den emir aldık diye, MHP’lileri   Allah’ın Peygamberi’nin aslanları diye göstererek açıktan beyanat veren Müslümanlar var. Bunların belgelerini sizlere okumuştum… Bir fark görebiliyor musunuz şimdi? Tarih tekerrürden ibarettir. İnsan imanı, İslam’ı anlamayınca neyi konuşursan konuş.

O gün de bu bir seçimdi, bir tercihti. Arşın Efendisi olan bir şahsiyyeti seçmediler, nesebi dahi belli olmayan bir soysuzu seçtiler. Onun arkasında saf tuttular. Bugün de aynen öyle. Müslümanların tercihlerine bakın. Tarih boyunca çok fazla bir şey değişmemiş. “Şöyle ilerledik, böyle yol aldık, böyle olduk.” sözleri biraz kendi kendimizi kandırma. Çok fazla bir yere gitmemişiz.

Sual: Efendim o günlerle bu günleri birbiriyle irtibatlandıramayan bir Müslüman doğruyu bulabilir mi?

Cevap: Doğruyu bulamaz. Oturup şimdi Hüseyin’e gözyaşı dökmek; bu yalancılıktır, kezzablıktır. Eğer Hüseyin’in safında değilsen, Hüseyin için canını veremiyorsan veya Hüseyin’in canını verdiği değerler için canını vermeye hazır değilsen Hüseyin’e ağlama hakkına da sahip değilsin. Çünkü Hüseyin’i şehid eden bu tür riyakârlar olmuştur. Hüseyin bu gözyaşlarında boğulmuştur. O gün o insanların oturup Hüseyin’e ağlamaları bir anlam ifade etmiyor. Şimdi yine o aynı insanlar, o aynı kafada/mantıkta olan insanlar bugün televizyonlarda bakın bir seyredin Allah için. Hiçbir Müslüman toplulukla, gerçekten Hüseyin’e canını verecek insanlarla birlikte değiller. Cem evlerine gidiyorlar, orada ‘biz biriz beraberiz, kardeşiz’ diyerek  çalıp ‘Ya Ali, Ya Ali’ diye oynuyorlar. Birlik mesajları veriyorlar, kardeşlik mesajları veriyorlar…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Şer-i şerife bir teori gözüyle bakarsak; ilâhî, İslamî bir teori olarak değerlendirirsek sünnet-i Rasûlullah (Aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) da bu teorinin pratiğidir. Pratiğe dönüşmeyen teoriler zaman içinde âkim kalacaktır. Biz bunu geçmiş semâvî dinleri, Musevîliği, İsevîliği tetkik ettiğimizde çok rahatlıkla görebiliriz. Böyle bir pratiği olmadığı için, yaşanmışlık veya yaşanılırlık arz etmedikleri için hepinizin malumu ciddi bir tahrifata uğramış. Ve o dinin bünyesinde yetişen ulemâya baktığımızda -Belki ulemâ demek de doğru olmayacak da onların kendi ifadeleriyle teologlar diyelim. Çünkü ulema bize özgün ve Allahu Teâlâ’nın (Azze ve Celle) Alîm sıfatına nisbeti olan bir ifade.-  bugün için Hak’la çok fazla bir nisbetleri kalmamış. O yüzden onları bizim çerçevemiz/zaviyemiz içinde değerlendirecek olursak yanılabiliriz. Bu şu anda konumuzla pek alakalı değil farklı bir müzakere konusu edilebilir…

Onların teologları kendilerini merkez olarak görüp adeta şeriatlerini kendilerinden menkul hale getirmişler. Ve bugün de sayısal olarak dünyada çok ciddi bir nüfusa sahip olmalarına rağmen huzur ve sükûneti bulamamışlar. Bunun için bir tarafta aşırı, vahşiliğe dönüşecek derecede bir saldırganlık, kötülük; bir tarafta iç huzursuzluk ve şu anda yakinen takip ettiğinize inanıyorum bulundukları ortamları yakıp yıkıyorlar. Biz bunu espri olarak kullanıyorduk; “Roma’yı da yakarız!” hesabı, Roma’yı da yaktılar. Müthiş bir huzursuzluk, dengesizlik... Her şey çığırından çıktı.

Ama İslam âlemine baktığımızda Müslümanlar olarak cehaletimizin, gafletimizin acısını/bedelini biraz pahalı ödedik.
Ateş yanmayan yerden duman çıkmaz, derler. Şu anda bir bahardan söz ediliyorsa, Arap Baharı vesair… değişik isimlerle anılsa da, bu tünelin ucundan ışık göründüğünün işaretidir. Bu bahar sadece bir kavmin, bir milletin baharı değil, inşaallah bütün inananların baharı olabilir. Eğer inananlar emin adım atarlarsa, duyarlı olurlarsa, kaybettikleri değerlere yeniden sahip çıkmaya azmederlerse ve hayatlarında teoriyle pratiği birleştirirlerse; imanla ameli; bilgiyle, kültürle ahlâkı; gayretle, yüce himmetlilikle sanatı; yani belli güzellikleri birbirinden ayırmadan, birlikte değerlendirirlerse; sevgiyi ve uhuvveti/kardeşliği birleştirirlerse bu bahar inananların baharına dönüşebilir. Arap baharı olmaktan çıkıp insanlığın baharı olur. Çünkü “İnanıyorsanız üstünsünüz.” buyuruyor Cenâbı Hak. Müslümanlar adeta bütün dünya milletlerinin, Müslüman olmayan insanlığın lokomotifi gibi yaratılmışlar. Bütün insanlığı peşlerine çekebilirler. Elbette ki istisnalar olacaktır, muannitlere bizim yapabileceğimiz çok fazla bir şey yok, çünkü İslam belli şeyleri sınırlandırmış, hudutlar koymuş. Zalimlerin, belli kâfirlerin, belli müstekbirlerin, müstevlilerin hidayeti olmadığını Cenâbı Hak beyan buyurmuş. Bu konuda da bizim ısrarcı olmamız kraldan çok kralcılık olur, yanlış olur.
Ama biz öncelikle toplumsal olaylardan ziyade -bunları bırakalım anlamında söylemiyorum- ferdin, kendimizin tekâmülüne özen göstermeliyiz. İmanımızın tekâmülüne, amelimizin salihleşmesine, bilgimizin temiz ve dürüst kaynaklardan gelmesine, ahlâkımızın istenilen evsafta olmasına, nefsimizin mez’mum sıfatlardan berî olmasına özen göstermeliyiz. Bununla birlikte ciddi bir şekilde İslam cemiyetinin, İslam cemaatinin çekirdeği olabilecek aile hayatını bu teori ve pratiğe göre tesis edip, bilâhare “Kû enfusekum ve ehlîkum…” fehvasınca, Kur’ân’ın bize beyanı üzere kendimizden başlayarak aile, çevremize yönelmeliyiz. Bu Mevlâ’nın lütfuyla yayılacaktır. Çünkü “Şükrederseniz ziyadeleşecektir.” buyuruyor Cenâbı Hak. Nimetin önce mün’imini bilip yani o nimeti kimin verdiğini ve bize niçin verdiğini bilip anlayabildiğimiz kadarıyla o Mün’im-i Hakiki’nin, nimet vericinin muradı, işareti-beşareti doğrultusunda nimeti kullanmak, değerlendirmek şükrün ta kendisidir.

Sultanu’l Enbiya hamd ifadesini dua ifadesi olarak zikretmişler. “Duaların en efdali elhamdülillah demektir.” buyurmuş. Yani Allah’ı yüceltmek... Ama Allah’ı yüceltmek sadece bir kelime ile değil kulun amelinde, aksiyonunda, hal hareketinde de olmalı ki işte bu şükürden sayılırsa o zaman mesele ziyadeleşecek. Cenâbı Hak müminlerin sözlerine tesir halk edecek, işlerine bereket lütfedecek. Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle belki bir saat, bir yıl hükmüne geçecek bu kadar bereketli, huzurlu ve nusretli bir an olacak. Bu olduğunda zaten istenilen de, bahar diye kastedilen bu olsa gerek diye düşünüyorum.

Ama bunun temelinde bizim önce kendi şahsımızda nefsin tekâmülüne önem göstermemiz lazım. Hz. Mevlânâ’nın güzel bir ifadesidir: “Nefis dört köşeli bir dikene benzer, hangi köşesine otursan rahat edemezsin, batar.” Nefsini ne yönde kayırmaya, kollamaya kalksan o sana huzur/rahat vermez, onun her cephesinden zarar görürsün. Bunun için bütün bütün nefsin tekelinden, nefsin tahakkümünden kulluk bilinciyle Allah’a teslim ve tevekkül etmek lazım, Allah’ın iradesine râm olmak lazım, Allah’ın muradını anlamaya çalışmak lazım.

Bu da sadece inanmakla -Şeriata iman ediyoruz elhamdülillah!- ve sadece sevmekle -Kâinatın Efendisi’ni (sallallahu aleyhi ve sellem) seviyoruz- bitmiyor. İnanmak ve sevmek başlangıç, belki ilk adım ama bu inancı ve sevgiyi pekiştirmek… Biz iyi biliyoruz ki bu Din-i Mübin yaşanmak için gönderilmiştir. Din ideolojik bir mesele değildir. ‘Sadece inanılsın’ değil, yaşanılması için bu din gönderilmiştir. Ve Cenâbı Peygamber de numune-i imtisal olarak bize lütfedilmiş, bildirilmiş. Yine Bediüzzaman’ın güzel bir ifadesidir ki Fakir’i çok etkiler, belki sünneti son dönemde böyle güzel tarif edebilecek bir ifade ender bulunur… Buyurmuşlar ya: “Zat-i Risaleti Ahmediyye’nin Cenâbı Peygamber’in (Aleyhi’s-selâtuve’s-selâm) gerek şahsiyyeti ve gerekse O’nun manevi kimliği, risaleti O’nun her etvarı/tavrı eşya ve hadise karşısındaki tutumu, her ahvâli/hâli -bu ister dünyevi olsun, ister uhrevi olsun-, her akvali/sözü, kelamı bunların tamamı şeriatın me’hezleridir, şer-i hükümlerin çıkış noktaları, oluşum sebepleridir ve menabi-i dindir.” buyuruyor. Bunlar dinin dayanakları/direkleri, dini hakikatlerin membaıdır diyor. Bunun için Cenâbı Hak bize buyuruyor ki, “O’na bakın! Allah’a inanıyorsanız, Allah’ı seviyorsanız Sultanu’l Enbiya’ya bakın (Aleyhi’s-selâtuve’s-selâm). O’nu sevin ve O’na ittiba edin/tabi olun.” Bu, anlayışınızdan tutun da Muhammedî bir anlayış, Muhammedî bir duruş Muhammedî bir ahlâk… Bu oluşumları genişletebiliriz. Cenâbı Hak “Her hâli ile bir Muhammedcik olun!” buyuruyor adeta. Çünkü Allah’a ve ahirete iman edenler için bütün güzellikler O’nda toplanmıştır.

Burada güzellikten kasıt nedir? Resûlullah’takiler sadece -la teşbih- bir sanatsal güzellik midir, yani seyirlik midir sadece? Bakalım, “Ne muazzam, ne mükemmel, ne müthiş bir şahsiyet”… Sadece bu ifadelerle sınırlandırabileceğimiz bir varlık mıdır ‘risalet’ ve ‘sünnet’? “Güzellikler O’ndadır” buyuruluyorsa bu güzellikten kasıt; sizin için kurtuluş, saadet, selamet, çıkış yolu O’ndadır…

Bunun için diyorum ki sadece sevmek yetmiyor. Hazreti Peygamberi sevmek de başlı başına bir meseledir. Zaten sevmeden ittiba edemeyiz. Sevmediğimize mutabaat edemeyiz. Sevgi aynîleşmeyi getirir. Sevgi saridir/bulaşıcıdır, meseleyi biraz daha kolaylaştırır ama kuru kuruya bir sevgi de bize yetmemeli. Bu pratiği gücümüz nisbetinde madem ki Mevlâm bizden güç yettiremeyeceğimiz yükleri/sorumlulukları/zorlukları istememiş, gücümüzün yettiği, elimizin, fikrimizin gönlümüzün uzanabildiği yere kadar Kâinatın Efendisi’nin hayatını hayatımıza taşımalıyız. O zaman Cenâbı Hakk’ın vaadettiği hakikatler gerçekleşecektir, istediğimiz şeye çok kolay ulaşacağız. “Allah’a iman eder ve salih amellere devam ederseniz sizden evvelkilere lütfedildiği gibi yeryüzünün idaresi -zaten yaratılış gayemiz bu idi- size lütfedilecektir.” buyuruyor Cenâbı Hak.

Bu anlamda şeriat ve sünnet birleşerek hikmeti, hakikatı oluşturmaktadır. Bunun dışında ister tasavvufî cemaatler yani zikri cemaatler olsun, ister fikrî cemaatler olsun farklı çizgilerdeki insanlar olsun zaten âyetin bizden istediği bu her ikisinin birlikte olması. “Fa’lem ennehu lâ ilahe illallah” buyurmuş Cenâbı Hak. “Fa’lem” bilgidir, harekettir, aksiyondur, ameldir; “Lâ ilahe illallah” tevhiddir, ihlastır, zikirdir, ötelerin ötesine kadar bizi ulaştıracak olan yegane vasıtadır “Lâ ilahe illallah”. Ama bunun ikisi birlikte zikredilmiş.

Zikri ve fikri birbirinden ayırmak Müslümanların özünde başladığı için sonra bed amel olarak çıkmış. Zikri ve fikri birbirinden ayırmışız bir kısım ehli ilim demiş kendine ilmin taassubuna düşmüş gurur, kibir, taassub farklı bir âleme dalmış. Öbürü bu sahayı bırakmış ‘Ben zikirle varacağım.’ demiş, o da zikre düşmüş, cehlin karanlığına batmış, cehalete düşmüş, dolayısıyla da gaflete düşmüş. Çünkü zikretmiş ama neyi zikrettiğini, niçin zikrettiğini bilmemiş, bundan habersiz olmuş.

Arada bu uçurum oluşunca Cenâbı Hak insanlığı irşad için adeta farklı bir hal olarak bunu karşımıza çıkartmış. Bakmışız siyasette mekteple medresinin birbirinden ayrılması gerçekleşmiş. Bir tarafta dünyasız ulema bir tarafta, çok özür dilerim, dinsiz MEKTEPLİLER. Eski tabirle alaylılar, mektepliler denirdi; bir tarafta alaylılar, bir tarafta mektepliler oluşmuş ama her ikisinin de bir şeyleri noksan ve bugüne kadar bu çatışma süregelmiş. Günün insanı bu iki sahayı birleştirme durumunda. Hem aklın medeniyetine hem vicdanın, irfanın medeniyetine erişme durumunda, bununla sorumlu/yükümlü. Hem şer’î ilimleri mükemmelen, sağa sola bakmadan tahsil edip hem de müsbet ilimlerden nasibini alıp vicdanın ve aklın medeniyetine ulaşarak, zikri ve fikri birleştirmeli. Nedenli mücadeleci, mücahid ise o denli de mücahedeci, sûfi/derviş olmalı. Çünkü salt, kuru bir mücadelede insanı başa götürmüyor. Yakın tarihimizde bunun örneklerini çok gördük. Müslümanlar ciddi mücadeleler verip elde ettikleri kazanımları mücahede eksikliklerinden dolayı kaybettiler, kaybetmek zorunda kaldılar. Geçmişimizde Afgan hadisesi, Afgan-Rus savaşı bunun çok açık örneğidir. On beş sene Rusla savaştılar, müthiş bir zafer kazandılar. Süper bir gücü darmadağın ettiler ama o dört köşeli dikene benzetilen nefislerinden feragat edemedikleri için bakın halen kendi içlerindeki mücadeleleri devam ediyor. Geçenlerde Allah rahmet etsin Rabbani’yi ortadan kaldırdılar. Ne derece doğru bilemiyoruz tabi bunlar duyumlar ama Taliban ortadan kaldırdı diyorlar… Ne acı bir şey.

Bir savaş esnasında Usame b. Zeyd bir müşriği öldürürken o müşrik “Lâ ilahe illallah” dedi. Ama Hz. Usame durmadı yine o müşriği öldürdü. Bu Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kulağına geliyor, Hz. Usame’yi   sorguluyor: “Nasıl Allah’ın emanına giren birini, Allah’tan eman isteyen birini nasıl katledersin?” Usame ister istemez savunmaya geçiyor: “Ölüm korkusundan Allah’a sığındı, ölümden korktuğu için o ‘Lâ ilahe illallah’ dedi.” diyor. Efendimiz’in cevabı tokat gibi: “Sen onun kalbini yarıp içine mi baktın, kalbinde miydin?” Yani o andaki halet-i ruhiyesini nasıl bildin? Hz. Peygamber bunu bir müşrik için söylüyor. Yukarıda bahsi geçen mevzu ise müminin mümine karşı tavrı. Çok acı bir şey…

İşte bu mücadele anlayışı oluşmuş ama mücahede anlayışı, mücahede hali oluşmadığı için bir çok güzel kazanımlarımızdan fedakarlık etmek durumundayız. İnşaallah Türkiye’deki Müslümanlar bu duruma düşmezler. Güzel bir noktaya gelinmiş bu Allah’ın bir nimeti, afedersiniz, kıldan tüyden sebeplerle birbirimizi tekfir etmemeli, tenkit etmemeliyiz. Yapıcı tenkit güzel birbirimizi tenkit etmeliyiz ama bir bir yüzümüze bu tenkidi yapmalıyız. Hayrı, doğruyu bulmak için bu tenkitleri yapmalıyız. Tenkidin de dozunu arttırmamalıyız. Tenkitlerimiz tekfire varmamalı, kırıcı parçalayıcı olmamalı. Eğer bu durum yaşanıyorsa bu bizim mücahede eksikliğimizden kaynaklanır. Bizim zafiyetimizden kaynaklanır ki bunun bedelini biz öderiz.

Malum o günlerde yapılan zikir ile fikrin ayrılması, sosyal hayata yansıyan yönü: mekteple medresenin ayrılması; daha ileri doğru giderek dinle siyasetin ayrılması… Ayrışmalar, kopmalar başlamış. Bakın bu işin temeli Üstad Necip Fazıl’dan dinlediğimiz, Abdulhakim Arvasi Hazretleri buyuruyor ki: “Bu hak müesseseler, geçmişten gelen kadim geleneğimizin ocakları olan o medreseler, zaviyeler/tekkeler kendi kendilerini kapatmışlardı, işlevlerini yitirmişlerdi. Medreselerden zikir kalkmıştı, tekkelerden ilim kalkmıştı. Medreseler cedelcilerle doldu, tekkeler tembellerle doldu, asalaklar yuvası haline geldi. Sahibi, Cenâbı Hak bundan razı olmadı. Bir ferd-i leîmi gönderdi, hepsini seddetti, hepsinin kapısına kilit vurdu. Asıl kilitleyen bizim ahvalimizdi/halimizdi. Hadisi şeriftede buyuruluyor ya; “Allah sizin suretlerinize, şekillerinize vesairelerinize bakmaz. Allah sizin gönüllerinize ve o gönüllerinizin içindeki kastınıza/niyetinize, amelinize bakar.” Halimiz onu gerektirdi ve Cenâbı Hak öyle bir zuhuratta/lütufta bulundu. Bunu bizler şimdi anlayabiliyoruz ve diyoruz ki zararın neresinden dönersek kârdır. Geçmişimizden iyi dersler alıp -her ne kadar bugün bunları da elimizden almaya çalışsalar da- bir yandan şer-i şerifin ahkâmını, sünenat-ı seniyyeyi, ahlâkı Muhammediyye’yi iyi muhafaza etmeye çalışmalıyız.

Hatta bugün fitnevizyonda bir kanalda birisine kulak misafiri oldum, çok da vaktim yoktu. Kur’ân-ı Kerim’in bir ayeti üstünde yorumda bulunuyor. Aişe annemizin başına gelen “İfk Hadisesi”ni de delil getiriyor. Olayı tefsirlerden okumuşsunuzdur, o yüzden pek teferruatına girmeyeceğim. Rabbimiz’in emri gereği mesele selamete, açıklığa kavuşana, hakikat ortaya çıkana kadar Efendimiz Aişe annemizi Hz. Ebubekir Efendimiz’in evine bırakıyor. Çünkü söylentiler var, ashabtan farklı farklı görüş beyan edenler var. Cenâbı Peygamber de Allah’ın emrini bekliyor, kararı bekliyor…

Bu arkadaşımız bu mevzuyu delil alıyor, şurayla bağlantı kuruyor: İslam’da bir erkeğin hanımını dövmesi yoktur. Geçmiş fukaha, koca koca fıkıh âlimleri bu ayeti, evlerin ayrılma mevzuunu almış hanımı dövmeye dönüştürmüşlerdir ve hanımı dövmeye delil oluşturmuşlar, dövülmesine cevaz vermişler. Bunu o geçmiş ulema meşrulaştırmışlar…

Bir şey izah edelim, gerçeği/doğrusunu anlatalımama geçmişimizi karalayarak nereye varabileceğiz… Biz o geçmişin meyvasıyız. Eğer geçmişteki maya bozuksa bugün bizim temiz olmamız, dürüst olmamız mümkün değil. Geçmişin çekirdeği özürlü ise bugünkü ağaçlar, bugünkü meyvalar da kurtlu olmak durumunda. Biz geçmişin meyvasıyız ve geleceğin çekirdeğiyiz. Geleceğe de biz temel oluşturacağız. Biz kendi temelimizi böyle zîruzibar edersek geleceğe ne bırakacağız?

Bu bir iftira… Nasıl geçmiş ulema bu ayetleri, o hareketi delil almış da eşlerin dövülmesine bundan hüküm çıkarmış, istinbat etmiş, böyle bir içtihatta bulunmuş… Ne alâka… Konu ile ilgili farklı ayetler var. Aile hayatıyla ilgili, aile terbiyesiyle ilgili, eşlerin bir birleri üstündeki hukukuyla ilgili çok farklı hükümler, emirler, tavsiyeler var Kur’ân-ı Kerim’de. Bununla nasıl bağdaştırırsın.

Bakın meseleyi buradan nereye getiriyor… Diyor ki, bugünkü kadınlar Aişe annemize çok dua etsinler, ona müthiş bir minnet içinde olsunlar. Niye, ilk kadın haklarını savunan, kadın haklarını gündeme getiren Hz. Aişe’dir… Aişe hangi mektepte yetişti… Aişe’yi yetiştiren o üniversite… Bunun hiç mi önemi yok,  Allah’tan korkalım.

İşte sünneti çarpıtırsak, sünnetle şeriatın arasını açarsak; dedik ya şeriat teori, o zaman ona biz istediğimiz gibi pratikler bulabiliriz. Bugün yapılmaya çalışılan bu. Buna karşı Müslümanlar duyarlı olmalı. Bizim memleketimiz Osmanlı ve devamı olan Türkiye geçmişte bir istila yaşamadı, sömürge/müstemleke olmadı ama şu anda müthiş bir kültür istilası yaşıyor. Bunun belki sömürge olmaktan çok daha ciddi tehlikesi var. Sömürge olan ülkeler bakın bir gün özgürlüklerine kavuşuyorlar. İşte Libya’dır, Tunus’tur, Mısır’dır… Bunlar özgürlüklerini elde etmeye uğraşıyor, Suriye bunun için mücadele ediyor, Allah muvaffak kılsın. Ama kültür istilası çok farklı bir şey. Yeni yeni bir uyanış, yeni yeni bir diriliş başlamışken insanların bu ihlâsını, bu asla dönüşlerini bu şekilde etkilemeye çalışıp çıkmaz sokaklara insanları sevk etmek; bir taraftan feminizmi körüklemek yani Hz. Aişe’yle Hz.Muhammed’in (Aleyhi’s-selâtuve’s-selâm) arasını açmaya çalışmak, dolayısıyla kadınları Hz. Peygambere değil de bir ikinci şahsiyete yönlendirmek, sanki onların peygamberi Aişe’ymiş gibi o tarafa yönlendirmek; geleneksel aile yuvasını ki Rabbimiz “Er-ricâlu kavvamune ale’n-nisa” buyuruyor, erkeğin idaresinde, erkeğin kanatları altında, erkeğin enerjisinde bir aile, bir yuva… Bunu değiştirmeye çalışmak, burada kadını obje haline getirmek…

O kişinin konuşmalarından ben bunları anladım, bende yaptığı çağrışımlar bunlar oldu. Basit gibi görünen bir meseleyi anlatırken detaylı düşündüğümde meselenin boyutları çok farklı yere gidiyor. Bu aile huzurunu bozmaktan başka bir şey değil. Düşün ki şimdi böyle bir kadın bütün hakları kendi elinde görerek, feminist bir anlayışla evde eşine dikildiğinde dayak yiyecek bu kadın. Dayak yiyecek çünkü biz erkeğimizi tanıyoruz. Bu makul olduğu için söylemiyorum inşaallah anlıyorsunuz, ama mevcut yapı bu. Biz bu yapıyı anca zaman içinde, eğitimle değiştirebiliriz. Ahlâk-ı Muhammediyye’yi insanlara aşılayarak bunu değiştirebiliriz. İnsan sevgisini öğreterek bunu değiştirebiliriz. İnsana saygıyı öğreterek bunu değiştirebiliriz… Her şeyi kadın hakkı, erkek hakkı deyip karşı karşıya getirip çatıştırarak bir yere varamayız. Bazen de huzur için belli haklardan fedakârlık gerekir. Bazen erkek fedakârlık yapar, bazen bayan fedakârlık yapar,  huzur böyle olur. Toplumda da bu böyledir, çünkü aile toplumun maketidir, zübdesidir. Bu fedakârlıklarla buraya varılabilir.

Bunlar kasıtlı. Asıl kasıt ne, pratikle teorinin arasını, şeriatla sünnetin arasını uçurumlaştırmak, bunları birbirinden ayırmak. Planlı olarak yapılmak istenilen bu. Rabbim Müslümanlara güç, kuvvet versin. Şuur, basiret, feraset versin. Hakkı hak görüp ittiba etmeyi, batılı batıl görüp batıldan sakınmayı lütfetsin inşaallah…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 05 May 2014 15:18

İMANIN TEKÂMÜLÜ AMEL İLEDİR

Sual: İmanın altı şartını tek tek ele elıp baktığımızda Cenâbı Hakk’a imanın kalp ile tasdik, dil ile ikrarının amele dökülmesi var. Bu tarif, buradaki şartların hepsine yani Efendimiz Aleyhisselam’a, diğer peygamberlere, meleklere, kitaplara imana tek tek uygulanabilir mi?

Cevap: Zaten dil ile ikrar meselenin zahir yönünü kapsıyor. İnanmanın gerekliliğini bize anlatıyor. Kalp ile tasdik etmek meselenin batınî yönünü; bu hem şuuru etkiliyor hem ihlası/samimiyeti de etkiliyor. Bunu azalarla tatbik etmek de bilgiyi gerektiriyor,  Ölçülü, prensipli bir şekilde yapılmasını gerektiriyor. Dolayısıyla da bu gerek İslâm’ın beş şartında gerek imanın altı şartında sanki tamamını kapsıyor. Malum İslâm zikirle başlıyor yani Müslüman olmak “Eşhedüellâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasuluhu” diyerek, inandığını ikrar etmek ile başlıyor. İslâm’ın şartlarının akabinde hemen namaz kılmak geliyor, bu da işi  görselliğe döküyor yani o inancını fiillerinde göster. Ondan sonrasına da bakıyoruz hep görsel ibadetler. Oruç da böyle. Oruçta aynı zamanda bir mücadele, bir terbiye var. Bu şuurun/bilincin sanki bütün azalara indirgenmesi var. Arkasından zekat geliyor... Dünyanın terki, yani kişinin bu inanç uğrunda her şeyden geçebileceğini göstermesi. “Mal canın yongası” demişler, bu yongadan geçebilmek. Akabinde hac geliyor ki çok farklı boyutları var... Kişi imanını zekatla sosyal bir alana taşıdığı gibi hac ile siyasi bir alana da taşıyor. Aslında Hac’da sosyallikten öte dini siyasallaştırıyor. Çünkü Hac muazzam bir kongre. Bu kongrenin amacı paylaşım, birliktelik, beraberlik, güç birliği, fikir birliği, gönül birliği gerektiğinde savunma birliği, ekonomi birliği... Bir çok güzelliği kapsıyor ve İslâm’ı sanki en üst perdeye taşıyor, ferdiyet planından alıyor toplumsal bir atmosfere taşıyor, derken onu devletleştiriyor onu. Hac’da bunu görüyoruz.

Bu o üçlünün basılmış şablonu. Lisanın ikrarı, kalbin tasdiki, azaların tatbiki... İmanda da keza bu böyle, biraz daha içsel/derûni bir yakîn var. İslâm’ın şartlarındaki gibi değil. Bunda görsellik var, imanın şartlarında daha ğaybîlik, daha dimağa, ruha, kalbe yani iç letaiflere, bâtınî cevherlere bir yöneliş var...

Allah’a iman Azze ve Celle. Hz. Allah Azze ve Celle her ne kadar sıfatlarıyla, kudretiyle, ilmiyle zahir olsa da Zâtı itibariyle gaib. Bu ğayba inanmamız isteniliyor. Demek ki sadece kuru bir anlatımla ‘Allah’a inanın’ diyerek’ bir inanış olmaz.

Bu konu aslında Yûsuf (as) filminde güzel işlenmiş. Hz. Yûsuf hapishanedekileri tevhide davet ettiğinde onlar: “Senin Allah’ını tanımıyoruz. Ama eğer senin Allah’ın senin kadar şefkatli, merhametli ise bizimkilerden iyidir.” gibi bir kıyaslama vardı.

Bu her insanda olabilecek bir durum belki. Allahu Teâlâ bizi Allah’a imana davet ediyor. Ğaybi bir imana bizi davet ediyor. Ama bu aslında çok kolay bir şey değil. Biz bu ğaybiliğin bilincine, şuuruna, tadına, zevkine yakîn ve şuhûd makamında erebilmeliyiz. İşte bunun için İslam’daki zahir görsellikler emrediliyor. Namazdan, oruçtan, hacdan, zekattan, zikirden kasıt Allah’a imanı pekiştirmektir. Bizi ğayba yönlendiriyor. Ğaybın tabiri caizse kokusunu bize getiriyor. Dolayısıyla o da bir delil, bir hüccettir. İnanmamızı kolaylaştırıyor. Allah’a imanı emrediyor, Peygamberlere imanı emrediyor.  

Sual: Yani  Cenâbı Hakk’ın “ğayb” olması bizim imanımızı mı kolaylaştırıyor?

Cevap: Hayır, çünkü belki görsek çok daha farklı şeyler anlayacağız. Cenâbı Hakk’ı görse herkes belki farklı bir şey algılayacak, farklı cephelerden bakacak ama böyle olunca bir ana tema, ana arterde buluşabiliyoruz. Bizi peygamberlere imana davet ediyor. Biz peygamberleri belki muşahhas varlıklar olarak gördük. Yani bir beşerdiler ama bizler onların beşeriyetine değil onların peygamber olduğuna inanmaya davet ediliyoruz. Allah’ın peygamberi olduklarına inanmaya davet ediliyoruz. Nereden bilebiliriz ki o Allah’ın peygamberidir. Peygamber nasıl peygamber olur?

Sual: Yine bir ğayb var yani?

Cevap: Evet, ben peygamberi görüyorum.  yani Âdem (as), Nuh (as), Şit (as), Hz. Muhammed (as) peygamberdiler amenna. Beşer olarak Muhammed’i görüyorum (sav) ama O’nun peygamberliğini ben görmemişim. Bana mucize gösteriyor, şimdi baktığımızda misal bilim-teknik vesaire mucizeye yakın öyle  ilginç şeyler ortaya koyabiliyorki. Burada da yine ğayba inanmaya çağırılıyoruz. O’na peygamberlik verildiğini ben görmedim, bilmedim ama ‘Ben peygamberim’ diyor. O’nda bir üstünlük olduğuna inanırım ama peygamberlik nasıl bir şey bunu anlayamayabilirim. Ama O insanın üstün bir vasfı olduğuna, bütün insanlardan farklı bir yönü olduğuna inanmaya çağrılıyorum. Bu yönü ben, bir yanda inanırken bir yanda aklımla fehmedebilirim. Onu takip etmem gerekir: Yaşantısına, anlattıklarına, ortaya koyduğu delillere/senetlere bakmam gerekir. Buradan da peygamberlerin çok yakın markajda takip edilmesi gerektiğini anlıyoruz. Sadece ben inandım demek yetmiyor. Bu inanç kişinin kendisini kandırması olabilir.

Bir üçüncü sırada bakıyoruz meleklere imana davet ediliyoruz. Yine ğayba iman var. Melekleri görmemişiz, konuşmamışız, nasıl varlıklar bilemiyoruz. Sadece ne biliyoruz? Yemezler, içmezler, cinsiyetten berîdirler, nûrâni varlıklardır. İlâhi emirlere âmâde, kendilerinden asla isyan sakıt olmaz. İsyan etmeyi de bilmezler. Bunu bir de bilmezler, böyle varlıklar. Bunu ben görmemişim görme şansına da sahip değilim. Önceki ğayblarla bunu ilintileyeceğim. Bunu bana kim söyledi? Peygamber söyledi. Allah adına bunu bana söyledi. Benim şahidim burada peygamber. Allah’ı görme şansına da sahip değilim ki O’na sorup teyit etme şansına da sahip değilim. Bunu bana peygamber söyledi, tek şahit o. Bu noktadan bakıldığında Allah’a inanç evrensel bir inanç. Kişinin kendini, şahsını ilgilendiren imanını takabileceği, dayandırabileceği nokta peygambere imandır. Peygambere inandığında, teslim olduğunda bu gerekçekleri teyit edebilir. Münferiden sanki tek tek peygamberle muhatabım. Bana peygamber meleklere iman etmemi söylemiş. Tamam! Hz. Sıddık’ın Miraç hadisesinde söylediği gibi bu: “O söylediyse doğrudur.” Bir rivayette de “O bundan daha acayip şeyler söylemişti. Ben onlara inanmıştım. Şimdi buna mı inanmamazlık edeceğim?” buyuruyor. Burada kişinin imanda ölçüsü  ve şahidi/ delili Hz. Peygamber’dir. İşte bunun için Cenâbı Hak O’na uymayı O’nun bize neyi verirse almamız gerektiğini, neden bizi nehyederse ondan sakınmamız gerektiğini buyuruyor. Adeta din ağı risaletin etrafında örülüyor. Bizim Allah ile irtibatımızı sağlayan, bizi meleklere götüren hep Cenâbı Peygamber’dir.

Kitaplara imanı Cenâbı Hak emir buyuruyor. Evet, elimizde bir kitap var. İlginç/değişik bir kitap. Ama bu kitap nasıl gelmiş biz bunu bilmiyoruz. Çok zeki, süper zeka bir insan tarafından da yazılmış olabilir. Biz ileriki zamanları da yaşamadığımız için,her zamanda olan insan için söylüyorum. Şimdi Kur’ân-ı Kerim’i, mesela bugün okuduğunda gelecek zamana ait bir çok işaretler, beşaretler veriyor. Ben o zamana yetişmemişim o işaretler, beşaretler beni çok fazla bağlayıcı olmayabilir. O zamanı görmedim ki, o şeylerin zuhurunu göreyim. Onlar ben öldükten sonra da zuhur etse kimse bana gelip haber veremez ki bu olaylar olmuş. Yine bir ğayba iman var aslında. Kur’ân’a inanmakla da tamamen ğayba iman etmiş oluyorum.

Ahiret gününe iman. Bu da ğayb. Ahireti gören yok, gidip-gelen yok. O Rasul bunu haber veriyor ve o Kitap bunu tasdik ediyor, bahsediyor. Bütün ayrıntılarıyla.

Hayrın Allah’ın muradı olduğuna şerrin O’nun kudretinden, O’nun dilemesiyle olduğuna inanmam emrediliyor. Bu da yine ğaybi bir hadise. Ortada bu kadar sebep varken olup biten şeylerde ben bu sebeplerin hiçbirine takılmadan sebepler üzerinden meseleyi Allah’a taşımam, Allah ile irtibatlandırmam isteniliyor.

Bunların tamamı ğaybi. Ben bu ğaybların kemaline İslam’daki zahir emirlerdeki düzenle, nizamla yani onlardaki mükemmellikle ulaşabilirim.

Adeta kelime-i şehadet Allah’a imanı temsil ediyor. Ben o şehadeti zikretmekle, zikri çoğaltmakla Cenâbı Hakk’ın tecellilerine, nurlarına, lütüflarına mazhar olacağım. Müşahademi arttıracak ve Allah’a  gerçek manada inanmış olacağım -kendimle ilgili tabirimi maruz görün- Allah’ı görmüş olacağım.  Yani bunu baş gözü anlamında söylemiyorum, hislerimle, duygularımla, idrakimle görmüş olacağım. Gerçekte görmek bu olsa gerek. Ben iç alemimde Hakk’ı müşahade etmiş olacağım. O zaman Allah’a imanım oturacak. Demek ki insan zikretmezse, şehadeti hayatına yaymazsa imanda selamet/sıhhat bulması güç.

Misal benim namaza devamlılığım, bana diğer ğayb kapılarını açacak. Bazı hadisler varya: “Kırk gün sabah ve yatsı namazına devam edenin gönlünde hikmet pınarları fışkırır.” Gönül gözlerinde bir açılma olacak. Ben velayete doğru ilerleyeceğim. Velayete ilerlemem bana nübüvveti anlatacak. Velayet nübüvvetin mukaddimesi. Risaleti anlayacağım ben o zaman. Dolayısıyla peygamberlere imanım pekişecek. Nasıl peygamber olduklarını, niçin peygamber olduklarını anlayacağım.

Oruçla adeta melekiyet kesbeteceğim. Nefsani, şehevi hatta bazı bedensel bağlardan, alakalardan kesilebileceğim ve melekleri idrak edeceğim.

Zekatla, hacla, kitaplara, ahirete, hayrın şerrin Hakk’ın yed-i kudretinde olduğuna inanıp bunları adeta yaşayarak öğreneceğiz. Hacda mahşeri yaşayacağım. Hacda sıkıntıları, zorlukları yaşayacağım ve bunlar benim tefekkür ufkumu açacak, ahiret ve ötesini tefekkür edeceğim. Adeta görünecek bana.

Ve bunlarla imanım peyder pey pekişmiş olacak. Adeta ğayb olan hakikatler benim için izhar olmuş, zahire çıkmış olacak ve imanım böyle tekamül etmiş olacak.

Ama bunlar da işte o üç kelime, dilimin söylediği şeyi bilerek-anlayarak söylemem; kalbimin ona katılması şuurlu, muhabbetli bir şekilde onu tasdik etmesi; ve onu hareketlerime yansıtmam, gereklilikleri ile amel etmem, zahir ve batın daha bir çok hakikatın, güzelliğin ayan olmasına sebep olacak.

Dolayısıylada o zaman ayeti kerimede buyrulan “Öyle kullar var ki isteseler de Allah’ı unutamazlar.” “Ne ticaret ne alış-veriş ne evladı iyal onları o amelden o fiilden alıkoyamaz.”

O güzellikler o kadar ona nakşolacak ki bir insanın misal çok uykusu geldiğinde nasıl oturduğu yerden uyuklaması tabii ise; acıkınca açlığı hissetmesi tabii ise o insanın da Allah’ı anması, Allah’a ibadet etmesi o kadar tabiileşecek. Göz kapaklarının düşmesine hakim olamadığı gibi, kalbinin bir saat gibi çalışmasına engel olamayacak, Allah’ı zikredecek, düşünecek, tefekkür edecek. Bu güzellikler ondan yansımaya başlayacak.

Bu noktada Eş’ariler’in görüşü, amelle imanın bütünlük arzetmesi, ayrı görmemesi bana biraz daha cazip geliyor. Bunu ashapta ve onlardan sonra gelen selefte de görüyoruz. İlk dönem bakış buymuş sonradan belki belli şartlardan dolayı farklı tarifler olabilmiş. Ben bunları eleştirmek adına söylemiyorum ama benim kalbime hoş geldiği için, sanki o anlayış daha güzel oturuyor, o anlayışa daha meyyalim.

Sual: Maturîdilere göre kişiye Hâlıkı’nı tanıtacak ve O’nun (cc) istediği sırat-i müstakıme insanı sevketecek bir peygamber gelmese de kişi kendi aklı ile Allah’ı bulabilir.  Eğer bunu yapamazsa mesuldür. Ancak bu  anlayış Peygamber Efendimiz’in (sav) gönderiliş amacıyla örtüşmüyor sanki. Burayı nasıl anlamamız gerekir?

Cevap: Eş’ari’ler o noktada Maturidi’lerden farklı düşünmüş. Eş’ari’ler; “Biz Peygamber göndermediğimiz bir kavme azap etmeyiz.” ayeti kerimesini delil alarak demişler ki kişi bilmiyorsa bilmediklerinden mes’ul değildir. Çünkü Cenâbı Hak onu irşad etmemişse, hidayet etmemişse, onu irşad edici birini göndermemişse onu mes’ul de tutmayacak.

Maturidi’ler biraz da İmam-ı Âzam’ın ehl-i rey olmasından dolayı akla burada çok önem arzetmiş, aklı ön plana çıkarmışlar. Akıl bir melekedir ve Cenâbı Hak ona belli bir işlev yüklemiştir. İşte o işlevin asliyyeti budur. Bir tebliğci, bir hidayetçi rehber gelmese de, insan “Ben varsam beni bir yapan vardır.” diye düşünebilmeli. O yüzden Allah’ın vahdaniyyetinden mes’uldür. Tevhidden mes’uldür, tekliften mes’ul değildir, demişler.

Buraya baktığımızda Eş’ari’ler tevhid ile teklifi bir görmüşler, birbirinin parçası demiş,  ayırmamışlar. Maturidi’ler amel imandan cüz değildir, demişler. İman tevhiddir amel tekliftir. Bir tarafta  amel imandan cüz değildir diyerek tevhid ile teklifi ayırırken öbür tarafta tevhidden mes’uldür demişler. Bu noktalarda biraz farklılıklar görülüyor. Tabi bu onların meselesi biz çok fazla giremiyoruz bu meselelere ama makul görünen tevhidle teklifin birbirinden ayrılmazlığı.

Kur’ân-ı Kerim’de farklı ayetler de var, “O dilediğine hidayet eder.” Öyleyse O (cc) akla o melekeyi vermezse, O (cc) dilemezse aklın da yapacağı bir şey yok.

Bu anlamda ben İmamı Âzam ile İmam Caferi Sadık’ın sohbetini anlatıyorum: İmam Cafer aklın işlevinin ne olduğunu, aklın ne olduğunu sorduğunda, Hz. İmam: “İyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı birbirinden ayıran bir melekedir.” buyurmuş. İmam Cafer müdahale ederek “Eğer akla böyle bakarsan aklı putlaştırırsın. İyiyi veya kötüyü, doğruyu veya yanlışı tespit etmek şeriatın işidir, bunlar ilahi hükümle tespit edilir. Kişi aklıyla bu iyidir bu kötüdür diyemez.” buyurmuşlar. İmam-ı Âzam, “Öyleyse aklın görevi nedir?” diye sual edince: “Aklın görevi iki iyi arasında daha iyiyi; iki kötü arasında daha kötüyü tespit etmektir.” İyinin iyisini, kötünün kötüsünü tespit etmektir. Ama iyiliği ve kötülüğü belirlemek Şâri’ye aittir.

Meseleye buradan bakınca o zaman Allah dilmezse kişinin doğruyu bulma noktasında pek fazla yapabileceği bir şey yok...

Allahumme la mânia lima a’tayte, velâ mu’tiye lima mena’te, vela râdde lima kadeyte ve la yenfeu ze’l-ceddi minke’l cedd... Engeller/manialar O’ndan olunca hangi güç, hangi akıl o maniayı aşabilir. O bir şeyi gizleyince onu hangi güç açığa çıkarabilir. O bir şeyi de zahir kılmışsa/açığa çıkarmışsa onu ne örtebilir.

Bunları yine söylüyorum  Eş’ariler’in ve Maturidi’lerin tartışmalarına bir nazire olması açısından söylemiyorum. Kendi anlayışımı ifade etmeye çalışıyorum.

Bu anlamda biraz önce de izah edildiği gibi iman tamamen kalbî; İslâm tamamen bedenî oluyor. Sanki birisi iman birisi amel oluyor. Bunlar birbirlerini tamamlıyorlar, bunları birbirinden ayırdığında iman tekamül etmiyor veya iman olmadıktan sonra amelin bir hükmü olmuyor. İnsan misal oruca niyet etmese oruç tutsa perhiz oluyor. Namaza niyet etmese kültür fizik hareketi/ jimnastik oluyor. Buradaki onu ibadetselleştiren şey inanç, inanarak onu yapması. Niyet de bu inancın ifade edilmesi. Aslında niyet bu. Niyet aslında inancın ifade edilmesi ve niçin, ne adına yapıldığının belirlenmesi. O yüzden ibadette niyetin de önemi var. O yüzden Şafi’lere göre niyet farz.

Aslında üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri söylemişler yani biri niyet farz demiş, öbürü kasıt gerekli demiş, kastın üzerinde durarak dille ifade etmenin çok fazla anlamı yok demiş. Neticede aynı şeyi söylemişler...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 05 May 2014 14:39

MÜ’MİN HAKK’IN HİKMET AYNASIDIR-2-

Türkiye’de üç çeşit din oluşmaktadır: Bir, halkın dini. Halkın inandığı, bildiği babalar dedeler dini var. Filan baba, filan dede türbe Tuz baba Tezveren baba, Tezgelen baba, Uçanbaba kaçanbaba, araba anahtarını sürenler, oraya kalem atanlar anahtar bırakanlar. Allah’tan beklenilmesi gereken ve Allah’ın üzerine aldığı, kefil olduğu şeyleri tuzbabadan, tellibabadan, tezverenbabadan vs. babalardan dedelerden bekler olmuşuz. Mafya dini gibi bir din olmuş bu. Bu dinin ukubatu yok, bu dinin muamelatı yok. Bu dinin muaşereti yok. Yok derken bilinmiyor. Bu din tamamen hümanizme bürünmüş, hümanistleşitirilmiş. Hümanist bir anlayış var bu dinde böyle bir din lanse edilmiş.

İkinci din sistemin dini. Türkiye’de sistemin de bir dini var. Seksen senedir halka dayatmaya çalıştığı, halkı inandırmaya çalıştığı ideolojik bir din var. Sistem bu dinin kendine göre ileri karakollarını ayarlamış, hazırlamış, altyapısını oluşturmuş. Bu dini de anlıyorsunuz yani resmi bir din anlayışı. Bu din anlayışından İslam adı altında, kendine müslüman diyerek her türlü oluşumun içinde bulunabilirsin. Bunlar Müslüman olmana engel değil. Her çeşit ideolojinin, fikriyatın, cereyanın temsilcisi/savunucusu olabilirsin, sorun yok.

Üçüncü din anlayışı yeni yeni gelişmekte olan tehabbuya, tetebbuya, teharriye dayanan sevgiye, araştırmaya, incelemeye, kaynaklara inmeye dayanan Kur’ân’ın evrensel mesajı ve Allah Rasulü’nün sünneti… Bu azınlıkta bu daha yeni yeni olgunlaşmaya başlıyor böyle bir din anlayışı. Bu anlayış elhamdülillah gençlerden neşv ü nema buluyor, yayılacak inşallah.

Bu din anlayışını da kullanmak isteyenler var. Bu hareketin de vartaları var, bazı uçları açık. O açık uçlardan sızmalar olabiliyor, bunları da başka bir derste inşaallah müzakere etmeye çalışırız.

Şimdi bu üç din anlayışı Türkiye’de çatışıyor. Genel anlamda baktığımızda kimse o çocukluktan getirdiği inancın üzerine bir artı koyamıyor. Dedik ya bir yanlış bir eğitim verilmişti, Neydi o yanlış? İslam beş şarttan ibaret demişlerdi bize. İslamı böyle anlattılar. Arkadaşlar şart demek bir şeyin tamamı demektir. Onu kuşatan şeyler demektir. Bir şeyi şartlandırdınız mı ona başka bir şey ilave edemezsiniz. Başka bir şey ilave edilmesin diye zaten bu anlayışı yaygınlaştırdılar. Hâlbuki Cenâbı Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) hadisi buyururlarken “İslam beş temel üzerine bina edilmiştir.” buyuruyor, beş şart üzerine demiyor. Beş temel esas diyor. Temel esaslar farklıdır. Temel esasları tâli esaslarla destekleyebilirsiniz. Değişik tadilatlar yapabilirsiniz, genişleme yapabilirisiniz,  üste doğru çıkabilirsiniz. Bir mimari yapıyı düşünün ana kolonları bellidir. Temeli sağlamsa bu binanın duvarları vardır, kirişleri vardır, çatısı var boyası badanası var. İçinde oturulabilecek hale getirmek için birçok çaba/gayret/çalışma kabul edebilir. Ama şarta bir şey sokamazsınız.

Öyle kabul etsek bile, gelelim bu beş şarta… İslam beş şarttan ibarettir, tamam. İslam’ın birinci şartı nedir? Şahadet… Şahadet ne, şahitlik etmek. Neye şahitlik ediyoruz? Kelimesi eşhedüenla ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve rasülühü… Eşhedüenla ilahe illallah derken ne dediğimizi biliyor muyuz? Şahid olabilmem için o meseleyi enine boyuna, her şeyiyle bilmem lazım. Neye şahadet ediyorum ben “enla ilahe illallah” Allah’tan başka bir ilah yoktur. Amentübillah. Peki ilah derken neyi kastediyorum ben. İlahın özellikleri, onu ilah yapan sıfatlar nelerdir, bunları biliyor muyum? Uluhiyyet bir sıfattır, Allah sıfat değildir arkadaşlar. Allah ismi, kelimesi bir sıfat değildir. Bu ism-i hastır, ism-i zattır. Uluhiyyetin kendisi de bir sıfat, o sıfatı güçlendiren, destekleyen, kuvvetlendiren sıfatlar var. Bunları bilmek zorundayız ki o ilahın uluhiyyetine vahdaniyetine rububiyyetine melikiyyetine şahitlik edebileyim. Bilmediğim bir şeye nasıl şahitlik edeceğim? İlah kelimesinin dahi karşılığını bilmiyorum ama ben şahitlik ediyorum. Şimdiki bu mimsiz hukuka göre düşünün, ne denir buna? Yalancı şahitlik… Bu şahadeti mahkeme reddetmez mi? Böyle birini gidip getirsen davadan hiç haberi yok, meseleler nasıl olmuş bitmiş o meselelere müdahil olan hiç kimseyi tanımıyor bir şey bilmiyor şahit diye biri tutmuş getirmiş. Ne düşünülür bunun hakkında? Hukuka göre bu insan yalancı şahitlikten, mahkemeyi meşgul etmekten ceza bile alır.  

Beş şartın birincisi şahadetti gitti. Şartı bozduk. Beş şartın ikincisi ney idi? Namaz kılmak. Türkiyemiz’de yetmiş milyon insanın kaçta kaçı namaz kılıyor. Bu şart, Müslümanlar tarafından, nasıl yerine getiriliyor, bu takip ediliyor mu? Namaz var mı? İnsanlığın ekserisinde yok. Müslümanların bile birçoğunda yok. İslamcı olanların bile – bu islamcı kelimesi de çok farklı bir kelime, benim de tasvip ettiğim bir kelime değil, bugün böyle isimlendirildikleri için ben böyle söylüyorum.- islamcı olduğunu söyleyen insanlara bakın kaçta kaçın da namaz düzenli, beş vakit kılıyorlar. Maalesef… Namaz kılanlarına bakın nasıl namaz kılıyorlar, niçin namaz kılıyorlar?... Bunlar önemli. İkinci şart da gitti.

Üçüncü şart oruç… Oruç tutuyorlar İslamcısı da tutuyor kapitalisti de tutuyor bazı sosyalistler de tutuyor. Hatta tavşan yemezlerin de kendilerine göre oruçları var, belli aylarda, belli günlerde oruç tutuyorlar. Orucu hemen hemen herkes tutuyor ama şartlarına riayet ediliyor mu? Allah Rasulü buyuruyor ki: “Nice oruç tutanlar var ki gecenin uykusuzluğu ve gündüzün açlığından başka onlara bir kâr kalmaz.” Uykusuzluk ve açlık, kazançları bu. Oruç tutuyorlar namaz kılmıyorlar. Adam akşam teravih namazı kılıyor beş vakit namaz kılmıyor, Cuma namazı kılmıyor. Yahu teravih sünnet/nafile bir namaz. Farz olan namazı kılmıyor akşam teravihi kılıyor. Niye? Onda zevk var, nefsi hoşlandığı için onu kılıyor. Camiye gidiyor orada namaz kılıyor,  arkadaşlarıyla buluşuyor onlarla gece bir yere gidiyor sahura kadar oturuyor. Yani eğlenceye çevrilmiş. Bakın ibadetin adetleşmesi… Oruç da gitti…

Ne kaldı, dördüncü şart zekât. Zekât üstünde şimdi bir sürü entrikalar var. Artık müslümanlar da vere vere yorulmuş zekât vermemek için her türlü hileyi kullanıyorlar. Adam bir de utanmadan ‘ben vergi veriyorum, vergi verdikten sonra ben niye zekât vereyim ki?’ “Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır.” Evet, sistemin dininin bize öğrettiği kaidelerden birisi bu: “Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır.” Bir daha niye zekât vereyim. Ben kazancımı takdis ettim, vergi verdim mukaddes oldu benim kazancım. Daha helal haram karışma, ye yiyebildiğin kadar. Zekât için de çok değişik formüller aranıyor.

Beşinci şart neydi hac… Hac bugün tamamen turistik amaçlarla yapılıyor. Din turizmi… Bankalar da bu işe bulaştı ki adam kredi alarak hacca gidiyor. “Ne kolay peşin ödemeyeceğim, paramı bağlamayacağım” diyor. Normal gitse beş altı milyar para verecek bunu peşin vermesi lazım bağlamıyor kredi çekiyor. Bankadan faiziyle taksit taksit ödüyor gidip haccını yapıyor. Tezekten mescit yapıyor içinde namaz kılıyor. Kredi ile hacca gitmeler veya bir sene Paris’e, Londra’ya gideyim tatilimi geçireyim bir sene de hacca/umreye gideyim. Gidiyorlar şimdi şirketler de tamamen altyapıyı oluşturuyor. Halbuki: “Hac müminin cihadıdır” buyuruyor Cenâbı Peygamber. Hacca gidiyorlar Müzdelife’de veya Medine-i Münevvere’de hurma bahçelerinde barbekülü, et kızartmalar, deve sütü içmeler, kadınlı erkekli karışık partiler düzenliyorlar. Haccın ruhu bu mu? Hac bunun için mi istenmiş?

Beş şarttan geriye ne kaldı?... Allah Rasulü hadisi şerifinde buyurdu ki: “Ahir zamanda islamın ismi müslümanın resmi kalacak.” Şimdi gelin bana bunun aksi olduğunu söyleyin. İslam bir isimden ibaret oldu. Müslümanın da resmi var surette kaldı. Sakal takke kelle kulak yerinde oldu mu tamam. Beş şart olunca şartlar bozuldu Allah ile akit tek taraflı bozuldu.

Nasıl yapacağız o zaman? Şimdi bu dini hayatla ruhumuzu cilalayabilir miyiz? Nefsin kesafeti/karanlığı, gafleti şimdi ön tarafa, göstermesi gereken yere bulaşmadı mı? “Summun bukmun umyun fehum la yerciun” Onlar kördürler, sağırdırlar, dilsizdirler, işitemezler, görmezler, hakkı bulamazlar, hakikatı göremezler. Her şeyi adeta tıkadık gözümüzü kulağımızı. Bu haldeyken şimdi biz tesbit edebiliyoruz “şu doğru bu yanlış”. Fe subhanallah…

‘Hocam sen tabloyu çok kararttın ya biz böyle bakmıyoruz yani sen çok keskin konuşuyorsun’ diyebilirsiniz. Evet, Allah için elinizi imanınıza koyun. Günümüzdeki manzara bu değil mi? Size başka mı görünüyor tablo? Şimdi Müslümanlar iktidara geldiler belli şeyler değişiyor, açılıyoruz diye tablo değişti mi? Hayır… Bu noktada bir şey değişmedi. Ortada meseleler konuşuluyor henüz daha, aslında bu açılım kaçılım bilmem öyle bir şey de yok. Kimse kendi kendini kandırmasın. Şimdi halka açık çek veriliyor. Bakacaklar. Adeta bankalara talimat vermişler, ödeme yapmayın günü geldi mi onların tayin edecekleri günde ödeme olacaksa olacak. Şimdi açık senet veriyorlar millete. Hani öyle naylon şirketler vardır tabela şirketleri senden mal alıp çek yazar yazar ondan sonra bakmıssın tası tarağı toplamış gitmiş. Sistemler böyle.

Halkın üstüne bina edilmeyen, halkla bütünleşmeyen hiçbir şey kalıcı değildir, devamlı değildir. Bunları Allahu Teâlâ tayin etmiyor ki. Bunlar nübüvvet yolundan gelen kavramlar, kaideler değil ki delil olsunlar. Arkadaşlar İslam asla tavandan gelmez. Zorla kendinizi aldatmayın. Bu bir oyalanma taktiği, kendini kandırma metodu. İslam tabandan gelir. On üç sene Mekke-i Mükerreme’de Allah’ın Peygamberi, Kâinatın Efendisi, İnsanlığın Sultanı onca çileye, eziyete, işkenceye, hakarete, aşağılanmaya tabanı oluşturmak için sabretmiştir. Eğer bugün biz Müslümanız diyebiliyorsak, elhamdülillah, Allah Rasûlü’nün o gün oluşturduğu o sağlam tabanın üzerine kurulan din binasının bereketidir, senin benim erkekliğim değil. Tabandan gelecek. Halk dinine, ırzına, iffetine, mukaddesatına, inancına sahip çıktığında; onunla bütünleştiğinde tavanı isteği yöne kaydırabilir. Tavan tabana bağlı. Taban olmadı mı tavan yıkılır. Ama bugün biz hep gözümüz tavanda. Oradan gelecek diye bekliyoruz. Oradan bir şey gelmez. Onun için bizler bu anlayışı, çocukluğumuzda öğrendiğimiz bu din anlayışını değiştirmeliyiz. “İki günü birbirine denk olan ziyandadır.” buyuruyor Cenâbı Peygamber. Anlayışımızı gün be gün terakki ettirmeliyiz.

Bugün Müslümanların, İslam’ı yaşadığını söyleyen insanların, İslam’ın temel anlayışlarından birisi, müminlere öğretisindeki temel prensiplerden birisi takvadır. Biz takvayı sadece ahiret hayatına yönelik kabullenmişiz. Yani takva ibadetlerde olur. Dünyevi mesellerde takvaya riayet etmiyoruz. Dünyevi meselelerde dünya şartları neyi gerektiriyorsa, dünya standartları nasıl gelişmişse o şekilde hareket ediyoruz. Ama namazda takvaya riayet ediyoruz. Niye? Takva lazım, takva insanı kurtaracak olan,  Allah’ın rızasına eriştirecek olan yegâne vesilelerden birisi. Peki, Mevlâ buyuruyor ki: “Dünyadaki nasibini de unutma.”  Nasıl olacak bu? Bu dünyanın yaratıcısı Mevla değil mi? Sen dünyada yaptığın işlerden dolayı ukbada sorumlu değil misin? Ahiretteki hesap, ahirette yapacağın şeylerden dolayı değil çünkü ahirette yapacağın bir şey yok. Ahiret mükâfat yeri, ahiret emekli yeri. Dünyadan emekli olanların yeri. Eğer burada düzgün çalışmışsan sigortan, Bağkur’un vesairen varsa ve emeklilik hak edebilmişsen ahirette rahatsın. Buradaki yaşantından dolayı orada sorumlusun. Öyle ise takva sana burada lazım, dünyan için de takva lazım. Misal ibadetinde, namazında hûşû ne kadar gerekli ise, ticaretinde dürüstlük o kadar gerekli. Çünkü ticaretin dürüst olmazsa namazın hûşûlu olmaz. Niyetinde ihlâs ne kadar önemli ise, bütün muamelelerinde ölçü/ölçülü davranman o kadar önemli. Niyetin halis ama yaptığın iş de ölçülü olmak zorunda. Yoksa her zaman niyetin seni kurtarmaz. Bu dengeyi kurmak zorundasın. Ama maalesef Müslümanlar hep takvayı uhrevi hayat için lüzumlu bir eğitim olarak görmüşüz.

Misal kurban keserken takvaya riayet etmişiz. Aman nefes borusunun burasından mı ona dikkat et hayvana eziyet etme, diyoruz. Bismillah de, keserken Allah’ın adını an. Tamam, güzel. Bakın ne kadar riayet ediyoruz. Niye, onu Allah için kesiyoruz, kurbanı ibadet diye yapıyoruz.

Peki, aynı şekilde tavuk yerken aynı dikkati gösteriyor musun? Tavuğu nerden alıyorsun? Sulu yolum tavuk mu kuru yolum tavuk mu alıyorsun? Kurban keserken takva lazım da tavuk keserken lazım değil mi? Senin nefsin Allah’ın mahlûku değil mi? Allah için kestiğine takvayı arıyorsun aynı takvayı niye nefsin için yiyeceğin şeyde aramıyorsun? Niye Allah için yemiyorsun? Bu tavuk murdar mı temiz mi, niye buna dikkat etmiyorsun? Buna dikkat etmemiz gerek. Bilmiyorum dengeyi kurabiliyor musunuz?

Kurban keserken besmeleyi çok önemsiyorsun, diğer işlerinde; ekmeği keserken,  yerken, arabanın kapısını açarken besmeleyi çok önemsiyorsun. Ama besmele hayatına ne kadar hâkim? Hayatın bütün satır başlarında, yazı sitilinde satır başı vardır yazarken ilkokulda öğrendiğimiz bir şeydi cümleye başlarken işte satır başı yapılır paragrafa başlarken satır başı yapılır, hayatımızın bütün satır başlarında besmele olmak zorunda. Sadece kurban keserken değil. O noktaya kendimizi konsantre ettiğimiz için o noktaya dikkat ediyoruz kurbanda. Tamam. Hayatımızda Allah’a konsantre olmadığımız için hayatımızı nefsimizin arzuladığı şekilde yaşamak istiyoruz. İşte o zaman ruhumuzu da tamamen karartmış oluyoruz bize hikmetten, ibretten, kudretten, bize bir şey göstermiyor. Göremeyince de, önümüzü göremeyince her türlü sıkıntıya maruz kalabiliyorsun. Ticarette önünü göremeyince iflas ediyor. Trafikte önünü göremeyince hayatı bitiyor, kaza yapıyor. Uhrevi hayatı için de önünü göremeyince insanlıktan çıkıyor.

Evet, bu vücudu ayna haline getirmek, ruhumuza bulaşan kirleri temizlemek ancak ve ancak şeriatın emirleri ile amel, Allah’ın emrettiği şekilde bir hayatı benimseyip karınca kararınca bütün gayret ve himmetimizle azmetmek. Bu birinci şart.

İki, sünenatı seniyyeye tebeiyyet. Şeriat bir formüldür, şeriat bir katalogdur, şeriat bir projedir. Sünnet bu projenin açık şablonudur, uygulanmış halidir. Sünnet şeriatın uygulanmış halidir. Şeriatta belli şeyler yoruma muhtaçtır, tevil gerekir ama Cenâbı Hak bunu da bize bildiriyor. Tevil var, yorum var ama senin yorumun değil buyuruyor. Hazreti Muhammed aleyhisselamın tevili var, O’nun yorumu var. O onun için gönderilmiş. Uygulayıcı olarak gönderilmiş. Sana tevil hakkı vermiyor, O tevil yapabilir diyor. Sen kendi aklına, kafana/beynine göre ‘bence’ yorum yapamazsın. Sünnet şeriatın yorumlanmış halidir, ona bakmak zorundasın.

Üçüncüsü bu sünneti hayatlarının hikmeti haline getirmiş İslam büyüklerine ulaşıp onlardan terbiye görmek, ders görmek. Ashabı kiram, müçtehid-i izam, tabiin ve ihsan sırrı ile onlara tabi olmuş salihler, kamiller… Bu insanlara bakarak hayatımızı devam ettireceğiz. Çünkü rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de buyurmuş bismillah, “İnnema yahşallahe min ibadihil ulema.” İnsanlar içinde, Allah’ın kulları içinde en çok huşuya, huzura, erdeme, fazilete, ahlaka, Allah korkusuna, Allah sevgisine sahip bu işi gerçekten bilen, ilmi ile amil olan, salih, kâmil insanlara bakacağız. O insanların bize öğrettikleri ile nefsimizi temizleyeceğiz ve ahlakı ilahiyye ile ahlaklanmaya ve gönlümüzün devamlı olarak huzur ve agahiyetine, Allah sevgisi ile şimdi kalbimiz, nabzımız nasıl kan dolaşımı ile çarpıyorsa heyecanlandığımızda korktuğumuzda bazen teşikardi diyoruz fazlalaşıyor artışlar aynı o şekilde Allah sevgisi, Allah korkusu bir manevi cezbe bir, manevi halet ile kalbimiz cuşu huruşa gelecek.

Evet bu agahiyetine ve bu dinle manevi rabıtanın, intibakın muhafazasına/korunmasına itina ve himmet, çaba, gayret… Yoksa başka bir suretle bu mümkün değildir. Başka suretle ismin ve resmin ortada kalır bir sert rüzgar eser onları da alır götürür.

Hazret güzel buyurmuşlar her kargayı rehber edinmek 08:07 ........... olmaz. Karga ile arkadaşlık yapanın konacağı yer bellidir.

Sözü beddir,
Adeti bed,
Meşrepi bed,
Eder erbabını merdud…

Sözü beddir, sözü çirkin/nahoştur; âdeti bed. Âdeti, usulü de çirkindir. Meşrebi de beddir; onun meşrebi, zevk aldığı, duygusal baktığı her şeyi de çirkindir. Bu çirkinlikler bu bedlikler eder erbabını merdud. Kim bu çirkinliklere sahipse, yani sözü, yaşantısı, meşrebi çirkinse bu merdud olur, tard edilir, kovulur, ilişkisi/arkası kesilir. Bed olanlar neticede merdud olurlar…

Allah muhafaza buyursun bizleri her türlü bedlikten, çirkinlikten korusun. Bizleri ölene kadar nesillerimizi kıyamete kadar İslam’ın güzelliklerine, İslam’ın ahlakına, ahkâmına kadim kılsın inşaallah. Âmin diyenleri Cenâbı hak iki cihanda emin kılsın…

Hâce Hazretleri’nin 24 Kasım 2010 tarihinde Başakşehir’de yapmış olduğu sohbetten derlenmiştir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort