JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cuma, 01 Kasım 2019 10:57

Kasım 2019 Mukaddime

Sayı: 143 - Kasım 2019

 

Muhterem kardeşlerim, Cenab-ı Halık-ı Zülcelal hazretleri kitabı keriminde emir ferman buyuruyor ki:

“Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez.” (Hûd 113)

Büyüklerimizde şöyle dua buyurmuşlar; “Allah’ım sana layık bir amelim yok, Fakat senin düşmanlarına karşı nihayetsiz düşmanlığım var!”

Cenab-ı Hak Teala hazretleri İslam dinini en mükemmel şekilde inzal buyurduğunu ve onu kemale erdirdiğini emir buyurmuştur. Dolayısıyla bu dini mübinin kişilere göre, zamanın şartlarına göre değişmesi veya değiştirilmesi mümkün değildir. Bu manada Cenab-ı hak (cc) insanların inanıp inanmama durumlarına göre de ilişkilerinin nasıl olacağını kesin çizgilerle hükme bağlamıştır.

Özellikle kafirler ile müslümanların, zalimler ile mazlumların, münafıklar ile muvahhidlerin aralarında nasıl bir ilişki olabileceğini Habib Edibi (sav) vasıtasıyla bizlere bildirmiştir.

Bir ayeti kerimede şöyle ikaz buyuruyorlar: “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin. Onların bazısı, bazısının dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost edinirse şüphe yok ki, o da onlardandır. Muhakkak ki Allah o zalimleri hidayete, doğru yola iletmez.” (Mâide 5:51)

Burada Yahudi ve Hristiyanlar söz konusu edilmişlerdir. Fakat onları dost edinen, onlar gibi yaşayan, Allah’ın koyduğu hükümleri bırakıp kafirlerin kanunlarına göre yaşamaya ve eğer bunlar iktidar sahibi iseler müslümanları da bu hükümlere uymaya mecbur bırakanlarda dost edinilmemeleri gerekenlerdendir.

Son zamanlarda özellikle bazı Müslüman kesimlerde ve hoca diye ön plana çıkan insanlarda her meselede demeç verme, bildiri yayınlama hastalığı ortaya çıktı. Kendilerini ilgilendiren-ilgilendirmeyen her mevzuda ön plana çıkmaktan haz alır duruma geldiler. 

İşte bu müslümanların içindeki virüsler, bazen de zalimlere hoş görünme adına hızlarını alamayıp, İslam şeriatının ortadan kaldırılmasında öncülük etmiş kişilere ve bu fiillerin işlendiği günlere methiyeler dizerek kutlamalar, tebrik mesajları yayınlamaya başladılar.

Sebepsiz yere sadece İslam’ın hükümlerini savundukları için kendilerini mensub kabul ettikleri şeyhlerini, hocalarını haksız yere idam eden sistemin değer verdiği “tatil günlerine” methiyeler sunan işgüzar kürsü işgalcilerinin sayısı artmaktadır.

Bir zamanlar FETÖ örgütünün medya organı olan Zaman paçavrasının yaptığı gibi reklam yapma adına “29 Ekim Tatil değil bayramdır!” spotu ile üç kuruş paraya tamah eden akitlerini bozmuş insanlar müslümanların gönlünü yaralamakta ve İslam davası için şehadet şerbetini içmiş büyüklerimizin kemiklerini sızlatmaktadırlar. 

Bizler de buradan onları Rabbimize şikayet ediyoruz. Ya Rabbi! Bizler senin dininin hükümleri yeniden dünyaya hakim olsun diye gayret eden bir avuç Müslümanız. Bizler önümüze hangi dünyalık menfaat konulursa konulsun bu gayretimizden vazgeçmeyeceğiz. Menfaatimiz için asla senin düşmanlarını methetmeyeceğiz. Onlara karşı elimizden gelirse elimizle, dilimizden gelirse dilimizle, imanın en zayıf hali olsa da hiç olmazsa buğzumuzla düşmanlık etmeye devam edeceğiz.

Bu akitlerini bozanları da, tebrik edenleri de sana havale ediyoruz. Onlar Müslümanların gönlünü yaraladı, Sende onların menfaatlerini ellerinden al ki, gavurun yağlı ketesinin zehrini kalplerinin en derinliklerinde hissetsinler de belki akıllanıp tevbe edebilsinler.

Bizleri de senin rızandan ve yakınlığından mahrum eyleme.

Amin...

 

Çarşamba, 01 May 2019 00:10

kUR’AN-I HAKİM

Kuran ı Hakim

Kur'an-ı Hakim - Fahri Berk

Sayı : 132 - Aralık 2018

 

Kur'an-ı Hakim

 

Şer’i hükümlerin delilleri dörttür: Kitab, sünnet, icma ve kıyas. Biz bu yazımızda kitabı yani Kur’an’ı incelemeye çalışacağız.

Kitabın tarifi: Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an; terim olarak şöyle tarif edilir: Hz. Peygamber’e Allah tarafından Arapça olarak indirilen, mushaflarda yazılı, Peygamber Efendimiz’den bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş, okunmasıyla ibadet edilen, insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı ilahi kelamdır. 

Kur’an-ı Kerim 114 sure ve 6236 ayetten oluşan Allah’ın son kutsal kitabıdır. 

Kur’an, Allah’ın son ilahi kitabıdır. Allah’tan geldiği gibi aynen muhafaza edilmiştir. Hiçbir değişikliğe uğramamıştır. Dünyadaki Kur’an nüshalarının tamamı birbirinin aynıdır. Tamamen Allah sözüdür. İçerisine asla beşer sözü karışmamıştır. Kelimelerinin seçilişi, cümlelerinin kuruluşu, ayetlerinin ve surelerinin tertibi, lafızları ve manasıyla bütünüyle Allah’a aittir. Ne Cebrail’in (as) ne de Peygamber Efendimiz’in hiçbir dahli olmamıştır.

Bugün müsteşrik kafalı bir takım ilahiyatçılar Hz. Peygamber’in Tevrat’ı öğrenip sonra da onu yorumlayarak Kur’an’ı meydana getirdiği safsatasını savunmaktadırlar.

Bu fikir geçmişte müsteşrikler tarafından ortaya atılmıştı ama İslam alimleri onlara verdikleri ilmi cevaplarla bunun aslının olmadığını, bir iftira olduğunu ispat etmişlerdi. Zaten taktik; çamur at, izi kalsın taktiği idi. Bu iftirayla Kur’an’ın Allah kelamı olmadığı, beşer sözü olduğu fikri yayılmaya çalışılıyordu. Çünkü Allah kelamına karşı bir şey söyleyemiyolardı. Ama Kur’an’ın beşer sözü olduğuna insanları ikna edebilirlerse O’na karşı her sözü söyleyebilirlerdi. Nitekim müsteşriklerden daha insafsız, daha vicdansız, iman yoksunu bu ilahyatçılar bugün bütün eşikleri aşarak Allah’a da, Peygamer Efendimize de, sahabeye de, ulemaya da, sulehaya da her türlü sözü söyleyebilmektedirler. 

Allahu Teala Kur’an’ı Kerim’de bu fikri savunan bütün kafirlere meydan okuyarak; Kur’an’ı Muhammed (sav) uydurdu iddiasında iseniz haydi siz de O’nun bir ayetinin bir benzerini getirin buyuruyor. Kur’an’ı Kerim indirildiğinden beri böyle bir şeyin yapılamamış olması O’nun beşer sözü olmadığının, ilahi kelam olduğunun en açık delilidir. 

Kur’an’ın Allah’ın sözü ve bütün hükümlerinin doğru ve insanlığın faydasına olduğuna inanmak Allah’ın kesin emridir. Mü’min olabilmek için, Kur’an’ın bütün ayetlerini şeksiz şüphesiz kabul etmek şarttır. Kur’an’ın ayetlerini, emir ve yasaklarını, hüküm ve tavsiyelerini inkar etmek, yalanlamak, küçümsemek, beğenmemek ve alaya almak zulüm ve küfürdür. Kur’an’ın bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etememek iman ile bağdaşmaz, Kur’an’ın tümünü inkar etmek anlamına gelir. 

Kur’an’ın rehber olabilmesi, insanların dünya ve ahiret saadetini sağlayabilmesi için bütün hükümlerine uyulması, Kur’an’ın hayata geçirilmesi gerekir. Sadece okunan, yazılan ve ezberlenen ama hayata aktarılmayan Kur’an bu faydaları sağlayamaz. Burada noksanlık Kur’an’da değil, onu hayatına aktarmayan biz Müslümanlardadır. Yaşanmayan Kur’an’dan da kimsenin bir endişesi, korkusu yoktur. 

Bugün binlerce Kur’an kursumuz, buralarda okuyan on binlerce öğrencimiz belki yüz binlerce hafızımız var. Bin bir hatimlerde, Ramazanlarda, cenazelerde Kur’an’ı bol bol okuyoruz, elhamdulillah. Bunlardan kimsenin bir korkusu olmadığı gibi kimsenin de müdahalesi yok. Ama ne zaman ki; gelin devlet işlerimizi, hukukumuzu, siyasetimizi velhasıl her şeyimizi Kur’an’a göre tanzim edelim dediğimizde yeryerinden oynatılıyor, kıyametler koparılıyor. Adeta bize Kur’an’ı okuyun, ezberleyin ama hayatınıza asla aksettirmeyin deniliyor. 

Kur’an sadece Hz. Peygamber dönemine ait bir kitap değil, varlığını ve rehberliğini dünya durdukça sürdürecek olan, çağlar üstü bir kitaptır. Zamanın geçmesiyle eskimeyen, hükümleri geçerliliğini kaybetmeyen bir kitaptır. 

Bugün bazı sözde Müslümanların: “On beş asır öncesinin hükümlerine göre yaşayamayız!” zırvaları ya Kur’an’a olan inançlarını kaybetmelerinden ya da batının menfi propagandalarının etkisinde kalmalarındandır.

Bir Müslüman bilir ki, zaman insanı bağlar ve insan içindir. Allah açısından zaman diye bir kavram yoktur. Allah için sonsuz sene öncesi ne ise sonsuz sene sonrası da aynıdır. Hepsinde olmuş, olacak her şeyi bilir ve takdir eder. Bu sözü söyleyenler bilmeden Allah’a cehalet isnad etmektedirler. Haşa! Sanki, Allah öyle bir zaman geleceğini bilememiş ki hükümlerini bu zamanı da kapsayacak şekilde indirsin. Kesin olan şudur ki Allah bütün zamanların sahibidir ve bütün zamanlarda olmuş, olacak her şeyi bilir. Allah’ın koyduğu hükümler kıyamete kadar bütün zamanları kapsar ve bütün zamanlarda da geçerlidir.

Bunu böyle kabul etmeyenin zaten imanından da söz edilemez. Allah’ın indirdiği hükümlerin bu çağa uymadığını söylerken, zamanın tağutlarının fikirlerini kutsamak hangi imanla bağdaşır. Buna bir de: “Allah gelecekte olanı bilmez, ancak olduğu zaman bilir!” diyen modern Mutezili ilahiyatçıların zırvalarını da ekleyebiliriz. Evet, inandığı ilahını cehaletle itham eden iman fukaraları ilahiyatçılar. Müşrikler dahi kendi elleriyle yapıp taptıkları putlarına her türlü gücü kuvveti isnad ederken, onları öve öve göklere çıkarırken, kendi ilahını aşağılayan o ilahyatçılar acaba nasıl bir Allah’a inanıyorlar? Ya da gerçekten Allah’a inanıyorlar mı? Yine Kur’an’ın bazı ayetlerinin tarihsel olduğunu, bugün geçerliliğinin olmadığını savunan müsteşrik kafalı ilahiyatçıları da bunlara ekleyebiliriz. Yine Kur’an’ın bazı surelerinin akla uymadığını söyleyerek bu surelerin Kur’an’dan çıkarılması gerektiğini savunan müsteşrik kafalı ilahiyatçılar da bu iman fukarası gruba dahildir. Allah onlara hidayet etsin… Yazımızın burasında sizlerle Kur’an Müslümanlığı ile alakalı bir makaleyi paylaşmak istiyoruz:

Papaz Jeff Warren Osmanlı’da, ajan olarak çok bulunmuş, İngiliz olan yaşlı bir adam. 1956 yılında Washington’da bulunan daimi grupta bir seminer veriyordu. Bu seminerde, Amerikan subaylarının yanı sıra, dünya ülkelerinin kurmay subayları ve İngiliz üst yetkilileri vardı. Daha sonrasını ondan dinleyelim: Bir İngiliz yetkili: “Bu seminer, Osmanlı neden kaybetti konusunda özel bir seminerdir.” diye bir açılış yaptı ve sözü bana verdi…

-Tüm Osmanlı topraklarını gezmiş yaşlı bir adam olarak elimde kalın bir kitap ile kürsüye geldim! Bütün dinleyiciler seçme insanlardı! Tek tek gözlerinin içine baktım! İçlerinden bir Türk vardı… Kırk yaşlarında gösteriyordu. Vakur duruşu ve kurt gibi bakışı dikkatimi çekmişti! Ve ben: “Büyük savaşlar silah ile kazanılmaz!” diye konuşmaya başladım! Elimdeki kitabı havaya kaldırdım! “Osmanlı’da Türkler bu kitabı okurken, ben dinlemekten sıkılırdım, çünkü okuduklarından hiçbir şey anlamazdım! 

Ancak Osmanlı’da okumasını bilme-yenler ve okunanı anlamayanlar, bu kitap okunmaya başlandığında, bütün işlerini bırakırlar, abdest alırlar (özellikle belirtiyorum) başlarına muhakkak takke koyarlardı…

Kitabın göbekten yukarıda tutul-masına dikkat ederek özel bir saygı ile iki diz üzerine otururlar, kafalarını önlerine eğerler, ortamda okuyanın sesi hariç çıt çıkmaz ve kitabın okunması bitinceye kadar huşu ile dinlerler, hemen hemen her dinleyenin gözünden yaş akardı…

Nefes aldıklarını dahi farket-mezsiniz! Okunanları anlamadıklarını biliyorduk. Asıl merak ettiğimiz neden bu kitap okunmaya baş-landığında, tüm işlerini bırakır-lar, konuşmazlar, abdest alırlar ve sessiz bir şekilde dinlerlerdi! “Ayrıca takke sünnettir!” deyip taviz vermez-lerdi. Anlamadıkları halde bu kitap, bu insanlara nasıl böy-le bir etki yapıyordu, inanılır gibi değildi, anlayamıyorduk! Bu konuda günlerce düşünmüştük… Bizde İncil’e böyle bir saygı gösterilmezdi… 

Dünyada hiçbir kitaba böyle bir saygı gösterilmezdi! Sonra tespit ettik ki... Önce topluluğa bakarak, sonra yavaş yavaş elimdeki kitabı havaya kaldırarak, Müslümanları sessiz sessiz ağlatan, gözlerinden yaş akıtan, bu kitap; Kur’an-ı Kerim’dir, dedim…

Bu etkinin sebebini anlamıştık! Türkler bu kitabı akılları ile değil kalbleri yani ruhları ile dinliyorlardı! İman akıl ile değil kalp ile olur diyorlardı. Bu kitap orijinaldir, temizdir, kirlenmemiştir! İnsan görüşü karışmamıştır! Allah’tan Peygamber’e geldiği gibidir ve Allah’ın kitabıdır… Bu kesindir! Türklerin de imanı temizdir, saftır, kirlenmemiştir, hakikidir...

Devam edecek...

 

Yazar: Fahri Berk

 

Çarşamba, 01 May 2019 00:08

İCMA-I ÜMMET

İcma ı Ümmet

İcma-ı Ümmet - Hüseyin Tetik

Sayı : 132 - Aralık 2018

 

İcma-ı Ümmet

 

Şeri delillerden Kur’an ve sünnetten sonraki sırayı icma delili almaktadır. Lugatte “bir şeye azmetmek ve karar vermek, ittifak etmek” anlamlarına gelmektedir. Fıkıh ıstılahında ise icma: “Rasulullah’ın vefatından sonra zamanın birinde şeri bir hüküm hakkında İslam ümmeti müctehidlerinin ittifak halinde olması” demektir. 

Bu tariften şu neticeler ortaya çıkmaktadır:

1-Müctehid olmayanların ittifakı muteber değildir. Müctehid ise kendisinde tafsili delillerden şeri hüküm çıkarma kabiliyeti bulunan şahıstır. Bu demektir ki herkes müctehid olamaz ve şeri bir hüküm çıkarma yetkisi herkeste bulunmamaktadır. Böylece müctehid olmayanların veya tıp, mühendislik gibi alanlarda mütebahir olmuş ancak fıkıh alanında yeterli bir bilgiye sahip olmayanların şeri bir mesele hakkında ileri-geri konuşmaları da karara bağlanmış şeri hükmün yani icmanın neticesini bozamaz. Ki günümüzde medyada şeri hükümler hakkında konuşma hakkına sahip olmayanların bu tarz söylemlerine sıkça rastlamaktayız. Her işi ehline bırakmak İslam’ın şiarıdır. 

2-Müctehidlerin ittifakından maksat bütün müctehidlerdir. Bu sebeple herhangi bir bölgedeki müctehidlerin ittifakı icma sayılmaz. Ancak çoğunluğun şeri bir hüküm etrafında birleşmesi ‘cumhurun görüşü’ olarak ifade edilir. Böyle bir durum icma sayılmasa bile cumhurun görüşü kendisine uyulması gereken bir delil sayılabilir. 

3-Müctehidlerin müslüman olmaları şarttır. Çünkü İslami hassasiyeti olmayan gayri müslimlerin, oryantalistlerin ya da Müslüman oryantalistlerin şeri hususlarda fıkıh usullerinden neye göre hareket ettiği ve gayelerinin ne olduğu bilinmemektedir. Bunun yanında icma mevzuunun İslam inancına dayanan yahut inançla alakalı, inançtan kaynaklı şeri hususları içerdiğini unutmamak ve İslam inancına sadık olmayan kimselerin bu hususları dikkate almayacağını hatırdan çıkarmamak icab eder. 

4-Müctehidlerin ittifakının, mesele-nin hükmü hakkında görüş birliğinde bulundukları anda icma tahakkuk eder. Sonradan müctehidlerin vefat etmesi yahut görüşünden dönmesi veya icma vaktinde müctehid değilken icmadan sonra müctehid olan bir kimsenin icmaya muhalif görüş bildirmesi icmaya zarar vermez. Bu sebeple zamanın müctehidleri ne zaman bir hadisenin hükmü hakkında ittifak etmişlerse icma vuku bulmuştur; bu icmaya uymak gereklidir. 

5-Müctehidlerin ittifakı; haram, helal, mendub gibi şeri hükümler çerçevesinde olmalıdır. Yani tıbba, iklimlere, kimya gibi şeri olmayan meselelerdeki ittifak şeri bir icma değildir. 

6-Muteber olan icma Rasulullah’ın (sav) vefatından sonra olmalıdır. Çünkü Efendimiz hayatta iken icmaya ihtiyaç yoktur. Onun zamanında icma olsa Rasulullah bu icmaya muvafakat etmese bu icmaın bir değeri yoktur. İcmaya muvafakat etse muteber olan icma değil Efendimiz’in muvafakatıdıır. 

İcma her ne zaman şartlarıyla vuku bulsa hakkında icma hasıl olan meselenin hükmü kati olur. Müslümanlar hakkında icma kendisine uyulması mecburi ve kati bir delil olup icmaya muhalefet caiz değildir. 

İcmanın hüccet oluşuna dair bazı deliller:

Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygamber’e muhalefet eder, müminlerin yolundan başkasına uyup giderse onu döndüğü o yolda bırakırız. Kendisini (ahirette de) cehenneme koyarız. O ne kötü bir yerdir.” (Nisa, 115) Bu ayette Allah Teala müminlerin gittiği yola muhalefet edeni cezalandıracağını beyan buyurduğundan müminlerin yolu, takip edilmesi icab eden hak, diğer yol ve yollar da terk edilmesi gereken batıl yollardır. Günümüzde müminlerin takip ettiği yoldan başka yolu takip edenlerin ahvali de ayette aşikare belirtilmiştir. 

İslam ümmetinin bir iş hakkında görüş birliğinde bulunduklarında hata işlemeyeceğine dair birçok hadisi şerif mevcuttur. Efendimiz (sav) buyuruyor: “Ümmetim hatada/sapılıkta söz birliği yapmaz.” (Heysemi, M. Zevaid, 7/224) Hadisi şerifte bahsedilen her bir ümmetin şeri hükümler hakkında söz söyleme hakkının olduğu anlamına gelmez. Çünkü şeri hükümler ancak müctehidin ictihadı ile ortaya çıkar. Ümmetin icmaı da müctehidlerin icmaında varlık kazanır. Müctehid olmayanlar ise müctehidlere tabi olur. 

İcma, sarih ve sukuti olmak üzere iki türlüdür:

Sarih icma; müctehidlerin açıkça görüşlerini söylemeleri ve bir görüşte ittifak etmeleridir. Mesela toplu olarak bir yerde müctehidlere bir mesele sorulup da hepsinin o mesele hakkında aynı görüşü beyan etmeleri gibi. Yahut bir mesele hakkında bazı müctehidlerin verdiği fetva diğer müctehidlere ulaştığında onların da verilen fetvaya muvafakat etmeleri de sarih icmadır. Bu nevi icma kati hüccettir, ona muhalefet edilemez. 

Sukuti icma; müctehidin bir mesele hakkında görüşünü açıklaması, bu görüşün duyulup, öğrenilip, diğer müctehidlere ulaşması ve mesele hakkında tetkikte bulunulacak kadar süre geçtiği halde birinden korkma veya saygı duyma gibi müctehidi sükuta sevk eden, görüşünü açıklamasına engel olan bir engel olmamasına rağmen müctehidlerin susmaları, bu görüşü reddetmedikleri gibi bu görüşe sarahaten muvafakat da etmemeleridir. Hanefiler’e ve Şafiiler’den bir kısmına göre bu icma zanni bir hüccettir, kesinlik arz etmez. 

İcmanın sahabe zamanında vuku bulduğu bir gerçektir. Sahabe zamanında dayanağı ictihad veya kıyas olan icmalar hasıl olmuştur. Mesela Kur’an’ın cemi hususunda sahabe icma etmişlerdir. Bu icmanın dayanağı, bir ictihad çeşidi olan maslahat idi. 

Aynı şekilde sahabe Hz. Osman’a Cuma Namazı için müezzinlerin bugün minarede okudukları ilk ezanı ihdas etmesine muvafakat etmişlerdir. Bu icmalarında dayanakları, camiden uzakta bulunan Müslümanlara namaz vaktinin girdiğini duyurma maslahatı idi. 

“İslam hukukunun mühim kaynaklarından biri olan icmanın zamanımızda husul imkanı var mıdır?”

Ümmetin şeri bir meselede ittifakı anlamına gelen icma Müslümanları doğruya yöneltme, bir olma, aynı duygu-düşünceleri, uygulamaya geçir-me açısından günümüzde belki de ehemmiyeti haiz en önemli şeri bir delildir. Zamanımızda pek fazla olan yeni hadiselerin şeri hükümlerini anlamak hususunda kendisinden istifade için bütün fakihler topluluğunun bilinmesi, meselelerin kendilerine arz edilmesi, meseleler hakkındaki fakihlerin görüşlerinin öğrenilmesi temin edilmeden icmadan istifade mümkün görülmemektedir. 

İslam aleminde -ittifaklarının icma sayılabileceği- bütün fakihleri bir araya getiren fıkıh müessesesi kurmak, bu müessesenin çalışması için lazım olan maddi kaynakların temini, ortaya yeni çıkan hadiseler ve meselelerin görüşülmesi, karara bağlanan hususların İslam alemine sunulması icmanın işlevselliğini harekete geçirebilecektir kanaatindeyiz. Bu hususta teknolojinin getirdiği yeniliklerden istifade etmek, bir araya gelme imkanı olmayan İslam alimlerinin de fıkıh müessesesine katkıları pekala sağlanabilir.

(Bu yazının hazırlanmasında Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan’ın el-Veciz fi Usuli’l-Fıkh isimli eserinden istifade edilmiştir.)

 

Yazar: Hüseyin Tetik

 

Onun Soru Soran Bir Dili ve İyi Anlayan Bir Kalbi Vardır

''Onun Soru Soran Bir Dili ve İyi Anlayan Bir Kalbi Vardır'' - Salik-i İrfan

Sayı : 132 - Aralık 2018

 

''Onun Soru Soran Bir Dili ve İyi Anlayan Bir Kalbi Vardır''

 

Hamdolsun alemleri yoktan var eden Allahımıza… Rahman olan, Rahim olan, Kadir-i Mutlak olan Mevlamıza… Bizi insan kıldığı ümmeti Muhammed’e kattığı ve Hâcegân nispetine ulaştırdığı için ne kadar şükretsek azdır… Elhamdulillah…

Salat ve selamlar ise ümmetine çok harîs olan, Şahidimiz-Şefaatçimiz-Sahibimiz-Efendimiz Muhammed Mustafa (sav) hazretlerine olsun. Onun her yanı nurdur. Bedeni nurdur, bakışı-sözü-fiili hasılı sünneti nurdur. O’nun nurundan nasipdar olmayı Cenabı Mevla hepimize lütfeylesin. 

Evet, muksirûndan (çok hadis rivayet eden ashabtan) paylaşımlarda bulunuyorduk. Ebu Hureyre (ra) hazretleri, Abdullah bin Ömer (ra) hazretleri, Enes bin Malik (ra) hazretleri ve Hazreti Aişe (ra) annemizin hayatlarından paylaşımlarda bulunmaya çalışmıştık. Bundan sonraki yazılarımızda da yine muksirûndan Abdullah ibni Abbas (ra) hazretlerinden bahsedeceğiz. Onun hayatından, ilminden, marifetinden, aşkından-muhabbetinden hisseyâb olmaya çalışacağız Cenabı Hak hepimizi müstefit eylesin. Onların ahlâk-anlayış ve yaşayışından bizlere de lütfeylesin, inşallah. 

Önce bu sahabelerin diğer sahabelerden neden daha çok hadis rivayet ettiklerini anlamak için şu alıntıyı yapmamız faydalı olacaktır: “Bu sahabilerin diğerlerinden daha çok rivayet etmiş olmalarının bazı sebepleri şunlardır:

1)Muksirûnun hemen hepsi çok genç yaşta, hafızalarının diri olduğu öğrenme çağlarında Hz. Peygamber’i (sav) idrak etmiş ve O’ndan sonra uzun bir süre, takriben 50 ila 80 sene daha yaşamışlardır. Asrı saadetten sonra meydana gelen olaylar, hadis rivayetine duyulan ihtiyacı artırmış, bu nedenle, geç vefat eden sahabilerden rivayet, önce vefat edenlerden daha çok olmuştur. 

2) Ashabın çoğunun değişik dünyevî meşgaleleri vardı. Muksirûnun bir kısmı genç ve bekar olduğu, bir kısmı da Suffa ashabından olduğu için (Mescid-i Nebevî’nin avlusunda bulunan suffada kalanların ihtiyaçları Rasulullah veya ashap tarafından karşılanıyor, onlar daha ziyade ilim ve ibadetle meşgul oluyorlardı) maişet meşgaleleri olmadığından, Rasulullah (sav) ile daha fazla beraber oluyorlar, böylece daha çok hadis duyuyor, öğreniyorlardı.

Ashabın, çok hadis rivayet ettiği yolundaki ithamına cevaben Ebu Hureyre (ra); Muhacirler pazarda, Ensar tarlalarda meşgul olurlarken kendisinin, boğaz tokluğuna Rasulullah’ın (sav) peşinden gittiğini, onların duymadıklarını duyduğunu söylemiştir.

Hz. Aişe (ra), Hz. Peygamber’in en genç hanımı; Enes (ra), 10 yıl boyunca O’nun (sav) hizmetçisi; Abdullah İbn Abbas (ra), amca oğlu ve hanımı Hz. Meymune’nin (ra) yeğeni; İbni Ömer (ra), genç bir delikanlı ve Efendimizin (sav) hanımı Hz. Hafsa’nın (ra) kardeşi; İbni Mesud (ra) ve Ebu Said (ra) suffa ashabından oldukları için bunların hemen hepsi genellikle Rasulullah’ın çok yakınında bulunma imkanına kavuşmuşlardır. Ayrıca bunlar, daha sonra da dünya işleriyle fazla meşgul olmadıklarından hadis rivayetine daha çok zaman ayırabilmişlerdir. Fakat, mesela, sört halife, devlet işleri ve harplerle meşguliyetlerinden dolayı rivayete onlar kadar zaman ayıramamışlardır. 

3)Ayrıca bu insanlar mizaç olarak öğrenmeye ve rivayete çok düşkün kimselerdir. Denilebilir ki hadis öğrenmek için Rasulullah’e en çok soru soranların başında bunlar geliyordu. (Sorularla İslamiyet-Akif Köten)

Abdullah ibni Abbas (ra) hazretleri, İbnu’l-Cevzî’ye göre 1660, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’ine göre 1696 hadisi şerif rivayet etmiştir. Çok hadis rivayet eden sahâbîlerden (müksirûn) biri olarak naklettiği hadislerin bir kısmını bizzat Hz. Peygamber’den (sav) duymuş, çoğunu ise Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Muâz, babası Hz. Abbas, Hz. Abdurrahman b. Avf, Hz. Ebû Zer, Hz. Übey b. Kâ‘b, Hz. Zeyd b. Sâbit ve diğer sahâbîlerden öğrenmiştir.

Muteber hadis âlimleri onun rivayet ettiği hadislere önem vermişlerdir. 75 hadisini Buhârî ve Müslim müştereken, 120 hadisini yalnız Buhârî, 9 hadisini de yalnızca Müslim tahric etmiştir. Ayrıca hadislerinin büyük bir bölümü Müsned’de yer almıştır. Kendisinden de 197 kişi hadis nakletmiştir. Çok hadis rivayet etmiş olmanın yanında hadis öğretimine de önem vermiş büyük bir sahabidir.  

İbn Abbas diye de meşhur olan Abdullah ibn Abbas hz., hicretten üç yıl kadar önce, müslümanlar Kureyş’in ablukası altındayken 619 yılında Mekke’de doğmuştur. Babası, Hz. Peygamberimizin (sav) amcası Hz. Abbas; annesi ise Hz. Hatice’den hemen sonra müslüman olan Ümmü’l-Fazl Lübabe’dir. Hz. Lübabe, müminlerin annesi Meymune’nin kız kardeşidir. Abdullah aynı zamanda Halid bin Velid’in teyzesinin oğludur. Abdullah’ın adını Peygamber Efendimiz (sav) koyarak, kendi terbiyelerinde yetiştirmişlerdir. 

Doğduğu zaman babası tarafından Hz. Peygamber’e götürülür ve duasına mazhar olur. Hicretten muaf tutulanlardan (müstaz‘af) olan annesiyle Mekke’de kalır. Babası Hz. Abbas (ra) da Medine’ye istihbarat gönderen bir konumdadır. İbni Abbas’ın hicretten bir süre sonra annesiyle birlikte Medine’ye göçtüğü şeklindeki rivayet yanında, babası Abbas’la birlikte fetih yılı (630) hicret ettiğine dair de rivayetler vardır. 

Medine’de Hz. Peygamber’in fiil ve hareketlerini öğrenmek arzusuyla onun yanında kalmaya çalışır, Peygamber’in zevcelerinden olan Hz. Meymûne (ra) teyzesi olduğu için bazı geceler Peygamber evinde konuk edilir. Peygamber’e karşı olan sevgisi, bağlılığı ve samimi hizmetleri sebebiyle onun takdirini kazanmış ve “Allahım, ona Kitab’ı öğret ve dinde mütehassıs kıl!” tarzındaki duasına nâil olmuştur. (Buhârî, İlim, 17; Vudû, 10)

Bediüzzaman Hazretleri, Mektubat adlı eserinde Abdullah ibn Abbas’tan (ra) şöyle bahseder: “Rasul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Hz. Abbas ve dört oğlunu (Abdullah, Ubeydullah, Fazl, Kusem) bir perde (mülâet) altına alarak; “Ya Rabbi! Bu benim amcam ve babamın öz kardeşidir. Bunlar da onun çocuklarıdır. Onları bu perdeyle örttüğüm gibi, sen de onları cehennemden öylece koru.” deyip dua etti. Birden, evin damı ve kapısı ve duvarları “Âmin, âmin” diyerek duaya iştirak ettiler. 

Peygamberimiz (aleyhisselâm) zamanında Kur’ân-ı Kerîm’in bir kısmını ezberlemiştir. Peygamberimiz (aleyhisselâm) vefât ettiği sırada Abdullah ibni Abbas 13 veya 15 yaşında bulunuyordu. Bundan sonra Kur’ân-ı Kerîm’i tamamen ezberleyip, Übey bin Ka’b’a (ra) ve Zeyd bin Sâbit’e (ra) ezberini arz edip dinletmiştir. 

İbn Abbâs’ın hayatını aktaran biyografi eserleri, erken yaşlardan itibaren onun ilme karşı aşırı istekli oluşu ve devamlı öğrenme bilinciyle hayatını sürdürdüğüne ilişkin örnekler verirler. Nitekim Hz. Ömer, İbn Abbâs’la ilgili olarak, “Onun soru soran bir dili ve iyi anlayan bir kalbi vardır.” demiştir. 

İbn Abbâs’ın bilgi ve zekâsının farkına varan Hz. Ömer’in, ashaptan önde gelen kimselerin içinde olduğu meclislere onu götürerek Kur’ân’la ilgili sorular sorması (Buhârî, 1992: Tefsir, 110) küçük yaşlardan itibaren bilgi bakımından güvenilir bir düzeye erişmiş olduğunu göstermektedir. Aktarıldığına göre Hz. Ömer, çetin meselelerle karşılaştığında da onun görüşüne müracaat eder, fetva isterdi. Tâbiînin önde gelen müfessirlerinden Tâvûs b. Keysân’a (ö. 106/724), “Sahabenin büyüklerini bırakıp şu çocuğa mı tabi oldun?” dendiğinde o şöyle demiştir: “Ben sahabeden yetmiş kişinin ihtilaf ettikleri hususları çözmek için İbn Abbâs’a müracaat ettiklerini gördüm.” (İbn Sa‘d, 2001: II, 316, 318)

 

Yazar: Salik-i İrfan

 

Çarşamba, 01 May 2019 00:05

DEİZM MESELESİ

Deizm Meselesi

Deizm Meselesi - Veysel Özsalman

Sayı : 132 - Aralık 2018

 

Deizm Meselesi

 

Şüphesiz inanıyoruz ki “Her doğan İslam fıtratı üzerine doğar…” ve bu sayede de anlıyoruz ki insan bir yaratıcıya inanmaya müsait hatta mecburdur. Hangi neticeye varırsa varsın sahip olduğu inanmaya meyilli bünye, onu hayatının bir noktasında itikat üzerine kuvvetli yahut zayıf bir tahkikata mutlaka sevk edecektir. Bu tahkikat bazen müspet şekilde neticelenip kişi imanla şerefyap olurken bazen de bu arayış menfi şekilde nihayet bulup kişiyi inkâr ile zillete düşecektir. 

“…Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir.” (Kasas/56) beyanı iman meselesinin ardındaki sırrı ilahiye dikkat çekerken, dünyamız da iman ve inkâr mevzusunda zahiri sebeplerin meydana geldiği yer olarak “sebepler dünyası” unvanının hakkını vermeye devam etmektedir. Aile, muhit, kültür, eğitim gibi amiller yaşadığımız dünyada bu hususta anlayacağımız cinsten zahiri sebepleri ifade eder. Bazen bu sebepler dairesi içerisinden sebep ya da sebepler kişinin imanına vesile olurken bazen de bu sebeplerden birinin ya da birkaçının menfi tesiri neticesinde kişi inkâr tehlikesiyle karşı karşıya gelebilir. 

“Allah’a giden yollar mahlukatın nefesi adedince” olduğuna göre kişi sayısız sebepler arasından bir sebep ile Hakk’a vasıl olabilir. Diğer taraftan bu yolların üzerine kurulmuş tuzakların sayısı da bir o kadar fazladır. Etrafımızdaki kişiler, hadiseler, kurumlar kısacası sebepler bazen Hakk’a götüren bir “yol” olurken bazen de bu yoldan alı koyan bir tuzak olurlar. Mesela bizimki gibi asırlar boyunca İslam’ın sancaktarlığını yapmış bir cemiyette, aile, mahalle, kültür ve buna benzer bütün içtimai müesseseler ve bunları oluşturan kişilerle onların arasındaki münasebetler İslami bir anlayışla yoğurulup şekillendiği için nesillerin topyekûn “inkârcı” olmasına müsaade etmezler. Bugünkü bozulmuş halleriyle bile, imkanlar dahilinde, inkârı engelleme vazifesini yerine getirirler. Bunun en büyük delili yıllardır aralıksız devam eden uğraşlara rağmen, “uçlarda” yaşayan bir kesim dışında, mukaddesatı cemiyetten söküp atma çalışmalarının sonuçsuz kalmasıdır. 

İman ve maneviyatla problemleri olanlar her türlü eziyetlere ve hatta zaman zaman kaba kuvvete dahi baş vursalar da tamamen inkârcı bir cemiyet ortaya çıkarma emellerine ulaşamamışlardır. Ancak bahsettiğimiz gibi Allah’a giden yollar gibi bu yollardaki tuzakların sayısı da oldukça fazladır. İstedikleri türden inkârcı bir cemiyet oluşturamayacaklarını anlayan bu mukaddesat düşmanları, yılmadan her yolu deneyerek zihinleri bulandırmaya, iman dolu sineleri kurcalamaya devam etmiş ve bundan sonrada edeceklerdir. Ne yazık ki son zamanlarda bu gayretlerin neticesini de almaya başlamışlardır.

Bahsettiğimiz gibi asırlar boyu İslam’ın sancaktarlığını yapmış, bütün müesseseleri İslam’a göre şekillenmiş ve İslam’ın zerrelerine kadar işlediği bir cemiyetin fertleri zorla yahut güzellikle inançsızlığa, topyekûn inkara razı edilemezler. Sıradan bir vatandaşa dahi hangi üslupla olursa olsun bu fikri yerleştirmek neredeyse imkansızdır. Günümüzdeki bozulma ve kokuşmuşluğa rağmen bu işin zorluğu pek kolay fark edilebilmektedir. Fakat yaşanan bozulma ve kokuşmuşluğun tesiriyle kafası ve gönlü karışan fertler pek tabii farklı akımlara meyledebilir farklı anlayışlara kayabilirler. 

İlk bakışta farklı bir anlayış imajı çizen, akıl ve mantık ilkelerine uyguluk iddiası taşıyan, topyekûn inkarın bir durak öncesi olarak adlandırılabileceğimiz ancak neticede ondan farkı olmayan deizm, kendisi bir hayli eski olsa da bahsettiğimiz bozulma ve kokuşma içerisinde tekrardan gün yüzüne çıkan, kendisine taraftar toplayabilen sapkın anlayışların son zamanlarda en moda ve en meşhur olanlarındandır. 

Birkaç ay evvelinde biraz da siyasi bir polemik olarak gündemde üst sıralara taşınan deizm meselesi, bazılarına göre kitleleri peşine katıp sürüklemekte bazılarına göre ise farklı olma sevdasındaki birkaç kişi dışında taraftar bulamamaktadır. İşin aslı deizm ne birilerinin bahsettiği gibi, en azından şimdilik, cemiyeti kasıp kavuran, kalabalıkları peşinden sürükleyen bir akımdır ne de ergenlik çağındaki gençlerin “farklı olma” ihtiraslarının bir neticesi olarak değerlendirilip göz ardı edilebilecek basit bir meseledir. Şimdilik az sayıda da olsa bir taraftar kitlesi vardır ve giderek sayıları artmaktadır. Bu haliyle de tedbir alınması gereken bir mesele olarak göze çarpmaktadır. 

Deizmi benimseyen yahut ilgi duyanlarının sayısının her geçen gün artmasının yanında daha tedirgin edici olan bir başka hadise de bu taraftar kitlesinin ekseriyetle din eğitimi veren müesseselerin talebe ve hocalarından oluşmasıdır. “Tuzun kokması” olarak adlandırabileceğimiz bu hadisenin farklı örneklerine, kendi çevremiz de dahil olmak üzere, her geçen gün daha sık rastlıyoruz. Memleketimizde faaliyet gösteren bir derneği de olan deizm, daha ziyade, adı konulmamış da olsa, “gelenek” ile mücadele içerisine giren bu kitle tarafından parlatılmaktadır. 

Deizmin ne olduğuna gelince, taraftarları birbirinden farklı düşüncelerle deizme ulaştığından tek bir deizm yorumundan bahsetmek pek mümkün değildir. Ancak halk arasındaki “tatile çıkmış Tanrı” yakıştırması, bunun çok kestirme ve yetersiz bir tarif olduğundan şikâyet edildiği halde, en çok bilinen ve en isabetli tariflerden birisidir. Yaratıcının kâinatı kusursuz biçimde yarattığını ve sonrasında ona müdahale etmesine gerek olmadığını, yani peygamber ve din göndermediğini, savunan deizme göre insan doğuştan inanmaya meyillidir ve aklını kullanarak yaratıcının varlığını eninde sonunda bulacaktır. Bu haliyle deizm en hafif tabiriyle herhangi bir dini otorite ve kaideye bağlı kalmak istemeyen insanların “beleş din” talebini karşılayan bir anlayış olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Deizmin felsefi temelleri Aristoteles’e kadar geriye götürülse de günümüzdeki deist anlayışın kökleri daha çok XVI. asırda Hıristiyanlığa karşı bir tepki olarak başlayan felsefi ve teolojik tartışmalar olarak görülebilir. Hristiyanlığın tahrif edilmesiyle ortaya çıkan asli günah, teslis inancı ve kilisenin baskıcı otoritesi sebebiyle yeni arayışlar içerisine giren batı dünyasında yaşanan kırılma müspet netice vermemiş ve batı dünyası hakikati ıskalayarak bir yanlıştan diğerine sürüklenmiştir. 

İslam coğrafyasında Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi filozoflara da yakıştırılsa da bu düşünürleri deizmle anmak aşırı zorlama bir hareket olacaktır. Çünkü İslam düşüncesinin geneli ele alındığında Hristiyan düşüncesinde olduğu gibi vahye olan güven kökünden sarsılmamıştır. İslam coğrafyasında bazen vahiy ile akıl birbirine çok yaklaştırılsa da vahiy hep bir adım önde tutulmuştur. Hristiyan coğrafyada ise vahyin safiyetine olan güven bir kere sarsılınca geriye aklı mukaddes saymak onlara tek çare olarak görünmüştür ve onları farklı sapkınlıklara sürüklemiştir. 

Bugün ise amentüsü Allah’a imandan ibaret olan deizm, coğrafyamızda fertlerin mukaddesat ile bağlarının kopması için sunulan bir proje, kitapsız, peygambersiz, kuralsız, kaidesiz bir din oluşturmak için oltaya takılan bir yem olarak kullanılmaktadır. Yakın geçmişte “dinler arası diyalog”, “ılımlı İslam” adı altında yapılmak istenen ne ise bugün deizm ile amaçlanan da aynısıdır. Bu tarz projelerle hedeflenen Kur’an ve Peygamber Efendimiz’in (sav) sünneti ile fertlerin arasını açarak onları her bakımdan savunmasız bırakmaktır. 

İslam’ın insan hayatına hudutlar çizmesi, hayatın her sahasında her meseleyle ilgili görüş belirtmesi ve dolayısıyla inananlara bir hayat modeli sunması onun hedef tahtasına konulmasına sebep olmaktadır. İnsanı modern zincirlere vurup köleleştirmek isteyenler karşısında gerçek manada direniş gösteren tek ve geçerli nizam olan İslam, bu hususiyeti sebebiyle “modern köle tacirleri” tarafından aşılmak zorunda olan bir engel niteliğindedir. 

İslam müminleri Kur’an ayetleri ve Peygamber Efendimiz’in (sav) örnek yaşantıları yani sünnet-i senniyesi ile gelebilecek her türlü saldırıya karşı muhafaza etmektedir. Bunlar Müslümanların elinden bazen mealcilik, selefilik gibi akımlarla peyderpey bazen de deizm gibi akımlarla toptan alınmaya çalışılmaktadır.

İktisadi, siyasi, içtimai, ahlaki, ruhi ve akla gelebilecek her konuda ferdi ve cemiyeti koruyan bir kalkan vazifesi gören din-i mübin-i İslam’ın, kaynakları tartışmaya açılarak, amentüsü sorgulanıp yok sayılarak, savunmasız hale getirilmeye çalışılan günümüz insanı “modern köle” olmak istemiyorsa her zamankinden daha çok Kur’an ve sünnete sahip çıkmalı “Allah’ın ipine” sımsıkı sarılmalıdır. 

Cenab-ı Hak bizleri Kur’an ve Efendimiz’in (sav) sünnetinin rehberliğinden bir an olsun ayırmasın.

 

Yazar: Veysel Özsalman

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort