JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cumartesi, 01 Haziran 2019 00:01

GÜL YÜZE HASRET -3

Gül Yüze Hasret 3

Gül Yüze Hasret -3 - Gönül Pınarı

Sayı : 133 - Ocak 2019

 

Gül Yüze Hasret -3

 

Hazreti Vahşi’nin (ra) hayatı gittikçe deği-şiyordu. Gül yüze bakamamanın verdiği ıstırap onu bitiriyordu fakat bu onu daha da olgunlaştırıyordu. Nitekim hasret insanı olgunlaştırır, sevgi ise insana gül verir. Hazreti Vahşi’ye (ra) Efendimiz’in özlemi ve hasreti ile O’na ulaşma arzusu güç veriyordu. O’nu (sav) görmüyordu, O’nun gül cemaline bakamıyordu. Ama O’nu ölesiye seviyordu ki bu sevgiyi O’nun hasretinde hissedebiliyordu.

Onlar sahabi efendilerimiz! Allah Rasulü’nü canlarından çok sevmişlerdi. Hazreti Vahşi efendimiz belki bu sevgi halkasının en sonunda gibi gözükse de O’nu öyle sevmişti ki bu sevgi bütün iliklerine kadar sinmişti. Medine sokaklarında yüzünde bir peçe ile dolaşırdı, neden? Olur da O’nunla karşılaşırsa amcaları akıllarına gelir, O’nun gönlü incinir... Aman incinmesin diye peçeyle sokaklarda dolaşıyordu.

“O’nunla ama O’nsuzdu

O’nsuzdu ama O’nunla idi..”

O’nunla birlikte veda haccına katıldı. Başta Sevgili Peygamberimiz olmak üzere ensar-muhacir, bütün sahabe-i kiram efendilerimiz de beraberince hacca gitmişti. Hz. Vahşi (ra) hacı olmuştu.O canla beraber; sevdiğiyle, cananıyla beraberdi. Vahşi hac ibadeti esnasında bile Peygamber Efendimiz ile yüz yüze gelmemek için olağanüstü çaba sarf etmiş bir yandan da can, canan ile yüz yüze gelebilecek bir amel nasip etmesi için yana yakıla dua etmişti Yüce Allah’a.

Kâbe’ye bakarken kendini tutamayıp şöyle haykırmıştı: “İnandım, artık inandım ben. Müslüman oldum, şahit ol Rabbim! Ben de baş koydum bu yola. Vahşiliği, vahşeti bıraktım; nardan nura yöneldim. Buldur Rabbim, bildir Rabbim! Gönlümü aşkınla doldur, bütün yüreğimi. Peygamberimizin gül cemaline bakamıyorum, O’nun gül yüzüne bakabilecek bir amel işlememi nasip et ya İlahî! Nasip et! Allahım geldim Sana, Allahım geldim Sana, Rabbim Sensin. Kitabım Kur’ân, dinim İslam, Peygamberim Hazreti Ahmed u Mahmud u Muhammed Mustafa, geldim Sana.

Bu iman ve bu ikrar ile geldim. Gül yüzüne kurban olduğum Peygamber Efendimiz ile beraber geldim. Geldim ama, Can Efendim’in gül yüzüne bakamıyorum. Rabbim bir yol göster bana, öyle bir amel ver ki bana, Efendimiz’in nur yüzüne bakabileyim. Yandım, tutuştum Rabbim! Zât-ı Âlinize ve Efendimiz’e yandım. Yandım Rabbim! Cahiliye gururu ile Sana ve Peygamberimize karşı çıkma ahmaklığıma yandım, yandım yandım ve yana yakıla bitirip tükettim varlığımı.Vahşi olmayı da vahşiliği de yakıp kül ettim. Vahşetten sıyrılarak düştüm yollara. Artık bu nurlu yolun yanık sevdalılarından biri oldum ben de. Ama O’nun gül yüzüne bakamıyorum.”

İşte Vahşiyi, Hz. Vahşi yapan o sevda, o aşk O’nu bu hale getirmişti, O’nun gül yüzüne bakamama onu bu denli bir sevdaya düşürmüştü ama ne sevda, tâ yürekten...

Vahşi de diğer sahabiler gibi bu hac ziyareti esnasında çok şey görmüş ve çok şey öğrenmişti.

Özellikle de Peygamber Efendimiz’in meşhur “Veda Hutbesi” ile Vahşi yeniden doğmuştu sanki. Peygamber Efendimiz’in hastalanma haberi bütün sahabileri olduğu gibi Vahşi’yi de büyük bir üzüntüye sevk etti. Medine-i Münevvere’deki bütün sahabe-i kiram hazretleri, Peygamber Efendimiz’i ziyaret ediyorlar, O nur yüze bakarak hayır dualarını alıp nurlanarak dönüyorlardı.

Ama Vahşi bir türlü yanaşamıyordu. İki Cihan Güneşi vefat etmişti. Hazreti Vahşi ne durumdaydı acaba? Gül yüze bakamadan, nur cemali doyasıya seyredemeden, O dünyasını değiştirmişti.Gül yüzüne bakma şerefine erememişti, nur yüzden nur devşirememiş yakınına oturamamış, can sohbetlerini dinleye-memiş, bu sebeple yanmış, kavrulmuştu. Hatta mübarek kabirlerini ziyarete gittiğinde de yine boynu kırıkmış gibi başını eğmiş, Efendimiz’in kabrine bile bakamamıştı. 

Nihayet o gün gelmişti. İkrime komutasındaki ordu Yemame’ye doğru yola çıktı. Hazreti Vahşi de bu ordunun içindeydi, tıpkı Uhud’a gider gibi. Ama bu sefer çok farklıydı, hür olmak için. İlkinde Hamza efendimizi öldürmeye gidiyordu, şimdi ise Gül Yüz’ün önündeki engel olan Müseyleme’yi öldürmeye gidiyordu.

Uhud’da göstermelik bir hürriyete kavuşmuştu. Hazreti Hamza efendimizi şehit ettiği mızrağı da elindeydi. Onunla konuşuyordu adeta; “Haydi mızrağım, utandırma beni!” Nihayet vardılar Yemame’ye. Hazreti Vahşi sabırsızlandıkça sabırsızlanıyordu, Müseyleme denen sahtekarı arıyordu. “Müseyleme’yi tanıyan bana göstersin!” diyordu. Nihayet gördü. Hazreti Vahşi emektar mızrağını okşadı: “Ey mızrak Allah aşkına hedefini bul!” Mızrağını hedefine doğru kaldırdı, bir yandan da Allah’ın yardımını istiyordu. “Gül yüzünün önündeki engel üzerine Bismillah Yâ Allah!” Gül yüzün önündeki engele doğru koştu. Uçtu… uçtu… uçtu….

Ve... ve... evet vuruldu! “Allahu Ekber, Müseyleme’yi vurdum!” Bütün ses tonu ile çığlık çığlığa bağırıyordu. “Şimdi yüzüne bakabilir miyim ya Rasulallah” savaş bitince başta İkrime (ra) olmak üzere birkaç kişi Hazreti Vahşi’nin yanına gitti, yaralanmıştı. Vahşi bayılmıştı, yüzüne gözüne su serpince kendine geldi.

-Gördüm O’nu, gördüm.
-Kimi gördün ey Vahşi?
-Gül yüzüne kurban olduğum Peygamber Efendimiz’i, bana bakıp gülü-yordu, yanında da Hazreti Hamza vardı. İkisi de bana bakarak gülümsüyorlardı. “Artık gül yüzüne bakabilir miyim ya Rasulallah?” diye sordum; “Bakabilirsin!” dedi bana.

İslam ordusu Medine’ye döndü ve Vahşi çok heyecanlıydı, âşıklar gibi koşmaya başladı. Mescid-i Nebî’nin önüne geldiğinde soluk soluğa kalmıştı. Bir yandan da nefesi tıkanıyordu, boğazı kuruyordu, sürünür gibi yürüdü…yürüdü… yürüdü… Mübarek kabrin başına geldi, öyle bir çığlık attı ki oradakiler akıl kuşunu uçurduğunu zannettiler.

“Esselatu vesselamu aleyke ya Rasulallah! Esselatu vesselamu aleyke ya Habiballah! Esselatu vesselamu aleyke ya Nebiallah! Geldim ben geldim ya Rasulallah!”

O sevdayla yaşamak ve o sevdayla ölmek... İşte gerçek sevginin tezahüru. Vahşi her şeyi aşkla yapmıştı, ne büyük bir lütuf. Yıllarca bu aşk Hazreti Vahşi’yi bitirmişti. Hicretin 25. senesinde Humus’ta iken hastalanmış yataklara düşmüştü ve bu aşkla ebedî aleme göçmüştü. Kabri Suriye’nin Humus şehrindeydi, ama Hazreti Vahşi maneviyatta onlarlaydı artık.

Peygamber Efendimiz’e salat ve selam olsun. Bütün ashaba zerreler adedince rahmet olsun, himmetleri var olsun..

Selam ve dua ile...

 

Yazar: Gönül Pınarı

 

Cumartesi, 01 Haziran 2019 00:00

Allah’ın Veli Kulları -8

 Allahın Veli Kulları 8

Allah'ın Veli Kulları -8 - Mine Şimşek

Sayı : 133 - Ocak 2019

 

Allah'ın Veli Kulları -8

 

Allah’ın rahmeti, merhameti ve şefkati tüm kullarının üzerine olsun. Bu ayki yazımızda Mevlâna Hazretleri (ks) ve Şems-i Tebrizî Hazretleri’nin (ks) kısa hayatlarından ve şiirlerinden yazmağa çalışacağız inşallah.

Mevlânâ Hazretleri’nin Kısa Hayatı

Mevlânâ Hazretleri’nin adı Muhammed Celâleddîn’dir. “Mevlânâ Rûmî” diye de anılır. Hazreti Mevlânâ (1207) yılında Afganistan’ın sınırları içerisinde Horasan ülkesinin Belh şehrinde doğmuştur. Mevlânâ’nın babası şehrin ileri gelen âlimlerinden olup “Bilginlerin sultanı” ünvânını almış olan Hüseyin Hatibi oğlu Bahaeddin Veled’dir. Annesi ise Mümine Hatun’dur. Hazreti Mevlânâ; tüm insanlık tarafından hayranlık duyulmuş, beğenilmiş bir gönül insanı, hoşgörüde engin bir deniz gibi olan ârif ve âlim bir zâttır.

Babası, Sultanu’l-Ulemâ Bahaauddin Veled, aile fertleri ve dostları ile bulunduğu yerden (1212-1213) yıllarında ayrılırlar. Babası Nişabur’dan Bağdat’a sonra Kûfe’ye oradan da hac için Mekke’ye hareket eder. Hac vazifelerini yerine getirdikten sonra Malatya ve Erzincan’a gelir, devamında da Konya’ya davet edilir ve oraya yerleşir. O sıralarda Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştır. Mevlânâ Hazretleri’nin babası Konya’da vefat eder. Sultanu’l-ulemâ ölünce talebeleri ve müritleri Mevlânâ’nın çevresinde toplanır, Mevlânâ Hazretleri’nin va’zu nasihatlerini dinlerler.

Şems-i Tebrizî Hazretleri ile Karşılaşması

Mevlânâ (15 Kasım 1244) yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaşır. Mevlânâ, Şems’de mutlak kemâlin varlığını, Allah’ın nurlarını görmüş ve aşkı bulmuştur. Şems’in gelişi Mevlânâ’yı gönül adamı yapmış, deha ateşini büsbütün tutuşturmuştur.

Hazret-i Şems evliyanın büyükle-rinden olup Tebriz’de doğmuştur. Adının Muhammed olmasına mukabil daha çok “Şemseddin” (dinin güneşi), “Şemsu’l-hakk” (doğruluğun güneşi) “Şems-i Tebrizî” (Tebriz’in güneşi) lakaplarıyla da anılır. Kendisi anlatır: “Henüz ilk mektepte idim. Daha buluğ çağına girmemiştim. Gönlümde Peygamber Efendimiz’in (sav) sevgisi öyle yer etmişti ki günlerce onun muhabbetinden aklıma yemek içmek gelmezdi. Göklerde olan melekleri ve yerde kabirdekilerin hallerini müşahede ederdim. Hocam bu hallerimi haber vermekten beni men ederdi.”

Bir gün şöyle buyurmuştur: “Peygamber Efendimiz’in (sav) güzel ahlakını örnek alın, bütün işlerinizi, adetlerinizi ona uydurmaya gayret edelim.”

Şems Hazretleri dünyaya hiç kıymet vermezdi. Haram ve şüphelilerden son derece sakınırdı. Bir yerde durmaz, ilim talebelerinin bulunduğu yerlere gider, onları yetiştirirdi. Bu şekilde bıkmadan yorulmadan pek çok yerlere gitmiştir. Bunun için kendisine “Uçan güneş” de denilmiştir. Şems Hazretleri gittiği, seyahat ettiği her yerde kendisine iyi bir dost vermesi için Allah’a çok dua ederdi. Israrla yaptığı bu duanın neticesi olarak rüyasında Konya’da bulunan “Celâleddin Rûmî”ye gidip onun yetişmesinde yardımcı olması bildirilir. Allah Teala’ya şükrederek “Böyle dosta canım feda olsun.” diyerek yola koyulur ve Konya’ya gelir.

İki dost birbirine kavuşunca Allah için birbirlerini severler. Gece gündüz hak adına sohbetleşerek muhabbetleri ve sevgileri artar. Bu sevgiyi ve aşkı tarif eden “Aşkın gözyaşları” adlı kitabında şunları anlatılmıştır:

“Bütün aşklar gerçekte Allah için aşktır, çünkü aşk ilahidir. Allah âlemi sevgiyle yarattı. ‘Allah güzeldir, güzeli sever.’ hadisi şerifini şöyle anlayabiliriz: Güzel olan şeyler sevilir, bütün âlem de (o güzelliği tefekkür ederek) Allah’ı sever.

Aşk da böyledir, hiç kimse yaratanından başkasını sevmez, ama dünyada sevilen her şeye duyulan sevgi ona perdelenir. İnsanlar, evlat, anne-baba, dostlar, gökler, yer, bahçeler, saraylar, yiyecek, içecek gibi çeşitli şeylere duyduğumuz umut, arzu, sevgi hepsi Allah’a karşı duyulan arzulardır. Seven kalplerde, sevdiği o şeyi kaybetme, ondan ayrılma endişesi olur. İnsanlar, Sevgili’nin (cc) onlara ihsan ettiği nimetlere gereğince şükretmeyip bu nimetlerden mahrum kalmaktan korkarlar, böylece korku onların kalplerine iyice yerleşince ve nefisleri umutsuzluğa düşmeye başlayınca, Allah’ın rahme-tinin genişliğini hatırlayarak ümitleri kuvvetlenir.

Sevenlerin ümidi hakikatlere ulaş-mak ve vesilelerle ona yaklaşmaktır. Böylelikle korku ve ümit arasında olduk-larından ona itaatten uzak düşmezler ve tüm işlerini onun emrine göre hareket ederler. Zira bilirler ki O (cc) kendilerine hoşgörü ile bakacağına kefil olmuştur. Allah’ın şu ayetini işitmedik mi: ‘Allah kullarına lutfedicidir.’ (Şûra 19) Her nimet lütuf demektir.”

Aşk; muhtaç olmayan Allah’ın bir sıfatıdır. Başka bir şeye duyulan aşk mecazdır. Altın kaplamadır, çünkü başkalarının güzelliği, dışından pırıl pırıl ama içi zifiri dumandır…

Mevlânâ Hazretleri’nin Öğütleri

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız, bizim mezarımız ariflerin gönlündedir. Size gizlide ve açıkta Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az konuşmayı, az uyumayı, isyan ve günah-ları terk etmeyi, oruç tutmayı, namaza devam etmeyi, bütün yaratılmışlardan gelen cefaya tahammüllü olmayı, cahillerle oturmamayı, güzel davranışlı ve olgun kişilerle birlikte bulunmayı vasiyet ediyorum. İnsanlara en hayırlısı insanlara yararlı olandır, sözün en hayırlısı az ve anlaşılır olandır.”

Cömertlik ve yardım etme konusunda akarsu gibi ol.

Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.

Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.

Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.

Tevazu ve alçak gönüllülük de toprak gibi ol.

Hoşgörülülükte deniz gibi ol.

Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.”

“Kusuru bulmak için bakma birine, bulmak için bakarsan bulursun. Kusuru örtmeyi marifet edin kendine, işte o zaman kusursuz olursun.”

“Kimle gezdiğinize, kimle arkadaşlık ettiğinize dikkat edin; çünkü bülbül güle, karga çöplüğe götürür.”

“Yarın yaparım deme, bugün de dünün yarınıydı! Ne yapabildin?”

“Aynalar türlü türlüdür, yüzünü görmek isteyen cama bakar, özünü görmek isteyen cana bakar.”

“Mum olmak kolay değildir, ışık saçmak için önce yanmak gerek.”

Zerreler adedince Mevlânâ Celâleddîn Rûmî ve Şems-i Tebrîzî hazretlerine rahmet olsun, himmetleri var olsun.

 

Kaynakça
• Mevlâna Celâleddin Rûmî mad., TDV İslam Ansiklopedisi
• Sinan Yağmur, Aşkın Gözyaşları: Tebrizli Şems

 

Yazar: Mine Şimşek

 

Çarşamba, 01 Nisan 2020 11:09

Nisan 2020 Mukaddime

Nisan 2020

Sayı: 148 - Nisan 2020

 

Muhterem kardeşlerim, ağır bir imtihandan geçiyoruz. Yeni koronavirüs bütün dünyada ve maalesef ülkemizde de hızla yayılmaya devam ediyor. Ülkemiz adına tek tesellimiz şimdilik vaka sayısı fazla olsa da vefat edenlerin sayısının diğer ülkelere göre az olmasıdır. Fakat görünen o ki bu virüs illetinin tesirleri daha uzun süre devam edecek. 

Malum olduğu üzere bu tip musibetler azgın topluluklar için bir ceza, mü’minler için de bir imtihan vesilesidir. Hristiyan ve yahudi dünyası idarecilerinin giderek artan, insan hayatını hiçe sayan, özellikle müslüman coğrafyalarının mazlum ve masum insanlarına karşı soykırıma varan zulümleri hepimizin malumu. Bu ülkelerin vatandaşları da kendi rahatları adına bu katliamlara asla ses çıkartmıyorlar, adeta kim ne kadar fazla müslüman katlederse ödüllendiriliyordu. Bir çok İslam coğrafyasında devam eden bu zulüm, en son Hindistanlı Müslümanlara, ineğe tapacak kadar akılsız olan hintli kafirler tarafından uygulanmış, oradaki müslümanlar çoluk çocuk demeden insan vicdanının kabul edemeyeceği işkencelerle şehid edilmeye başlanmıştı. Bu zulme de batılı idareciler ses çıkarmak bir tarafa adeta alkış tutuyorlar.

İşte bu zulümlerin neticesi olarak Cenabı Hak Teâlâ hazretleri, Kahhar (cc) ismi şerifinin bir tecellisi olarak, bir sivrisinekle Nemrudları devirdiği gibi, küçücük ebabil kuşları ile Ebrehe’nin yenilmez ordusunu yendiği gibi, gözle görünmeyen virüs orduları ile bu zalimler güruhunu kahrediyor. 

Özellikle bakıyoruz en çok ölümler Avrupa, Amerika kıtalarında görülüyor ve inşaallah kısa zamanda Rusya ve İsrail’e sıçrayarak zalimlerin canlarını yakmaya devam edecek...

Tabi meseleye buradan bakınca şu sorunun sorulduğunu da duyar gibiyiz; “Peki, virüsün müslümanların bulunduğu coğrafyalarda da bulunmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?” Şöyle ifade edelim; bu hadiselerin bizim için bir imtihan olduğunu yukarıda da naklettik. Efendimiz bizi; “Mü’minin durumu gıpta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd 64) diye tarif ediyor ve adeta “Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsinizdir.” (Âl-i İmran, 139) ayetinin müjdesine nail olmamız için bizi motive ediyor. Hakiki müminlerin durumu bu. 

Bir de zahiri ile müslüman içleri Allah’ın dinine düşman, tüm benlikleriyle kafirlerin hizmetkârı olan münafıklar var ki müslüman halkların bulunduğu memleketlerin idarecilerinin çoğunun böyle olduğu ortada. Vakaları gizledikleri aşikâr olan Suudi Arabistan’da dedikleri kadar az sayıda hasta olsa idi acaba Mekke, Medine ve Riyad’ı karantinaya alırlar mıydı? Kâbe-i Muazzama’da tavafı durdururlar mıydı? Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de halen daha vakayı saklayan ülkeler arasında olduğu anlaşılıyor. Çünkü bunların zalim idarecileri için insanların ölmesi çok önemli bir şey değil, yeter ki, zulümlerini devam ettirebilsinler.

Ülkemizde de durum çok iç açıcı değil... 

İlk zamanlar hiç görülmeyen virüs bugün –şimdilik- yaklaşık on bin insanımıza bulaşmış ve her gün vefat sayıları artıyor. Bu virüsün etkisiyle camilerimiz mahzun kaldı. Tarihte görülmemiş bir icraatla cuma namazları kılınmamaya başlandı. Camilere gidip kendi aralarında cemaat olmak isteyen kardeşlerimiz, imam ve müezzinler tarafından men edilmeye başlandı. Cemaatler, tarikatler sohbetlerini, hatmelerini, zikirlerini ileri bir tarihe kadar terk ettiler. İşin garip tarafı cuma dâhil bu ibadetlerin tamamen yok olmaması için üç beş kişi bir araya gelip kendi imkanlarıyla kulluklarını ifa etmeye çalışan kardeşlerimiz, bizzat müslümanlar(!) tarafından şikayet edilip emniyet güçlerimizle karşı karşıya getirildi.

Rabbimiz (celle celaluh) hazretleri Kitab-ı Kadimi’nde; “Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnızca zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz. Ve bilin ki, Allah’ın cezası şiddetlidir.” (Enfal, 25) buyuruyorlar.

Herkesin dilinde virüsü birilerinin biyolojik olarak ürettiği, birilerinin dünyanın düzenini istedikleri gibi kurmak için insanlığa bulaştırdığı ifadeleri var. Böyle bir şey varsa bile bizlerin, onların insanı insanlıktan çıkaracak emellerini konuşarak yaymaktansa kudreti nihayetsiz olan Rabbimize sığınması gerekmez mi? Virüsten bahsettiğimiz kadar “Allah” deseydik belki işler çoktan lehimize dönerdi. Onların virüsü yapmak için kullandıkları malzemeler Allah’ın yarattığı ve O’nun (cc) emrinde olan şeyler değil mi? “O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez.” (En’am, 59) kelamı izzeti gönüllerimizden silineli çok oldu da artık kulaklarımızla da işitemeyecek hale mi geldik?

Allah için toparlanalım müslümanlar! Kendimize gelelim… Bizim yapacağımız şey; ölüm korkusundan sıyrılıp Rabbimiz’e sığınmaktır. O bize sahip çıkmazsa en küçük bir virüs bile bizi yenebilir. Fakat O (cc) bize kudret elini uzatırsa bize dokunacak hiç bir kuvvet olamaz. Aklımızı başımıza alalım. Terk ettiğimiz her şeye yeniden dönelim. Bilelim ki hiç bir tedbir, Hakk’ın takdirini değiştiremez.

Bu duygularla, yaklaşmakta olan Beraat Kandilimiz’i şimdiden tebrik eder, salimen Ramazan-ı Şerif’e ulaşabilmeyi ve rahmet ayından gereği gibi müstefid olabilmeyi Rabbimiz’den niyaz ederiz…

 

Pazar, 01 Mart 2020 11:01

Mart 2020 Mukaddime

Mart 2020

Sayı: 147 - Mart 2020

 

Muhterem kardeşlerim, Rabbimiz’in (cc) inayetiyle yeni bir rahmet mevsimine vasıl olduk. Receb-i Şerif’in ilk günlerindeyiz. Leyle-i Regaibimizi de idrak ettik. İnşallah yeni bir manevi temizliğe ve Rabbimize dönmemize vesile olur. Büyüklerimizin buyurdukları gibi bizim Allahımız (cc) bahane Allah’ıdır. Bizi affetmek için birçok bahaneler lütfetmiştir. Bu üç aylar ve içindeki mübarek geceler de bunlardandır. 

Malumdur ki, bizler beşeriz. Cenab-ı Hak Teala hazretleri bizleri nakıs olarak yaratmıştır. Yani her şeyi mükemmel yapabilme özelliğine sahip değiliz. Bu da bize avantaj olmuştur. Hâce Hazretleri de (ksa) bir kibarı kelamlarında: “Nakısiyetim avantajımdır.” buyurmuşlardı. Dolayısıyla hem beşeriyetimizden dolayı hem de nakısiyetimizden dolayı, gaflete, nisyana, malayaniye düşmemiz mümkün olmaktadır. Yani kısaca bizler nefis sahibi olduğumuz için günaha meyilliyiz. İşte bizi bizden iyi bilen Halıkımız (cc) bizleri uyandırmak için yukarıda bahsettiğimiz gibi bahaneler yaratmıştır. 

Bu durumumuzdan dolayı bu mübarek gün ve gecelere Rabbimiz (cc) hazretleri büyük bereketler ihsan buyurmuştur. Bu güzide zamanları hakkıyla idrak edenler için bire on, bire yüz, bire yedi yüz hatta hesapsız lütuf buyuracağını işaret buyurmuşlar. Adeta gaflet uykusundan uyanmamız için yüzümüze su serpmişler. 

Bunun içindir ki, büyüklerimizin her zaman buyurdukları gibi Allahımızı razı edebilmek için her fırsatı değerlendirmeliyiz. Elbette ki mümin her zaman teyakkuz halinde olmalıdır. Yani rızayı ilahiyi kazanmak için illa da bu özel zamanları beklememelidir. Fakat bahse konu olan zamanlar adeta büyük ikramiyenin verileceği zamanlar olabilir düşüncesiyle en üst düzeyde alarm halinde Rabbimize yönelmeliyiz. 

Başta da belirttiğimiz gibi yeni bir rahmet mevsiminin içine girdik. Fakat regaib gecesinde bütün İslam alemi Rabbine dua ve niyazdayken gelen bir haber içimizi yaktı. Suriye’de Zalim Esed’in canavarlarının yapmış olduğu hava saldırısında otuz üç askerimizin şehadet şerbetini içtiği haberi adeta bir kor olup gönlümüze düştü. Tek günahları(!) kendi devletinin vatandaşlarını acımasızca katleden canilerin elinden mazlum insanları korumaya çalışmaktı. 

Cenab-ı Hak vefat eden bütün Mehmetçiklerimize şehadet nasip etsin. Makamlarını yüce eylesin. Geride kalan ailelerine sabrı cemil, ecri kesir ihsan eylesin. İslam âlemine ve özellikle ülkemize başka acılar yaşatmasın. 

Yine Hak Teala hazretlerinin (cc) insanlığı ve tabi ki Müslümanları imtihan ettiği farklı tabiat hareketleri ve tüm dünyayı saran Korona virüsü de ibretamiz bir şekilde yayılmaya devam ediyor. Her ne kadar virüsün laboratuar ortamında hazırlandığı söylense de virüsün en fazla ve hızlıca bulaştığı iki ülke dikkatimizi çekmektedir. 

Birincisi zulmün merkezlerinden biri olan Çin, Doğu Türkistan’da Müslümanlara yaptığı zulümlerin aynısını bu virüs sayesinde yaşamaktadır.

İkincisi ise virüsün İran’da zulmün merkezi olan ve onlar tarafından kutsal sayılan Kum ve Meşhed’te hızlı bir şekilde yayılmasıdır. Çünkü bu merkezler Ehli sünnetin yok edilmesini ve sahabe efendilerimizin büyüklerine lanet ve hakaret edilmesini iman alameti sayacak kadar küfürlerini alenileştirmiş zalimlerin merkezi olmuştur. Farklı İslam coğrafyalarında Sünni Müslümanların öldürülmesinin en büyük ibadet olarak fetvalandırıldığı şer odaklarıdır. 

Elbette Rabbimiz her şeyin en güzelini yapmaktadır. Azgınlaşmış ve fıtratını bozmaya ahdetmiş toplulukları farklı askerleriyle cezalandırmış ve cezalandırmaktadır. Bizler de bu olan olaylardan afetlerden, virüslerden dolayı çokça tefekkür etmemiz gerekir. Bize gelmedi diye sevinmeyelim. Her hal ve şartta Rabbimize sığınalım. O’na layık kul olmaya gayret edelim. Gazabını celp edecek hallerden kaçınalım. Bu vesileyle üç ayları iyi değerlendirelim. Ehlisünnet anlayışına sıkı sıkıya sarılıp sapık cereyanlardan uzak duralım. Bunun da en kestirme yolu Allah dostlarının meclislerine devam etmektir. Bu manada da gayreti elden bırakmayalım. Cenab-ı Hak (cc) hepimizi gafletten uyandırsın ve her an ayık kullarından kılsın. Amin...

 

Cumartesi, 01 Şubat 2020 10:33

Şubat 2020 Mukaddime

Şubat 2020

Sayı: 146 - Şubat 2020

 

Muhterem kardeşlerim, dergimizin Şubat sayısıyla yeniden birlikteyiz. Yılın ikinci ayına geçerken Elazığ ve Malatya çevresinde meydana gelen deprem yüreklerimizi dağladı. 6,8 büyüklüğündeki deprem kırk bir kardeşimizin vefat etmesine sebep oldu. Bunun yanında da iki bine yakın yaralı ve yüzlerce yıkık ve hasarlı bina depremin ağır bilançosu olarak karşımızda. Bu vesileyle vefat eden kardeşlerimize Allah’tan rahmet diliyoruz. Yaralıların da bir an evvel tedavi edilebilmeleri için Rabbimiz’den (cc) yardım niyazında bulunuyoruz. 

Büyüklerimiz buyurmuşlar ki; “Ayağın taşa takılsa kalbin yokla...”

Yani yeryüzünde olan her olumlu veya olumsuz hareket Müslümanların Allah Teâlâ ile olan ilişkilerinin neticesidir. Çünkü yeryüzünde Cenabı Hak kâfirlere bakarak hareket etmez. “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara, 7) Mü’minlerin hal ve tavırları Cenabı Hak Teâlâ Hazretleri’nin Cemal veya Celal sıfatlarının tecelli etmesine sebep olur. Bununla alâkalı Rabbimiz (cc), Kelam-ı Kadimi’nde; “İnsanların ellerinin kazandığı (günahlar) yüzünden, karada ve denizde fesad çıktı ki (Allah), yaptıklarının bir kısmını(n cezasını), kendilerine (dünyada) tattırsın; tâ ki (kötülüklerden) dönsünler.” (Rum, 41) buyuruyor. Yani her şey bizlerin amelleri etrafında cereyan ediyor. Eğer bizler Rabbimiz’in emirlerine, O’nun (cc) arzu ettiği şekilde itaat edersek o zaman bize rahmetiyle muamele ediyor ve bizim her işimizi bereketlendiriyor.

Eğer O’nun (cc) emir ve yasaklarına aykırı hareket edersek bu sefer de gadabıyla muamele ediyor. Bizi uyarma kastıyla bazı musibetlere duçar kılıyor. Rabbimiz’in bizi uyarmak için musibet gönderdiğini anlayıp ona göre kendimize çekidüzen veriyorsak, yani tevbe edip O’na (cc) dönebiliyorsak; önceki yaptıklarımızı, seyyiatımızı, da sevaba çevirip adeta sermayemizi ikiye katlıyor. Neticede bize gadap gibi görünen şey rahmete dönüşmüş oluyor.

Fakat bugün müslümanlar öyle dünyevileşmişler ki, deprem oluyor, hocalarımız bunun bir uyarı olduğunu söylüyor. Rabbimize dönmemiz gerektiğini, nerede yanlış yaptığımızı anlayabilmemiz için tefekküre yönelmemiz gerektiğini va’z ediyorlar; hep bir ağızdan tepki gösteriyoruz. Nefsimizi hesaba çekmek yerine, doğrulardan kaçıyoruz. Depremin bir tabiat olayı olduğunu, tabiattaki hareketlerin neticesi olduğunu söyleyebiliyoruz. Bizler de biliyoruz ki, elbette Rabbimiz her şeyi sebepler dairesinde halk eder. Fakat sebebe bakıp Müsebbib-i Hakiki’yi (cc) görmemek nasıl bir iman zafiyetidir, anlayabilmiş değiliz.

Oysa, Kâinatın Efendisi (sav); “Bir saat tefekkür, bin yıllık nafile ibadetten hayırlıdır.” buyurmuşlar. Acaba bizim tefekkürümüzün en başta yaşantımızın seyriyle alâkalı olması gerekmiyor mu? Yine Efendimiz (sav); “İki günü birbirine denk olan ziyandadır.” buyuruyor. Gerçekten bu ziyanımızı düşünmemiz gerekmiyor mu?

Allah için biraz evliyaullahın ve gerçek ehlisünnet âlimlerinin sözlerine kulak verelim. Bakınız bir dakika öncesinde evi-barkı, çoluk-çocuğu, malı-mülkü olanlar bir dakika sonra bunlardan mahrum kaldılar. Canlarını veren insanlar o dakika içinde hangi hal üzere idilerse, o hal üzere can verdiler ve o hal üzere Hakk’ın (cc) huzuruna varacaklar. Televizyonlarda izledik, deprem bazılarını okey masasında yakaladı, bazılarını uygunsuz eğlence yerlerinde yakaladı. Allah korusun, ya orada ölseydiler, nasıl bir sona uğramış olacaklardı?

İşte büyüklerimiz ve ulemamız bunun için bizleri bazen korkutarak uyarmak, bazen de müjdeler ile ümitlendirmek ihtiyacı duyuyorlar. Bizleri sevdikleri için ve bizlere düşkün oldukları için böyle yapıyorlar… Bizler ne yapıyoruz, ehli küfrün ağzıyla bu değerlerimize hakaret ediyoruz. Allah için münafıkların cereyanına kapılmayalım. Bilelim ki bu güzel insanların bundan bir menfaatleri yoktur. Onlar uyarı vazifelerini yaparak Allah’ın kendilerine verdiği vazifeyi ifa ediyorlar. Gerisi bizlerin vicdanına ve irfanına kalmıştır.

Rabbimiz (cc) bütün İslam âlemini her türlü bela ve musibetlerden muhafaza buyursun. Âmin, ve’l-hamdulillâhi Rabbi’l-âlemin...

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort