JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 11 Şubat 2014 10:53

NAMAZ -3-

Soru: Efendim misal  namazdaki şekillerden bahsetmiştiniz. Namazın toplumsal meselelerle münsebeti, toplumun ahlâki yapısına etkisi var mıdır?

Cevap: Namazın zahir şekilleri kıyam, kıraat, rükû, sücûd vb. görsel olan hareketler insan anatomisi ile alakalı. Beyne kanın düzenli pompalanması, dolayısıyla bu hem tansiyonu düzenleme açısından hem zihinsel faaliyetlerin gelişmesini sağlama açısından eklemlerin hareketleri, âzâların hareket etmesi; sıhhat açısından eklemlerin hareketli olması, kireçlenmeden, siyatikten insanı koruma amacıyla, kasların gelişmesi, hazmın kolaylaşması… Bunların birçok zahir sebepleri var. Dedik ki bunları incelemek, araştırmak ve namazın bu yönlerdeki faidelerini tespit etmek tıbbın işi.

Namazın bir de sosyal/toplumsal yönü var. Belki ferden yapılan bir ibadet ama ferdi eğittiği, terbiye ettiği, kâmil manada ahlâklanmasını sağladığı, ayeti kerimede de bildirildiği üzere namaz insanı “bütün kötülüklerden” alı koyduğu ve dolayısıyla ona mükemmellik kazandırdığı için topluma örnek, önder, hayırlı, faideli bir insan, bir birey haline getiriyor. Dolayısıyla da toplumdaki çökmeyi, kokuşmuşluğu, her türlü ahlâksızlığı, nemelazımcılığı, ‘hep bana’cılığı ortadan kaldırmış oluyor namaz. İnsanın ahlâkında bunlar değiştikçe, insan mükemmelleştikçe, bu mükemmelliğini çevresine, hayatına taşıyor; ticaretinde, muamelesinde, muaşeretinde, muhakematında bir mükemmellik ortaya çıkıyor. Herkes namaza böyle düzenli devam ettiğinde toplumda bir düzelme, bir iyileşme aşikâr bir şekilde görülebiliyor. Bu da namazın sosyal yönü. Sıhhî yönü bir cephe, sosyal yönü bir cephe.

Bunlarla birlikte namazın emredilmesindeki aslolan şey ise kul ile Rabbi arasındaki o rabıta. Dolayısıyla da bu görünen şekillerin arka planı bu noktada gündeme geliyor ki bunu tarif ederken Cenâbı Hak: “Vele zikrullahi ekber-O en büyük zikirdir.” diye ifade buyurmuş. Namaz en büyük bir zikirdir. Namazı bu kadar büyüten, en büyük zikir haline getiren özellik ne? Biz burayı konuşacağız.

Mesela Cenâbı Peygamber: “Efdal zikir tevhiddir.” buyurmuş “Lâ ilâhe illallah” demek en efdal zikir. Hatta biz İslam’a, imana bununla giriyoruz. Anahtar bu kelime, şifre bu. “Lâ ilâhe illallah” demeden namazın da bir anlamı olmuyor. Bir insan namaz kılsa, “Lâ ilâhe illallah” demese namaz kılmasının manası yok. Ama bakıyoruz ki mukayese ettiğimizde “Lâ ilâhe illallah” efdal, faziletli; namaz ekber, bütün faziletlerin üstünde. Sadece faziletli değil? İkisi de zikir. Efdal zikir “Lâ ilâhe illallah”, ekber zikir “Es-salâh.” Namazın bir büyüklüğü var.

“Lâ ilâhe illallah” umumi bir kelime, genel bir kayıt diyelim. Yani İslam medresesine genel bir kayıt. Namaz bu medresede branşlaşmayı gerektiriyor. Namaz ihtisas. Namaz aynı zamanda “Lâ ilâhe illallah” kelimesinin şablonu. “Lâ ilâhe illallah” mücmel bir kelime, namaz bunun mufassalı, açılmış, açık seçik bir hali. “Lâ ilâhe illallah” bir söz veriş, namaz bu sözün uygulanışı. Namazda bu sözün tatbiki var, sade sözde değil. Biz insanların özünü bilemeyiz, mesela bir insan dili ile “Lâ ilâhe illallah” dedi mi yeterli. Bunu işittik mi hüsn ü şahadette bulurunuz ki bu Müslüman. Ama namaz özü yansıtan, özü gösteren bir uygulama. Sadece yat kalk hesabıyla namazı kurtaramasın veya eğer özüne inmezsen yatıp kalkarak ortaya bir şey koymuş sayılmazsın.

Allah Resûlü ashabdan birini görüyor namaz kılarken ötesiyle, berisiyle oynuyor. Cenâbı Peygamber o namazı kabul etmiyor buyuruyor ki: “Eğer bunun huşûsu olsaydı o huşu âzâlarına da sirayet eder, âzâları sekinet içinde olurdu.”

Hâlbuki insan çok hareketli bir varlık. Vücudu yüzlerce eklemden müteşekkil. Cenâbı Hak öyle yaratmış ki rahat hareket edebilsin diye her yer katlanıyor, kırılıyor, bükülüyor. İnsan vücudu elastikî bir yapıya sahip. Kaslar bunu sağlıyor. Bu kadar eklemli, bu kadar elastikî bir yapıya sahip olan insan; bir ters hareket yaptığında beli, boynu kilitleyebiliyor, bir darbede omuriliği kilitleyebiliyor, bütün hareket kabiliyetini yitiriyor. Bu kadar hareketliliğin içinde çok dikkatli hareket etmesi gerekiyor. Dikkatsizce yaptığı bir şey hayatına mal olabiliyor. Namaz böyle, bunu anlatmak için bu örneği verdim.

İnsan namazda da belli hareketler yapıyor; eğliyor, kalkıyor, elini bağlıyor, salıyor vs. Eğer bu hareketleri namaz ile bütünleşiyorsa namazdan sayılıyor. Namazın dışından yapacağı bir hareket namazı götürüyor. Mesela bir adam namazda okurken kıraatte yanılsa, yanıltısını düzeltmek için tekrar tekrar baştan alsa o tekrarlar da kıraatten sayılıyor, namazı bozmuyor, bir zarar vermiyor. Veyahut karıştırsa; bir sûreden okuyordu, o sûreyi okurken o ayetin benzeri başka sûrelerde de var Kur’ân’da böyle birbirine benzer ayetler var. diye karıştırarak başka bir sûreye geçse söylediği şey Kur’ân’dan olduğu için namazına zarar yok, kıraati bozmuyor. Aynı adam namazın içinde bir harf olacak kadar bir ses çıkartsa; misal gayri ihtiyarı “A” dese bir harf, “A” dese namazı bozulur. “Ya o kadar şaşırdı, yanıldı, düzeltti, okudu bu namaz bozulmuyor, hariçten ‘A’ dedi namazı bozuldu.” Niye? O söylediği harf, namazın, Kur’ân’ın dışındandı. “Kur’ân’da elif sesi yok mu canım?” var ama namazın dışında…

Efendimiz döneminde (asv) namazda sahabiden biri hapşırdı. Yanında, safta duran sahabi Efendimiz’den duymuş, sünnet, dua o hapşıranca “Yerhamükallah” dedi ona. Hapşırana  -“Elhamdulillah” derse “Yerhamükallah” demek sünnet. Hapşırdı, Allah Resûlü’nden duyduğu bir ameli uyguladı sahabi, ona “Yerhamükallah” dedi. Selam verdiler, Cenâbı Peygamber döndü, buyurdu ki; “O ‘Yerhamükallah’ diyen namazını iade etsin, onun namazı bozuldu.” Niye? Namazda, namazın içinde böyle bir dua, böyle bir okuma, böyle bir kıraat yok. “O namazını iade etsin.” buyurdu. Sahabi namazını iade etti. Birkaç gün sonra yine namaz kılınıyor, Sultanu’l-Enbiya namaz kıldırıyor. Firavunla ilgili, Firavun’u anlatan,  onun zihniyetini anlatan bir ayeti kerime geldi. Namazda kıraatte cehri namaz ya akşam, ya sabah, ya yatsı yani misal Firavun dedi ki: “Ben sizin haşa en büyük rabbinizim Ene rabbukumula’la” Hz. Ömer bunu işitince bağırdı, namazda yüksek sesle bağırdı ki;  “Ben onun zamanında veya o benim zamanımda olsaydı. Vallahi kılıcımla  onun boynunu vururdum. O kim ki yani kainatın Rabbi olacak. Ben onun boynunu uçururdum.” Sahabi nefesini tuttu, bekliyorlar. Şimdi  namaz bitince Resûlullah ona da diyecek ki; “Ya Ömer! Namazını iade et, senin namazın olmadı.” Selam verildi, Sultanu’l-Enbiya, Ömer’e bir şey  demedi. Sahabi başladılar fısıltıya; “Ya dün, işte evvelki gün bu arkadaş ‘Yerhamükallah’ dedi; bu peygamberin duasıydı, bir duaydı, hayırlı bir duaydı, ona namazı iade ettirdi. Ömer hiddet, şiddet gösterdi namazda, ‘Ben onun zamanında olsaydım kellesini vururdum.’ dedi. Bu ne dua, ne zikir, efendim ne peygamberden gelmiş, kaynaklanmış bir şey. Kendi hiddetini, şiddetini bildirdi, onun namazı bozulmadı, yani ona denmedi; “Namazını iade et.” Arz ettiler bu durumu Resûlullah’a; “Ya Resûlallah! Arkadaşınki bozulmuştu, dua söyledi namazda. Bu, bu kadar şiddet gösterişinde bulundu, namazda kılıç kullandı, onun namazına bir şey olmadı. Efendimiz buyurdu ki; “Ömer’in o çığırışı ilahi bir cezbeydi, imanın gayretinden, Allah’a duyduğu  aşkın şiddetinden  onda bir cezbe meydana geldi. Bu imanın gayretinden, namazı bozmaz. Bakın öbürününki niye namazı bozdu; mantıksal bir düşünceydi. O hapşırdı, dedim ki: “Ona dua etmem lazım, arkadaşıma dua etmem lazım.” Mantıkla düşündü bunu, ona dua etti; “Yerhamükallah” dedi. Öbürü iradesinin dışında imanı galeyane geldi, imanı gayrete geldi. Bir ses, bir harf namazı bozuyor Bu peygamberden gelme bir dua bile olsa. Ama imanın gayretinden gelen bir cezbe; “El-Cezbetü, Câzibetü’r-Rahman” buyrulmuş, “O cezbe ki Rahmanî câzibelerden birisidir.” ve başka bir hadiste “Rahman’ın cezbelerinden bir cezbe insin ve cinnin ameline denktir.” buyuruyor Cenâbı peygamber (sav). İşte hareketli bir insanın yanlış bir hareketi onu nasıl kilitliyorsa namazda baştan başa zikir olmasına rağmen her şeyiyle bir zikir. Yani kıraati bir zikir, tesbihler zikir, hep zikir, ama buna rağmen nefsinden söyleyeceğin bir şey, nefsânî bir duyguyla yapacağın bir zikir namazı bozuyor. Yine Allah Resûlü işte buyuruyor ki; “Huşûsu olsaydı onun azaları sekinet üzere olurdu.” İşte şimdi bu anlamda baktığımızda namazın çok ciddi bir hususiyeti var, bu hususiyet onu ekber hale getiriyor. Efdaliyetten alıyor, ekberiyete ulaştırıyor. Bunu ekberiyete ulaştıran şey; günde beş vakit emredilmiş, beş vaktin aralarında da  nevafiller yerleştirilmiş, yirmi dört saati böyle muhasebe etsen sanki günün her saatinde bir namaz var yani. İşte şimdi itikaf da bunu uygulamaya çalışıyoruz. Sabah namazından bir saat sonran diyelim işrak namazı var, ondan bir saat sonra kuşluk namazı var, ondan bir saat sonra öğle namazı geliyor, işte arada kazalar kılabilirsin, abdest tazeledin mi abdest şükür namazı. Yani her halin değiştiğinde gerek senin halinin değişikliğinde, gerek tabiattaki değişiklikte namaz var. Abdest aldın; abdest şükür namazı kılıyorsun, bir nimete    eriştin; şükür namazı kılıyorsun; günah işledin; istiğfar namazı kılıyorsun, dua edeceksin; hacet namazı kılıyorsun, işte üstünde kul hakkı var; kul hakkı namazı kılıyorsun, tabiatta değişiklik oldu, güneş tutuldu, ay tutuldu; küsuf namazı kılıyorsun, efendim yağmur yağmadı, kuraklık oldu; istiska namazı kılıyorsun yağmur duası yapmak için, efendim sefere çıkacaksın, sefere niyet edip; sefer namazı kılıyorsun, seferden döndün, salimen döndüğün için şükür namazı kılıyorsun, Kur’ân dinledin, secde ayeti geldi; tilavet secdesi yapıyorsun. Fazların dışında bakın sanki yirmi dört saatin her saatine bir namaz yerleştirilmiş. Akşamı kıldın; evvabin kılıyorsun, bir saat sonra yatsı geliyor efendim, yatsıdan sonra işte teheccüd var vs. sabaha geliyorsun. Vitir var, gece biz yatsıdan sonra kılıyoruz da vitrin aslı gece namazıdır yani. Bu kadar yapılmasına rağmen, kılınmasına rağmen belki bir bu kadar da yapılsa, kılınsa Cenâbı Hak yok, geliyor demeyecek namaz da. Mesela onun dışında Kur’ân-ı Kerim’de zikretmiş; “Hasta olan tutmasın, seferde olan tutmasın, emzikli kadın tutmasın, işte yaşlı olan tutmasın” Misal fırsatlar vermiş; “Tutarsanız hayırlı ama zorluk varsa Allah kulları hakkında zorluğu murad etmez.” buyuruyor oruçla ilgili ayetlerde. Kolaylık diler, tutmayacak durumda olanlar bunu tutmasın. Namazda böyle bir şey buyurmuyor, yani hasta namaz kılmasın, yolcu namaz kılmasın buyurmuyor. Ayakta durabilecek iktidarı olan ayakta kılsın, ayakta duramıyorsa oturarak kılsın, oturarak kılamıyorsa yatarak kılsın,  başıyla-imayla kılsın, sefere gidiyorsa kılsın, savaştaysa kılsın, kılsın. Hasta kılmasın, yolcu kılmasın, emzikli kılmasın buyurmuyor. Anlatabiliyor muyum? Oruca bu kadar kolaylıklar  tanıyor, birçok mükellefiyetlere kolaylıklar tanıyor, işte adam hacda bir suç işledi diyelim, bir kusur işledi, ceza gerekti, “Kurban kessin!” buyuruyor. Kurban kesecek parası yok, kurbanı kesemedi, efendim, oruç tutsun buyuruyor, yedi gün oruç tutsun. Üçünü orada tutsun, Mekkeyi  Mükerreme de; dördünü memleketine döndüğünde tutsun, gene kolaylık tanıyor. İşte adam bir cinayet işledi, yanlışlıkla yani, hata etti, kazaen bir cinayet işledi. Bir köle azat etsin buyuruyor; köle azat edemedi, parası yok köleyi satın almaya, iki ay oruç tutsun buyuruyor, kefaret tutsun; oruç tutmaya da muktedir olmadı altmış fakiri doyursun buyuruyor  Cenâbı Hak, altmış kişiye yemek yedirsin. Kolaylıklar tanıyor ama namazda bunların hiç birini göremezsin. Yani namazın yerine de şunu yapsın, fakir doyursun, oruç tutsun, kurban kessin namazın yerine yok. İlginçtir, işte savaştaki namazı tarif ediyor Cenâbı Hak Sûre-i Nisâ’da olsa gerek, yanlış hatırlamıyorsam, savaş anında bile Cenâbı Peygambere buyuruyor ki; “Orduyu ikiye böl, imam ol. Bir grup gelsin,  ordunun bir kısmı savaşa devam etsin, cephede onlar savaşa devam etsin. Bir kısmı gelsin sana uysun, birinci rekatı kılsınlar iki rekat kılacaklar zaten seferdeler, savaştalar onlar birinci rekatı kılsın, cepheye gitsin, birden sonra hemen selam versin, cepheye gitsin. Cephedekiler gelsin ikiyi kılsın, sana uysunlar. Bak bir de bu var yani, yani o birinci gelenler geldi, seninle kılsın namazı kâmilen bitirsin, gitsinler; öbürleri gelsin, kılsınlar yok. Hepsi Resûlullah’ın arkasında bir rekat olsa kılacaklar, orada da Resûlullah’ın büyüklüğünü görüyoruz. Onlar biri kılsın cepheye gitsin, cephedekiler gelsin, senin arkanda ikiyi kılsın gitsinler, ikiyi kılanlar tekrar cepheye geri dönsün, cephedekiler gelsin kılamadıkları ikiyi kılsınlar, o arada namaz bozulmamış sayılıyor. Gidiyorlar, savaşıyorlar, geliyor, ikiyi kılıp namazlarını tamamlıyorlar. Onlar gitsin, cephedekiler, biri kılamayanlar gelsin, biri kılsınlar. Çok ilginç bir namaz uygulaması var, ama namazı terk etmesinler, silahlarını da alsınlar. Özellikle de bunu belirtiyor Cenâbı Hak “Silahlarını da tutsunlar.” buyuruyor. Silahları da, onların silahları da yanlarında olsun,  silahlarını da tutsunlar ellerinde kılarken. Silahı da bıraktırmıyor, ama namazı da bıraktırmıyor. Yani şimdi siz savaştasınız, üstünüze ok yağıyor, kılıçlarla size saldırıyorlar vs. ya burada şimdi namaz kılınır mı, kılsınlar buyuruyor. Ya, oruçta hamileye tutturmadın, oruçta sefere gidene tutturmadın; savaşta namazdakine namaz kıldırıyorsun. Niye? Ekberiyetiyle alakalı. Ne diyecek: “Allahu Ekber” Onu kılsınlar. Ashabı kiram buyuruyorlar ki; “Allah Resûlü’nun ashabı,  onlardan sonra gelenler namazın terki hariç hiçbir günahı tekfir etmemişler, ama namazın terkini, bunu anlıyoruz yani, küfür saymışlar. Namazı terk etmek ashabın anlayışında küfür olarak telakkî edilmiş. Önce ben çevresini doldurmaya çalışıyorum yani, namazın anlaşılması  için. Yoksa bunlar bilinmeden o şekillerin arka planını anlayamayız. Namazın mukaddimesi bunlar, bu mukaddime bilinmeli, yani namazın önemi anlaşılmalı, namazın niçin “ekber” olduğu anlaşılmalı ve niçin göz bebeği olduğu buyuruluyor peygamber? Namaz gözümün bebeğidir. En hassas organını teşbih ediyor Cenâbı peygamber. Namaz mirastır, namaz bir an Allah’a ulaşan, Allah’a ulaşan bir tüneldir. Zaman tüneli mi diyeceksiniz buna, kurgu bilim filmlerinde oluyor ya işte o namazın arka planı anlaşıldığında namaz böyle, bir tünel seni miraca ulaştırır. Şimdi buradasın misal, seccadenin üstündesin şimdi “sidretü’l-müntehâda”sın, böyle bir tünel. Adeta sende “kâbe kavseyn”  sırrını namazda yaşayabilirsin, “sidretü’l-müntehâ”nın eşiğine başını koyarsın, oraya secde edersin. Hele hele o ayette, savaştaki  tarif edilen namaz misali, namazını Sultanü’l-Enbiya’nın arkasında kılarsan...Kılamamışlar zaten. Adam hafızmış da, efendim, gecede iki rekat namaz kılıyor, Kur’ân’ı hatmediyor. İki rekatta   Kur’ân-ı Kerim’i hatmediyor öyle hafız. Şeyh efendimiz ona ders teklif etmiş, buyurmuş ki; “Gel ders al.” Demiş ki; “Sen bana Kur’ân’dan daha faziletli bir ders verebilir misin? Ben  gecede onu, iki rekatta okuyorum. Senin bana vereceğin hangi ders onu karşılar, Kur’ân’ı karşılar. Benim virdim bu, başka bir derse ihtiyacım yok.” Buyurmuş ki; “Nasıl namaz kılıyorsun yani?” “Böyle hatim ediyorum.” Buyurmuş; “Bugün git, Hz. Ebubekir  Sıddık’ı düşün, kendince öyle hayal et, de ki; ‘Sıddıku’l-Âzam imam, ben onun arkasında cemaatim. Kur’ân’ı ondan takip et. Onun okuduğunu farz et. Gel, ne kadar okuyabilirsen Kur’ân’dan, bana söyle.” Duruyor, Hz. Ebubekir’i imam yapıyor, geliyor, diyor ki; “Üçte birini okuyabildim, Kur’ân-ı Kerim’in üçte birini okuyabildim, kalana takatim yetmedi, sıkletim çekmedi, artık okuyamadım.” Diyor; “Git, bu gece de Sultanü’l-Enbiya’yı imam et kendine, O’nun arksında kıl.” Gidiyor, Sultanü’l-Enbiya’nın arkasında duruyor, geliyor diyor ki; “Sadece Sûre-i Kevser’i okudum, Kevser Sûresi’ni okudum, başka okuyamadım.” Diyor; “Git, bu gece de Cenâbı  Hakk’ın Cemâl-i bâ-Kemâli’ni kıble edin kendine, mihrap edin, O’nun cemaline dur, cemaline yönel, ne okursan gel, söyle.” Gidiyor, namaza duruyor, “iyyâkena’budu” derken yanıyor. Ertesi gün ikindiye kadar namazda böyle ölmüş, duvara yaslanmış vaziyette ayakta duruyor, içindeki bütün kalbi, sırrı yanmış, infilak olmuş. ”İyyâkena’budu-Yalnız sana ibadet ederim” derken bitiyor. Gelip haber veriyorlar. adam yanmış.  Nasıl iş yani? Her gece senelerdir, hatimle namaz kılarken bu nasıl oluyor? Buyuruyor ki o “Zorlama işte, bizim dersimiz bu.” O zorladı, kelebek gibi kendini ateşe attı. Eğer derse razı olsaydı, biz adeta bu yoğunluğu sulandıracaktık yani,     enerjiyi düşürecektik, trafo vazifesi görecektik. O kibre kapıldı,  biz de onu Keban’a bağladık. Namazı böyle kılarsan, işte bize şunu öğretiyorlar; yani o ışınları, o füyüzatı nefsimizi yakmak için kullanacağız biz. Nefsin kütlelerini eritmek için, nefsin katmanlarını eritmek için. İşte rabıta bizi böyle bir namaza hazırlıyor, Ebubekirin arkasına hazırlıyor bizi, Sultanü’l-Enbiya’nın arkasına hazırlıyor, Cenâbı Hakk’ın Cemâl-i bâ-Kemâli’nin karşısına hazırlıyor bizi. Rabıta aynı zamanda, oradan gelen diyelim o çok yüksek dozdaki ışıkları, manevi şuayı bizim için zararsız hale getiriyor. Anlatabiliyor muyum? Şimdi rabıtasız bir namaz, işte o şekillerin arkasına adamı geçirmez. “Yerhamükallah”la başlıyoruz; o rabıta, Ömer’in imanını gayrete getirip namazını kurtarıyor.

Şimdi burada namazın şekillerine gelelim. Bu mukaddimeden ve böyle bir rabıta anlayışından, efendim,  gelelim namazın şekillerine. Tabi namazın dışındaki şartlar var, onları inşaallah bir başka gün konuşalım. Namaza girmeden önceki haces, neces taharet, setrü avret...Bunlar da önemli. Niye önemli? namaz ….55:09 Dedik ya, namaz ekber, o ekberiyetle alakalı her şey, en az o namaz kadar önemli. Madem ki onu mükemmelleştirmek için bunlar, o ekberiyeti sağlamak için bunlar, bir ön hazırlık. Namaz kadar önemli bunlar, es geçilecek şeyler değil yani. Bugün eğer namaz insanı kötülükten alı koymuyorsa Müslümanları, Müslümanların nefsini yakmıyorsa, nefsini terbiye etmiyorsa Ha direkt şunu diyemeyiz; “Belki namaz kılmıyorlar bunlar, belki mükemmel namaz kılmıyorlar ama niyetleri halis, Allah için kılıyorlar. peki noksan nerede, işte o namazın evvelinden yapılması gereken şeyler irdelenmeli, incelenmeli onlar da noksan olmamalı. Mesela bir ilaç belki çok kuvvetli bir ilaçtır ama ayranla alınmaz, sütle alınmaz. Mesela bazı ilaçlar var ki  bana da doktor tavsiye etmişti geçmişte işte greyfurt içme, bu kadar vitamin sen ilaç kullanıyorsun greyfurtla o ilaçlar karıştı mı zehirleyebilir, dolayısıyla ilacın tesirini yok edip zararlı hale getirilebilir, etkileşim yapıyor. Şimdi, işte adamın belki namazı güzel de ama namazdan evvelki altyapı olmadığı için, namaz da o şeylerin üstüne bina edilince  sağlam olmayan altyapı üzerine bina edilince namazdan istenilen bereket, istenilen rahmet elde edilemiyor.

Bu da anlaşıldı mı? Onu  başka bir gün konuşacağız. Namazın dışında bir şey yok yani, namaz hayatımızı çepeçevre kuşatmış, namazın dışında bir şey yok. Her şey namazın içinde, her şeyin dışında namaz var. Biraz da şöyledir; her hâl ve değişiklikle de namaz var. Namaz hayatımızın her şeyi ve hiçbir şeyde de namaza bir ruhsat verilmemiş, terkine müsade edilmemiş. Öyleyse namazın dışında bir şey olmaz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 10 Şubat 2014 14:35

NAMAZ -2-

Sahabe-i kiram soruyorlar: “Ya Resûlallah, mahşer gününde ve o mahşer yerinde onca kalabalığın içinde Sen ümmetini nasıl tanıyacaksın? İsa’nın, Musa’nın, Süleyman’ın, Davut’un, Nuh’un (as)… Bunca Peygamberlerin ümmetleri içinde Sen kendi manevi evlatlarını, ümmetlerini nasıl tanıyacaksın?” Buyuruyor ki: “Ben onları abdest azalarından tanıyacağım.” Onların abdest azaları bir çıra gibi yanacak… Bugünkü tabirle florasan gibi, bir projektör gibi parlayacak. Onların azaları, abdestle yıkadığı yerleri elleri, yüzleri, ayakları, kandil gibi yanacak. Nura çevirebildin mi abdestini? Ve onların yüzlerine bakıldığında secde izleri olacak. Yüzlerinde Allah’ın önünde eğilmişliğin, Allah’a teslim olmuşluğun ve kavuşmuşluluğun alametleri olacak. Rabbim de buyuruyor ya Bismillah; “Sîmâ hum fî vücûhihim min eseri’s-sücûd.”

Onların yüzlerine baktığınızda secde izleri vardır. Secdenin verdiği güzellik, ruhaniyet, nuraniyet var onların yüzlerinde. “Ve nurlar onların sağlarında, sollarında, önlerinde, arkalarında dönerler.” buyuruyor Peygamber (sav). Benim ümmetimin etrafında nurlar döner, ışık haleleri, feyiz haleleri olur. Ümmetimi onlardan tanıyacağım.

Bugün çevremize bakalım, Müslüman bildiğimiz, ibadet ettiğini bildiğimiz insanların hakikaten böyle bir ayrımcılığı var mı? Bu nur ahirette yüze/ele vuracak. Bu dünyada ise bu nur; fiillerde, hâl, harekette, sekinette, yaşantıda, düşüncede… Müslümanlara bakın namaz kılanla kılmayanı birbirinden ayırt edebiliyor musunuz? Abdestli ile abdestsiz yaşantı olarak birbirinden ayırt oluyor mu? Ben Müslümanım diyen ve kendince yaşamaya çalışan bunu söz olarak söyleyenler var onlara lafım yok namazında, niyazında olanlar hakikaten İslam’ca yaşıyor mu?

Sahabe döneminden bir örnek vereyim, siz bugüne mukayese edin. Ben bugüne fazla girmeyeceğim. Çünkü derdim sizi suçlamak, yargılamak değil; bir şeyler anlatmak. Düşünceye/tefekküre vesile olsun diye…
Sultanu’l-Enbiya zamanında bir Müslümanla bir yahudinin arasında bir alışveriş meselesi olmuş, neticesinde iş anlaşmazlığa dökülmüş, anlaşamamışlar. Yahudi demiş ki Müslümana; “Hz.Muhammed emin bir kişidir (sav). Ben O’nun Peygamber olduğunu kabul etmesem de dürüst, adil, emin bir insan olduğunu kabul ediyorum. Tarafsız olacağına, adaletli karar vereceğine inanıyorum ve o yüzden ben O’nu hakem seçiyorum. Diyorum ki meselemizi O’na götürelim.” Öbürü de Müslüman, diyor ki; “Tamam, O benim Peygamberim, sorun yok gidelim.” Sultanu’l-Enbiya’ya (asv) gidiyorlar. Efendimiz meseleyi iki taraftan da dinliyor ve buyuruyor ki: “Yahudi haklı, sen bunun zararını tazmin edeceksin.” Dışarı çıkıyorlar. Müslümanın gönlü Sultanu’l-Enbiya’nın kararına mutmain değil, çünkü aleyhine oldu ve yahudiye diyor ki; “İstersen gel bir de Hz. Ömer’e gidelim. Ömer de çok adil, çok hakkaniyetli biri. Bir de ona gidelim.” diyor. Yahudi “Olur, gidelim.” diyor. Ömer’e (ra) gidiyorlar. Yahudi meseleyi baştan anlatıyor, diyor ki: “Biz önce Hz. Muhammed’e (asv) gittik. O beni haklı buldu ama bu arkadaş Muhammed’in kararını kabul etmedi. Dedi ki; ‘Ömer daha adaletli, ona meselemizi götürelim, o halletsin.” Hz. Ömer diyor ki: “Peki, madem bunun için buraya geldiniz ben meseleyi halledeyim ama biraz bekleyin, cevap içeride ben size getireyim.” Hemen gidiyor içeriden kılıcını getiriyor ve bir vuruşta Müslümanın kafasını önüne düşürüyor. Diyor ki; “Cevap bu! İnandım dediği, iman ettiği Peygamberin hükmünü kabul etmeyen, O’nun yanılabileceğine, yanlış söylediğine inanan, adaletsiz karar verdiğine inanan insanın cevabı bu…” Yahudi, Müslüman oluyor. Diyor; “Bu nasıl din ki kendi dindaşını kayırmıyor, taraf tutmuyor. Ben sizin dininizin muhalifiyim, düşmanıyım ama hak senin, adalet bunu gerektiriyor... Adam Müslüman oluyor. Asıl yahudi öbürü imiş, içi dışa çıkıyor...

O günkü bu hadiseyi bugüne taşıyın ve bugünün Müslümanlarını etüd edin. Kur’ân ortada, sünnet ortada… Bakın, sağ adam bırakabilir misiniz?...

Dedik ki namazda hizmet var, kurbet var, vuslat var... Namazda hizmet var; kul zahirdeki bütün azalarıyla; eliyle, gözüyle, kulağıyla, bedeniyle istikbal-i kıble edip     Allah’ın emr-i şerifini yerine getirmek için, “Ey Rabbim! Sen benden kulluk istedin; namaz kılmamı istedin. Ben de var gücümle, bütün gayretimle bu emrini yerine getirmeye çalışıyorum.” bu hizmettir. Allah’ın emrini yerine getirmeye çalışmak, bütün azalarınla namaza odaklanmak hizmettir ve dolayısıyla şeriattır. Bu meselenin şeriat mertebesidir.

Zahir bedenini namaza yoğunlaştırdığın gibi manevi azalarını da; kalbini, ruhunu, sırrını, zihnini Allah’a yöneltiyorsun/teveccüh ediyorsun ve O’ndan sana gelecek olan affı, rahmeti, merhameti, mağfireti bekler bir durumdasın… Bir istiridye gibi ağzını açıp, içine inci olmak için düşecek damlayı bekliyorsun adeta. Her yönünle    Allah’a dönmüşsün. Bu da kurbettir, Allah’a yakınlıktır, tarikattır.

Secdeye başını koyduğunda Cenâbı Hakk’ın aşkından, sevdasından, arzusundan bütün letâiflerin bir kazan gibi fokurdamaya, kaynamaya başlar. Başını oradan kaldırmak istemezsin üç, beş, yedi, dokuz, on bir... kere devam etmek istersin tesbihlere: “Subhâne Rabbiye’l-A’lâ” derken adeta her söyledikçe bir deprem yaşarsın. O ulviyyetin, o kudsiyyetin karşısında bütün vücudun sarsılır, Hz. Cafer-i Sadık gibi kendinden geçer, bayılırsın. İşte bu da vuslattır, kavuşumdur ve hakikattir.

İmam Efendi bir kibarı kelamında buyuruyorlar ki:

Penc vakt fî sâlât-ı zâhirun
Âşıkan da fi’s-Salâti dâimûn…

Namazı zahirde kılanların namazları günde beş keredir. Âşık, vasıl olursan namazın daimidir. Senin namazın hiç bitmez. İşte iken de sen namazda gibisin. Alışverişte iken de namazda gibisin. Öyle buyuruyor Mevlâ: “Hiçbir şey onu   Allah’ı anmaktan alıkoymaz.” Ne alışverişi, ne ticareti, ne evladı, ne şu ne bu onu namazdan alı koymaz. Her yerde namazda gibisin. Hakk’ın huzurunda, O’nunla sohbet hali üzere, huzur hali üzeresin her yerde…

Böyle bir insana bütün kötülükler dar olur arkadaşlar. Allah’ın izni ile yanlış yapamaz, bütün suçlar ona dar olur. Hasbelbeşer bir gafletle olursa belki, ama planlı programlı, organize suçlar yapamaz. Bütün suçlar ona dar olur, bütün güzellikler, lütuflar ona yâr olur… İyiliklerden başka bir şey yapamaz. Namaz onu öyle arındırır, öyle temizler, öyle paklar ki... “İnne’s-salâte tenhâ anil fahşâi vel münker” buyuruyor Mevlâmız. Namaz onu bütün münkerattan, fuhşiyattan, masivadan uzaklaştırır, koruma altına alır. Namaz kılan insan Allah’ın emn u emanındadır. O insanın her şeyine Mevlâ kefildir. Bu insan böyle namaz kılıyorsa Allah onun kefilidir.

Bir yandan kulakla dinlerken bir yandan da tefekkür edelim: “Bizim namazlar nasıl?” Bir grup akrabamız hacca gitmişti de döndükten sonra ilginç anılarını anlatıyorlar. İçlerinden birinin bir anısı anlattılar, konuyla alakalı olduğu için bunu da zikretmek istedim. Mekke-i Mükerreme’de çarşıda alışveriş yapmış, namaz kılmak için Harem-i Şerif’e girmişler. Alışveriş yaptıkları çantayı bir yere koymuşlar, kalabalık bir hac zamanı. Biraz sonra bakmışlar çanta yok. Çantanın sahibi telaşla çantayı aramaya başlamış. Etrafındaki arkadaşları da çantayı bulalım diye seferber etmiş. Çantada da altın, gümüş yok. Takke, tesbih, öteberi hediyelik şeyler var. Çanta orada, burada derken farza durulacak, kamet getirilmiş. Birisi buna diyor ki “Millet farza duruyor, gel namazı kılalım çantayı sonra ararız.” Bu bir kızmış, bağırmış: “Nasıl kılalım. Şimdi benim derdim namaz mı? Ne namazı çanta kayboldu, çantayı bulacağız…”

Hadiseyi nakleden kişi “Allah var, o kişiden korktum.” diyor. Kâbe-i Muazzama’da çanta arıyoruz... Sonra bu insan hacdan gelecek, biz gidip onun eli Kâbe’ye değmiş diye elini, ayağını öpeceğiz... Çantayı öpelim bunun eli çantaya değmiş…

Kâbe’deki hale bakın. Kâbe’de bile “Derdim namaz mı?” diyor…

Hani “dervişin fikri ne ise, zikri de o dur” derler ya. Bugün bizler de böyle değil miyiz?.. Önemli bir işimiz olsa ya namazı terk ediveririz ya da o namazda öyle acele ederiz ki… Veya namaza durduğumuzda önemli işimiz aklımıza geldi… Aman Allah! Yarışırcasına namaz kılmaya başlarız. Rükûdan hiç belimizi doğrultmadan secdeye, secde aralarında oturmadan ardarda secdeleri yaparız. Artık nasıl tahiyyat okuyoruz, ne okuduğumuzu Allah kabul etsin. O kadar seri/çabuk okuruz, dilimiz bazen sürçer yanlış da okuyabiliriz, önemli değil. Önemli olan ne? O aklımıza gelen iş, ona yetişeceğiz. Birader nedir senin namazdan bu kadar mühim olan işin? Nasıl bir iş ki o namazdan mühim? Nasıl bir iş ki o Hak’tan önemli.

Sonra da biz namaz kılıyoruz ama Allah bizim isteklerimize cevap vermiyor. Yardım da istiyoruz  Allah’tan ama yardım da gelmiyor. Birader senin mektuplarının pulu yok, senin mektuplarının üstünde adres yok, sen habire postahaneye gidip atıyorsun ama ne adres var, ne pul var. Bu mektup yerine ulaşır mı?

“Salli reeytumûni en usalli”  buyuruyor Cenâbı Peygamber. “Namazda Beni gördüğünüz gibi namaz kılın.” Ben nasıl namaz kılıyorsam, namazda nelere riayet ediyorsam siz de namazı öyle kılın, buyuruyor Sultanu’l-Enbiya. Öyle namaz kılın ki o namazın neticesinde vuslat olsun, o namaz hizmete dönüşsün, o namaz sizi kötülüklerden men etsin, gönül gözünüzü açsın, kalbinizi kalaylasın o namaz.

Cenâbı Hak her işimizde, her amelimizde/fiilimizde bize ihsan sırrına riayet edebilmeyi, takva üzere olabilmeyi lütfeylesin. Namazlarımız ve sair ibadet ve taatlerimizi kemale erdirsin, kulluğumuzu layıkıyla razı olacağı şekilde yerine getirebilmeyi bize lütfeylesin.

Hepimizi umduklarımıza nail, korktuklarımızdan emin eylesin. Bizi ölene kadar, nesillerimizi kıyamete kadar İslam’a, Kur’ân’a, Sünenât-ı Muhammediyye’ye hâdim eylesin. Neslimizden din düşmanı, fasık, münafık, İslam’ın ahkâmını, ahlâkını, irfanını bırakıp da ne idüğü belirsiz “izm”lere, anlayışlara, yollara, teorilere sapan kimseler getirmesin. Cenâbı Hak âmin diyenleri iki cihanda emin eylesin…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Sual: Efendim, Cenabı Hak Sûre-i Enfâl’de “Ve iyi bilin ki mallarınız, evlâdlarınız bir fitneden ibarettir, Allah yanında ise azîm ecirler vardır.” buyurmaktadır. Ayeti kerimede bahsi geçen fitne kelimesinden çıkarılacak anlamlara göre ayetin bütün olarak ihtiva ettiği mana da farklılaşıyor. Buradaki “fitne” kelimesinden ne anlamalıyız?

Cevap: Bu ayette geçen fitne kavramı Türkçemizde anladığımız manadaki fitne değil. Türkçemizde fitne denildiğinde anladığımız şey; bir kargaşa/karmaşa, ortalığın karışması, insanların birbirine düşmesi, hiç kimsenin emniyet içinde olmaması, her şeyin aslî mecraından sapmış/çıkmış olması, her şeyin tehlike arz etmesi. Gerçeklerin yerine yalan dolanın hâkim olması… Fitne deyince biz bunları anlıyoruz. Daha özet, ifadelerle kaos ve kargaşayı anlıyoruz biz.

Ayeti kerimelerdeki belli yerlerde ve bu ayeti kerimedeki fitne kavramından “imtihan” kastediliyor. Mallarınız, mülkleriniz, evlatlarınız veya Allah tarafından size verilen her şey; güzellik olarak, nimet olarak bilinen, Allahu Teâlâ’nın size verdiği her şey sizin için bir imtihan vesilesidir. Siz onlarla imtihan edileceksiniz. Nasıl? Onları Allah yolunda, Allah için kullanıyor musunuz? Yoksa onları Allah ile aranıza mı sokuyorsunuz? Onlar sizi Allah’a yaklaştırıcı vesileler mi oluyorlar? Yoksa size ibadeti terk ettiren, zikri, fikri unutturan, sizi doğrudan saptıran, sizi Allah’tan uzaklaştıran vesileler mi oluyorlar? Bunun için bunlarla imtihan edileceksiniz.

Cenâbı Hak bizi ikaz ediyor. Demek ki biz bu ikazı iyi dinleyip onları Allah’ın razı olduğu şekilde değerlendirirsek; evladımızı Kur’ân ahlakına, ahkâmına göre, İslam fıtratı üzerine yetiştirirsek, malımızı mülkümüzü de Allah için elimizde tutarsak; zekâtı varsa zekâtını verirsek, içinden infakta bulunursak, tasadduk edersek, mümin kardeşlerimizin ihtiyacına kullanırsak, onun hırsına tamahına kapılmazsak, sürekli aklımızı, kalbimizi o meşgul etmezse sorun yok. O zaman onlar bizim için ibadetten, güzelliklerden sayılır. Bu anlamda biz, onlar ile imtihandayız.

Eğer bu imtihanı kazanamazsak bunlar bizim için tehlike olur, bizim için fitne olur. En büyük fitnelikleri ne? Bizi Allah’tan uzaklaştırırlar. Biz onlarla oyalanırken ömür biter, ömür sermayesini kaybederiz. Oğlum, kızım diyene; malım mülküm diyene bakmışız ki kabrin kapısına yaklaşmışız, elde avuçta bir şey yok. İşte o zaman tehlike olur. İnsan elindeki her nimeti, her imkânı halis niyetle Allah için kullanırsa bu faide; Allah için kullanamazsa bu fitne/tehlike olur, zarar verir.

Misal cebinde bir silahın olsa, bunu sen düşmana karşı kullansan, savaşta kullansan, o silah senin için Allah’ı zikrettiğin tesbihden daha mühimdir, Allah yolunda kullanırsan. Aynı silahı sen cinayet amaçlı kullanırsan senin için fitnedir, başına gelen felaketlerin en büyüğüdür. Kullanmakta olduğumuz her şey böyle, sadece evlat için de değil. Dünyada sahip olduğumuz her şey bizim niyetimizle neticelenecektir. Niyetimiz güzelse o şey güzel, niyetimiz bozuksa o şey bozuk. Misal niyet güzel olunca evdeki üzümü şurup/şerbet/sirke/pekmez yapar, konu komşuya ikram edersin, sadaka hükmünde. Ama niyetin bozuk oldu mu aynı üzümü içki/şarap yapar, fitneye bulaşmış olursun. Her şey niyetle… Evladını âlim olsun diye, kahraman olsun diye, insanlığa faideli biri olsun diye yetiştirirsen, Allah’ın peygamberini ona tanıtırsan, insanlığı ona sevdirirsen bu Allah’ın hoşuna gider.  Bunlar sana mükâfat olur ve topluma da bir insanı kâmil yetiştirmiş olursun. Ama sen aynı evladını hırsla/tamahla yetiştirirsen, soyguncu olarak yetiştirirsen, onun bunun malında, iffetinde, ırzında, gözü olan biri olarak yetiştirirsen… “Sen benim oğlumsun, sana kimse dokunamaz, sen ne yapsan yeridir…” gibi bir gangster yetiştirirsen bu senin için fitne olur. Onun yapacağı her kötülükten, vereceği her zarardan sen, Allah’ın yanında mes’ulsün.

Misal çocuğun, çocukken top oynayıp topu atsa, birinin camını kırsa sen mes’ulsün. Niye? Sen onu eğitmedin ki. Zararlı oyunlar oynama, oynadığın oyunun içinde kimseye bir zarar olmasın, kimsenin canı yanmasın. Birisinin bahçesinden izinsiz bir çiçek koparsa baba olarak sen mes’ulsün. O çocuk bilmez, gider birinin bahçesinde güzel bir çiçek görür, ağacında güzel bir meyve görür, koparır. Baba bundan mes’ul olur. Niye? O çocuğa bunun zararlı olduğunu öğretmedin.

Eğer evladını iyi bir insan olarak yetiştirirsen o zaman Allah bu işe razı olur. Sana o çocuğa karşı şefkat/ilgi/sevgi vermiş, çocuğu o kadar sevecen kılmış ama adeta sana tembih etmiş ki; “Hiçbir şey sana Allah ve Resûlü’nden daha sevimli olmasın.”

Sual: Rum Sûresi’nde; “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” buyruluyor. Sûfîler huzuru, Allah’la karşı karşıya olmak, beraber olmak şeklinde anlamışlar. Bu ayette geçen “huzur”dan kasdı ve sûfîlerin huzur tarifini nasıl anlamalıyız? Bunlar aynı mıdırlar yoksa farklı mı? Huzuru nasıl anlamalıyız?

Cevap: Aynı huzurun devamıdır. Cenâbı Hak helal dairesini, helalin sınırlarını bize bildirerek ve o helal sınırları içinde bize kendimizi meşgul edeceğimiz, kendimizi tatmin edeceğimiz nimetler vererek Allah’a karşı olan kulluk duygumuzu muhafaza ettirmiştir. Çünkü haram bu huzuru bozacaktır. Haram fitnenin, fesadın, tehlikenin kendisidir.

Dolayısıyla Allah ile olan rabıtamızı/ilişkimizi, kalbimizdeki ihlâsımızı/muhabbetimizi bozacaktır. Huzuru devam ettiren şeyler bunlardır. Aynı huzurun devamı olduğu için, Cenâbı Hak beşerî ilişkilerde harama bulaşmamamız için evliliği bize meşru kılmıştır ve biyolojik olarak aynen bizim gibi olan, bize benzeyen varlıkları bize eş olarak lütfetmiştir ki helal dairesinde bunlarla beraber olun, yani nikâhlanın, ihtiyaçlarınızı giderin, Allah’a karşı olan ahdinizi bozmayın. Bu da yine sûfilerin huzur diye bahsettiği şeyin muhafazası ve devam ettirilişidir. Çünkü yanlış yaptığında kalb karışacak, ihlâs bozulacaktır. Yanlış yaptığında o manevi iksir bozulacaktır. Gözünle bile harama baksan -Bırak fiili zinayı, Allah esirgesin!- bu kalbini berbat edecektir. Cenâbı Hak bunun için ayeti kerimede “Gözlerini haramdan sakınsınlar.” buyuruyor. Tehlikeyi ta başından haber veriyor. Niye? O huzur bozulmasın diye. Kalpteki huzur, Allah sevgisi, Allah korkusu, mes’uliyet duygusu bozulmasın. Mümin içsel olarak bütün mesaisini bu konuya harcamalıdır. Bir şey yaparım, bir yanlışta bulunurum da Allah ile olan huzurum, Allah ile olan ahdim bozulur diye azami derecede dikkat etmeli. Gözüne bu yüzden sahip olmalı, kulağına, zihnine, bütün âzâ ve cevârihlerine, bütün duygu ve düşüncelerine sahip olmalı. Bunların netiesinde o istenilen huzur ve agâhiyet hali elde edilir. Bu yüzden Cenâbı Hak helal dairesini bize bildiriyor. İzdivacı, nikâhı meşru görüyor.

Gerçi bugün sınırları çok fazla genişletmişler, artık helal haram birbirine karışmış. Allahu Teâlâ; “Mümin erkeklere ve mümin kadınlara söyle gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar.” buyuruyor. Yabancı bir kadına bakmaktan gözlerini sakınsınlar. Niye? Göz baktığında ola ki gönül karışabilir, zihne farklı bir düşünce gelebilir, arzu ateşi içeride alevlenebilir ve o arzu ateşi insanın Allah’a karşı olan korku duygusunu yakar da yanlış fiiller yapar. Cenâbı Hak bunun tedbirini baştan alıyor: “Mümin erkek ve kadınlara söyle gözünü haramdan sakınsınlar.” Ama bugün diyanet reisi çıkıp diyebiliyor ki; “Gönlünde farklı bir düşünce yoksa kadınlarla toka/musâfaha yapabilirsin.” Hâlbuki bu aynı ayetle haram edilmiştir. Gözünü sakınması gereken bir insan; bakışla temas nerede, bedenin birbirine teması, sıcaklığı hissetmek nerede…

Sanki biz istiyoruz ki; Allah her şeyi harfi harfine, noktası noktasına söylesin. “Gözünü sakın!” buyurdu,  “Elini de sakın!” buyursun. Musâfaha yapabilirsin, derken delil olarak da diyorlar ki: “Kur’ân’da tokalaşma hakkında bir şey yok.” Ama Kur’ân’da mana bütünlüğü var. Gözün sakınılmasındaki hikmet ne ise, elin sakınılmasındaki hikmet de o… Gözünle baktığında ne hissedeceksen, elinle tutuğunda bunu fazlasıyla hissedersin. Nasıl cahilane bir ifade ile çıkıp Kur’ân-ı Kerim’de “tokalaşmayın” diye bir emir yok diyebilirsiniz. “Tokalaşın” diye bir emir var mı peki? Aksi var mı bunun? Ama “Gözünü sakın!” diye emir var. Bundan ne anlıyorsun sen? Öyle bir tehlikeye kapı açılabilir. Öyleyse bu elle de açılır. Musâfaha ile de açılır ki gözden daha yakın temas var. Bu çok acı bir şey… Müslümanların lideri olduğunu söyleyen insan, Müslümanları zinaya teşvik edecek ve Allah’ın emrini görmezden gelecek. Meseleyi sanki bu memlekette kimse okumamış, yazmamış; bu meseleler hiç bilinmiyor, konuşulmamış havasına büründürecekler.

Allah helal dairesini geniş kılmış ve buyurmuş ki: -Hepinizden özür dilerim, mevzu açıldığı için bunları söylüyorum.– “Aileleriniz sizin tarlalarınızdır. Dilediğiniz gibi ekim, dikim yapabilirisiniz.” Bu helal dairesinin sınırlarını gösteriyor. Ama ulema ayeti incelemiş, üstünde ince ince düşünmüş ve buyurmuş ki: “İnsan tarlanın yüzünü eker. Yüzünde istediğin ekim, biçim yaparsın…” Cenâbı Hak helal dairesini bu kadar genişletmiş. Niçin daha elle tokalaşmaya tevessül edesin? Sana ailenle, belli ölçüler/şartlar hariç, her türlü şey serbest edilmiş, sınırlandırmamış Cenâbı Hak.  

Umuma karşı “Gözünü sakın!” buyurmuş. O zaman gözünü sakındırman gereken şeyden her yerini sakındıracaksın: Gözünü de sakındıracaksın, dilini de sakındıracaksın, zihnini sakındıracaksın… Bütün azalarına sahip olacaksın. Yoksa Cenâbı Hak buyurabilirdi: “Kötü bir niyetin yoksa istediğin kadar bakabilirsin.” Ama “Bir bakış helal.” buyuruyor Cenâbı Peygamber. Tanıma kastiyle: Bu ağaç mı, insan mı; kadın mı, erkek mi… “Bir bakış helaldir, ikinci bakış ateştir.” buyuruyor Cenâbı Peygamber. Baktın gördün ki kadın, daha bakmayacaksın. İkinci kez bakarsan bu senin ilgindir. Yani için karıştı. Bir bakış helal, ikinci bakış ateştir. Bakmayacaksın...

Hz. Abbas’ın oğlu Abdullah ile Cenâbı Peygamber (asv) bir Hac döneminde Arafat’tan Müzdelife’ye doğru veyahut bir rivayette sabahleyin Müzdelife’den Mina’ya doğru geliyorlar. Amcaoğlu ile Efendimiz’in kendisi aynı ata binmişler. Halk da, hüccac da yaya yürüyor; biniti olan biniti ile,  olmayan yaya yürüyor. Tabi o günün şartlarında insanların çok fazla örtünebilecekleri imkânları da yok. Bir de yeni Müslüman olmuş toplumlar, henüz İslam’ı kavrayamamış, İslam’ın meselelerini tam özümseyememişler. Elbiseleri rüzgârdan ve saireden açılan bayanlar oluyor, mahrem yerleri görünebiliyor. Yani başörtüsü uçuyor, gerdanları görünüyor, elbiseler çok fazla muhafazalı değil, elini-kolunu kaldırdı mı koltuk altları vs. görülebiliniyor. Allah Resûlu kadınların o halde olduğunu görünce -İbni Abbas’ın gözleri tutmaya başlamış, genç bir sahabi- bakmasın diye gözünü tutuyor. O da Efendimiz’e buyuruyor ki: “Ya Resûlallah! Yorulmayın, siz zahmet buyurmayın.” Yani elinizi gözüme tutmayın. Efendimiz buyuruyor ki:
“Senin benim yanımda bir yanlış yapman beni daha çok yorar ya İbni Abbas!” Ben böyle yorulmuyorum. Senin yanlış yapman, yani bir kadına bakman beni daha çok yorar. Ve Müzdelife’ye gelene veya Mina’ya inene kadar İbni Abbas’ın gözlerini tutmuşlar…

Peygamber (sav) yanındaki insana böyle bir muamelede bulunuyor. Onun gözünün temiz olduğundan emin değil mi? Onun için “Gökteki yıldız gibi” buyurmuş. Ümmete hidayetin imamı olarak gösteriyor ama gözünü tutuyor… Düşünün artık. Bu zamandaki Müslümanlar yenip içilen bunca haram mal ve şüpheli şeylerle vücudunun her yerlerini tutmak zorundalar, ellerini de tutmak, kadınlardan sakındırmak zorundalar…

Şimdi bunun daha önüne geçmek çok zor. Reis Bey böyle açıklama yaptı diye artık elini veren verene. Gerekçe ne? Kur’ân’da bunun yapılmamasına dair bir hüküm yok… İşte hüküm bu: “Gözünü haramdan sakınsınlar.” Tehlikeye kapı açacak şeye yanaşmayın. Onun belirlediği helal sınırları içinde olursan o huzur bozuluyor. Ve kalpteki o ilahi maya bozulmasın, iman, ihlas bozulmasın, muhabbet sarsılmasın. “İman denilen şey beyaz bir çarşaf gibidir.” buyuruyor Cenâbı Peygamber. İşlenilen suçlar, gafletler, masiyetler o çarşafın üstüne konan siyah lekeler gibi zamanla çarşafın beyazını görünmez hale getirir, çarşafın tamamını kaplayabilir. Bembeyaz çarşaf simsiyah olabilir. Masivalar kalbi kapatır.

“Kesin delillerle helal de belli haram da belli. Ama her ikisinin arasında bir cihetiyle/görünüş olarak helale yakın ama insanı harama bulaştıracak şüpheli şeyler var. Ben size bunlardan sakınmazını emrederim.” buyuruyor Cenâbı Peygamber. Ve buna misal olarak da buyuruyor ki: “Bir çoban, sürüsünü başka bir kardeşinin arazisinin sınırında otlatırsa, ihtimaldir ki koyunlar sınırı geçip diğer tarladan, bahçeden otlayabilirler. O kardeşinin hakkına tecavüz etmiş olabilir, onun ekinini yiyebilir. Bu duruma düşmemek için, böyle bir tehlikenin meydana gelmemesi için ne yapacak? Hayvanı sınırdan uzakta otlatacak, sınıra yanaştırmayacak.” “Şüpheliden sizi men ederim.” buyuruyor. Bazı şeyler şüpheli hükmünde. Belki hakkında açık bir beyyine/delil yok ama şüpheden de tamamen salim değil, şüphe ihtimali var.

İşte o şüphe ihtimali olan şey ne? Musâfaha… Ne o? Haremliğe selamlığa riayet etmeme… “Biz akrabayız, bayanlar örtülü, bizim de kalbimizde kötülük yok.” Beraber/maaile birlikte oturmak şüpheli. Öyleyse ondan uzak duracağız. Kimsenin imanını, amelini riske atma gibi bir lüksü olamaz. Bunlar riskli işler. “Ya bir şey olmaz.” diyebilirsin ama ya olursa?.. Böyle bir riske kendimizi atma lüksümüz yok… Sormuş olduğunuz “Onlarla huzur bulasınız diye...” ayeti kerimesinde geçen huzur da bu. Huzur aynı huzur. O huzurun korunması, o huzura bir halelin/zararın gelmemesi için Cenâbı Hak bu işi helal dairesinde yapmamızı emir buyuruyor.

Sual: Bu huzurun eksikliği insanın ibadetten alacağı manevi hazzı zevki, iştahı etkiliyor herhalde. Çünkü insanları görüyoruz. Bir ara güzel, camiye cemaate devam ediyorlar. Daha sonra istikrarlı olamıyorlar… Yani, huzur eksikliği, Müslümanların salih amellere devam edememelerinde önemli bir etken değil mi?

Cevap: Misal insan bedenen tam bir sıhhate sahip değilse hayatta yaşayacağı birçok şeyden zevk almaz. Rahatsız olduğu için hiçbir şey onu memnun etmeyebilir. Ne yemeklerin öyle çok lezzetini alabilir, iştahsızdır; onu güzel bir manzaraya götürmek istesen hemen üşütür, hasta olur o yüzden oralara gidemez, akçık havaya çıkamaz, tabiatla baş başa kalamaz. Bir yol yürüyemez, nefesi daralır, kesilir… Yapmak istese de sıhhati el vermediği için birçok güzellikten, nimetten kendini mahrum eder. İnsanın ruhanî yönü de böyle. Eğer insanın ahlakı mükemmel değilse, imanı kâmil değilse, ameli salih değilse Allah’a sevgisi, Allah’tan korkusu tam değilse istikrar gösteremez, sağlıklı düşünemez, tefekkür edemez. Sağlıklı düşünemeyince kendisinde ameli salih yapma azmi, gayreti olmaz. Bir vakti kılarsa öbür vakti daldırır, terk eder. Misal öğlen işin yoğun saatlerine denk geldi, kalabalık oldu, müşteri geldi, alışveriş oldu diye namazı düşünemez. Belki bunun üzüntüsünü de çekmez ki “Ben bugün öğle namazını kılmadım.” Sıhhatli düşünemez. Tabi bu sefer ikindinin de önemini anlamaz, ikindi de böyle gidebilir. Allah’ın heybeti içinde olmadığı için hep: “Allah büyüktür, Kerim’dir, Rahim’dir, Gafur’dur…” diye düşünerek geçiştirir. Namaza önem vermediği gibi helale harama da önem vermez. Ekonomik olarak başı dara girdiği yerde harama başvurabilir. Gider faizli borç alır, kredi alır. Benim bu yaptığım işler temiz mi değil mi? diye bakmaz. Bunlar hep ona bir külfet getirir. Sonra ziyan olarak ona geri dönecek. Bu ziyanı sadece ahirette beklememeli. Bu insanın dünyası da hüsran olur. Cenâbı Hak, o kişi için: “Maişeten dankâ-Dünyada da dar bir geçim olur.” buyuruyor. Allah’ın hükümlerinden yüz çevirirse, ahiretteki çilesi ayrı, dünyada da zorlanır, dünyası da kararır. Dar bir maişet, zor/sıkıntılı bir geçim vardır onun için. İşte sıkıntı ne? Biz zannediyoruz ki sıkıntı ekonomik olarak daralır, yani alım gücü olmaz. İlla bu değil. Hak seni terk etmiş ve seni haramla baş başa bırakmışsa bu tehlike, senin için dar bir geçim. Sonra bunun hesabını nasıl vereceksin? Belki milyonlar kazandın ama bak ki bunlar nereden geldi. Milyon kazandın, görünüşte ekonomik durumun çok iyi ama geliş yeri neresi? Geliş yeri önemli. Bu sıkıntı. Dar geçim bu. Dar geçim illa maddenin az olması anlamında değil, çokluğu da imtihan. Nereden geldiği, nasıl geldiği… Bunlar önemli.

İbn Ataullah İskenderî Hazretleri Hikem-i Atâiyye’de buyurmuş ya; “Sen, Allah’ın yanındaki kadru kıymetini, değerini anlamak istiyorsan bak ki Allah seni nerelerde istihdam ediyor, ne işlerde kullanıyor.” Bu senin Allah yanındaki değerin. Allah yanında bir kıymetin varsa seni makul işlerde kullanacak. Yok, yarın seni bedbaht edecek, berbat edecekse serbestsin.

Yine buyuruyor İbn Ataullah Hazretleri: “Allah'a isyanın devam ederken O’nun hâlâ sana nimet vermesi sana büyük imtihan olarak yeter.” Sen isyan ederken, gafletteyken O hâlâ sana ikram ediyor. Çünkü yarın seni cidden borçlu çıkaracak. Ödeyemeyeceğin bir borcun altına gireceksin. O’nun hazinesinde tükenme yok, O’nun hazinesinin sınırı yok, sonsuz veriyor.

Misal toptancı mal satıyor, adamda mal çok, satıyor. Sen toptancı satıyor diye habire gidip alacak mısın? Ödeme gücüne göre alacaksın. “Ben bunun ne kadarını ödeyebilirim?” Ona göre mal alman lazım. Adam satıyor ama babasının hayrına vermiyor sana. Satıyor diye habire gittin çekleri imzaladın. Ödeme günü geldiğinde bir şey yok… Kulla Allah arasındaki ilişki de bu misalde olduğu gibi. Allah sana ikram ediyor ama otur sen bir düşün. Niye bana bu kadar ikram ediyor Cenâbı Hak? Bunların benden karşılığını; şükrünü, zikrini, fikrini    istediğinde verebiliyor muyum? Burada muhâsebemi iyi yapmak durumundayım. “Senin Allah'a isyanın devam ederken Allah’ın sana ikram etmesi, senin için en büyük musibet, en büyük felaket!” buyruluyor.

İnsan bu sebeple, bir şeyler oturmadığı için, Hucûrat Sûresi’nde buyrulmuş olduğu gibi bazı kavimler, bazı insanlar nimetlere meylettikleri için gelip Müslüman oluyorlar. Cenâbı Hak Efendimiz’e buyuruyor, hadiseyi önden haber veriyor. Onların grup grup Müslüman olmaları seni şaşırtmasın, onlar henüz mümin olmadılar, yani Allah'a tam inanmadı, Allah'a tam teslim olmadılar. “Biz mümin olduk demesinler, iman henüz onların kalplerine girmedi.” buyuruyor Cenâbı Hak. Biz tam inandık, mutmain olduk demesinler, henüz olmadılar iman kalblerine girmedi. Onlar savaş ganimetlerinden, o ganimetlerden hisse almak için teslim oldular, Müslüman oldular. “Biz Müslüman olduk, biz teslim oluyoruz.” desinler. Yani size müdahale etmeyeceğiz, sizinle savaşmayacağız, size karşı gelmeyeceğiz… Teslim oluyoruz, desinler.

Şimdi düşün, ya bugünün Müslümanı. Bahsetmiş olduğun namazını bir kılıp bir kılamayan, bir müddet devam edip istikrar gösteremeyen Müslümanların farklı beklentileri var. Allah o beklentilerine, kendince, cevap vermeyince Allah ile ahdini, anlaşmayı bozuyor. İnsanın bunun için ciddi bir tedavi görmesi lazım. Kalbini, kafasını, ruhunu, sırrını tedavi ettirmesi lazım. İman kalbine girip otursun diye.

Günümüzdeki yaşam “Müslüman olmuşum yeter.” Mümin olma çabası, imanın tam kalbe nüfuz etme, kalbe yerleşme gayreti, istisnalar kaideyi bozmaz, genel olarak Müslümanlarda yok. Müslüman ol, teslim ol, tamam… Bugün Müslümanlara imanın ruhanî yönü, takva yönü çok lüks olarak gösterilmiş, o cephesine kimse talip değil. Takva aşırı lüks Müslümanlara göre. Talip değiller. İslam ne? Sen beş vakit namazını kıl, etliye sütlüye karışma, kimsenin malında, ırzında gözün olmasın, yalan söyleme tamam. Suya sabuna dokunma hikâyesi var ya, suya sabuna dokunma, etliye sütlüye karışma, beş vakit namazını kılıyorsan Allah kabul etsin, senden iyisi yok… Bu kadar mı?..

Sual: “Tüm insanlar toplansa, Allah’a yalvarsa Allah tek bir kulundan vazgeçmez.” buyurmuştunuz. Allah’ın kendisini böyle sevdiğini bilen bir kul ne yapacağını bilemez, nasıl davranacağını bilmez herhalde değil mi?

Cevap: İşte insan bunu düşünse, Allah tarafından ne kadar sevildiğini ve  ne için yaratıldığını düşünse eli ayağı birbirine dolaşır ki ben bu sevgini karşılığını nasıl verebilirim?..

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Sual: Efendim, günümüz insanlığında stres hastalığı çok yaygın. İnsanlar da bu stresten kurtulup rahatlamak için kendilerine çeşitli meşguliyetler buluyorlar. Mesela sizin “Asrın altın buzağısı!” olarak tanımladığınız teknoloji, bilgisayar oyunları, aşırı internet bağımlılığı insanların kendilerini meşgul etmek için kullandıkları aktivitelerin başlıcaları. Yine bunun gibi televizyon izleyerek, spor yaparak kendilerini rahatlatmak isteyen kişilere sıklıkla rastlıyoruz. Acaba stresten kurtulmanın, rahatlamanın yolları bunlar mı olmalı?

Cevap: İnsanların kimi spor yaparak rahatlıyor. Herhangi bir spor yapamıyorsa yürüyüşe çıkıyor, çatlayana kadar geziyor. İnsan yaptığı spor esnasında ya kafasına taktığı bir şeyi çözmek istiyor ya unutmak veya kendini unutmak istiyor. Kimi yiyerek rahatlamak istiyor. Canı sıkıldı mı, sinirleri gergin oldu mu alıyor yanına bir harman çekirdek veya kuruyemiş yiyor. Yani ne yediğinin de farkında değil, dille ağız arasında gidip geliyor. Rahatlama, kendini avutma, dağıtma adına habire yiyor. Kimine bakıyorsun deniz kenarına gidiyor. Orada taşları eline alıyor halka halka sektirmeye çalışıyor. O halkalara bakarak sanki içinden bir şeyler bırakmış gibi hissediyor. Kimisinin çenesine vuruyor; konuşmaya başlıyor, dil içeri koymuyor. Adam rahatlama adına saatlerce konuştukça konuşuyor. Demek istediğim herkesin arkasına saklandığı bir kaçış süreci/şekli var. Hâlbuki insan Allah’ın zikrine yönelmeli, düzenli bir şekilde kendini tekâmül ettirmeye çalışmalı. Misal insan, imkânı varsa birebir insan sesinden dinleyerek, yoksa bir teybe güzel bir ilahi koysa; veya Abdussamed, Mustafa İsmail, Abdurrahman Sadien gibi meşhur bir hafızdan Kur’ân-ı Kerim dinlese, duyguları harekete geçse… Ondan sonra güzel bir kitap alsa anlayarak okumaya çalışsa, gönlü tamamen sürülmüş, havalandırılmış, affedersiniz, gübrelenmiş bir toprak gibi olur. Gönlü hallaç pamuğu gibi atılır, müsait bir hale gelir. Ondan sonra tesbihini eline alsa bu gönle ekmeye çalışsa… Hûşû ile huzurla samimi istiğfarda bulunsa, Allah’a yalvararak, aşkını ümit ederek, O’nun merhametinin genişliğini hissetmeye çalışarak “Estağfurullah el Azim!” dese; ondan sonra “La ilahe illallah!” deyip bu mübarek kelimeye yüklense… Bazı tohumları ekerken bir çubuğu toprağa bastırıp deler, sonra tohumu o deldikleri yere atarlar. Ne kadar derine inerse o kadar mümbit olur. O kelime-i tevhidi adeta böyle, gönlünün derinliklerine darbederek, içten gözyaşı ile birlikte dese. Yani; “Sen benim Sahibim’sin, Halıkım’sın, Rabbim’sin… Şimdi beni kime bırakıyorsun? Ben düşmüşüm, ben bitmişim, ben perişanım. Sen bana sahip çıkmazsan bana kim sahip çıkar? Benim sahibim Sen’sin. Beni bu dünya çirkefi içinde, bu kîl u kâl içinde bırakma!” dercesine, bütün iştahıyla yalvararak “La ilahe illallah, La ilahe illallah…”  dese… Ondan sonra salât-u selama devam etse. Adeta tohum ektikten sonra çok kuvvetli olmayan nisan yağmuru gibi derûnu etkileyecek bir yağmur mesabesinde;  “Allahümme salli ala seyyidina Muhammed.” dese. En kısası böyle, Peygambere salât-u selam getirerek ektiği tohumu rahmet, muhabbet, ülfet, ünsiyet yağmurlarıyla sulasa…

Böyle bir insan o zaman ne umar da erişemez, ne ister de alamaz, ne arzular da olmaz ki… Yürüyüş yapmak gerekiyorsa kalbine doğru yürü, hakikat râhında yürü. Ne güzel bir yürüyüş… Hulusi Efendi buyurmuş ya “Bilmem ki sen nesin gönül…” Gönlü tanımaya çalışmak lazım. Her şey orada olup bitiyor. Yürüyüşse gönülde yürü, bir şey seyredeceksen, gönül aynasından O’nun sanatını seyret. Kanal bir kanal gezeceğine gönlüne yönel, O’nun hikmetlerini, kudretlerini, sanatlarını seyret. Bir şeyler tıkınacağına istiğfar ederek kendini temizle, arındır bütün dertlerinden, sıkıntılarından kurtar. O sana görünmezden, bilinmezden kapılar açar, hazineler ikram eder. Allah’tan uzak kaldığımız sürece, Allah’a yaklaşmadığımız, yakın durmadığımız sürece tehlikelerin, fitnelerin, zorlukların ardı arkası kesilmeyecektir. Birini düzeltsen başka biri başlayacak, O’nda ‘yok’ yok ki. Sen bir şeyi düzelttim, rayına oturttum diyeceksin, önüne başka bir engel çıkaracak arkadakini de bozacak. Geriye baktığında bütün yaptıkların bozulmuş... Dünyanın ‘ne mutlu’su olmamış, dünyanın ‘ne mutlu’su yok…

İnsan Allah’tan başka neye inanıyorsa, o inandığımız şeyler cahilliye dönemindeki helvadan putlardan veya bugünkü totemcilerin totemlerinden başka bir şey değil. Bunlar kendi vehimlerimiz, kuruntularımız, karamsarlıklarımız… Bunlarda ümit ışığı arıyoruz. Bunlarda nasıl bir çıkış yolu bulabiliriz ki? Gelişmesi/oluşması fani bir varlığa muhtaç olan eşya ve hadiseden yardım/medet ummak, tesirci zannetmek, kurtuluş gibi görmek, bunlara bel bağlamak… Misal düşünün ki milyarların olsa gidip onları kuruyemişe, çereze, oyuncağa vesaire harcasan. Bir tane ayıcık alsan, bir tane ağlayan, bir tane gülen bebek alsan bu akıl kârı mı? Adama demezler mi ki bu kadar parayı ne yaptın? Bunlar ne?.. İnsan akıl sermayesini, iman sermayesini, hayat sermayesini bu denli fani şeylerden medet umarak, fani hesaplarda harcamamalı. Kendisini yaratanıyla, yaşatanıyla irtibat kurmaksızın, O’nunla bir diyaloga geçmeksizin, O’nun rızasını düşünmeksizin bir an bile geçirmemeli. Misal bu evin bir sahibi var ve ben de kiracıyım. Ben kalkıp bu evde kendi kafama göre, ev sahibine sormadan tadilatlar yapıyorum. Üstelik bununla da ev sahibime hak iddia etmeye kalkıyorum ve diyorum ki “Ben bunları yaptım, bunların masrafını kiradan düşelim.” Adam demez mi ki “Bunları yapmadan bana sordun mu? Ev benimdi niye bozdun benim evimi? Ben bunları kiraya saymam. Başka bir eve de taşınırken ben bunların hiç birisini istemem, evimi eski haline getireceksin…” Hukuken de hiç bir hakkımız yok, saydıramayız. Yani bir başkasının mülkü üstünde benim tasarrufta bulunmam, hak iddia etmem ne kadar mantıksız ne kadar anlamsız değil mi?

Şimdi bu mülk Allah’ın mülkü, bu beden Allah’ın. Ben Allah’ın mülkünde, Allah’ın rızasını gözetmeksizin, O’nun emrini dinlemeksizin bir tasarrufa kalkıyorum, işlere girişiyorum… Girişiyorum ama mülkün sahibi bu konuda ne diyor? Derse ki; “Ben bu yaptıklarını kabul etmiyorum, mülkümü sana teslim ettiğim gibi istiyorum.” Ne diyebilirsin? Kul O’nun rızasını gözetmek istiyorsa, O yeryüzünde kendine bir vekil tayin etmiş. Demiş ki benim mülkümde benim adıma söz söyleme yetkisi ‘peygamberime’ aittir. O beni temsile memurdur. O’nun sözü Benim sözümdür.  O’na bakacak, O’na danışacak, O’na uyacak. Hayatını O’nun verileri ile şekillendirecek ki yarın mahcup duruma, borçlu duruma, haksız duruma düşmesin.

Allah’ı anmadan, O’na ibadette bulunmadan, O’nu zikretmeden, fikretmeden, O’na şükretmeden hayatımızda nasıl bir çıkış yolu düşünüyoruz? Nasıl bir kurtuluş ümit ediyoruz? Böyle olmadı mı yaptığımız her şey zarar veriyor bize, psikolojimiz bozuluyor, cinnet noktasına geliyoruz. Yuvamız dağılıyor, ailemizden, akrabamızdan kopuyoruz. Her şey birbirine giriyor. Büyük konuştuğumuz, iddia ettiğimiz, dava ettiğimiz şeyler tersyüz olarak karşımıza çıkıyor, ayağımıza dolanmaya başlıyor. Hâlbuki insan düşünen bir varlıktır. İnsan fikirden ibarettir. Düşünse ki, “Niye ben bu kadar yükün altına gireyim? Kaldıramayacağım yükün altına niye gireyim? Benim Bâkî olan, Ebedî olan, Sermedî olan bir Allah’ım var. O’nun yanında her şey taptaze, turfanda. Hiçbir şey eksilmiyor, hırsa ne gerek o zaman. İhtiyacım olduğunda ben Allahım’dan isteyeyim, O taptaze, yepyeni, tertemiz, sürekli bana lütfetsin, ikram etsin. Ben kanaatkâr olayım, yeter demeyi, şükredebilmeyi bileyim. O’nun yanında eksilmiyor ki…”

Şimdi misal İstanbul’da aşırı bir kar yağsa bakıyorsun herkes evine yığınak yapmaya başlıyor; un alıyor, şeker alıyor, pirinç alıyor, piyasayı bir anda allak bullak ediyorlar. Bunun sebebi ne? Bir gün kar yağmış, ertesi gün eriyecek. Ama insan endişeye kapılıyor ki; bulamam. Bakkalda, fırında ekmek kalmaz. Bir korku, bir endişe... Bir iki gün evinden çıkamadığını düşün, evinde idare edecek hiçbir şeyin yok mu? Evinde undan ekmek yap, gözleme yap, bazlama yap… Aşırı bir stoklama başlıyor. Peki, bu neden oluyor? Allah’a    güvensizlikten. Bahanesi de “Canım bu tedbir…” Bu tedbir değil. Tedbir farklı bir şey. İnsanın bütün hayatı böyle bir hırs üzerine kurulmuş. Gücü yetse, hâşâ, Allah’tan da bir şeyler kaçıracak. Sonra bakıyorsun ki yığdığın, sakladığın, tedbir dediğin hiçbir şey sana çare olmamış.

Cenâb-ı Hak, “Düşünesiniz diye!” buyuruyor. Ah bir düşünebilsek… Düşünüyoruz da hep kendimizi düşünüyoruz. Hâlbuki Cenâb-ı Hak “Düşünmez misiniz, düşünesiniz”… diye buyururken kendi zatını, sıfatını,  kudretini düşünmemizi istiyor. Kendisinin bizim hayatımızdaki yerini, konumunu, etkisini düşünmemizi istiyor. Kimse Allah’tan çok merhametli olamaz, kimse Allah’tan zengin olamaz, kimse Allah kadar ikramsever/yardımsever olamaz… Bütün mesele Allah ile hoş geçinmek, Allah’ı razı edebilmek. Bunun dışında bir şey yok. Bunun dışındaki her şey elinin altında, O dilerse her şeyi tesbih gibi dizer. Senin bütün işlerini, yapman gereken şeyleri hikmet ipine tesbih gibi dizer, birine asıldıkça öbürü gelir. Sen yeter ki O’nunla meşgul ol. Ara sıra hikmetinden, cilvesinden sıkıntı verir, bunlar önemli değil, yani tesbihte taneleri çekerken arada müezzinler de gelir. Bu da o tesbihin güzelliğinden, bütünlüğündendir, düzenini, akışını bozmaz. İmtihanlar da o müezzin yerindedir. İnsan aceleci olduğu için ne şer ne hayır bunu anlayamıyor. Sana hayır gibi görünen şeyin içinde şer gizlidir, şer gibi görürsün bakarsın içinde muazzam bir hayır yatıyordur. “Aceleci olma!” buyuruyor Cenâb-ı Hak, sabırlı ol. Hak ile düzen içinde yürü, Hak’la birlikte yürü. Sadece aklın sana kılavuz olmasın; vahyi ilahi sana kılavuz olsun. Kur’ân senin kılavuzun olsun, Hz. Muhammed (Aleyhisselâm), O’nun dostları senin kılavuzun olsun. Onlarla yürü. Sırf kendi nefsinle, kendi aklınla, kendi arzunla yürüme. “Şu yoldan gidersem daha çabuk giderim.” diye düşünüp de Cadde-i Kur’ânîye’yi bıraktığında senin kese yolun ya bir dağın eteğine geliyor ki, oradan öteye yol yok; ya da bir uçuruma geliyor, oradan aşağı yol yok…

Arkadaşlar insan onuruyla, kibrini/gururunu birbirine karıştırıyor. Onur farklı bir şeydir. Evet, insan onurlu bir varlıktır. Onur, insana tâc olabilir ama gurur öyle değil. Gurur yerilmiş, zemmedilmiştir. İnsan onur yerine gururla hareket edip gururunu düşününce, gururu başına dert oluyor. Bundan Allah’a sığınırız. Hepimiz nefis taşıyoruz. Ama bazı kişileri, bazı olayları görüyorum, gururdan mütevellit olmuş şeyler. Yani bakıyorum arkadaşımın başına bir iş gelmiş ama salt, sade bir takdirden değil. Kişilerin dahli olmadan başlarına bir şey gelir, bu Allah’ın imtihanıdır, hepimiz imtihanı kazansın diye ona yardım etmekle mükellefiz, bu da hayırda bir yardımlaşmadır. Ama bazen de bakıyorum ki insanın başına sırf kendi gururundan dolayı bir şey gelmiş, ona da ‘oh’ olsun diyesim geliyor. O iş geçtikten sonra bakıyorum adam yine akıllanmamış, hala o yolu takip ediyor. Düşmüş olduğu halde “Arkadaşım bana yardım eder misin? Bir el uzat şuradan kalkayım!” demiyor. Uğraşıyor ki yine kendi çıkacak. Bunu ona yaptıran, gururu… Uğraşıyor ki kendi oradan çıksın. Ama bu senin boyunu aşan bir iş, sen çıkamazsın, yardım iste, gururunu ayaklar altına al ki yükselesin, diyoruz ‘yok’ diyor. Adamı böyle görünce insan diyor ki; “Oh olsun sana, beter ol!” İnsanın içi elvermiyor ama böyle diyesi geliyor. Bu adam bir insandan yardım istemediği gibi Allah’tan da yardım istemiyor… O kadar gururlu ki… Ya Rabbi! Düştüm, beni kaldır, demiyor. Belki de “Niye beni düşürdün?” diye Allah’a sitem ediyor. “Filancaya verdin de bana niye vermedin?..” diyor. Biz de kaba bir tabir var, affedersiniz, “Hem kel hem fodul…” Sen kimsin Allah’a kafa tutacaksın. “Ya Rabbi! Ben görmedim. Belki, bilerek veya bilmeyerek işlediğim hatalara takıldım da düştüm. Beni ayıplarım düşürdü. Sen bu ayıplarımı affet… Ben buradan çıksam da bu ayıplar beni yine düşürür. Sen bunları bağışla, ortadan kaldır, benim yolumu/önümü aç” deyip Allah’a dua edeceğine, hâlâ çırpınıyor ki kendi başına bir şeyler yapacak, kendini gösterecek. “Bak ben ne herifim, ne kadar akıllıyım”… Bir söz varya; “Yiğitliğin onda dokuzu kaçmaktır.” demişler. Çünkü görüyorsun ki kalsan dayak yiyeceksin, kaç git, canını kurtar.

İnsanın başına ne geliyorsa nefsaniyetinden, kibirden, gururdan, cehaletinden, gafletinden geliyor. İnsan hâlâ bunlarla arkadaş, bunlarla kol kola… Bakıyorsun hâlâ kendi nefsine o kadar güveniyor, yanlışını kabul etmiyor. Şu, bu sebep oldu diyor, meseleyi birilerinin üzerine atmaya çalışıyor. Nesin sen yahu, sen kimsin?..  Sanki bütün dünyanın siyasetini, ekonomisini, elinde bulunduran adamsın da herkes senin rakibin, milletin işi gücü yok, seninle uğraşıyor. Kendini nerede görüyorsun?

Arkadaşlar, hâşâ huzurunuzdan,  bir köpek ne kadar azgın olsa, önüne ölü gibi yatarsan sana saldırmaz. At, ki at çok kindar bir hayvandır, şahlanmış tam seni ezecekken önüne uzansan üstüne basmaz, bakar geçer. Hareket ettin mi ya başına basıp seni öldürür veya seni ısırır.

Oldu ki nefsine uyarak Cenâbı Hakk’ı gadaplandırdın, kızdırdın… Hareket etme, mütevazı ol, kibre kapılma. Hakk’ın önüne yat, teslim ol, tevekkül et ki gadabından, şiddetinden, dehşetinden emin olursun. Hareket ettin mi parçalıyor seni… Bu teslimiyeti gösteremiyoruz. Nefsimizle, gururumuzla, kibrimizle arkadaşız. Bunların hepsi Hakk’a zıt şeyler. Bunlar Hakk’ın düşmanı.
“Şeytan bizim ve sizin düşmanınızdır.” (el-Fatır 35/6)
“Allah kibirli olanları, büyüklük taslayanları, gurur sahiplerini sevmez.” (en-Nisa 4/36) buyuruyor Cenâb-ı Hak. Sen hep Allah’ın düşmanları ile beraber, Allah’ın sevmediği işleri yaparsan olur mu?..

Alevi bir vatandaş evine odun almış. Odunu yakmaya çalışmış ama odun ıslak olduğu için yanmamış. Adam düşünmüş bu odunda ne var ki yanmıyor, ben ısınamıyorum. Düşünmüş, taşınmış sonunda bulmuş. Eline bir odun alıp kendine vurmaya başlamış; “Sen Ebubekir’den odun alır, Ömer’e taşıtır, Osman’a da kırdırırsan, daha bu odun yanar mı?.. Meğer oduncunun ismi Ebubekir, at arabacının ismi Ömer, baltacının ismi de Osman’mış, bu yüzden odun yanmıyormuş.

Şimdi sen şeytanla dost ol, gururu/kibri başına taç et, Hak sözü dinleme, ben yapacağım diye uğraş, sonra da işlerinin olmasını bekle... Biraz mütevazı ol, biraz mahviyet sahibi ol, biraz yüzünü yere koy, Allah’a yalvar.

Olur,  Cenâb-ı Hak bazı şeyleri senin hakkında azdırıverir, üzerine saldırtır. Ama az önce de dedik ya o canavar köpeğin önüne yattın mı bir şey yapmıyor. Sen de yüzünü yere koy, “Aman ya Rabbi!” de ve secdeye kapan. Asıl heriflik orada. “Pehlivan nefsini yenebilendir.” diyor Efendimiz. “Güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman asabiyetini yenendir, nefsinin üstüne basabilendir pehlivan.”

İşte, işitiyoruz çevremizde bazıları var, adam fakir fukara dostu. Onlara çok ihsan eden, çok yardım sever birisi. Bu güzel bir meziyet. Ama o adama bakıyorum ki bunun kendine bir yardımı var mı? Allah’ın azabından, ikabından kurtulmak için; günahları terk etmek için kendisine bir yardımı var mı? Maalesef yok… Yapmış olduğu bu yardımlar riyadan başka bir şey değil. O bütün işleri kendisini toplumda yardımsever birisi olarak göstermek için yapıyor. Sen yardımsever birisi isen önce kendine yardım et. Allah ile aranı düzelt. Misal adamın dağlar kadar borcu var, yardımseverlik adına gidip ona buna para veriyor. Bu akıl kârı mı? Yardımseverlik mi bu? Sen aklı başında bir adamsan borcunu ver. Allah’a olan borcunu öde, kendine yardım et. Senin namazın yok, haramdan kaçman yok. Ne faize dikkat ediyorsun ne şüpheliye dikkat ediyorsun ne harama dikkat ediyorsun. Ama bu adam yardımsever(!). Bu ne lahana turşusu ne perhiz. “Eve lazım olan, camiye haramdır.” demişler. Sen önce kendini Allah’ın azabından kurtar, ateşten kurtar; helâli, haramı öğren, yaşantına dikkat et. Yaşantını İslamî bir çerçevede oturttur. Sen ancak kendine yardım ettikten sonra düşküne, muhtaca yardım edebilirsin.

İyi insan olmaya gayret et ama bu iyiliğin ölçüsünü sen belirleme, belli olan ölçüye uy. İyilik belli, sen kafandan yeni bir şey vaaz edemezsin. İyilik de belli kötülük de. Bu belirlenen ölçü içinde iyi olmaya çalışacaksın. Mücadelen, varlık sebebin, yaratılış gayen bu. İslam neye iyi demişse, iyiyi nasıl tarif etmişse sen öyle iyi olacaksın. “Yok, ben böyle olamam, bu işime gelmiyor, ben kendim bir usul belirleyeceğim.” dersen bu usulün senden kabul edilmez.

Bunun için yaşantımıza çok dikkat etmek zorundayız. Etrafımızdaki, hayatımızdaki olaylardan gereken dersi almalıyız. Genç olalım, ihtiyar olalım; hacı olalım, hoca olalım… Ne olursak olalım, şu kâinatta bize gösterilen her şeyden, bir şekilde içinde bulunduğumuz hadiselerden mutlaka almamız gereken bir ders var. Bu yüzden bununla bizim aramızda bir alaka kuruluyor. Kâinatta hiçbir şey boşu boşuna değil. Misal bir takke benim gözümün önüne koyulmuşsa, ben bunu görebiliyorsam, bunun üstünde düşünmem gereken, bundan almam gereken bir şeyler var. Bunda benim bir hissem var. “Canım öylesine konulmuş.” deyip geçmemeliyiz. Göz gördüğü şeye, kulak duyduğu şeye şahitlik edecek. Cenâb-ı Hak bir şekilde dünyada olup biten hadiseleri bize gösteriyor. Bunlardan ibret almamız lazım.

Hayat seyrimizi var gücümüzle çeke çeke İslamî çerçevenin içine getireceğiz. “Benim annem şöyle yaşadı, babam böyle yaşadı…” diye ben de onlar gibi yaşamak zorunda değilim. Bugün ben onun noksan olduğunu, yanlış olduğu anlayabiliyorsam bu Allah’ın bana bir ikramıdır. Ben de hayatımı Allah’ın istediği çizgiye getireceğim. Yoksa benim durumum anamın babamın durumundan daha beter olacak…

Etrafımızda görüyoruz adamın birinin canı sıkılmış oturuyor, ama on dakika oturana kadar kül tablasını sigara ile doldurmuş. Sıkıntıdan birini söndürüyor birini yakıyor. Yaptığının hiçbir çaresi de yok yani hiçbir sıkıntısı da gitmiyor. O adama sorsan ki; “Sen Müslüman mısın?” “Evet, Müslümanım.” diyor. “Tamam da Müslüman, neden bir kere aklına “Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve rasûluhu” demek gelmiyor? Şu şeytanın kafasına bir taş at, böyle boş boş oturup durma. Manasına inanarak “La ilahe illallah!” de ki için coşsun. Allah de, Allah’a güven, sığın. O’na dön, yalvar… Ateşe düştün mü ‘imdat’ diye bağırıyorsun. Asansör boşluğuna düşsen bağırıyorsun, yardım istiyorsun. Orada sigara mı içiyorsun? Denize düşen bir adam sigara mı içiyor?

İnsan bir derde düşebilir, çaresizliğe düşebilir, her şeyle imtihan olabilir. Ama niye kul böyle bir durumda Allah’ı çağırmıyor? Ateşte yansan belki şehit olacaksın, şehit sevabı var ama o düştüğün sıkıntı içinde o stres, psikolojik rahatsızlıklar, dünya baskısı, gururun, kibrin, nefsin, şeytanın hepsi üstüne yüklenmiş, öldün mü murt gideceksin. Belki “La ilahe illallah” diyemeden inançsız gideceksin, en büyük tehlikenin içerisindesin… O tehlikenin içinde Allah’ı çağırmıyorsun, Allah’tan imdat istemiyorsun, bir sigaranın seni teselli edeceğine inanıyorsun… Çok çok acı bir durum. Veya Allah’tan başka herhangi bir şeyin seni teselli edeceğine, sana çözüm olacağına inanıyorsun, Allah’ı çağırmıyorsun. Ama az önce de dediğim gibi boşluğa düşsen hemen Allah’tan yardım istiyorsun… Bu sıkıntıyı sıkıntı görmüyor muyuz arkadaşlar?.. İnsanlar derdine çare arayacağına derdini dert edinmişler, derdinin derdi ile dertlenmişler...

Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) yapmış olduğu bir ev sohbetinden derlenmiştir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Soru: Ölü yıkayıcısının elinde ölü gibi olun siz bunu kabul etmiyorsunuz. İsmail (a.s.) gibi olun buyuruyorsunuz.

Cevap: Tabi, ölünün iradesi yok çünkü. İradesiz olan bir insana sen her şeyi yapabilirsin. Tasavvuf iradenin eğitimidir. İnsan iradesini hayra yönlendiren ve iradeyi eğiten bir müessesedir tasavvuf. Murat iradesizlik değildir, eğer iradesizlik murat olsaydı Allah bizi iradesiz yaratırdı. Zaten "irade-i kül" var ayriyeten bir daha "irade-i cüz" olmazdı. İnsanın değeri iradesiyledir. İnsan yaptığı tercihleri ile imtihandadır, o tercihlerin neticesinde not alacaktır. Bunun için insanı meyyitleştirirsen yani öldürürsen ondan daha bir fayda sağlayamazsın. İnsanı yaşatarak eğiteceksin.

Bunun en güzel örneği de Hz. İsmail. Aklı başında, iradesi yerinde İbrahim aleyhisselamın bıçağı önünde “Beni kes ki itaat edenlerden, sabredenlerden bulursun”  buyuruyor. İşte teslimiyet bu. Ölü gibi teslim ol derken ölü zaten teslim, gibisi yok. Ölüyü sağa çevir niye çeviriyorsun demez, sıcak dök niye döktün demez soğuk dök üşüdüm demez. Murat bu değil.

Çünkü insan akıl sebebi ile, iradesi sebebiyle, yaşam sebebi ile muhatap. Bunları insandan kaldırdığında muhataplık kalkar. İnsan o zaman Hakk'ın muhatabı olmaz. Dolayısıyla da bir şeyle mükellef olmaz, ona teklif olmaz. Teklifin olmadığı bir yerde ondan teslimiyet bekleyebilir misin?

Bunun için kabul etmiyoruz. Evet bu bir misal olarak böyle denmiş "gassalin elindeki meyyit gibi ol", ama asliyyette böyle değil. İbrahim’in elindeki İsmail ol, Hakk'ın emrini anlayarak teslim ol. İsmail başına ne gelecek biliyordu babasının onu keseceğini biliyordu ve babasına diyordu ki "Gözlerimi bağla senin yüzüne bakarım da can havliyle babalık şefkati galeyana gelir bıçağı çalamazsın, Allah’ın emrine asi olursun. Gözümü bağla ellerimi bağla." diyordu İsmail. "Ben de nefis taşıyorum endişe eder senin ellerini tutarım. Yapacağın işi yapamazsın o zaman."

Zaten zor durumda İbrahim (a.s.) her ikisini de Cenabı Hak imtihan ediyor. İbrahim İsmail’i kesme teşebbüsü ile, Allah’ın emrini yerine getirmek için, kesme teşebbüsü ile imtihanı kazanıyor. İsmail de İbrahim’e gösterdiği teslimiyetle imtihanı kazanıyor.

Tasavvuf her şeyin kemal noktasıysa, öyle inanıyoruz, öyleyse teslimiyet noktasındaki örneği kemal noktasından vermek zorundasın. İsmail gibi irade ile yani anlayarak, bilerek, şuurlu, bilinçli bir şekilde "kime, niçin teslimiz, nasıl teslim olmalıyız, bu teslimiyetin neticesinde ne husule gelecek" bunları bilerek olursa bu teslimiyettir.

Misal gözleri âmâ bir insanı her yere götürüsün, gel seni çok güzel bir yere götüreceğim dersin ama adam görmüyor diye böyle taşlık, kayalık, mezbelelik bir yere götürüp burası gülistandır desen, eyvallah der. Çünkü görme imkânı yok. Ölü böyle işte. Ölünün teslimiyeti bu kadar. Ama gören bir insana bunu yapamazsın. Bunun için örneklerimiz kemal noktasından ve gerçekçi olmalı.

Diyarbakır müftüsü vardı Allah rahmet eylesin Mehmet Uyanık isminde hocamız, çok titiz biri Diyarbakır'da hocalar bundan çok korkuyorlar. Tasavvufa da çok karşı muarız biri. Hocalar onun korkusundan pek gelip gidemiyorlar dergâha. Allah lütfediyor hocaefendi kendi kalkıp geliyor. Raşid Efendi hayatta, hatmeye oturacağız; müezzin, şimdi Konya’da Konevi diye meşhur olan Muhammed Efendi, taşları da o dağıtıyor. Müftü efendiyi de hatmeye oturduğunu görünce tanıyor. Menzil ekolünde tarikat vazifelerini yerine getirmeyen insanlar hatmeye giremezler. Şartları yapmayanlar gusletmeyenler hatmeye oturamazlar.

Şimdi bu müftü, bir de her müftü değil yani bu Muhammed hoca. Molla Muhammed buna nasıl desin ki hatmeden çık, sen şart yapmamışsın, tarikat almamışsın, sen bu halkaya oturamazsın. Dese kıyamet kopar, itiraz eder, kendince delil getirir.

Raşid efendiye baktı adam oturuyor ne yapayım. Raşid Efendi otursun, dokunmayın diye işaret etti hoca oturdu. Molla Muhammed diyor ki "Hatme esnasında gözlerinizi açmayın, gözleriniz kapalı tutun..." Müftü Efendinin oradaki o cevabı benim hoşuma gitti onun için menkıbeyi söylüyorum. Molla Muhammed "Hatme bitene kadar gözlerinizi kapalı tutun" deyince o hemen ayağa kalktı dedi ki

-Şeyh efendi altmış senedir gözümüz kapalı uyuyorduk biz. Buraya geldik gözümüz açılsın diye. Hâlâ senin mollaların kalkıp bize diyorlar gözünüzü kapatın. Gözümüzü kapatırsak ne göreceğiz. Allah’ı Teâlâ ayetlerde hep gözünüzü açın; "ela ela ela - açın gözünüzü, açın gözünüzü," diyor; Hoca bize diyor ki "Gözünüzü kapatın!"... Vallahi ben kapatmam, ben bakacağım diyor.

Ben gülmeye başladım dedim güzel; hocanın işi bitmiş...

Gözünü kapatmadı hatmeyi yaptık. Bana emir buyurdular ki sen bunla ilgilen... Hocayla arkadaş olduk. Üç beş gün dergâhta kaldı. O ne, bu ne, bu niye böyle, o niye böyle... diye çok soru soruyor.

Neticede teslim oldu, ders aldı.

Dedi ki; ben Şah-ı Hazne'ye gittim bana elini uzattı. Herkes elini öpüyor. Ben elini tuttum ona dedim ki,

-Ben senin elini niye öpeceğim? Eğer sen âlimsin diye ben senin elini öpeceksem ben senden âlimim, sen benim elimi öpeceksin. İlminden dolayı senini elini öpeceksem bunu sende biliyorsun ilmim senden fazla. Yok, sen şeyhsin diye benim elini öpmemi istiyorsan müritlerin sana şeyh diyor bana göre şeyh değilsin. Ben senin şeyh olduğunu kabul etmiyorum. Senin yaşın benden büyük diye elini öpeceksem İslam öyle bir şart koşmuyor ki illa yaşlı birinin elini öp. Hangi meziyetten dolayı senin elini öpeyim?

Şahı Hazne bana dedi ki,

-Allah razı olsun bunları bana söyledin sen benden âlimsin ilmin benden fazla dolayısıyla büyüklük ilimledir. Sen aynı zamanda da benden büyüksün, büyük olduğun için ben senin elini öpeceğim. Eğildi diyor benim elimi öptü...

Elimi öptü ama benim ciğerime bir hançer soktu.

Bunu bana nefsim yaptırdı biliyorum Ben Şahı Hazneye elimi öptürdüm...

Yine anlatıyor; Ben Şeyh Maşuk'a geldim Bitlis, Norşin'de onun da elini öpmedim. Şeyh Abdulhakim’i görmedim, Raşid Efendi'yi gördüm diyor.

Bu sefer ben dedim ki,

-Seyda ne düşünüyorsun? Dedi,

-Öyle görünüyor ki Şeyh M. Raşid bana elini öptürecek. Dedim,

-Seyda el öpmekle dudak aşınmaz. Elini öpersen nefsin bu kadar aşağı eğilir, o da senin ayağını öper...

Hakikaten gitti Raşid efendinin elini öptü.

Ve ona da söyledi; ben Şahı Hazne'ye elimi öptürdüm. Şeyh Maşuk'un yanına gittim onun elini öpmedim. Sen bana ne yaptın. Raşid Efendi dedi ki,

-Keşke benim de elimi öpmeyeydin ben senin elini öperdim.

Müftü efendi diyor ki,

-Bir babanı (Ğavsul Azam Abdulhakim Bilvanisi Hazretlerini) görmedim, onu görseydim elini öper miydim, öpmez miydim bilmiyorum. Ben müftü efendiye dedim ki,

-Seyda eğer onu görseydin değil elini ayağını altını öperdin. Onun ayağının altını öperdin yani. O ne Şahı Hazne'ye benzerdi, ne Şeyh Maşuk'a benzerdi, ne Muhammed Raşid'e benzerdi.

Müftü efendi intisap ettikten sonra ayrıldı bir ay geçti geçmedi trafik kazasında vefat etti. Ruhunu teslim etti... Allah Rahmet etsin.

Onun o cevabı benim hala kulağımda çınlar. "Uyuyorduk uyanmaya geldik. Siz bize halen diyorsunuz ki gözünüzü kapatın."

Onun için uyanık insanın teslimiyeti makbul. Düşünebilen insanın teslimiyeti makbul. İrad edebilen insanın teslimiyeti makbul, iradeyle olmalı teslimiyet. Ölünün bir idaresi yok.

Cenabı Hak bile emri şeriflerinde bizden teslimiyeti isterken bizi düşünceye davet ediyor. Şu örnekleri, şu misalleri size hep düşünesiniz diye gösteriyoruz buyruluyor. Düşünesiniz diye “Ve tilkel emsalü nadribüha linnasi le'allehüm yetefekkerun” bütün bu misaller size düşünmeniz için veriliyor.

İşte o düşüncenin neticesinde teslimiyete karar verin, samimi Müslüman olmaya kara verin, Allah’a güvenmeye karar verin ondan sonra teslim olun. Ölü gibi olun buyurmuyor Cenabı Hak, dip diri olun buyuruyor. Bu din diriler için. Dinin ölülere yönelik çok fazla bir şeyi yok, teklifi yok. Ölü direk zaten Allah ile muhatap, onun işi Mevla ile ama din diriler için. Bu yüzden de teslimiyet düşünebilen insanın, hareket edebilen insanın, gayretkar insanların amelidir.


Soru: Bir burası vardı bir de pervanenin ateşe gitmesi... Bu aşkta da irade var mı? Yoksa ateşin cezbesi mi zaten pervaneyi kendine çeker. Makbul olan bu mudur yoksa oradaki gibi istenen bir irade mi gereklidir?

Cevap: Şimdi gidişte irade gerekir. İrade ateşe gidene kadardır. Oradan ötesi artık muraddır, irade ile olmaz. Pervane ateşin ışığını uzaktan görmüştür hoşuna gitmiştir, merak etmiştir orada ne var. Oraya yaklaşır sonra geri dönmek ister. Harareti onu sarınca sıcaklık basınca geri dönmek ister ama daha dönemez. Ateş onu artık çekmeye başlar. Aklı geri dönmek istese de gönlü onu ateşe doğru iter.

Aşka kadar irade, aşkta ve aşktan ötede irade yok. Allah Resulü'nün Miracında değişik vasıtalarla Sitre'ye kadar teşrif ediyor Cenabı Peygamber. Orada akıl var, irade var, vasıtalar var... Orada Burak, Refref, Cebrail... gibi değişik vasıtalarla geldiler. Sidretül Münteha'dan öteye bunların hiçbiri yok. Akıl da yok. Çünkü oradan ötesi tarif edilmemiş. Miraç'da birçok ayrıntılar anlatılmış ama Sidretül müntehadan ötesi tarif edilmemiş, sadece bildiğimiz "Kabe kavseyn ev edna" O yakınlık ne kadar bir yakınlık o yakınlığın şekli biliniyor ama o yakınlıkta neler olmuş onlar bilinmiyor, yok. Niye yok? Orada irade yok da ondan.

İrade yok derken Fahri Âlemin iradesi yok. Yani müridin iradesi yok. Orada "Yurid'in" iradesi var; Çekenin, cezbedenin, davet edenin mutlak iradesi var. Onun da zaten anlaşılması mümkün değil.

Aşkta irade olmaz. Aşk akıl işi değil. Belki akıllı işi zaten aklı olmayanın aşkı da olmaz. "Akıllı işi" ama "akıl işi" değil.


Aşkın tek örneği var. Çünkü aşk mahlûk/yaratılmış bir şey değildir. Aşk katıksız bir sıfatı ilahidir. Allahu Teâlâ’nın ezeli sıfatlarındandır.

Hz. Mevlana’ya sormuşlar "Aşk nedir?" "Ol da gör." demiş. Aşkın örneği ancak yine maşuğun kendisidir. Çünkü dedik ya aşk mahlûk değilse ona bir örnek gösteremeyiz. Allah’a yeryüzünde bir misal gösteremeyiz. Dense ki Allah nasıl? Neyi örnek gösterebiliriz ki?..

Aşkın da örneği yine maşuğun kendisidir. Onun kâinata nazarı, tecellisi, bakışı, kâinattan muradı... Olsa olsa Sultanul Enbiya aleyhissalatü vesselam aşığın örneğidir. Aşığa onu misal gösterebiliriz.

Aşk Hakkın kadim sıfatıdır, âşık da Sultanul Enbiyadır. O ilişkiyi anlayabilirsek "Ahmed" ile (asm) "Ehad" (cc) arasındaki farkı, manayı o nüansı anlayabilirsek aşkı anlarız.

"Ahmed", "Ehad"... Arada bir harf var.

Ondan dolayı bu kaside çok manidardır;

Nuri vechindir Habibim kıbleyi ulya bana

Kâbe dîdârın, yüzündür Mescid-i Aksa bana...

Ahmed ile Ehad arasındaki "mim" harfi aradan çıkarınca farklı görünüyor. Her şey o harf...

Şair demiş ya

Sıfatın söylerem korkarım azam demezem...

Âşığın örneği Muhammed aleyhisselamdır, aşkın örneği Cenabı Hakkın zatıdır.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort