JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Sual: Efendim, bizim bu dünyaya gönderiliş maksadımız Allah’a kulluk… Ayeti kerimede de Cenâbı Hak meâlen: “Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” buyuruyor. Hakk’ın memnun olacağı, yaratılış gayesine uygun bir kulluk nasıl olmalı?..

Cevab: Yaratılış gayesi hepimizin malumu. Kâinattaki her zerre illa ve illa Allah için vardır. Allah için olmanın dışındaki bütün anlayışlar ya bire bir şirktir ya şirke kapı açmaktadır. Allah esirgesin, neticesi oraya gidecektir. Bunun için insan bu gayeyi mutlak anlamda, hem inanç olarak hem anlayış olarak içine oturtmalı…

Bunun amelî boyutunda, ifade ettiğiniz “nasıl bir kulluk” için de Cenâbı Hak tek kelime ile Sultanu’l-Enbiyâ’yı gösteriyor. Biz kulluğun bütün safhalarını, kul olmanın gerekliliklerini, icabatını Sultanu’l-Enbiyâ Aleyhi’s-Selâtu Ve’s-Selâm’ın yaşayışından öğreniyoruz. Bu yaşayış birebir kendi yaşantısı… O’nun ifa ettiği veya yaşanılmasını istediği her türlü şey…

Biz sünneti üçe ayırıyor, üç bölümde ele alabiliyoruz: Fiili sünnet, kavli sünnet, takriri sünnet. Fakir, bu “sünnet” ifadesinin üstünde çok durmaya çalışıyorum. Sünnet deyince toplumumuzun aklında farklı anlayışlar oluşuyor.

Misal, “Sünnet nedir?” diye sorulduğunda; sarık, sakal, misvak, taşlı yüzük kullanmak, Anadolu tabiriyle entari veyahut şalvar giymek sünnettir, denilebiliyor… Bunlar münferit sünnetler, Peygamber’den bize intikal eden güzelliklerdir.

Ama İslâm ıstılahında, İslâm’ın özünde sünnet kavramının ifade ettiği şey bunlar değil. Biz sünnete sadece çıplak gözle, belli eşyalar, kullandığımız belli araç, gereçler olarak bakarsak hayatımızda müthiş bir boşluğa düşeriz. Ve bu sefer bu boşluğu başka yerlerden, tabirimi mazur görün, sokakta bulacağımız şeylerle doldurmaya kalkar, o boşluğu tamamlamaya uğraşırız. Bulduğumuz şeyler ya bid’at, ya dalâlet, Allah esirgesin ya ric’at ya da farklı şeyler olur ve hayatımız felç olur. Farkında olmadan İslâm âdâbından, ahkâmından, ahlâkından uzaklaşırız. Bugün dünya Müslümanlarının hayatı böyle dumura uğramış, bozulmuştur.

İslâm ıstılahındaki sünnet kavramı, ferdi meselelerin dışında dinin yaşanmış hâli, yaşanılmış şeklidir. Dinin tafsilidir. Dinin tafsilatlı haline sünnet denilir. Biz ahkâm-ı Kur’âniyye’nin bütün açılımlarını sünnet sergisinde görebiliriz. Yoksa İslâm’ı anlayamayız.

Meseleye böyle bakmaz, biraz önce de dediğimiz gibi sadece belli şeyleri sünnet kabul eder, böyle algılarsak sünneti çok basite indirmiş oluruz. Ve bu bizim Allah Resûlü’nü hiç tanımadığımızı gösterir. Bu sefer; “Sakal sünnet. Bıraksan da olur, bırakmasan da olur…” anlayışı gelir. Sarık sünnettir ama kimi de çıkar der ki; “Bu Arap örfüdür. O günün şartlarında güneşten korunmak, sıcaktan sakınmak veya esen kum fırtınalarına karşı vücudu muhafaza etmek için bu tip şeylere ihtiyaç olmuş, bunlar kullanılmış. Bugün bizim memleketimizde böyle durumlar yok; böyle aşırı sıcaklar, öyle kum fırtınaları yok. Veya bunun vazifesini görecek farklı kıyafetler var, onları kullanırız.” Böyle bir mantık üretilebilir. Bu mantığı doğru olduğu için söylemiyorum, mesele basitleşince elimizden gidiverir.

Ama sünneti bir bütün olarak algıladığımızda ve sünneti dinin yaşanmışlığı, dinin tefsiri, dinin tafsilatı olarak gördüğümüzde o bütünlüğün içinde bunların olmazsa olmaz yerleri olur. O bütünlüğün içinde sarığın, sakalın, misvağın bir yeri vardır… Diyelim ki sen bir makinada bir civatayı oynatsan, bir somunu söksen; “Ya buna da ne gerek var?” desen, o makinada arızaya sebep olursun. Bir somunun, bir civatanın bile o makine, o motor üstünde çok ciddi bir önemi, vazifesi olabilir. Bütün bakacağız. Bu anlamda diyoruz ki sünnet, dinin yaşanmış halidir…

Sünneti üçe ayırıyoruz dedik; fiili, kavli ve takriri. Sultanu’l-Enbiyâ tarafından bizzat yaşanılmış şeyler “fiili sünnetler”; yaşanılmasını istediği, tavsiye buyurdukları “kavli sünnetler”; yaşanılanı beğenmesi, kendi yapmamış, “Yapın!” diye buyurmamış ama misal seni yaparken görmüş engel/mani olmamış ve hoşnut da olmuş, “Ne güzel yapıyorsun.” buyurmuş, bu da “takriri sünnet”…

Biz kulluğu bu üç bölümde görüyoruz, bu üç pencereden seyrediyoruz. Ve Cenâbı Hak bize bu pencereleri ardına kadar açıp bunlardan kulluğu öğrenmemiz, talim etmemiz için Kâinatın Efendisi’ne bakmamızı emrediyor ve ayeti kerimede buyuruyor:

“De ki, siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız Bana ittibâ edin ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır.” (el-Âl-i İmrân: 2/31)

“…Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah’tan korkun…” (el-Haşr: 59/7)

“Andolsun ki, sizin için Resûlullah’ta bir güzel nûmune-i imtisal vardır, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çokça zikreden zât için.” (el-Ahzab: 33/21)

İşte biz “Nasıl bir kulluk?” dediğimizde, tek kelime ile muşahhaslaştırdığımızda veya şekilleştirdiğimizde ortaya Hazreti Muhammed çıkar (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm). A’sından Z’sine biz kulluğu O’ndan öğreneceğiz.

Biz kulluk deyince de meselenin sadece uhrevî yönünü ele alıyoruz. Biz Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) ne öğrenebiliriz? Biz O’ndan namazı, abdesti, orucu, zikri… öğreniriz. Tamam da sade bunlar mı? Hayır… Biz O’ndan ticaretin, ziraatın, zanaatın ölçülerini öğreniriz, öğrenmek zorundayız. Korunmuş, sevilmiş, methedilmiş bir ticareti, aynen namaz gibi, O’ndan öğreneceğiz. O’nun ticari öğütlerinin, anlayışının, uygulayışının dışındaki bütün ticaretlerden elde edeceğimiz kazançlar haramdır. Çünkü o kazançların içinde mutlak fâiz vardır, şüpheli vardır.

Biz, bugün gündemimizde olan aile hukukunu; çocuklarımıza baba ve saygın bir ev reisi olmayı, bir eş ve itaatkâr bir hanımefendi olmayı, evlat olmayı, etrafımızla komşuluk ilişkilerini, edip bir talebe, müşfik bir muallim olmayı hâsılı İslâm olmayı ve insan olmayı O’ndan öğreneceğiz (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm).

Biz buna sünnet diyoruz, buna kulluk diyoruz. İşte bu anlamda, hayatın bütün alanlarında, yönlerinde “Biz’den yüz çeviren, Bizim usulümüzü uygulamayan, Bizim âdetimize, âdâbımıza, ölçülerimize uymayan Biz’den değildir.” buyuruyor Cenâbı Peygamber. “Bu bizden değildir”in Türkçe’si “Müslüman değildir!” demektir. Muhammedî bir hayatın dışında kendisine bir hayat oluşturan, bir hayat felsefesi geliştiren ve bunu arzulayan, kendisine göre kulluk belirleyen Müslüman değildir.

Üç sahabî, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) evde gizlice yaptığı ibadetleri öğrenmek amacıyla Efendimiz’in hanımlarının yanına gittiler. Efendimiz’in evde yaptığı ibâdetleri öğrenince bunu azımsadılar ve:

-Biz, Allâh’ın Rasûlü gibi miyiz? Allah, O’nun olmuş ve olacak bütün günahlarını bağışlamıştır, dediler.

İçlerinden biri:
-Ben yaşadığım müddetçe, geceleri hiç uyumayacağım, hep namaz kılacağım, dedi.

Bir diğeri:
-Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım, dedi.

Üçüncü sahabî ise:
-Ben de kadınlardan uzak duracağım, hiç evlenmeyeceğim, dedi.

Bir müddet sonra Peygamber Efendimiz, onların yanına geldi ve kendilerine şunları buyurdu:
-Bu sözleri söyleyen sizler misiniz? Bakınız, Allâh’a yemin ederim ki, içinizde Allah’tan en çok korkan ve en çok takvâlı olanınız bulunuyorum. Fakat Ben bazı günler oruç tutar, bazen de tutmam. Gece hem namaz kılar hem uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Her kim Benim bu sünnetimden (hayât yolumdan) yüz çevirirse, o Ben’den değildir…

Bunlar sahabi. Sözde Efendimiz’in hayatına bakarak kendilerine bir usul belirliyorlar. Birisi diyor ki: “Ben hiç gece yatmayacağım.” Öbürü diyor; “Ben gündüz hiç yemeyeceğim.” Öbürü diyor; “Ben dünyaya bulaşmayacağım…”

Hayır, Allah Resûlü her şeyin ölçüsünü belirliyor. Ölçülü olduktan sonra dünya da Allah’ın mülkü, ahiret de Allah’ın mülkü. Biz hepsinden bize ne nasip düşüyorsa onu almakla yükümlüyüz. Ve Efendimiz buyuruyor ki: “Ben gecenin bir kısmını uyurum, bir kısmında ibadet ederim. Yani bir kısmını da istirahatle geçiririm. Ben sürekli oruç tutmam; kâh yerim, kâh oruç tutarım. Ben evlenirim, çoluk çocuğum var ve eşlerimin de hukukuna riayet ediyorum…”

Zühd, takva anlayışı insanın kendisine bırakılmamış. Gerçek takva olmak demek ölçülere riayet etmek demektir, muhteremler. Takva, Hazreti Kur’ân’ın ve Hazreti Peygamber’in (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) belirlemiş olduğu ölçülere göre yaşamaktır. Bunun dışına çıktığınızda bu ifrattır, tefrittir. İslâm’da bunun yeri yoktur.

Misal bir insan ben takva olacağım diye üç rekât emredilen akşam namazını dört rekât kılsa, iade etmesi gerekir. Bazı Müslümanlarda bu anlayış var, görüyoruz, adam diyor ki: “Şimdi hayat o kadar kolay, niye ben seferi namaz kılayım ki?” Namazı kasretmiyor, dört kılıyor. Sözde bunu takva olduğu için yapıyor. Bu takva değil aşırı gitme, ileri gitmedir. Niye? Allah “kasredin” buyuruyor. Takva, emre riayettir.

Sen şimdi mantıken düşünüp “Ya o günün şartlarına göre bugün şartlar kolaylaştı, altımda araba, keyfe keder seyahate çıkmışım, istediğim yerde dururum, her yerde abdest şartları mükemmel, rahat abdest alabiliyorum, vakit de benim elimde, acelem de yok, ben dört kılacağım…” diyemezsin. Bu takva değil, bu ifrat…

Veya bunun zıddı, tefrit… “İslâm seferde, zor durumlarda cem’e müsaade etmiş, ben namazları cem edeceğim.” Bu anlayış da var günümüzde. Ben yolculukta namazları birleştireceğim. Yok… O şartlar da oluşmadan İslâm buna izin vermiyor. İslâm bize kendi kafamıza, kendi reyimize göre ölçü koyma yetkisi vermemiş.

Biz bu yüzden diyoruz ki, “Nasıl bir kulluk?” denilince Hazreti Muhammed (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) ve O’nun hayatı, ahlâkı, sünneti, adabı, şeriatı, tarikatı diyoruz… Her şeyimiz O’nunla ilintili olacak. Bizim bütün yollarımız, kurgularımız, planlarımız, projelerimiz mutlak Hazreti Muhammed’e (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) sunulacak, adeta onay alınacak, O imzalayacak. O zaman o şeyin tatbik hükmü, tatbik hakkı, hayati bir değeri olur. Uygulamaya layık olur ve o ibadet, ameli salih olur, kulluk olur… O’na imzaya çıkarmadığımız, O’nun onayına sunmadığımız her şey reddedilmiştir. Sen bunun adına ne dersen de; buna kulluk de, hizmet de, cihad de, dava de... dilin kemiği yok. İstediğini söyleyebilirsin ama dediğim gibi adeta onu anlamlandıran şey altındaki Muhammedî imza (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm)…

Kulluk böyle bir kulluk…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Sual: Efendim, bir sohbette “Cehri zikri kabul etmeyen Allahu Teâlâ’yı tanıyamaz!” buyurmuştunuz. Bizler, her ne kadar gafletle yapmış olsak dahi, cehri zikir sonucunda tabiri caizse kabuğumuzda bir incelme hissediyoruz. İnsanın üzerindeki kirlerin temizlenmesi, kabuğunun kırılmasıyla biraz daha içindeki özü ortaya çıkabiliyor. Cehri zikrin bu gibi tezkiye edici özellikleri olmasına rağmen bunun kabul edilmemesi hususunda ne buyurursunuz?

Cevab: Tezkiyenin/temizlenmenin çok farklı yolları var. Ama bakıyoruz ki o yolların başında Cenâbı Hak buna tevhid kelimesi ile imkân lütfediyor. “Lâ ilâhe illallah Muhammedu’n-Rasûlullah…” Bu mübarek kelime insanı küfürden, nifaktan, şikaktan temizliyor. Mü’min olmasını sağlıyor. Buradan anlıyoruz ki zikrullahın tezkiye üstünde çok büyük etkisi var.
Yine bakıyoruz ki bir farklı temizlik/tezkiye metodu olarak Cenâbı Hak;
“İnne’s-salâte tenhâ ‘ani-lfahşâ-i velmunker. Veleżikrullâhi ekber...” (el-Ankebut: 29/45) buyuruyor.

Namaz bir zikirdir, tezekkürün en büyüklerindendir. “Veleżikrullâhi ekber” buyuruluyor ayette namaz için. Muhakkak ki namaz çok büyük bir zikirdir. Allah’ı namazla zikretmek çok yücedir, çok büyüktür.

Cenâbı Hak yine Cuma Sûresi’nde de namazı zikir olarak gösteriyor;
“Fes’av ilâ zikrillah” (el-Cum’â: 62/9) “Allah’ın zikrine koşun.” buyuruyor. Yani namaza, Allah’ı zikretmek için koşun.

Burada da görüyoruz ki Cenâbı Hak bizi namazla münkerden ve fahşadan temizliyor. Cuma ayetinde Cenâbı Hak bu zikrin/namazın her şeyin üstünde olduğunu, “Sizin için bu çok hayırlıdır.” buyurarak bilirsek bizim için çok hayırlı olduğunu buyuruyor.

Cenâbı Peygamber oruç hakkında: “Oruç tutun, beyazlayın!” yani temizlenin, buyuruyor. Oruç da bir zikir…

Demek ki zikrullahın bütün nev’ileriyle, ister namazla olsun, ister oruçla olsun tezkiye üstünde çok büyük etkisi var. İnsanın iç âleminin temizlenmesi zikrullah ile. Bu tevhid/şehadet ile başlayıp namazla, oruçla, abdestle devam eder. Bütün bunlardaki kasıt temizliktir. Ve insan böylelikle tertemiz olur.

Demek ki zikretmeyen bir insan temizlenemez. Temiz olmayan bir insanın da Hakk’ı tanıması, anlaması mümkün değil. “Lâ ilâhe illallah” demeyen bir insan Müslüman olabilir mi? Hayır. Müslüman olmak ne demek; Allah’ı bilmek, Allah’ı tanımak demektir. Ama bu harekete bir kelimeyle, bir ifade ile başlıyoruz. Bunun için zikrullah temizleyici, erdirici, ulaştırıcı, olgunlaştırıcı.

Zikrin cehri veya hafi olması konuma, duruma, şartlara göre… Cehri zikir zamanın konumuna göre önem arz etmekte. Cenâbı Peygamber bazı hadisi şeriflerde hafi/gizli zikrin, cehri zikirden yetmiş derece daha âlâ, daha efdal olduğunu buyurmuş. Muhaddisler/hadisçiler ile fukaha/fıkıhçılar ihtilaf etmişler. Muhaddislere göre cehri zikir üstün, evlâ. Fakihlere göre hafi zikir evla. Âlimler arasında bu ihtilaf olmuş. Ama günümüz şartlarına baktığımızda, bütün masiyet, isyanlar, tuğyanlar, gafletler, haksızlıklar yani nahoş şeylerin hepsi günümüzde cehridir. Aleni ve yüksek perdeden yapılmakta. Bunları bastırmak, izale etmek için mü’minin silahı, enerjisi de onların fevkinde olmalı. Mü’minin ibadeti, zikri, İslâmî yaşantısı da aleni olmalı, ses getirmeli.

Cenâbı Hak hac ile ilgili Sûre-i Bakara’da öyle buyuruyor. Kâbe-i Muazzama’ya, Makam-ı İbrahim’e müşrikler gelir orada putlarının isimlerini ve kendi asaletlerini, neseplerini, soy/soplarını yüksek sesle sayarak övünürlermiş. Cenâbı Hak bunların o fiillerine, o hareketlerine bir nazire bir misilleme olsun diye hac farz olduktan sonra Cenâbı Peygamber’e buyuruyor ki hac menasiklerini, hac vazifelerini yaptıktan sonra Makam-ı İbrahim’e gel, Allah’ın ismini yüksek ses ile orada an, Allah’ı yücelt. Öyle yüksek sesle ki o müşriklerin kendi babalarını, putlarını andıkları sesten daha yüksek bir sesle. Sen de Allah’ın ismini onların o şen’iliklerini bastırmak için daha yüksek bir sesle zikret. (el-Bakara:2/200)

Şimdi bugün bakın aynı durum… Bugün onlar putlarını, vesairelerini öyle yüksek seslerle, en üst perdeden dillendiriyorlar. Ve adeta her şeylerine onu katmışlar, her şey de onların ismini zikrediyorlar. Ârife tarif gerekmiyor. Öyle ise mü’minler bunlara nazire/misilleme olsun diye Allah’ın ismini yüceltmeliler ve Allah’ın razı olduğu işleri alenileştirmeliler. Bunların hepsi zikirden...

İşte bunun için deniliyor ki “Bunu anlayamayan Allah’ı anlayamaz.” Bugün ne acıdır ki bütün Müslümanlar bütün güçleri ile Allah’ın ismini, emrini, işlerini gizlemek için sanki söz birliği yapmışlar, her şey gizli. Hani böyle de bir söz var ya halk arasında “İbadet de gizli, kabahat de gizli.” Tamam, kabahat gizli ise ibadet de gizli olsun eyvallah da, kabahat gizli mi? Hangi kabahat gizli bugün?.. Bir kürtaj meselesidir gidiyor… Bu bir insanın en mahrem meselesi. Bu mahrem yerin ismine varıncaya kadar levhalara yazmışlar, sokaklarda dolandırıyorlar. Çok afedersiniz, binler kez sizlerden özür diliyorum, pankartlara yazmışlar; “Vajinamız bize aittir, dokunmayın!” Bu ne demek… Bugün hangi kabahat gizli ki sen, ben ibadeti gizleyelim.

Bunun için zamanımızda cehri zikir, zulmeti, kasveti dağıtmakta bir tiryaktır. Bir kibrit nasıl ki bir oda karanlığı boğabiliyorsa yüksek sesle söylenilen Allahu Teâlâ’nın ism-i şerifi gafleti izale eder inşaallah. Ehli küfrün kalbine korku verir. Bu sebepledir ki savaşlarda Allah Allah nidalarıyla İslâm askeri düşman askeri üzerine yürür. Bayramlarda teşrik tekbirlerinin yüksek sesle getirilmesi bu yüzden vacib olmuştur. Hatta ne kadar yüksek sesle getirilirse o kadar faziletli. Allah’ın isminin ilanıdır bu. Adeta bir pankart açmaktır. Bir şem’adır cehri zikir, bir çıradır.

Meseleye “Bizim yolumuz gizli, biz de usûl böyle…” diyerek sadece bir tasavvufî anlayış olarak bakmamak lazım. Mesele usûl meselesi değil, mesele dini muhafaza, Allah’ın nurunun yayılması meselesi…

Dedik ya bu bilinç var elhamdulillah, hafi zikir yetmiş derece evla ama bu ortamına göre. Misal az ileride caddenin karşısında bir düğün salonu var, düğün oluyor. Orkestranın sesini hoparlöre veriyorlar, bangır bangır bütün Erzurum dinliyor. Bu bir zulmet, bir manevi radyasyon yayıyor. Bu radyasyonu neyle engelleyebiliriz? Biz de ona karşı bir tedbir, bir temkin geliştirmeliyiz… Bu zikrullahtır, ezanlardır…

Kabukta incelme dediniz ya, zikrullah insana bu yönüyle bir manevi temizlik, bir olgunlaşma, incelik, letafet, nezaket getirir inşaallah.

Sual: Efendim, ehli küfür bu tip meselelerde hemen birleşebiliyor da biz Müslümanlar bir türlü tevhidi oluşturamıyoruz. Her cemaat kendi bağlı bulunduğu yer için; “Kaynak bizde, gel sen de suyu kaynağından iç.” diyor. Ama kaynaktan beslendiğini iddia eden kişilerin yaşantılarına baktığımızda ciddi mânâda şer-i şerifin belirlediği ölçülerden sapmalar olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Hatta bu taassupla kendilerinden olmayan kişileri ötekileştiren davranışlarla karşılaşabiliyoruz. Bunun sebebi ne olabilir?..

Cevab: Bunun sebebi herkes dinin merkezine kendisini koyup diğerlerini adeta Müslüman kabul etmiyor. Problem burada. Bunu hep vurgulamaya çalışıyoruz biz, Türkiye’de imanın ve küfrün tarifi net değil. Müslümanlar bu iki kavramın tarifi üstünde müttefik değiller. İttifakla hepsi küfür şudur, iman şudur, diyemiyorlar. Böyle olunca bunlar sanki onların elinde bir red-kabul mührü gibi oluyor. Kimi seviyor, hoşlanıyorsa ona kabul mührü vuruyor diğer hiçbir ameline, fiiline, itikadına, anlayışına bakmıyor. Öbürünü sevmedi, ondan hoşlanmadıysa red mührünü vuruyor. “Bu filancaların uşağı,  filancalara hizmet ediyor, şuradan alıyor, buradan geliyor.” diyor… Kendisini merkeze koyuyor. Müslümanlar bu kavramlarda ittifak etmeli.

Ehl-i küfür yıllardır Türkiye’de nasıl ki tevhid-i tedrisat adı altında bir birlik yaptı ve bütün beyinleri aynı klişeleşmiş mevzularla donattı. Bugün ehl-i iman da tevhid-i tebliğat yapmak zorunda. Ehem mühim sırasına göre tebliğde vahdet etmeliler. Bizim toplumumuzun hepsi üç aşağı beş yukarı aynı. Kültürümüz, yetişme şekillerimiz belli. Öyle ise bu topluma öncelikli neler verilmeli, bunda tevhid etmeliyiz. Her cemaat bundan başlayıp insanlığı kazanma adına askerlerin adımlarını aynı anda atması misali birlikte ilerlemeli.

Bu yapılamıyor. Bu olmayınca da size göre iman olan bir şey karşıdakine göre nifak olabiliyor. Misal Filistin’de ve sair yerlerde yapılan intihar saldırıları… Bir kısım Müslümanlara göre bu cihad iken, bir kısım Müslümanlara göre bu intihar, küfür. Haberlerde bazı sözde İslâmî duyarlılığı olan cemaatlerin kanallarında bunları dinliyoruz. Birileri bu insanları direnişçi/mücahid diye gösterirken, birileri terörist diye gösteriyor. İşte bu imanın ve küfrün tariflerinin net olmayışından. Sıkıntı buradan kaynaklanıyor.

Bugün Türkiye’de cemaat liderliği mevzuu da çok karışık. Bu işin bir standardı Türkiye’de yok. Misal devlet memurluğunda devlet bir standart getirmiş, KPSS diyor. KPSS’ye gir, kazanırsan memur olursun. Bugün Türkiye’de lider olmanın böyle bir kriteri yok. Ve bu liderleri araştırdığımızda nasıl yetişmiş, nereden gelmişler bunlar meçhul. Böyle olunca herkes kendini göze/kaynak olarak kabul edip başkalarını uzantı olarak kabul ediyor. Olsun, herkes kaynak olsun. Öbürü kolsa da yine o kaynağın kolu. O da yine o kaynaktan geliyor.

Daha önce de yine belki nakletmişizdir. Biz geçmişte bir Kâdirî Sultanı’na mensuptuk. Bizim ilk tasavvufa intisabımız, yönelişimiz Kâdirî yoluyla oldu. O zaman da çevremizde Nakşibendîler vardı. “Biz deniziz siz deresiniz, bize gelin Nakşî olun.” diye bizi zorlarlardı. Tabi bu bizim de zorumuza giderdi. Bizi böyle küçümsediklerini, bir gün üstadımıza aktardık. Mübarek buyurdu ki: “Oğlum niye zorunuza gidiyor? Olsun, onlar deniz olsun. Dereler de akar denize gider. Denizde biriz bundan zorlanmayın.” Çok farklı bir bakıştı bu. Bugün herkes birbirine böyle baksa sorun olmayacak. Elbette herkes kaynak olamaz, biri kaynak olur ama önemli olan o kaynaktan beslenebilmek. Öbürleri de o kaynaktan besleniyordur. İnsaf etmek lazım.

Hucurât Sûresi’nin 11. ayetinde Cenâbı Hak lakap takma anlamında, sizden biriniz diğer bir kişiye veyahut bir kavme/topluluğa/cemaate isim takmasın, küçümsemesin, alay etmesin. Ola ki o kişi veya o topluluk/cemaat sizden daha hayırlı, daha mükemmel, daha olgun olabilir. Bunu siz bilemezsiniz, Allah bilir, buyuruyor. Mü’minler bu ayeti şiar edinmeli. Açıktan akidede, itikadi meselelerde bozukluk, sorun yoksa hüsn-i zan edilmeli. Ama itikatta bir rahatsızlık varsa, hak ile batıl birbirine karıştırılıyorsa o konuşulmalı, tartışılmalı…

Böyle bir sorun yoksa o ayetin ışığında hareket edilmeli kimseye küçümseyerek istihza/alay maksadıyla, onu yok sayma amacıyla bakılmamalı. Dere de olsa, bir pınar da olsa, bir çeşme suyu da olsa neticede yol bulup denize gidecektir inşaallah. Sorun yok o zaman…

Sual: Efendim günümüzde bazı cemaat mensubu kişilere bağlı bulundukları cemaatin irşad metodu hakkında sorulduğunda doyurucu bir cevap alınamıyor. Mürşidinizle, hocanızla bir araya geldiğinizde nelerden konuşuyorsunuz, size hangi konuları anlatıyor, öğretiyor diye sorduğumuzda; “Şeyhimizin, hocamızın bize bir şey anlatmasına gerek yok, o zaten baktı mı bizim içimizdekini görüyor, o bize lazım olanı verir.” gibi cevaplar alabiliyoruz. Bunlar hakkında ne buyurursunuz, böyle bir şey olabilir mi?

Cevab: Eğer Allahu Teâlâ dilerse, o kişinin kalp gözünü, gönül gözünü açmışsa olur. Misal şurada bir arkadaşımız olsa, hafif rengi sarı olsa, halsiz olsa, gözleri bayık bayık baksa onun hasta olduğunu anlamak için doktor olmaya gerek yok. Hâli, durumunu ortaya koyuyor. Firaset sahibi, Allah Resûlü’nün de ifadesiyle “Allah’ın nuru ile bakabilen” insanlara Allah belli şeyler bildirebilir.

Ama bu, bizim halimizi anlıyor, bir şey söylemiyor demek değildir. Allah söylememizi emrediyor. Cenâbı Peygamber bize dinin nasihat olduğunu buyuruyor. Ve hiçbir hâl ve kârda nasihatin terkedilemeyeceğini, afedersiniz bir çöpçüden tutun devlet başkanına kadar nasihatin gerekli olduğunu çünkü herkesin konumuyla ilgili yanlışlar yapabileceğini, yapmaya müsait olduğunu bize Aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm Efendimiz buyuruyor. Kur’ân-ı Kerim de ma’rufun anlatılması üstünde ciddiyetle duruyor ve bizi sürekli bunda ikaz ediyor.

Tasavvuf sadece sukût yolu değildir. Sukût da vardır bu yolda ama bu nasıl olur? Bütün dervişler o kemalâta gelir; harfsiz, hecesiz, sözsüz, gönülden gönüle bir iletişim kurabilecek kadar kâmil olurlarsa, onlar için konuşmaya gerek kalmaz. Buna murakabe denir. Evliyaullahın huzurunda hepsi murakabeye geçer, sanki bir online sistem gibi, kalpten kalbe iletişim olur. Ama bu, geneli karma olan meclislerde mümkün değil. Bunun için nasihat gerekli, dinin anlatılması gerekli.

Misal şuraya toplumun her kesiminden insanlar geliyor. Belki bilmediği nice şeyler oluyor. Bu insanların akidesini, fıkhını, ahlâkını, bu insanlara hakkı bâtılı, helâli haramı anlatmak lazım. Yüzümüze bakıyor halimizi anlıyor da bize ne veriyor peki? Bir şey yok. “O manen biliyor!” O biliyor da ben bir şey bilmiyorum, ben bir şey öğrenemedikten sonra… Bu vebal olur…

Hazreti Peygamber’in ashabının Peygamber’e sorduğu soruları, Peygamber meclisini düşünelim. Kim insanların hâlini Peygamber kadar bilebilir? Öyle iken O’na her şeyi soruyorlardı. Hatta sahabi diyor; “Biz ayakkabımızın bağının rengini, ayağımıza bağlayacağımız ipin rengini dahi Hz. Peygamber’e sorardık.”

Cenâbı Hak da ayette bizlere sormayı emrediyor:
“...Fes-elû ehle’ż-żikri in kuntum lâ ta’lemûn” (el-Enbiyâ: 21/7)
Siz ehlini, ehil insanları bulunca o bilmediklerinizi sorun. Bu bize Kur’ân’ın öğretisi. Bunun dışına çıkamayız. Halk arasında da bu yaygındır; “İnsanlar konuşa konuşa anlaşır.” derler. Sohbetleşeceğiz, söyleşeceğiz. Çünkü bu din günümüze kadar böyle gelmiş. Nakille, konuşularak, aktarılarak gelmiş. Eğer o büyüklerimizin hepsi bugün bu insanların dediği gibi yapsaydı, halden anladık, konuşmaya gerek yok, deyip konuşmasalardı bugün bu dinin bilgisi elimizde olmazdı.

Tasavvuf sadece susma değil. Tasavvuf büyükleri “Yolumuz sohbet yoludur.” buyuruyor. Bütün büyük evliyalar sohbeti önemsemişler ve yolun sohbet yolu olduğunu buyurmuşlar. Şâh-ı Nakşibend efendimiz “Hayır cemaatte, cemaat de sohbettedir.” buyuruyor. Yolumuz sohbet yoludur. Sohbet bir ta’limdir, bir tebliğdir, bir tedavidir.

Bu bir menkıbe diye çok nakledilir… Şeyhin birinin yolu kitapçılar çarşısına düşmüş de orada bir müridini görmüş. Bakmış müridi kitaplara bakıyor, kitap alıyor. Ona sormuş,

-Oğlum sen burada ne arıyorsun? Mürid:

-Bir kitaba bakıyorum, demiş. Şeyh de:

-Sen kitapsız mısın? demiş…

Bu sözde bir menkıbe gibi kalmış ve anlatılır. Ne demek bu, ne anlıyoruz bundan? Mürid öyle çok okumaz, kitaba bakmaz. Kitapla, defterle müridin işi olmaz. Peki, ne olacak? Şeyhi onun halini biliyor, ona lazım olanı söyleyecek… Otuz sene gidiyorum, geliyorum bana hiçbir şey söylemiyorlar. Nasıl olacak peki bu iş?

Geçen de dedim, camide ön safta kılan adamlara sorun, namaza kaç şeyle girilir, bilmez. Şimdi dergâhlara gidin, emin olun sözde eski, yakın, ileride olan müride sorun bir şeyler. Maalesef… Adamlar rüya tüccarı, rüyalarda mükemmeller. Hikâye esnafı adamlar, bol menkıbe biliyorlar. Sorun ona kaç tane hadis biliyorsun. Yok. Çünkü hiç hadis mevzu olmamış ki sohbette. Fıkıhtan, akaidden, siyerden sor bilmez. Peki, sen bu dergâhta ne alıp satıyorsun birader?.. Ama onlar deniz. Niyazi güzel diyor;

Topuğuna çıkmayan suyu deniz sanırsın
Sen katreyi geçmedin, ummanı arzularsın

Hayal âleminde, hayalde yaşıyoruz. Hayalle bu yol başa gitmiyor…

Bırakın müridi ben kendi tarikatının, lideri olduğu tarikatın dersini veremeyen şeyh gördüm. Dersi tarif edemiyor ama etrafındaki insanlar diyor ki bu kutub… Kutub, dersini tarif edemiyor. Vitirde okuyacağı “Kunut Duaları”nı bilmiyor şeyh efendi. Diyorlar ki Allah buna ledün ilmi vermiş.

Allah rahmet etsin. Burada Âşık Gülhani diye birisi vardı. Zaman zaman muhabbetleşirdik onunla. O dönemlerde de burada Çiftlik köyünden birisi kendine bir varlık vermiş, “Bana verdiler.” diyor. Ne verdiler sana, diye sorulduğunda mânâda bana bir saz verdiler, diyor. Sözde âşık olmuş. Başına yeşil sarık bağlıyor, yüzünde sünnet var, elinde saz. Bu adam Gülhani’yi gel atışalım diye sıkıştırmış. Gülhani demiş ki, benim edebim buna müsait değil. Ben senin gibi biriyle atışmam. Bu sarığın hürmeti var, onu çıkar. Şu yüzündekini kes, ondan sonra gel karşıma seni rezil edeyim. Ama şu haldeyken sana söz söyleyemem. Bu adam “Bana bu sazı mânâda verdiler.” deyince, Gülhani daralmış demiş ki; “Bu nasıl mânâ ya! Niye sana elif suparası, amme cüzü vermediler de eline saz verdiler. Nasıl bir mânâ bu? Sen Sübhaneke’yi bilmiyorsun, bana bade içirdiler diyorsun. Bana ledün ilmi verdiler. Senin eline elif cüzü verelerdi, Kur’ân’ı öğreneydin. Madem bu büyükler böyle veriyorlar, onların vermesi gereken şey bu. Sen tutturdun ki bana saz verdiler...”

Şimdi bugün adamlar böyle. Denizler, deryalar, ledün ilmi verilmiş… Eyvallah, başım üstüne ama “Kunut Duası”nı bilmiyor. Bana anlatsana bakayım şu ledün ilmi nedir? Otuz senedir ilimle uğraşıyorum, ledün ilmi ne? Evet, böyle bir ilim var. Hâşâ bunu reddedemeyiz. Bu Allah’ın bir lütfu. Kur’ân bundan bahsediyor. Ama sana ne vermişler şunu bir söyle. Sen Kunut’u, namazı bozan şeyleri bilmiyorsun. Güya tarikatım dediğin yolun dersini birine öğretemiyorsun ama bana baktın mı benim halimden anlıyorsun, benim içimi, dışımı biliyorsun. Bu çocukların oyun oynaması gibi...

Bugün maalesef tasavvufun gerçeği -istisnalar kaideyi bozmaz- ortada yok. Bugün tarikatçılık oynayan insanlar var ortada. Bunu bir rant kapısı haline getiren, nüfuz elde eden, el öptüren, insanların elindekini almaya çalışan veya bunu siyasi amaçla, değişik maksatlarla kullanan insanlar var. Böyle bir oyundur devam ediyor.

Cenâbı Hak bunların şerlerinden bizleri muhafaza eylesin. Bunlara kutta-i tarik denilir. Bunlar yol kesen eşkıya gibidir. Çünkü insanların imanıyla oynuyorlar, imanlarına zarar veriyorlar…
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Sûfîlik, benlik elbisesini çıkarmak demektir. Sûfilerde “Biz” vardır. Kemâle erdiğinde bizlik de gider. Arabî ifadeyle ne “ene” kalır ne “ente” kalır; “huve”ye dönersin. Her zerrede O görünür, artık her şeyden Hakk’ı, hakikati görmeye başlarsın. Bizliği de aşarsın. Ama biz şimdi orta direk misali bizlik konumunda olmalıyız. Bizliği yaygınlaştırmalıyız. Kim “Lâ ilâhe illallah    Muhammedu’r-Resûlullah” diyor ve buna inanıyorsa bizdendir. Biziz, yani biriz. Hani bir söz var ya; “Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz”. Buna özen gösterelim, çevremize bunu anlatmaya çalışalım. Mesela şu cemaatten olur, bu teşkilattan olur, bu vakıftan olur… Bakın burada arkadaşlar Kırşehirli, Aksaraylı, Düzceli şuralı buralı... Ama bakın şu mabedin içinde bir araya gelmişiz, huzurla oturuyoruz. Onlarla da böyleyiz, böyle olmalıyız. Ama dediğim gibi yanlış varsa eğer, onu söylemek de imanımızın gereği. Bismillah,
(Âl-i İmran: 2/110)

Bu Allah’ımızın emri bize. Sizin içinizde öyle topluluklar, öyle insanlar, öyle cemiyetler-cemaatler olsun ki… Siz bunun için seçilmişsiniz, buyuruyor Cenâbı Hak. Diğer ümmetlerin içinden yahudilerden, hristiyanlardan, Muhammedî olmayan (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) bütün insanlığın içinden siz seçilmişsiniz.

Siz hayırlı bir ümmetsiniz. Neden geliyor bu hayrınız? Siz ümmet-i davetsiniz, siz davetçisiniz, siz dâi-yi ilallah, Allah’a davet edenlersiniz. Siz İslâm’a davet edenlersiniz.

Sizi Allah insanların içinden adeta seçti, çıkardı. Size lütufta, keremde bulundu, sizi Müslüman olarak halketti. Sizi Muhammedî kıldı, size Kur’ân’ı gönderdi.

Peki, bu hediyeler, bu ikramlar bize geldi, ne yapacağız bunlarla? Bu insanlığa karşı bir sorumluluğumuz, bir görevimiz var:

Siz niye böyle hayırlı kılındınız, niye seçildiniz? Allah’ın emrini tebliğ edeceksiniz. Siz Allah ile insanlığı buluşturacaksınız. İnsanlığı Allah’a kavuşturacaksınız.

Bugün Müslümanların farklı farklı ilah anlayışları var. Bu farklılıkları sileceksiniz. Ma’ruf olan yani mutlak iyi olan, doğru olan, hak olan, müstakim olanı siz kendinizde yaşayarak ve çevrenize anlatarak tebliğde bulunacaksınız.

Yaşamadığınız şeyi anlatırsanız bir hakikatin yalancısı olursunuz arkadaşlar. Yaşayarak anlatacağız. Yeryüzünde vahyin/Kur’ân’ın dışında en sahih bilgi yani en kaliteli, en gerçek bilgi tecrübe edilmiş olan bilgidir. Tecrübeye dayanmayan bir bilgi çok fazla netice vermez. Tecrübe de yaşayarak elde edilir. O hakikatleri tatbik ederek elde edebiliriz. Yaşamadığımız bir şeyin yalancısı olmayacağız. İslâm’ı gücümüz nispetinde, zaten gücümüzü aşandan Allah bizi mes’ul tutmuyor, neye muktedirsek onu yaşamaya gayret edeceğiz. Bir hakikati öğrendik onu hemen amel safhasına koyacağız. Onunla amel etmeye başlayacağız.

Bakın sahabe-i kiram, ki her biri gökteki yıldızlar gibi bunlara inanıyoruz, Allah Resûlü’nün ifadesi çünkü bu. Arkadaşlar, Kur’ân o insanlara gelmesine, Kur’ân’ın birinci muhatabı olmalarına rağmen sahabinin hepsi hafız değildi, Kur’ân’ı ezberleyememişlerdi. Hâşâ geri zekâlı oldukları, akıllı olmadıkları için mi? Hâşâ değil… Allah’tan korktukları için. Hakikatin yalancısı olmaktan korktukları için. Onlar bir ayeti kerimeyi ezberliyorlar ondan sonra onu yaşamaya başlıyorlar. O ayetin mânâsı, irfanı, hikmeti, hakikati hayatlarında kemâl noktasına gelince diğer bir ayeti kerimeyi ezberliyorlar. Bu yüzden ömürleri kifayet etmedi Kur’ân’ı ezberlemeye. Yoksa onlar da bugün bizim gibi ezberleyebilirlerdi.

Bizde bakıyoruz hafızlarımız çok. Acaba bu hafızlarımızın hepsi Kur’ân’ın muhafızı mı? Kur’ân ezbere dayanmamalı arkadaşlar. Evet, ezberlemeliyiz bu da bir sorumluluk ama ezberlemiş olmak için, hafız olmak için Kur’ân’ı ezberlememeliyiz. Kur’ân’ın muhafızı olmak için Kur’ân’a sarılmalıyız… Bir, onu korumak onun muhkemini, onun müteşabihini, onun zahirini, batınını korumak için Kur’ân’a yapışmalıyız.

İki, onu yaşamak için… Bir insanı düşünün Sina Çölü’nde uzun bir yolculuğu var. Bir kırba suyu var, Anadolulusunuz kırbayı az çok bilirsiniz. O suyu susadığında bir seferde de içebilir. Ama o yolun sonu gelmez. Adam o suya nasıl sarılır, çünkü o çölde onun için hayat kırbadaki su. Oradaki hayatı o suya bağlı. O suyu çaldırmamak, o kırbayı deldirmemek, suyu zayi etmemek için her türlü fedakârlığı yapar. İşte bugün Kur’ân-ı Kerim bizim hayat suyumuz arkadaşlar. Biz ancak Kur’ân’a göre yaşarsak huzurlu, sıhhatli, edepli, muhabbetli, ülfetli, ünsiyetli yaşayabiliriz. Kur’ân kırbasını deldirdik mi hayat böyle albur altüst oluyor. Neye göre yaşayacağımızı bilemiyoruz. Ölçüyü şarktan mı alalım, garptan mı alalım? Bizim Karadeniz tabiriyle salahana bir vaziyette bu âlemin içinde sarhoş gibi dolanıyoruz.

Kur’ân’ı yaşamak için Kur’ân’a sarılacağız. Ruhumuzun gıdası, zihnimizin kıblesi, gönlümüzün sevgisi, aşkı, dilimizin zikri olacak… Kur’ân ile böyle hemhal olacağız. Sahabi böyle yapmışlar. Ma’rufun emrini böyle anlamışlar. Zaten hayatlarının belli bir döneminden sonra İslâm ile şereflenmişler. Ömürleri yetmemiş. O yüzden hafız olamamışlar.

Ve sizler, iyiliği emretmekle, onu yaşayıp göstermekle, yaşanmasını yaygınlaştırmakla zaten aynı zamanda “nehyi ani’l-münker” yapmış oluyorsunuz. İyilikleri yaşayıp çoğaltarak kötülüklerin önüne geçmeye çalışıyor, kötülükleri engellemiş oluyorsunuz.

İşin bir bu yönü var. Bir de yine fiili olarak tebliğle, uygun bir dille yanlışları bildireceksin, bu babamız dahi olsa. Biz hep söylüyoruz tebliğ, “Selamun aleyküm kör kadı!” usulünce olmaz. Seviye tespiti önemli. Karşındaki insanın seviyesi ne ve ben ona nasıl bunu sevdirebilirim, onu incitmeden  nasıl anlatabilirim, nasıl onun seviyesine inebilirim? Benim gayretim böyle olacak ama karşımdaki adam inatçı, muannit, şuursuz, ne desen kırılıyor ayrı, o kadar incesine de eleyemem. Ama bir mümin olarak bana yakışan; karşımdakini incitmeksizin, doğrudan da taviz vermeksizin ona doğruyu nasıl anlatabilirim bunu düşüneceğim, bu seviyeyi tespit edeceğim ve ona göre konuşmaya başlayacağım. Delilerle, örneklerle, onun algılayabileceği surette ona kötülüğü anlatacağım. Bir yandan dilimle ona tebliğde bulunurken bir yandan kalbimle Allah’a dua edeceğim: “Ya Rabbi, benim hayatımdaki bütün kötülükleri hayatımdan temizle. Benim hayatımda en kötü olan şey nefsim. Beni nefsimin eline bırakma, beni nefsimle baş başa bırakma, şeytanı benden uzaklaştır, şeytanî vesveselerden gönlümü temizle ve bu arkadaşıma tesir halk eyle. Bunun gönlünü İslâm’a aç. İman nurlarıyla bunun kalbini nurlandır. Ya Rabbi! Kur’ân’ın nurlarıyla bunun kalbini nurlandır. Bunu Sana döndür. Buna Senin aşkını nasip et Ya Rabbi!” Kalbimden de Allah ile böyle bir irtibatım/rabıtam olacak ve Allahu Teâlâ’ya o insan için dua edeceğim. Bunu bir yapacağım, iki yapacağım bunda sınır yok. İcap ederse o arkadaşımı kazanana kadar…

Bakınız geçmiş büyüklerimiz bir arkadaşlarında veya bir ihvanında, cemaatinden de olsa birinde bir kötü huy, kötü ahlak, bir kötü iş görseler o arkadaş için geceleri kalkar, sabaha kadar seccade üstünde Allah’a ağlarlarmış; “Ya Rabbi, onu iyilere bağışla! Arkadaşımı bu kötülükten, bu yanlıştan kurtar…”

Vazgeçmiyorlar, sohbetlerde ona sohbet, nasihat ediyorlar, onun gıyabında da dua ediyorlar… İşte himmet bu… Şimdi dervişler bu himmet üstüne çok düşünürler, mürşidin himmeti bu arkadaşlar, mürşidin müridine, ihvanına tasarrufu bu… Geceleri sabahlara kadar onun için Allah’a yalvarır. Misal, aşamadığı meşru bir müşkülü olsa bile onun için yalvarır. Bir kötü hali var, kurtulamıyor, onun için yalvarır.

Naklederler, bir gün bir ihvanı, Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri’nin (kuddise sırruh) ziyaretine gelmiş. Bakmış Şeyh Efendi hüngür hüngür ağlıyor. Adam da üzülmüş, acaba ne oldu, efendi neye bu kadar üzüldü. Sormuş,

-Üstadım, sultanım sizi bu kadar üzen şey ne? Sizi bu kadar çok ağlatan ne? Böyle çok coşkun ağlıyorsunuz içim parçalandı… Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri espriyle bir tokat yapıştırmış ona,

-Sana ağlıyorum kerata herif, demiş.

-Efendim, ben şimdi geldim. Bana ağlayın da neyime ağlıyorsunuz?

-Sen şimdi yolda gelirken –afedersiniz- bir bayana baktın, göz zinası yaptın ve bununla zevklendin. Hiç tevbe etmek aklına gelmedi. Bunu Cenâbı Hak bana bildirdi, hissettim. Senin ruhunun karardığını gördüm. Senin için ağlıyorum ki belki gözyaşım senin o kararan ruhunu yıkar, o günahını temizler. Allah’a yalvarıyorum ki; “Bu bilmeden bu işi yaptı ya Rabbi! Sen bunun bu günahını affet hem de bu hastalıktan, bu nefsi marazdan bunu kurtar.” diye ağlıyorum…

Çok mahcup olmuş o ihvan, o da ağlamaya başlamış. Sen gelirken gözün ele baktı. Ruhun karardı. Ben gözyaşımla seni yıkamaya çalışıyorum. Aman ya Rabbi…

Bu kıssadan bu tip yerlerde niye varız, niçin buralardayız biraz da bunu anlatıyorlar bize. Bu büyük bir menfaat değil mi? İnsanın kendi gıyabında kendisine böyle dua eden, kendisi için böyle gayret çeken, kendisi için böyle ağlayan bir dostun olması… Hani halk arasında bir söz vardır “Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar.” derler. Kâmil insanlar bize anamızdan daha çok ağlıyorlar. Analarımız o kadar ağlamaz. Onların bize ağladıkları kadar analarımız bize ağlamaz. Cenâbı Hak bizi onlardan mahrum etmesin…

İşte bunun için biz hayırlı bir ümmetiz. Müslümanlar olarak insanlığın içinden seçilmiş bir ümmetiz. Özelliğimiz Allah’ın emirlerini ikame etmek, ayakta tutmaya çalışmak, yasakladığı şeylerden ortamı, içimizi, dışımızı, çevremizi temizlemek. Ecdat buyurmuş ya; “Herkes kapısının önünü süpürse mahalle tertemiz olur.” Herkes kendi çapında düzenli bir şekilde ma’rufu emredip münkeri nehyetse bugünkü sorunlarımız azami derecede azalır Allah’ın izniyle. Bunların bir kısmı da imtihandır, zaten istesek de değiştiremeyiz ama azami derecede azalmalar olur arkadaşlar. Bunun için bizliği yaygınlaştıracağız.

Arkadaşlar bir beyin cerrahı beyin ameliyatı yapıyor. Çok hassas bir ameliyat. O doktor o ameliyat esnasında bir anlık dalgınlıkta bulunsa, kafayı başka bir şeye taksa, dikkatini hastanın üzerinden anlık uzaklaştırmış olsa, zihnen yaptığı işten ayrılsa... Ufak bir ihmali, dalgınlığı hastanın ölümüne de sebep olabilir, ömür boyu sakat kalmasına da sebep olabilir… Çünkü yanlış bir işlem yapabilir orada. Çok hassas, vücudun bütün önemli damarları orada toplanıyor, merkez orada. Doktor bilahare bunu düşünse ömür boyu vicdan azabı çeker. Vicdanen ömür boyu huzur bulmaz. Ben adamın ölümüne veya sakat kalmasına sebep oldum.

Arkadaşlar bir Müslüman ve özellikle bir Hâcegân ihvanı aynen o beyin cerrahı gibidir. Evet, işimiz çok hassas. Allah ile irtibatımız,    Resûlullah ile irtibatımız çok hassas… Bir anlık ihmal, gaflet bizi hakikat yolundan uzaklaştırır. Bizi nefsimizin eline bırakır. Allah Resûlü buyurmuyor mu: “Ya Rabbi! Beni gözümü açıp kapayıncaya kadar dahi olsa nefsime bırakma...”

Buna lahza denilir. Lahza bir andır, göz kırpıştırma vaktidir. Bir gözünü kırpıştıracak kadar bir vakit dahi beni nefsime bırakma ya Rabbi, diye Âlemlerin Efendisi yalvarıyor.

Düşün ki bir anlık gafletinden; amelinde, ihlasında, takvanda, zikrinde, fikrinde göstereceğin ihmalden dolayı seni Allah nefsine bırakırsa… Ki biz kendimize baktığımızda bu ne bir anlık, belki haftalar geçiyor hiç tesbihi elimize almadığımız oluyor. Aylar geçiyor Kur’ân’ı hiç elimize almadığımız oluyor, bir kitap elimize almadığımız oluyor. Günler geçiyor sohbete-muhabbete, ihvanın yanına gitmediğimiz oluyor.

İnsan düşünse ki bu boşluğu ben neyle doldururum? Nefsimiz dolduruyor. Bize başka tatlar tattırıyor o zaman. Biz zikrin, sohbetin-muhabbetin, kardaşlığın tadını unuttukça bize nefsimiz sûni tatlar tattırıyor ve biz o tatlarla tatlanmaya başlıyoruz. Bu sefer yavaş yavaş İslâm’ın hakikatlerinden uzaklaşmaya, taviz vermeye başlıyoruz. Bu çok acı… Kendimizi ya manen öldürüyoruz, bütün bütün terk ediyoruz ya da adeta sakat kalıyoruz. Kalbimiz kararıyor, zihnimiz tefekkürden uzaklaşıyor, gönlümüze şehvet, dünya sevgisi gelmeye başlıyor. Bunlar ciddi zararlar değil mi? İşte bunun sebebinde kendi ihmalimiz var. Buna çok dikkat edelim, özen gösterelim.

Bu iş ihmal kabul etmez. Bu belki an meselesi. Bir anda sana Cenâbı Hakk’ın ihsan edeceği lütfu belki sen bir ömür uğraşsan elde edemezsin. Hani buyruluyor ya cuma günü içinde bir saat vardır, o bir demdir. Allah onu cumanın içine saklamış. O gün uyanık ol. O hangi zamandır belli değil. Kadir Gecesi… Yılın içinde gizlenmiş, o hangi gecedir aslında belli değil. Belli işaretler/beşaretler/yorumlamalarla Ramazan-ı Şerif’in 27. gecesi denilmiş. Bu Allah-u âlemdir, ihtimaldir, kesinliği yoktur. Yıl içinde Cenâbı Hak bunu gizlemiştir.

Senin Kadir Gecen de senin cumanın içindeki o eşref saatin de öyle belki bir anlık… O anı sen gafletle geçirirsen kaybedeceğin şey ömrünle karşılayamayacağın bir şeydir. Bunun için Üftade Hazretleri buyurmuş;

İhmali koy iş bitir,
Ömrünü bine yetir,
Sıdk ile iman getir,
Tevhide gel tevhide…

İhmali koy iş bitir/Ömrünü bine yetir… Sanki bin yıl yaşamış gibi ol. Nasıl yapacaksın bunu; ihmali koy, iş bitir diyor. İhmalkâr davranmazsan, zamanını iyi değerlendirirsen sanki bin yıl yaşamış olursun. Bin yıllık bir işi yapmış olursun…

Sıdk ile iman getir… Sen bütün sıdkınla, bütün ihlasınla, bütün varlığınla bu hakikate,   Allah’a, Resûlü’ne, Kitabullah’a iman et, imanını böyle koru, sağlamlaştır.

Tevhide gel tevhide… O zaman sen gerçek mümin olur, vahdete erişebilir, huzuru yakalayabilirsin…

İhmali koyacağız. Yolumuzda ihmale çok fazla müsamaha yok arkadaşlar. Hele hele özellikle bir insanın dini sorumlulukları varsa; hoca, hafız olan arkadaşlara altını kırmızı kalemlerle çizerek söylüyorum. Bizler cemaatiz, yanlışlarımız olabilir, Allah bağışlasın ama önümüzdeki öncülerimizin, hocalarımızın, imamlarımızın, müftülerimizin, müezzinlerimizin ihmali o doktor gibi.

Bir arkadaş anlatıyordu dedi ki: “Ben intisab ettikten, bu yola girdikten sonra vazifelerime, amellerime, istikametime çok özen gösteriyor, dikkat etmeye çalışıyordum. Bir gün eski, tecrübeli ihvandan iki kişi kendi aralarında muhabbet ediyorlardı ben de kulak misafiri oldum. Baktım dersten bahsediyorlar. Biri ben bugün yapamadım diyor, öbürü de ben de bir kaç gündür yapmıyorum, diyor… Derslerini yapamadıklarını söylüyorlar. Ben bunu işitince içim çok karıştı. Dedim, ya bunlar eski, tecrübeli adamlar, demek ki ders zaman zaman bırakılabiliyor, yapılmıyormuş.  Ben de bıraktım. Bana kötü örnek oldular. Ben onları dinleyene kadar farz gibi biliyordum. Onları işittim, baktım demek terk edilebiliyormuş ben de yapmadım, sonra başıma gelen geldi.”

Bunun için diyoruz, o arkadaşlarımızın bölümlerini, sınıflarını, konumlarını belirgin olsun diye kırmızı kalemle çiziyorum.

Örnek olacağız. İhmale müsamaha göstermeyeceğiz. Hem kendi vazifelerimize riayet edeceğiz hem ihvanımıza, kardaşlarımıza, çevremizde bize bakan arkadaşlarımıza da duacı olacağız. “Ya Rabbi! Beni ne Sana, ne çevreme mahcup etme, diye dua edeceğiz. Mademki çevrem bana bakıyor, benden bir şey öğrenmek istiyor, ya Rabbi beni daima hayır üzere, iyi işlerde kullan, istikamet üzere beni sabit kıl! Arkadaşlarıma kötü örnek olmaktan, onları yanlış bir şeye sevk etmekten beni muhafaza et ya Rabbi!” diye dertleneceğiz hep.

Bu yolda sorumluluk böyle bir rütbe, makam, mevkii değil. Sorumluluk hizmettir. Hizmetin de kendine göre bir zahmeti, bir külfeti olur. Ücretimiz Allah’a aittir. Eğer o külfete biz tahammül edebilirsek ücret Allah’a aittir…

Zaman zaman anlatırım. Farklı meşgaleler bazen insanı oyalıyor… Bir dönem şoförlüğe ilgim olmuştu. Şoförlük öğreneyim dedim. Şoförlüğüne güvendiğim, iyi şoförlük bildiğine emin olduğum bir arkadaşa dedim ki zaman zaman gel, burada bir yerde müsait bir saha var orada seninle çalışalım. O da gelip bana bir şeyler gösteriyordu. Biraz çalıştım, bir şeyler de öğrendim ama baktım beni böyle içine çekiyor, meşgul ediyor. Kendimi de kandırmaya başladım. İşte şoförlük öğrenirsem hizmetlere daha rahat giderim, bir araba alır şuraya buraya giderim, kimseye yük olmam, kimseyi beklemem vesaire… Minareyi çalan kılıfını hazırlar, diye bir söz var ya, böyle de kendime kılıflar hazırlıyorum. Ama kaptırmışım kendimi. Hatta gece rüyalarımda bile araba kullanıyorum. Öyle virajlar alıyorum ki hiçbir yere sürtünmeden, pilot gibi… Baktım rüyalarımda şoför oluyorum ben. Tabi rüyada öyle görünce zahirde de öyle olsun istiyorum. Bu sefer bütün dikkatimi, himmetimi oraya veriyorum. Baktım ki şoförlük öğreneceğim diye bir araba kullanma merakı, sevdası beni belli şeylerden alıkoyuyor…

Bir gece rüyada mürşidimiz hazretlerini gördüm… Mükemmel bir kadillak arabaya yaslanmış. Mübarek, elini koymuş, arabaya yaslanmış… Ben de gördüm, geldim ziyaret etmek istiyorum, elini öpeceğim. Elini vermedi bana.

Talebeliğimizde biz ders okurken bir Arapça ibare okumuştuk. Mübarek onu diline bir tespih gibi vird edinmişti adeta, zaman zaman bize bunu hatırlatırdı Sultanımız. Rüyada da onu söylüyor bana. O şu idi: “Süslü minarelerin, büyük kâşanelerin, uçsuz bucaksız çarşıların Allah’ın yanında saman çöpü kadar değeri yoktur…” Böyle bir Farisî deyim. Okurken bu geçmişti. Bunu okumuştu ve üstüne de bize bir sohbet buyurmuştu. Ama sonradan bunu zaman zaman kendisi mırıldanırdı, adeta bize hatırlatırdı.

“Süslü minarelerin, büyük kâşanelerin, uçsuz bucaksız çarşıların Allah’ın yanında saman çöpü kadar değeri yoktur…”

Arabaya yaslanmış, ben eline gidiyorum elini vermiyor ve bunu buyuruyor.

Yani bu arabanın, şoförlüğün Allah’ın yanında ne değeri var, diye soruyor adeta. Ve bana: “Oğlum, Sen iyi bir hoca olursan, yani sen dikkatini ilme ver, irfana ver istikamete ver, Sen iyi bir hoca olursan Allah arabaları kapına dizer.” buyuruyor ve gidiyor. Korkuyla uyanıyorum. Sabahleyin arkadaş geldi. Hocam çalışalım mı, dedi? Dedim yok, ben ehliyetimi aldım kardaş sağ olasın! O sevda bitti…

Böyle aslı astarı olmayan sevdaları bitirelim arkadaşlar. Bu tip sevdaların sonu yok. Bu sevdaların sonu gelmez… Gencine-i Esrar’da geçer:

Dalma derin deryalara,
Girme bitmez kavgalara,
Dalma sonsuz hülyalara,
Gel Allah’a dönelim gel…

Biz Allah’a dönelim kardaş. Dünyanın hülyası bitmez. Sen bu derin deryaların dibini bulamazsın… Sen topuğuna çıkmayan bir suyu deniz zannediyorsun. Fani gördüklerin seni aldatmasın. Allah’a dönelim. Kalbimizle, ruhumuzla, sırrımızla Allah’a dönelim. O, o zaman bize dilediğini ihsan eder. Arabaları kapımıza dizer...

İşte o duanın icabeti sizlersiniz arkadaşlar. O gün buyurmuş olduğu “Arabalar kapına dizilir.” arabalar diziliyor… Allah’a hamd olsun. Bu bizim büyüklüğümüz değil, o devletlinin duası, sultanımızın himmeti, onun padişahlığı elhamdülillah… Yoksa Allah’ın bizi tanıdığı gibi tanısanız taşa tutarsınız bizi. Ama o, arabalar dizilsin diyor, arabalar diziliyor.

Arkadaşlar gönlümüzü Mevlâ’ya çevirelim. Yunus buyurmuş ya:

Anca bundadır felâh,
Lâ ilâhe illallah…                        

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Yine ayeti kerimede Cenâbı Hak Zuhruf Sûresi’nde: “Bugün dünyada birbirleriyle dost, arkadaş olan niceleri yarın ahirette birbirlerine düşman olacaklar. Bu dostluklarından dolayı pişmanlık duyacaklar. Keşke ben filancaları dost edinmeseydim diyecekler. Takva olanlar müstesna.” buyuruyor Allah Teâlâ. Bu dostluk Allah içinse müstesna. “Ahifillah” demiş büyükler, Allah kardeşliği…

Her ârifin, her Allah dostunun, İslâm büyüğünün takip ettiği bir özel yolu, bir seyri vardır. İslâm, cadde-i kübradır, anayoldur ama bu yolda vasıtanın durumuna göre şeritler belirlenmiştir. Yayalara kaldırım belirlenmiştir, kurum araçlarına servis yolu belirlenmiştir. Ambulansın, emniyetin, itfaiyenin özel bir şeridi vardır, ihlal edilemez o şerit, trafik kurallarına göre. Yine buna mümasil araçların durumuna göre, motor gücüne göre, sürat kabiliyetlerine göre şeritler ayrılmıştır. Her vasıta şeridinden gittiğinde trafik kemâl noktasında akar, kimse sıkıntı çekmeden hedefine vasıl olur. Ama bu şeritler birbirine karıştığında veya şeritleri, o çizgileri ortadan kaldırdığınızda zincirleme kazalara sebep olursunuz, hayat felç olur.

İşte bu yüzden İslâm cadde-i kübradır. Bu cadde içinde Cenâbı Hak her ümmete, o ümmetin içindeki belli fertlere biraz önce sayılan ebrar, mukarreb, takva, etka bunlara göre şeritler tayin etmiş, usuller, vusuller bildirmiştir. Herkes mizacında, fıtratında mevcut olan o yolu takip ederek Allah’a ulaşabilir. Üstad Bediüzzaman (rahimehumullah) da böyle bir yol takip etmişler, bu yolla vasıl-ı ilallah olmuşlar.  Bediüzzaman manevi seyrini tarif ederken buyurur ki: “Bizim seyrimiz fenafi’l-ihvanla başlar.” Sûfîler bir kademe daha yukarıdan başlarlar seyre. Sûfîlerin seyri bir adım, bir hatve daha ilerdendir. Ama Üstad, “Müminin müminde, kardeşin kardeşte, kardeşlikte fenasında başlar bizim yolumuz.” demiş. Niye? Bu asrın insanının en çok ihtiyaç duyduğu şeylerden birisi de ondan. Başlama çizgisini, start dediğimiz o ince çizgiyi Üstad biraz daha geri çekiyor, kolaylaştırıyor. Müminin müminde fenası “Ahifillah-Allah için kardeşlik…”

Bugün maalesef kardeşlikler menfaat için. Sizleri tenzih ederim, teşbihte hata olmaz, tavukların önüne bir parça yem serpin, bakın bütün tavuklar bir araya toplanır, ne güzel cemaat gibi görünürler. Bugün maalesef Müslümanlar böyle… Değişik menfaatler uğruna bir araya gelebiliyorlar. Menfaatler bittiği an, o tavukların bir tanesi ağzına büyük bir pay alsın bir tarafa giderken öbürleri hep saldırıyor ona. Hani biraz önce bir arada huzurla taneleri topluyordunuz…

Evet, Allah için kardeşlik, dostluk… İşte bunun için Mevlâ buyuruyor ki muttaki olanlar müstesna, kalanlar birbirlerine düşman olacaklar. Dostluğu etkileyen, düşmanlığı pekiştiren temel virüsleri Hazret burada dile getiriyor. Ne bu? Nefis. Bismillah;
buyuruyor Mevlâ. Nefislerinize dikkat edin. O emmâre olan, küfür üzere olan o nefis, size daima küfrü cazip gösterecektir, şerri size emredecektir, sizi kötüye davet edecek, zorlayacak itekleyecektir. İkincisi; Şeytan…;  buyuruyor yine Mevlâ. İyi bilin ki şeytan sizin için apaçık bir düşmandır. Şeytan sizin düşmanınızdır. Temel virüslerin üçüncüsü Hevâ… Bismillah;
buyuruyor Cenâbı Hak. “Sen hevâsını putlaştırıp da ona tapınanı görmedin mi?” Nefsine kibir pompalayıp -hâşâ- onu ilâh makamında gören, her şeyi etkilemeye çalışan, kargadan başka kuş tanımayanları görmedin mi sen? Heves, arzular… Böyle bir nefsin, şeytanın, hevanın insana lanse ettiği duygular… Ve kötü arkadaşlar… Bunlara teslim olmuş, bunların yanında, bunların yolunda sana yardım edebilecek esvaplı şeytanlar…;
buyuruyor Mevlâ. Bu düşmanlar görünmezlerden, taife-i cinden olduğu gibi “Ve’n-nas” insanlardan da olacaktır.

İşte bunlar senin amansız düşmanındır buyuruyor Hazret. Peki, düşman belli de bunlara karşı kendimizi nasıl koruyacağız? Bu düşmanlardan nasıl sakınacağız? Mevzuya başlamadan bu konuyla alakalı olduğuna inandığım bir hatıramı nakletmek isterim. Mesele kendimizden bahsetmek değil arkadaşlar. Yine o büyüklerden geldiği için, istifadeye sunulsun diye…

Evet, bir gün mürşidimiz, sultanımız bize buyurdular ki: “Düşün ki sen bir yolda gidiyorsun.  Bir yere geldin, bir köyden geçeceksin. Yalnızsın. O köyde -afedersiniz, hâşâ huzurunuzdan- çoban köpekleri var ve seni yabancı görüp saldırdılar, ne yaparsın?

-Efendim, silahımı çekerim, elime sopa alırım, şunu yaparım, bunu yaparım… O anda aklıma gelen tedbirleri sıralamaya başladım. Buyurdular ki,
-Birine... Senin bu tedbirlerin birine. Sen biri ile mücadele ederken öbürleri seni parçaladı. Her biri bir köpekten daha eşed. Nefis, şeytan, dünya, hevâ, heves, kötü arkadaş…

Düşündüm, doğru. Ben biriyle mücadele ederken öbürleri beni parçaladı. Dedim ki:
-Efendim parçalandım, aciz kaldım, yapacağım bir şey yok. Buyurdu ki:
-Tek şey var… Çobanı çağırırsın…

Allahu Ekber… Çoban gelip de onlara “Otur!” dedi mi hepsi oturur.

Biz şimdi bugün çobanı çağırmayı bilmediğimiz için, kendi yöntemlerimizle kendi başımıza bu köpeklerle –affedersiniz- mücadele edeceğiz diye kendimizi parçalattırıyoruz. Bu da kibrimizin bir başka versiyonu.

Çobanı çağırırsın…

Sen benim dostumsun, Mevlâmsın… Öyleyse bana yardım et, bana nusret et bu düşmanlara karşı.

Çobanın yakınlığını hissedemediğimiz için onu çağıramıyoruz arkadaşlar. Allah’ı tarif ederken hep ötelerin ötesinde diye tarif ediyoruz. Kendimizden o kadar uzaklaştırmışız ki sonradan sıkıştık mı ulaşamıyoruz. Hâlbuki o bize şah damarımızdan yakın…

“Size şah damarınızdan daha yakınız.” buyuruyor Mevlâ. Peki, biz ne ile meşgulüz? Biz çareyi, dermanı, kurtuluşu nerede arıyoruz? Dedik ya bizim takıldığımız suni gündemler var. Hâlâ bu pirincin taşını ayıklayamamışız. Hâlâ bir üçüncü şahsı, bir ikinci şahsı kurtarma adına kendimizi müthiş ihmal etmişiz. Birilerini kurtaracağız derken biz değirmenin çarkına kapılıp gitmişiz.

Sonra da bu düşmanlar bizi istila etmiş. Bizi, ailemizi, neslimizi… Kademe kademe dışarı doğru açılın. Çobanı çağırmak arkadaşlar…

Hazret buyuruyor ki nefs ve şeytan, hevâ ve tabiat ve sû-i karîn, kötü arkadaşlar hep insanın düşmanıdırlar. Hele hele fikri bozuk, akidesi bozuk, ahlâkı, ameli bozuk arkadaş nefisten ve şeytandan daha tehlikelidir. Zira böyle insanlar esasen zararlı olduklarından nefs ve şeytan bunların içine girip bunların marazlarını, manevi hastalıklarını körüklediğinden bunların insana yaptığını nefs ve şeytan yapamaz. Ayeti kerimede de Cenâbı Hak onları tarif ederken bismillah;
buyuruyor. O kalbinde maraz olan insanlar, o manevi hastalığa, ahlâksızlığa, iffetsizliğe, İslâmsızlığa, ibadetsizliğe düçar olmuş insanlar var ya, onlar İslâm’dan, imandan, ihsandan bir numune, bir eser gördüklerinde onların marazları daha da artar. Allah onların marazlarını artırır, kendilerini boğacak hale gelir.

Bugün toplum bir marazın eşiğinde, psikolojik sıkıntılarla boğuşuyor. Yoksa akıl kârı mı arkadaşlar? Şu anda çevremize, hudut komşularımıza bakalım yaşanan şeyler, yapılan şeyler akıl kârı mı? Suriye’de, Libya’da, Çeçenistan’da, Afganistan’da, Pakistan’da vs. birçok bilâd-i İslâmiye’de yapılan bu hareketler akıl işi mi? Sıhhatli düşünebilen bir insanın yapacağı şeyler mi? Suriye’de, sınırdan içeri giren insanlara Esed’in resmini gösterip “Secde edin buna!” diyorlar. Suriye’nin ilâhı budur… Firavun’un ifadesi bu değil miydi; “Ene Rabbikümü’l-âlâ” Hâşâ ve kellâ. “Sizin en büyük Rabbiniz benim.” “Suriye’nin en büyük ilâhı budur, buna secde edin.” Resme tükürdüler diye Suriye görevlileri orada öldürdü adamları. Akıl kârı mı bu? Bu maraz değil de ne? Nasıl izah edebilirsiniz bunu?

Orada krizler var da burada affedersiniz kerizler yok mu? Burası da dolu. Maraz her yere bulaşmış. Allah bize yardım ede. Allah bizlere meccanen yardım ede.

Marazları artar… İşte o insanların da marazları arttıkça; şeytan, nefis içeriden onlara vesvese verdikçe bu sefer Müslümanlara saldırıyorlar.

Yine çıkmışlar ortalıklarda örtü hakkında; “Efendim bu insan ayrımcılığıdır ve sairedir. Üniversitelere çağrıda bulunuyoruz, rektörler uyansın, ayağa kalksın da örtülü kimseyi yine okullara sokmasın…” Köprünün altından bu kadar sular akmış, adamlar temcit pilavı gibi hala ezberleri bozamıyorlar. Şimdi kim irticacı Allah için düşünelim, mürteci kim?..

Kötü arkadaşın insana yaptığını nefs ve şeytan yapamaz buyuruyor Hazret. Bununla birlikte nefis de, şeytan da haddizatında insan için büyük düşmandır. İmam Şa’rani Hazretleri El-Uhudu’l-Kübrası’nda buyurur ki; “Şeytanla hesaplaşmaya çalıştım, bahisleştim, iddialaştım beni aciz bıraktı ve bana dediki; ‘Boşuna yorulma, Cenâbı Hak bir mizan halk etmiş, bir ölçü, bir denge yaratmış. Beni de o dengenin meyline, hareketine göre kontrolcü, takipçi tayin etmiş. Her ne vakit insanlar olarak o mizana, ölçüye riayet etmezseniz ben bundan derhal istifade ederim.’ İşte buna benzer birçok doğru söz ve pek büyük hakikatler de söyleyerek, beni aciz bıraktı.”

İslâm büyüklerinden bir başka zat Sehl b. Tüsteri Hazretleri de şöyle buyurmuşlar: “Ben şeytanla mübâhasede bulundum, onunla iddialaştım, karşı karşıya geldim, beni aciz bıraktı. Çünkü şeytan pek ziyade âlimdir.” Bazı rivayetlerde yedi bin sene ilim tahsil ettiği yazılıdır. Şa’rani ve Tüsteri Hazretleri âlimlerin, Allah dostlarının büyüklerindendirler. Bunlar böyle olur ve böyle derlerse daha biz nerede kalırız?.. Nefs ve şeytanla nasıl başa çıkabiliriz? Bu cihetle hak dostları, İslâm büyükleri ile mülakat, onlarla kaynaşmak, birliktelik, onlara muhabbet, sevgi, samimiyet ve hizmetle, sohbetlerine müdavemetle onların derslerine, halkalarına, irşad faaliyetlerine devamlılıkla emirlerini can ve başla tutmaya pek ziyade muhtacız...

Cenâbı Hak, cümlemizi, tüm ümmet-i Muhammedi nefsin, şeytanın, hevanın, dünyanın ve bunlardan zuhur eden deccaliyet, süfyaniyet, dalalet, bid’at, dünyaya meyil, muhabbet, ihtilaf, kargaşa, cidal, kıtal gibi her türlü mezmum özelliklerden, sıfatlardan bizleri berî eylesin. Maddi ve manevi düşmanlarımıza karşı Cenâbı Hak bizlere nusret eylesin. Bizi nefsimizin şerrinden, cehaletin, gafletin şerrinden, kültür istilalarından, yozlaşmaktan, nemelazımcılıktan berî eylesin. Kendisine kul, Habibi’ne layık ümmet olabilme şerefine bizleri layık eylesin. Ahir akıbetimizi hayreylesin. İman ile göçmüşlerimize zerreler adedince rahmet eylesin. Yeryüzünde akan Müslüman kanını Cenâbı Hak durdursun. Yeryüzünü İbrahim aleyhisselâm ateşi misali Müslümanlara gülistan olarak lütfeylesin. Cenâbı Hak bu kanı akıtanları hidayet eylesin. Onları da Müslümanlara dâ- hil eylesin. Eğer hidayetlerini takdir etmemişse Kahhar ismi şerifi hürmetine onların haklarından gelip Müslümanları onların şerlerinden emin eylesin…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Mutad olduğu üzere meclislerimizde, cemiyetlerimizde el kitabı gibi gördüğümüz, istifade etmeye çalıştığımız mürşidimiz, sultanımız, üstadımız İmam Efendi Hazretleri’nin Sohbetname’sinden okuyoruz.

Belki bu mürşidimiz, sultanımız, üstadımız kelimeleri bazılarını rahatsız edebilir, biz şifa olsun diye söylüyoruz inşaallah. Cenâbı Hak büyüklerden bahsedebilmeyi, onları konuşabilmeyi bize şifa olarak lütfeylesin inşaallah.

Çünkü bizim dinimiz, şeriatımız, fıkhımız/hukukumuz hep bu büyükler üzerinden nakledilerek bize kadar ulaşmıştır. Eğer biz onların büyüklüklerinden, kemâllerinden, istikametlerinden şüphe edecek olursak bize naklettiklerinden de şüphe etmek durumundayız. O zaman da haliyle akla gelen ilk sual: Neye güveneceğiz? Veya bu kadim geleneği reddederken bunun yerine neyi koyacağız? Bu da akla ziyan, çok su kaldıran bir mesele…

Ben burada sizlerle bunları tartışmak için gelmedim. Sûfi yolunun belli prensipleri vardır, bu prensiplerden birisi de şudur ki; bu yolun yolcusu mücadeleden, münakaşadan men edilmiştir. Yunus’un güzel bir ifadesi var;

Ben gelmedim dava için,
Benim işim sevi için...
diyor.

Biz kavgaya gelmedik. Biz bir davaya, bir ideale geldik. Dünyada da varlık sebebimiz böyle bir dava. İ’lâyı kelimetullah, tevhid, risalet ve ahiret diyoruz. Bunlar dinlerin temel özellikleridir. Bu dava için buradayız. Konuşacaksak bunları konuşacağız ama tartışarak değil, müzakere ederek, mütalaa ederek, musâhabe ederek/sohbetleşerek, muhabbet ederek… Ancak meselelerimizi böyle halledebiliriz, diye düşünüyoruz. Bu yüzden sûfi literatüründe tartışma yoktur, iddia yoktur;  ideal vardır. Müddeilik sûfi ahlakından değildir. Murailik de yoktur; riyakârlık, gösteriş, pahalı satmak… Bunlar da yok.

Büyüklerimiz bu anlamda “Toprak olduk da olduk demeye utanıyoruz.” buyurmuşlar. Toprak olmak… Cenâbı Hak bunu cümlemize müyesser eylesin. Toprak, görünüşte her ne kadar atıl, kalkıp konmayan, tembel vs. bu tip vasıfları olan bir madde olarak görünse de bütün hazâin onun içindedir. Hazineler, cemâdât dediğimiz yakut, zümrüt, mercan, altın, gümüş hepsi onun içinde. Nebatat dediğimiz bütün güzellikler onun içinde. Laleler, sümbüller, güller, narlar, ayvalar vs. bütün nebâtât o topraktandır. İnsanın ednası da, âlâsı da topraktandır. En mükemmel insan Sultanu’l Enbiya (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) topraktandır. Bu yüzden toprak gibi olmak yani verimli olabilmek, güzel şeyler yetiştirebilmek, meydana getirmek, bünyesinde hazineler taşıyabilmek… Bunlar ciddi meseleler.

Demek ki bunların yolu da tevazu ile başlıyor “Men tevada’a refeahullah” buyuruyor Sultanu’l Enbiya (sallallahu aleyhi ve sellem). Kim alçakgönüllülük gösterirse Allah onu yüceltir. Topraklaşırsa Allah onu kıymetlendirir, münbit bir hale getirir, tabiri caizse varlığın anası olur.

Bunlar tabi çok farklı mevzular… Vuslat, sultan, mürşid kelimelerine takıldık buralara geldik Cenâbı Hak kastedilen manada “takılmamayı” lütfetsin. Yoksa “bunlara takılıp” hayatımızı yaşamalıyız aslında. Çünkü Kur’ân bize böyle buyuruyor: “Ve enîbu ilallah”   Allah’a inâbe ediniz, Allah’a teslim olunuz, tevekkül ediniz, Allah’a bağlanınız, yöneliniz ama bu müntehâ/nihayet. Her müntehanın bir müktedâsı/başlangıcı olmak zorundadır. Yine Kur’ân bu başlangıcı tarif buyuruyor: “Enîbu ilallah”ın başlangıcı “Men enâbe ileyye” buyuruyor ayette Cenâbı Hak. Allah’a inabe edebilmek için Allah’a inabe edenlere uymak, onların yoluna girmek, O’na teslim olanlara tabi olmak lazım. “Ve kûnu maa’ssadıkîn” O sadıklarla, sıdkını, ihlasını, samimiyetini ispat etmiş insanlarla birlikte olun.

Kur’ân dilinde, sünnet dilinde, tedvin edilmiş ilimlerin dilinde bu insanlara farklı sıfatlar tesmiye edilmiştir. Bunların bir kısmı da örfîdir.

Mesela Allahu Teâlâ Hazretleri’nin Kur’ân-ı Kerim’in zikrettiği 99 esma-i şerifi, güzel isimleri vardır. Ama değişik bölgelerde, örflerde O’na hitaben farklı isimler söylenmektedir. Bunlar bir zikir değildir ama büyüklüğü, yüceliği ifade ettiği için yine bunlara saygı göstermek lazımdır.

Mesela “Huda” ismi, Farsçadır. Güneydoğu’da da Kürt kökenli Müslüman kardeşlerimiz “Hudi” derler. “Huda, Hudi” Allahımız anlamındadır, yani hidayet edicimiz, hidayete ulaştıran…
Orta Asya dillerine baktığımızda, Türkçe’nin değişik lehçelerinde Allahu Teâlâ’yı tarif ederken “Çalap” denilmiştir. Özellikle edebiyat dilinde, Yunus gibi eski büyük Hak şairlerimizin lisanında geçer bu. “Çalabım” der.

“Mevlâm” diyoruz, dostum anlamındadır. Mevlâmız, bizim dostumuz, koruyucumuz… Böyle bir esma yoktur ama bu kelime söylenildiğinde Allah akla gelir, biliriz ki her ne kadar örfî de olsa bu kelimeyle Mevlâ-yı Müteal Hazretleri kastediliyor. Bu yüzden o kelimeye saygı gösteririz.

Bu misalde olduğu gibi İslam büyükleri, değişik kültürlerde, değişik isimlerle tarif edilmiştir. Mesela “sultan” demişlerdir. Bu kemâl bildiren, büyüklük bildiren bir kelimedir. Mevki sahibi, örnek, önder anlamlarında… “Mürşid” diyoruz. Kelime Arapça’dır, rüşdünü ispat etmiş ve ahlâk-i Muhammediye ile ahlâklanmış, ulûm-i Rabbaniyye ile donanmış, Rabbani ilimlere sahip; zemime olan, yerilmiş olan bütün sıfatlardan temizlenmiş, örnek, önder, ışık, manevi kandil gibi insanlara verilen isimdir mürşid. Rüştünü ispat etmiş, kendi ispat ettiği gibi etrafındaki insanları da reşit kılan, onları da rüşte erdiren, irşad eden, hidayetlerine, istikametlerine vesile olan, tabiri caizse anaç bir insan… İnsan yetiştiren, irfan mektebinin hocası anlamında...

Bu tip isimler söyleniliyor ama gel gör ki bazıları bu sıfatlardan, bu isimlerden günümüzde rahatsız oluyor. “Efendim İslam’da ruhbanlık sınıfı yokmuş...” Ruhbanlık ayrı bir şey, irşad apayrı bir şey.

Evet, İslam’da ruhbanlık yok, ruhbanlık Nasara’da/Hristiyanlar’da var. Keşişlik, azizlik, rahiplik onlarda var. Ama İslam’da önderlik var. İslam’da, Kur’ân’ın ifadesinde “takva” var. Kur’ân’ın ifadesinde “etka” var; mübalağa ile, takvadan da öte. Kur’ân’ın ifadesinde “Ebrar” var. Ebrar’dan ileride “Mukarreb” var… Bunlara ruhban diyebilir miyiz?

Kur’ân bir silsile zikrediyor: “Mine’n-nebiyyîn” Peygamberlerden başlatıyor. “Ve’s-sıddıkîn” Sahabiler, hâşâ ruhban mıdır bunlar? Kur’ân bunları sanki zincirleme bize bildiriyor; “En’amullahi aleyhim- Allah’ın nimetine erenler.” buyuruyor. Hususiyet verdiği, özellik verdiği insanlar...

Peygamberler, “Ve’s-sıddıkîn” ihlâs ile onlara tabi olanlar, “Ve’ş-şühedâîn” şehitler. Bu ayet zikredildiğinde ben sürekli Müslümanların dikkatini çekmek istiyorum; bu ayeti kerimede zikredilen şehitler, Ehli Beyt’dir muhteremler. Cenâbı Peygamber’in (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm)  nesl-i pâkidir.

“Ve’s-salihin” buyuruyor Cenâbı Hak, sulha erişmiş, Hak ile sulh yapmış, salah bulmuş. Kesb-i kemâl, seyr-i cemâle ermiş insanlar. Cenâbı Mevlâ ayette; “Bunlar ne güzel refiktirler, ne güzel arkadaştırlar.” buyuruyor. Dolayısıyla bu arkadaşların yolları ne güzel bir yoldur.

Bunlar ruhban mıdır? Rabbim bunları “Nimetimize erenler” diye tarif buyuruyor ve bizden bu yolu istememizi istiyor. Günde en az kırk sefer bu konuda dilekçe verin buyuruyor Mevlâ namazda. “Sırâtallezine en ‘amte aleyhim.” Ya Rabbi! Beni öyle bir yola nasip et, bana öyle bir istikamet nasip et ki benden önce o istikametten gidip de Sana ulaşanların, Sana kavuşanların istikametine beni de ilet.

İşte “Sırat-ı müstakim” odur. O yoldan bunlar yürümüş. Biz bilmediğimiz, misali olmayan bir şeyi isteyemeyiz arkadaşlar. Evet, bazı güzellikler vardır bunların ismi yoktur ama misalleri vardır, misalsiz olan şeyleri biz anlayamayız.

Ehli sünnet inancına göre kâmil mürşidler, o büyük sultanlar, o büyük insanlar Hz. Ebubekir Sıddık’tan başlayın da (radıyallahu teâlâ anh) sadakat makamında olan, safiyye, kâmiliyye makamında olan insanlar kıyamete kadar da olacak. Peygamberlerden sonra insanlığın en efdali olan, Hz. Sıddık’tan başlayın da böyle devam edin. Cenâbı Hak bunları her zaman dilimi içinde serpiştirmiştir. Her zaman dilimi içinde Sıddıkların yolunda, izinde, onların vazifesini yapacak insanlar olacaktır. Bu din-i mübinde, bu hudûd-i İslamiye’de bu insanların dillerinden, hallerinden, amellerinden, kemâllerinden elhamdülillah bugüne kadar ulaşmıştır.

Biz de bunlardan biri olduğuna inandığımız, bakın yine bunda iddiacı değiliz. Biz Müslümanız, bizden hüsnü zan istenilmiştir. Te’vili mümkün şeyleri hüsnü zan üzere te’vil etmemiz uygun görülmüştür. Biz de bu anlamda hüsnü zanda bulunuyoruz. Yaşadığı zamanın âlimlerinin, samimi Müslümanlarının, “Âlimdir, fâdıldır, kâmildir, Allah dostudur” diye üstünde ittifak ettiği bir insana, bir kâmile ait bir eser elimizdeki kitap. Onun cemaati ile, sevenleri ile, gönüldaşları, yaptığı sohbetleri talebeleri, cemaati, müritleri kaleme almışlar, zabdetmişler, -Allah onlardan ebediyen razı olsun- ve bugüne kadar da ulaştırmışlar elhamdülillah. Biz de o mübarek zatın güzel, güzide sohbetlerini değişik konularda cemaatiyle paylaştığı mevzuları böyle bir araya geldikçe paylaşmaya çalışıyoruz. Bunu mutad hale getirmişiz. El kitabımız gibi büyüklerimizin güzide eserlerin- den, sohbetlerinden, nasihatlerinden istifade etmeye çalışıyoruz.

Bugün yine burada sizlerle bu devletli zatın bir sohbetini birlikte mütalaa edeceğiz. Cenâbı Hak tesirini halk eylesin. Bize söylediklerimizle, sizlere dinlediklerinizle âmil olabilmeyi lütfeylesin inşaallah.

“Nefis, şeytan, hevau heves, kötü arkadaş insanın en amansız düşmanlarıdır.” konunun başlığı bu. İnsan dostunu ve düşmanını tanırsa huzurla yaşayabilir. Dost ve düşmanın iyi bilinmesi lazımdır.

Malumunuz bu anlamda İslam’ın temel prensiplerinden; “El-hubbulillah ve’l-buğzufillah” ilkesi vardır. Allah için sevilecek şeyler, insanlar, davalar, fikirler, görüşler ve bu görüşleri benimsemiş, bu görüşleri taşıyan, tanıyan insanlar… Sevilmeye müstahaksa bunları Allah için sevmek lazım. Bunlar dostlar.

Madalyonun öbür yüzünde Allah için buğz edilmesi, yüz çevrilmesi, düşman olunması gereken, karşı çıkılması, karşı durulması, tavır konulması, tedbir alınması gereken fikir, anlayış, ideal, ideoloji veya bunlarla donanmış insanlar...

Eğer insan bunlara riayet edemezse Allah Resûlü’nün ifadesiyle  “El mer’u maa men ehabbe, el mer’u yahşuru maa men ehabbe” Kişi sevdikleriyle beraberdir, onlarla haşr olunacaktır. Kimi seviyorsa, kime meyil ve muhabbet ediyorsa onlarla beraberdir ve ahirette de yine onların içinde, onların sınıfında haşr olacaktır.

“Men teşebbehe bi kavmin fe huve minhum” buyuruyor Cenâbı Peygamber. Kim kendini akide, ahlâk, amel, anlayış olarak hayat felsefesi, yaşam tarzı olarak kimlere benzetiyorsa veya aidiyet hissi olarak kendisini kimlere ait hissediyorsa o kişi onlardandır.

İnşaallah söylenilmek istenileni anlıyoruz. Çünkü bazı şeyler çok fazla açıldı mı sıkıntı olabiliyor. Diyelim bir yoğurdu ayran yapayım derken çok fazla sulandırırsanız bütün tadını, meziyetini kaybettirebilirsiniz.

Kim kime benziyorsa, benzemek istiyorsa, kendini kimlerden sayıyorsa, neci olarak kendisi tarif ediyor ve görüyorsa onlardandır.

İşte bu yüzden dost ve düşmanın belirlenmesi insan için temel ögelerdendir. Allah Resûlü yine bir işaretlerinde buyuruyorlar ki: “Kişi arkadaşının dini üzeredir.” Yani onun anlayışı, fikriyatı üzeredir. Bakışı, görüşü onu etkiler. “Kim kimi arkadaş ediyor ona artık dikkat etsin.” Kim kimle düşüp kalkıyor ona dikkat etsin...

Devam edecek...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort