JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cumartesi, 01 Haziran 2019 00:06

ONLARA KUR’AN’DAN DELİL GETİRME...

Onlara Kurandan Delil Getirme

Onlara Kur'an'dan Delil Getirme... - Salîk-i İrfan

Sayı : 133 - Ocak 2019

 

Onlara Kur'an'dan Delil Getirme...

 

Hamdolsun alemlerin Rabbi olan, Azîz olan, Kâdir olan Mevlayı Müteal Allahımıza (cc)…

Mevlamızın yarattığı şu kainattaki zerreler adedince sahibimiz ve şefaatçimiz Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz Hazretleri’ne de salat ve selam olsun… 

Ayrıca; hakikatin, sünnetin ve aşkın -ki hepsi bir- varisi olan Hâcegân büyüklerine selam, şükrân, binler ihtirâm olsun. O Hâcegân büyükleri ki kıyamete doğru yürüdüğümüz bir dönemde, ashabı kirama, Efendimiz’in (sav) mübarek sözlerine, Kur’an’a dil uzatıldığı bir zamanda bizleri muhafaza eylemişler. Ne kadar şükretsek azdır. 

28 Şubat gibi sıkı zamanlarda küfrün-tuğyanın temsilcilerine ağzını açıp tek kelime edemeyenler, bugün arslan parçası kesilip, sözde gerçek dine, öze dönüş adı altında dinin temel değerlerine saldırabilmekteler.

Anlıyoruz ki herkesin eteğindeki taşlar dökülecek, herkesin içi dışına çıkacak. Bu da toplumsal temizlenmenin bir gereği. Cenabı Mevla bizlere, hakkı hak bilip tabi olmayı batıl ne surette gelirse gelsin tanıyıp kaçınabilmeyi lutfeylesin.

Önceki yazılarımızda İbni Abbas (ra) efendimizden aktarımlarda bulunuyorduk. Bu yazımızda da İbni Abbas (ra) efendimizin şahsiyetini tanımada, örnek ve ibret almada Haricilerle mücadelesinden bir nakilde bulunmak istiyoruz. Görüyoruz ki ta o dönemlerden itibaren akaid kitaplarımızın belirttiği cehlî küfür/inadî küfür örnekleri birçok vakit kendini göstermiş. 

Hz. Ali (ra) efendimize itiraz eden, isyan eden kimselerle mücadelede, ilmi ve anlayışı muhkem bir sahabe olarak İbni Abbas (ra) efendimiz öne çıkıyorlar ve bu güruhun imanını-ahiretini kurtarmak için nasıl çırpınıyorlar. 

Aktaracağımız rivayette Hz. Ali (ra) efendimizin “Onlarla münakaşa ederken Kur’an’dan delil getirme.” ikazı da çok mühimdir. Bugün ayeti kerimeleri diline dolayıp edepsizce yorum yapanlarla muhataplığımızda bize önemli bir ölçü sunulmaktadır. Uzunca bir rivayet olup Mevlamız doğru anlamayı, doğru yerde durabilmeyi bize kolaylaştırsın, diyoruz... 

Hz. Ali (ra) Haricilerle konuşmak üzere gönderdiği İbn Abbas’a (ra) şöyle demiştir:

-Onlarla münakaşa ederken Kur’an’dan delil getirme.

-Niçin ey müminlerin emiri? Ben Kur’an’ı onlardan daha iyi bilirim. Kur’an bizim hanelerimizde nazil oldu.

-Doğru söylüyorsun, ancak Kur’an ayetleri çok anlamlı bir yapıya sahiptir. Buna göre sen bir ayet okursun, onlar da kendi davalarını destekleyecek bir ayet okur. Sünnetlerden delil getir. Sünnetlerden delil ve tevil yoluyla kaçamazlar.

Tarihi kaynaklar, “Hakem tayin etme ve verdiği hükme razı olma meselesi etrafında cereyan eden” bu münakaşada İbn Abbas’ın (ra) sünnet ve sîretten (hadislerden ve Efendimiz’in uygulamalarından) deliller getirerek binlerce Harici’nin tevbe edip Hz. Ali’nin safına geçmesini sağladığını kaydeder. 

Yine Zübeyr b. Avvam (ra) da oğluna şu tavsiyede bulunmuştur: “Sana karşı koyanlara karşı Kur’an’la mücadele etme. Onları iknaya güç yetiremezsin. Sünnete sarılmaya bak.”

Burada yanlış anlaşılacak şu noktayı da açıklayalım. Kur’an’ın çok anlamlı ve çok boyutlu oluşu -hâşâ- onun birbiriyle çelişik hükümler içermesi anlamında değildir. Sadece dinimizi yaşamada, sahabe başta olmak üzere, Nebevî anlayış üzere yürümüş olan Selef’i göz ardı ederek Allah Teala’nın muradına ulaşmak mümkün değildir. Buradaki tespit de buna dikkat çekmektedir.” (E. Sifil, Murâdullah mı Meal Yazarının Kanaati mi? Rıhle Dergisi, 4. Sayı)

İbni Abbas (ra) dedi ki: Haruriyye (Hariciler) düşmanlık üzere bir yerde toplandılar ve Ali b. Ebi Talib ve onunla beraber olan Peygamberin (sav) ashabına karşı çıkmaya karar verdiler.

Bir adam gelip “Ey Emire’l-Mü’minîn, bu topluluk sana karşı gelecek!” dedi. Hz. Ali “Bana karşı çıkana kadar bırak onları. Bana karşı savaşa girişene kadar onlarla savaşmayacağım. Gerçi öyle de yapacaklardır.” dedi.

Hz. Ali’ye dedim ki: “Ey Emire’l-Mü’minîn! Biraz namazı geciktir ki kaçır-mayayım ve bu arada o topluluğa gidip konuşayım.” 

“Sana bir şey yaparlar diye korkuyorum.” dedi. Dedim ki: “Hayır, inşaallah bir şey yapmazlar. Ben güzel davranıp kimseye eziyet vermeyen biriyim.”

Sonra Yemaniyye’den (bir tür kumaş) en güzelini giydim. (Ebu Zemil der ki: İbni Abbas güzel, yakışıklı biri idi.) Yanlarına geldim. Öğle istirahatinde idiler. İbadette onlardan daha şiddetli gayret gösterenini görmedim. Elleri deve dizi gibi idi. (Çok ibadetten iz yapmıştı.) Yüzlerinde secde eseri görülüyordu. Üzerlerinde yıkanmış gömlekler vardı. Yüzleri uykusuzluktan zayıflamıştı. Yanlarına gelince dediler ki:

-Bu üzerindeki elbise de ne?

Ben de:

-Beni bununla mı ayıplıyorsunuz? Ben Rasulullah’ın (sav) üzerinde bundan daha güzelini görmüştüm ve şu ayet inmişti: “De ki: Allah’ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?” (A’raf 32) 

-Niye buraya geldin?

-Size Rasulullah’ın ashabından, onun yanında olup da vahyin üzerlerine indiği insanlardan bahsetmeye geldim ki aranızda onlardan hiçbiri yok!

Onlardan bazıları dedi ki:

Kureyşle münakaşa etmeyin. Allah Teala buyuruyor ki: “Onlar şüphesiz kavgacı bir millettir.” (Zuhruf, 58)

Sonra dedim ki:

-Söyleyin bana Rasulullah’ın amca oğlu ve damadı olup ona ilk iman eden, ashabının birlikte olduğu kişiden alıp veremediğiniz nedir?

Dediler ki:

-Biz ona üç konuda muhalefet ediyoruz.

-Nedir onlar?

-Birincisi, o Allah’ın dininde insanları hakem kıldı. Halbuki Allah buyurdu ki: “Hüküm ancak Allah’ındır.” Allah’ın bu sözünden sonra insanların hükümde ne işi olabilir?

-Başka?

-Ali insanlarla savaştı ama ne köle aldı ne ganimet. Eğer savaştıkları kafir idiyseler mallarının Ali’ye helal olması gerekirdi. Eğer mümin idiyseler müminlerin kanını dökmek haramdır.

-Başka?

-Kendisi için emîru’l-mü’minîn sıfatından vazgeçti. Eğer emîru’l-mü’minîn değilse emîru’l-kâfirîn demektir.

-Başka bir itirazınız var mı?

-Bu kadarı bize yeter, dediler.

(İbni Abbas şöyle devam eder):

-Eğer size Allah’ın muhkem kitabından ve Nebisi’nin sünnetinden fikirlerinize karşı delil getirirsem dönecek misiniz?

-Evet, dediler.

-Allah’ın dininde insanların hüküm vermesi hakkındaki görüşünüze gelince, Allah Teala buyuruyor ki: “Ey inananlar ihramlı iken avı öldürmeyin, öldürürseniz -keseceği kurban için- içinizden adil iki kişi hükmetsin.” (Maide 95)

Kadın ve kocası hakkında ise şöyle buyuruyor: “Eğer karı kocanın arasının açılmasından endişelenirseniz erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin.” (Nisa 35). Şimdi Allah’a yemin verdirerek soruyorum size; insanları birbirlerinin kanına girmekten alıkoymak için, aralarını bulmak için hüküm vermek mi daha evladır, yoksa değeri çeyrek dirhem olan tavşan ve bir kaç kadın hakkında hüküm vermek mi daha evladır? Üstelik biliyorsunuz ki Allah dileseydi hükmü verir, insanlara bırakmazdı.

-Vallahi birbirlerinin kanına girmekten alıkoymak ve aralarını düzeltmek daha evladır, dediler.

“Ali savaştı ama köle ve ganimet almadı.” sözünüze gelince, söyleyin, anneniz Aişe’ye sövüyor musunuz? Yoksa başka kadınlarda helal olanı onda da helal kılıyor musunuz? Eğer böyle diyorsanız küfre düştünüz demek. Yok eğer onun müminlerin annesi olmadığını söylüyorsanız yine kafir oldunuz ve İslam’dan çıktınız demektir. Allah Teala buyuruyor ki: “Nebi müminlere kendi canlarından daha evladır ve zevceleri de (müminlerin) anneleridir.” (Ahzab Sûresi 6)

Görülüyor ki siz iki sapıklık arasında bocalıyorsunuz, hangisini seçerseniz seçin. Şimdi bu görüşlerinizden vazgeçtiniz mi? Birbirlerine baktılar ve dediler ki:

-Vallahi evet! 

(Devamla İbni Abbas)

-Ali’nin kendisi için Emîru’l-mü’minîn sıfatından vazgeçtiği görüşünüze gelince size bu konuda razı olacağınız sözü söyleyeceğim: Hudeybiye günü Rasulullah (sav) Kureyş’i aralarında anlaşma yazmak için davet etti. Suheyl b. Amr ve Ebu Süfyan ile yazışacaklardı. Peygamber (sav) dedi ki: “Ya Ali yaz! Bu Allah’ın Rasulü Muhammed’in hükmüdür.”

Dediler ki: “Vallahi senin Allah’ın Rasulü olduğunu bilseydik seni Kâbe’den alıkoymaz, sana karşı savaşmazdık. Onun yerine Muhammed b. Abdullah yaz.” Peygamber dedi ki: “Vallahi beni yalanlasanız da ben gerçekten Allah’ın Rasulüyüm. Yaz ya Ali: Muhammed b. Abdullah.”

Peygamber Ali’den üstünken kendisinin nebi olarak zikredilmemesine razı oldu ve bu onu peygamberlikten çıkarmıyor. Simdi bu görüşünüzden de vazgeçtiniz mi?

Dediler ki:

-Vallahi evet.

Bunun üzerine iki bini geri döndü. Dört bin kişi ise sapık olarak öldürüldüler. 

(Bu hadisi Abdurrezzak, Ebu Nuaym ve Beyhaki ve diğerleri tahric ettiler. Hasâis-ü Emirü’l-Mü’minin Ali b. Ebî Talib, Süneni Nesaî)

 

Yazar: Sâlik-i İrfan

 

Cumartesi, 01 Haziran 2019 00:05

İNSANIN YOLCU HÂLİ

İnsanın Yolcu Hali

İnsanın Yolcu Hâli - Veysel Özsalman

Sayı : 133 - Ocak 2019

 

İnsanın Yolcu Hâli

 

“Yürümek yeterli, sadece yürümek.

Davet edilenler yolu bulacaktır…”

İnsanın dünya sahnesinde bin bir türlü hali var. Bunlardan bazıları gelip geçici ve ömrünün belirli bir devresinde gerçekleşen hallerken bir kısmı da beşikten mezara kadar insanla birlikte var olan ve olmaya devam edecek hallerdir. İşte bu noktada bahsimize konu olan “yolcu” hali de insanı doğumdan ölüme kadar hiç bırakmayacak ve her daim onu nitelendirebileceğimiz hallerden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.

İster kelimenin gerçek manasıyla insanın bir yerden başka bir yere ulaşmak için aşması gereken mesafeleri ifade etsin isterse de mecazi manasıyla ferdin iç dünyasındaki sefere işaret etsin “yolculuk” daima insanın en mühim meselelerinden birisi olagelmiştir. Bu öneminden dolayı da felsefede, edebiyatta, mitolojide ve dinde bir metafor olarak sıklıkla kullanılmıştır.

Bir ağız alışkanlığı olarak insanın yolculuğu için “beşikten mezara” ibaresini kullandık fakat “beşik” ile “mezar” insan için sadece bu dünyanın ölçüleriyle bir başlama ve bitiş olarak kabul edilebilirler. Biz iman ediyoruz ki bu dünya insan için mutlak manada bir son olmadığı gibi benzer şekilde bir başlangıç olması da mümkün değildir. Öyleyse insanın yolculuğu da bu dünyada başlayıp bitmemektedir. 

Biz “yolculuğumuzun” bu dünyanın zaman ve mekân hudutları dışında seyreden kısmının sadece bize bildirilen kadarını biliyor ve anlamaya çalışıyoruz. “Bezm-i elest”i biliyoruz mesela, yolculuğumuzun ne kadar eskiye dayandığını görüyoruz ve ardından sonsuzluğu düşünüyoruz aklın sınırlı imkanlarıyla, yolumuzun uzunluğu aklımızı başımızdan alıyor…

Yolculuğun içerisindeki yolculuklar önümüze konuluyor sonra… Her biri bizim için ayrı bir ibret vesikası. Kendi yolculuğumuzda kaybolmamamız için birer pusula vazifesi görmekteler. Hz. Adem’in (as) dünyaya yolculuğu mesela, Hz. Nuh’un (as) gemisiyle çıktığı yolculuk, Hz. Musa (as) ile Hz. Hızır’ın (as) yolculukları ve Alemlerin Efendisinin (sav) miracı…

Ne çok şey öğretiliyor bu yolculuklar ile bize ve biz bu yolculuklara bizim için katlananlara ne çok şey borçluyuz… Elimizden geldiğince onlara teşekkür ediyor ve hayatımızı onlara göre şekillendirmeye çalışıyoruz. Mesela fani dünyanın zamanını bile Efendimiz’in (sav) mübarek yolculuklarını merkeze alarak ölçüyoruz. Hem yaşadığımız dünyanın işlerini hem de kendi iç dünyamızın işlerini onların mübarek yolculuklarıyla bir nizama kavuşturmaya çalışıyoruz.

Yolumuzu aydınlatanların mübarek yolculuklarından istifade ederek kendi yolumuzda ilerlemeye gayret ediyoruz. Bazen iç dünyamızdaki sefer bizi gerçek manada yollara düşürüyor bazen de yollara düşmemizin neticesinde iç dünyamızda bir sefere çıkma imkânı bulabiliyoruz. Bu imkanlar birleşip her iki cihette mesafe kat edilebilen ender zamanların arayıcıları olmaya azmediyoruz. Bunla-rın dışındaki yolculukların şuursuz koşuşturmacasında cezayı maalesef ayakların çektiğini, böyle yolculukların yorgunluktan başka kazancının olmadığını biliyoruz. Biliyoruz ama…

Ne yazık ki modern zamanların mührü her faaliyetimizde olduğu gibi “yolculuk”larımızda da belirgin şekilde görülür oldu. Sürekli tehir ettiğimiz ve aslında çıkmaya gönülsüz olduğumuzu bir türlü kendimize itiraf edemediğimiz manevi yolculuklarımız kaderine terk edilmiş vaziyette bir köşede bekletilirken dünyalık gezmeler ve gezintiler peşinden koşar olduk. İnsanın madde ve mana olmak üzere iki boyutlu bir varlık olduğunu kabul edip söylerken onu hep madde boyutuyla ele alıp insan olarak nitelendirilmesini sağlayan asıl boyutu ihmal ettik.

“Bir şeyi kırk defa söylersen olur.” şeklinde halk arasında yaygın olarak kullanılan ifadenin geçersizliğini ispatlamaya and içmiş gibi, günde en az kırk defa “bizi doğru yola ilet” diye yalvarırken yoldan çıkmayı başarabilen insanlar olduk. Bu sebeple modern zamanların sarhoşluğunun da tesiriyle “yolunu kaybetmiş”, “yoldan çıkmış”, “yolda kalmış” bir kul olmak ne yazık ki bizleri her zamankinden daha fazla tehdit eden bir mesele haline geldi.

Karşı koyamayacağımız vasfımız olan “yolcu” olma hali, zorunlu olarak bir yolda olduğumuzu ifade ederken mutlak manada doğru yolda olduğumuzun garantisini veremez. İyi yahut kötü herkes kendi seçtiği “yolun yolcusu”dur. Doğru yol ise ancak ve ancak “Göklerde ve yerde olan her şeyin kendisine ait olduğu Allah’ın yolu” (Şura 53) dur. İşte en önemli meselemiz “sırat-ı müstakim” denilen bu yolun yolcusu olabilmektir.

Bugün “doğru yol”u fark edebilmek her zamankinden daha güç bir hal almış, “arayış” içerisinde olanların işi ziyadesiyle zorlaşmıştır. Bu fark edişteki zorluk -haşa- yolun gizli, sisli, çetrefilli yahut karanlık olmasından değil modern zaman alışkanlıklarının bir katarakt gibi gözümüzün ferini söndürmesinden, ba-kan gözlerdeki fehimsizlikten kaynak-lanmaktadır.

Şu soruyu kendimize sormadan geçemiyoruz: Şahsi engellerimiz, ken-di eksikliklerimiz, her türlü kusur ve kabahatlerimiz “doğru yolu” görmemize, bulmamıza mani olurken nasıl olur da sırat-ı müstakime ulaşır, peygamberler, sıddıklar, salihler ve şehitler ile birlikte aynı yolda yürüyebiliriz? Bu soruya cevabımız ise şudur: Elbette onların yoldaki iz ve işaretlerini takip ederek. Bir âmâ en kalabalık şehirlerde trafiğin en yoğun olduğu caddelerde işaretleri, izleri, türlü vasıtaları kullanarak yolunu nasıl bulabiliyorsa bizim de aynı şekilde yoldaki izleri, işaretleri kullanmaktan başka şansımız bulunmamaktadır.

Üstad Necip Fazıl’ın “İşte iz, geli-niz” diye işaret ve davet ettiği bu iz, peygamberlerin, sıddıkların, salihlerin ve şehitlerin izidir. Bu izden kasıt bizi onlara kavuşturacak, onlara giden yolda bizi sevk ve idare edecek olan insan-ı kâmillerdir. Bu yolda el yordamıyla değil ancak onların önderliğinde ve rehberliğinde layıkıyla yürünebilir.

Bugün modern dünyanın bizi adeta itip kakarak ve sürükleyerek getirdiği “yol ayrımı”nda bir seçim yapmak zaten baştan kaybetmek anlamına geliyor. Çünkü bu tercihlerin hepsi çıkmaz sokak, bizi ulaştırabileceği bir son yok. İster kariyer basamaklarından tırman, istersen de kısa yoldan köşeyi dön… Hangisi nihayetinde Cenabı Mevla’nın ‘sırat-ı müstakimi’ne varır? Hiç birisi!

Bize öyle bir yol lazım ki attığımız adımları hem madde hem de mana dünyasında lehimize yazdırsın. Ayrı ayrı şeyler gibi görünse de birbirinin iz düşümü olan madde ve mana planında aynı anda ilerleme imkânı sağlasın. Böyle bir yol bulalım ki, bu yolda Cenabı Hakk’ın işaretlerine uyup maksadımıza erelim.

Cenabı Mevla bizi sırat-ı müstakimine iletsin ve ayaklarımızı bu yolda sabit kılsın. Bu uğurda bize yol gösterenlerin kıymetlerini bilerek, buna uygun davranabilmeyi, onlara layık olabilmeyi nasip etsin.

 

Yazar: Veysel Özsalman

 

insanlardan bazıları da vardır ki

İnsanların Bazıları da Vardır ki, İnanmadıkları Halde Allah'a ve Ahiret Gününe İnandık, Derler - Tamer Doymuş

Sayı : 133 - Ocak 2019

 

İnsanların Bazıları da Vardır ki, İnanmadıkları Halde Allah'a ve Ahiret Gününe İnandık, Derler

 

İslam, iman’ın sınırlarını belirlemiş ve etraflı şekilde açıklamış, küfrün de sınırlarını belirlemiş etraflı bir şekilde açıklamış ve nifakın da aynı şekilde sınırlarını belli etmiş, gereken şekilde açıklamıştır. Kur’an-ı Kerim’de bu konular sure-i celilelerde izah edilmiştir. Bu hususlarla ilgili olarak nifak ehlinin özellikleri, karakterleri de farklı surelerde açıklanmıştır. Bu surelerden biri Bakara Suresi’dir.

Tefsir âlimleri Bakara Suresi’nin mukaddi-mesinin üç bölümden oluştuğunu ifade ederler. Birinci bölümü, iman ehlinin gayba imanı, namaz kılmak, infâk etmek, her konuda Allah’ın kitabının gösterdiği yola uyarak hidayeti bulmak gibi temel nitelikleri anlatılmıştır. İkinci bölümde küfür ehlinin durumu gözler önüne serilerek şöyle ifade edilmiştir: “Gerçek şu ki, kâfir olanları korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir, iman etmezler. Zira Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Onların kulaklarına ve gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara 6-7) Üçüncü bölümde ise münafıklardan, nifak ehlinden bahseder. Biz burada üçüncü bölüm üzerinde müzakere edeceğiz, müfessirlerimizin (Allah onlardan razı olsun) aktardıkları bilgileri anlamaya çalışacağız inşallah. Bakara Suresi’nin mukaddimesi sayılan bölümde nifak ehlinin özelliklerini ifade eden ayette: “İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde, Allah’a ve ahiret gününe inandık derler.” (Bakara 8) Ayeti kerimenin tefsirinde şu bilgiler verilmiştir; Münafıkların Allah’a ve ahiret gününe iman iddiasında bulunurken yalan söylediklerini, bunun sebebinin ise aldatmak olduğunu, bu aldatma sebebinin ise kalbî hastalık olduğunu belirterek nifakın hakikatini zikretmektedir. Şânı Yüce Allah celle celaluhu, önce müminleri söz konusu etti. Şeref ve faziletleri dolayısıyla önce onların niteliklerini belirtti. Daha sonra onların zıddı olarak kafirleri zikretti. Çünkü küfür ve iman iki ayrı taraftır. Arkasından münafıkları zikredip az önce kendilerinden söz ettiği ehli küfre kattı. Çünkü Yüce Allah’ın: “Onlar iman etmiş değillerdir.” buyruğu ile aynı safta oldukları anlaşılmaktadır.

Münafıklık tehlikeli bir hastalıktır. Münafıklar içten içe İslam toplumda yara açan, oldukça rahatsız edici bir dikendir. Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey dilbaz münafıktır.” Ayeti kerimelerde yalancılığın, münafıkların şiarı olduğuna işaret edilmektedir. Efendimiz (sav) başka bir hadisi şerifte şöyle buyurmuştur: “Yalan söylemekten çokça sakının. Çünkü yalan imandan uzaktır.”

Münafıkların özelliklerinden bahse-dilmesi, müminlerin ruhlarında büyük bir etki bırakmakta ve bu gibi davranışlarda bulunmama yolunda bir öğüt haline gelmektedir. Çünkü müminlerin ayırıcı özelliği, hak üzere sebat göstermeleridir. Münafıklar ise münafıklıklarını sürdürüp giderken izledikleri bu yola gittikçe daha da sıkı sarılır, imandan ve Kur’an’dan yüz çevirirler. Bunun sonucunda da kalplerindeki hastalık artar durur; uyarıcı ve müjdeleyici Hz. Peygamber (sav) onlara geldikten sonra ruhları daralır, bunalırlar. Onun şan ve şerefinin yüksekliği karşısında ve ona uyanlar artmaya devam ettikçe de kıskançlık ateşi içerisinde kendilerini yer, bitirir.

Bunlar, Hak karşısında ne onu açıkça kabul edecek cesareti ve ne de onu açıktan açığa inkâr edecek cüreti gösterebilirler. Bunlar aynı zamanda kendilerini halk kitlelerinden üstün görürler ve her şeyi onlardan daha iyi bildiklerine inanırlar. İnsanların bu kesimini oluşturan kimseler Allah’a ve ahiret gününe inandıklarını ileri sürerler, ama aslında bu dediklerine inanmış değillerdir. Onlar inkarcı olduklarını söylemeye ve müminlere karşı gerçekten ne düşündüklerini açıkça ortaya koymaya cesaret edemeyen ikiyüzlü kimselerdir.

Onlar kendilerini sıradan halk kitlelerini aldatabilen zeki, hatta dahi kimseler sanırlar. Oysa Kur’an-ı Kerim onların bu eylemlerinin mahiyetini tanımlıyor:

“Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah’ı ve müminleri aldatırlar. Hâlbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir.” (Bakara 9)

Bu ayeti kerimede iki husus nazara verilmiştir: Birincisi, yüce Allah’ın (cc) müminleri sevindiren bir iltifatını görmekteyiz. Şanı yüce olan Rabbimiz müminleri kendisine nispet etmektedir. Yüce Allah ile müminler arasında sıkı bir ilişki olduğu realitesini görüyoruz. Bu realitenin ifadesi olarak yüce Allah müminlerin safını kendi safı, müminlerin işlerini kendi işi ve müminlerin durumunu kendi durumu sayıyor. Onları kendi Zatı’na ekliyor, himayesi altına alıyor. Bu durum müminlerin statülerini ve gerçek mahiyetlerini en yüksek düzeye yükselten, bu evrende iman realitesinden daha büyük ve daha onurlu bir gerçeklik olmadığını düşündüren bir iltifat. İkinci olarak münafıkların psikolojisi nazara verilmiştir: “Oysa sadece kendilerini aldatıyorlar, ama bunun farkında değildirler.”

Onlar öyle ağır bir gaflet, bir sarhoşluk içindedirler ki, farkında olmadan sadece kendilerini aldatıyorlar. Çünkü yüce Allah onların aldatma girişimlerini biliyor. Bunun yanında müminler de yüce Allah’ın himayesi altında oldukları için O, onları bu aşağılık aldatma girişimi karşısında koruyor. 

O hilebazlar gaflet içinde yüzdükleri için kendi kendilerini aldatıyorlar, kendi kendilerine oyun oynuyorlar. Münafıklar neden böyle çirkin bir yola başvuruyor, niçin böylesine bir hile yapmaya girişiyorlar? Cevabı ayette şöyle veriliyor: “Onların kalplerinde hastalık vardır.”

Yani karakterleri bozuktur, hasta ruhludurlar. Açık ve dosdoğru yoldan sapmalarına ve bu yüzden yüce Allah’ın bu anormalliklerini daha da arttırmasını hak etmelerine sebep ruhlarının hasta oluşudur.

“Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elem verici bir azap vardır.” (Bakara 10)

Buradaki hastalık şüphe ve nifaktır. Çünkü şüphe iki şey arasında tercih yapamayıp tereddüt etmektir. Münafık da mütereddittir. Bu hastalık her fesâdın ve bozuluşun adıdır. Onların; “Allah’a ve ahiret gününe inandık” sözlerini yalan olarak söyleyip müminleri aldatmak istemeleri dolayısıyla onlara acıklı bir azap vardır. (Onların) o münafıkların (kalplerinde) o kötü inançlarından, hareketlerinden dolayı ağır, öldürücü (bir hastalık vardır.) Bu ruhî, manevi bir hastalıktır. (Allah Teala’da onlar için) bu elem verici (hastalığı artırmıştır.) Kuran’ı Kerim’in ayetleri indikçe, İslamiyet her tarafa yayıldıkça onların düşmanlıkları, nifakları artarak küfürleri kat kat olmuştur. (Onlar için yalan söylemeleri) İman etmedikleri halde kendilerini mümin göstermeleri (sebebiyle gayet acı bir azap vardır.) Artık onlar için bu yalancı tavırlarından, bu münafıkça hareketlerinden dolayı pek ağır bir cehennem azabı vardır.

Bu münafıkların, Hicret’ten önce kavimleri arasında sosyal mevkî, otoritesi, liderliği olan Abdullah b. Ubeyy b. Selul gibi ileri gelenlerin bir başka sıfatı daha var. Bu sıfat, toplumda yol açtıkları bozgunculuğu ısrarla savunma ve yaptıklarının karşılığında onlara verilen mühletin onlarda oluşturan şımarıklıkla, tutumlarının doğru olduğunu inatla ileri sürme sıfatıdır. 

Devam edecek...

 

Kaynak
-Ahkami’l- kuran, İmam Kurtubi
-Ömer Nasuhi Bilmen Tefsiri
-El-Esas Fi’Tefsir, Said Havva
-Fizilalil Kuran, Seyyid Kutup
-Tefsirü’l- Münir, Vehbi Zuhayli
-İslam Tarihi, M. Asım Köksal

 

Yazar: Tamer Doymuş

 

Cumartesi, 01 Haziran 2019 00:03

HUZURA KAVUŞMANIN İLK KAPISI TEVBE MAKAMI -2

Huzura Kavuşmanın İlk Kapısı Tevbe Makamı 2

Huzura Kavuşmanın İlk Kapısı Tevbe Makamı -2 - Şeb-i Vuslat

Sayı : 133 - Ocak 2019

 

Huzura Kavuşmanın İlk Kapısı Tevbe Makamı -2

 

Birinci Temhid: Tevbenin Manası ve Şartları

Tevbe kelimesinin manasında üç hal vardır:

1-İnâbe: Allah’ın korkusundan dolayı ibadeti, fiili bilmek, yaşamak ve işlemektir.

2-İsticâbe: Günahların zararı ve zehirini bilmektir. Çünkü günahlar halk ile Halık arasında perdedir. Mü’min bu inançla tamamen Halık’ının azametine karşı mahcubiyetini hisseder. Yani korkusundan ve utancından günahı terk eder, ibadete devam eder.

3-Sevdiği zattan uzak olmasından kalbi hastalanır. Sevgilinin emirlerini yerine getirmediği için de eseflenir.

Bu üç şeyi bilmeyen bir kimsenin kalbinde elem, mahcubiyet ve mahzunluk meydana gelir. Bu oluşların ismi pişmanlıktır. Kalpteki tohumda bir hal doğar, bu halin ismi irade ve azimdir, yani yapması gerekli olanı yapmak ve onu maksadından geri bırakıp mahcub edeni de terk etmeyi kasdetmektir. Bu bilgi ve pişmanlık ve kasdın manasını birleştiren tek kelime tevbedir. Tevbenin manası, geçmiş hali terk ve gelecekte yapmamaktır. İşte bu hal, tevbe edene on ahlak ve hasleti getirir. Bu haslete şart denilir.

Tevbenin şartları:

1-İkinci bir seferde günah işlememek farzdır.

2-Belaya tutulduğu günahları terk etmek ve işlediği için de eseflenmektir.

3-Allah’a dönüp, kazası gerekli olanı kaza etmektir, kefareti icap edenin kefaretini vermektir, kul hakkına ait iadesi icap eden malı geriye vermektir.

Seydâ-i Tâhî: “Utancından dolayı gasp ve çaldığı malı sahibine iade etmeyen veya helalleşmeyenin mezalim hakkında tevbesi sahih değildir.” demiştir. 

4-Yaptığından pişmanlık duymak ve hatta ağlamak ve suçunu da idrak etmektir.

5-İstikameti düzeltmek için azami tedbiri almak, bilfiil istikamet yoluna girmek, ölünceye kadar istikametten ayrılmamayı azimle kasdeylemektir. Bu, Cenabı Hakk’ın huzuruna girişin ikinci kapısıdır. Birinci kapı yani tevbe sahih olmadığı takdirde, ikinci kapıya giriş muhaldir.

6-Günahların neticesi ne olacak diye korkmaktır.

7-Günahlardan döndüğü için affı dilemek ve Cenabı Hakk’ın mağfiretini ümit etmektir.

8-Dergâh-ı İlâhiyye’de günahlarını itiraf edip günahlarının afuvunu taleb etmektir; dil ile istiğfar çekmektir.

9-Günahları “Allah’ın kaderi ile olmuş ve O’ndan adalettir, hem de tevbeyi nasib etmiş, O’ndan fadl ve keremdir” diye inanmaktır.

10-Salih amellere ittiba etmektir.

Bu on şartla bilfiil amel eden kimseyi O esirgeyici Allah (cc) müjdelerken şöyle buyurmuştur: “Onlar ki sırf Rabblerinin rızasını isteyerek her türlü zorluğa katlanırlar, namazı tadili erkanla dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızktan gizli suçlara karşı gizli ve aşikâr günahlara karşı aşikâr hayr yoluna harcarlar. Kötülüğü iyilikle silip savarlar. İşte onlar için, tevbeden sonra günahlara karşı hayr işleyenler için bu dar-ı dünyanın iyi bir sonucu vardır ki o sonuç da Adn cennetleridir.” (Rad 22-23) Hadis-i şerifte: “Bir kötülük işlediğin zaman akabinde iyilik yap; kötülüğü iyilikle imha et!” buyrulmuştur. Şeyh Cüneyd Bağdadî (ks) der ki: “Tevbe; kalben pişmanlık, dil ile af dilemek, azalar ile şerri terk etmek ve hayrı işlemektir.” Tevbe yapmak demek, bilfiil günahları terk etmek ve onun mukabilinde hayr işlemek demektir.

Gavs-ı Hizânî: “Tevbe geçmişi unutmak ve geleceği düşünmemektir.” demiştir.

Hâce Hazretleri (ksa) ise tevbeyi şöyle tarif buyuruyorlar: Tevbe; kulun Allah’a (cc) rücusudur, dönüşüdür. Kulun Allah’ın emirlerine muhalefetten, Allah’ın emirlerine itaate dönüşüdür. Dalalet ve gaflet ortamından, Allah’ın (cc) inayetiyle, hidayet ve istikamete dönüş azminin, ricasının, gayretinin, ümidinin ismidir tevbe.

Tevbe bir yönelilş olduğu gibi aynı zamanda bir sığınıştır. Dolayısıyla tevbe; Allah’tan (cc) dûr ve baid oluştan, Allahsız yaşamaktan korkmanın; Allah’tan mahrum kalmanın ve mahrum kalmaktan korkmanın adıdır.

Tevbe imani, islami bir eylem, bir fiil olduğu gibi tasavvufi hayatın da başlangıcıdır. Mana hayatının, mana iklimine girişin kapısıdır tevbe.

Tevbe aynı zamanda temizleyicidir. Tevbe bir manevi rahmettir, mağfirettir, selamettir, sıhhattir… Bunlar temizleyi-cidir, arındırıcıdır, fıtrata döndürücüdür. Tevbe ile insan fıtratına döner. Hadiste de zikrediliyor ya; “Hiç günah işlememiş gibidir.” İnsan doğduğunda günahsızdır. Demek ki kul, tevbe ile fıtratına, asliyetine döner.

İkinci Temhid: Tevbe-i Nasuhtur

Bu tevbe-i nasuh, halk dilinde çok meşhurdur. Fakat manası da çok ihmal edilmiştir. Tevbenin ikinci temhidine iyice kulak vermek lazımdır. Çünkü nasuh tevbesi kime nasip olursa, o kimse iki dünyada bahtiyar olur.

“Ey iman edenler tam doğru ve temiz kalbe sahib bir tevbe ile bir daha günaha dönmemek, hatta günahları arzu etmemek şartı ile Allah’a dönün.” Gizli-aşikâr suçlardan pişman olun, zulmen aldığınız malı sahibine veyahut varisine veyahut sadakaya verip geçmiş ibadetleri kaza edin. Hem de günahlara nefsinizi alıştır-dığınız gibi de ibadet ile nefsinizi terbiye edip alıştırın. İman selameti ile Allah’a dönün. “Çünkü böylece döndüğünüz tak-dirde olur ki Rabbiniz günahlarınızı afuv edip örter ve sizi altından ırmaklar akan cennetlerine sokar...” (Tahrim 8)

Bu tevbe öyle bir tevbedir ki sanki günah işlemekle sahibi cennete girmiştir. Ki ismi tevbe-i nasuhtur. Tevbe-i nasuhun alâmeti de sekizdir.

1-Geçmiş günahlardan pişmanlık.

2-Terk edilmiş farzları kaza etmek.

3-Bir daha günaha dönmemek.

4-Kul hakkını geriye iade etmek.

5-Hasımlarla helalleşmek.

6-Günah işlemekle nefsini tedricen isyana alıştırdığı gibi, tevbeden sonra da nefsini tedricen riyazetle terbiye edip ibadete alıştırmak.

7-Nefsine günahların tadını tattırdığı gibi taatlarin de acılığını tattırmak.

8-Günahlardan buğzetmek, hatırla-yınca istiğfar etmek. Hadisi şerifte: “Günahlardan mezkur sekiz şartlarla tevbe eden, günahlarını işlemeyen kimse gibidir.” buyrulmuştur. Rasulullah’ın, tevbe edeni günah işlemeyene benzetme-sinden hikmet budur ki, istikameti düzelten kulun nefsi zayıf olur, nefsin hevası da kırılır, ruhu kuvvetleşir. Ruhu kuvvetleştiği vakit de melek âlemine yakın olur. Melek masum olduğu gibi kendisi de masum olur. Bunun içindir ki Rasulullah tevbe edeni günah işlemeyene benzetir.

Elhâsıl nasuh tevbesi, Allah yolunun başlangıcıdır. Tevbe etmeyen yola girmiş değildir. Yola girmeyenin Hakk’a kavuşması nasıl mümkün olur? Allah’ın Rasulü, Rabbinden naklen bir hadisi kudside şöyle buyurur:

“Ey benim kullarım! Ben zulmü Kendim üzerine haram kıldım ve sizin aranızda da haram kıldım. Sizden biriniz diğerine zulmetmesin. 

Ey kullarım! Siz hepiniz yolunuzu kaybetmiş dalâlettesiniz; benim hidayet eylediğim kimseler müstesnadır. Benden doğru yola iletilmeyi talep edin ki Ben de sizi o yola ileteyim. 

Ey Benim kullarım! Siz hepiniz açsınız; yemek yedirdiğim kullarım müstesnadır. Benden taamlanmayı talep ediniz, tâ ki sizleri doyurayım. 

Ey kullarım! Hepiniz çıplaksınız; giydirdiğim kullarım müstesnadır. Benden giydirilmeyi talep edin, sizi Ben giydireyim. 

Ey kullarım! Siz hepiniz gecede ve gündüzde hata, yasak ettiğim şeyleri işliyorsunuz ve Ben de bütün günahları örtüp yarlıgarım. Şu halde günahların mağfiretini Bana yalvarıp talep edin ki günahlarınızı mağfiret edeyim. 

Ey kullarım! Elbette zarar vermek hususunda Bana ulaşamazsınız ki Bana zarar veresiniz. Elbette menfaat vermekte de Bana ulaşamazsınız ki Bana bir menfaat veresiniz.

Ey Benim kullarım! Şüphe yok ki eğer evveliniz ve ahiriniz, insanlarınız ve cinleriniz, Allah’tan sizlerden en çok korkan, en kamil bir zatın kalbi üzere olursanız bile bu Benim mülkümde hiç bir şey ziyade etmez. 

Ey Benim kullarım! Eğer evveliniz ve ahiriniz, cinleriniz, insanlarınız, en fâcir (=Hakk’tan yüz çeviren) ve en çok isyankârlık yapan bir kişinin kalbi üzerinde olursanız bile Benim mülkümden hiç bir şey noksan olmaz.”

Yani bütün kainatın kalpleri Hazreti Muhammed’in (sav) kalbi gibi olsa Cenabı Hakk’ın mülkünde bir şey ziyade etmezler; aksi takdirde kainat şeytanın kalbi gibi olduğunda Cenabı Hakk’ın mülkünden bir şey eksik etmedikleri gibi.

Çünkü Allah Teala kendi Zâtı’nda kamildir. “Ey Benim kullarım! Evveliniz ve ahiriniz, insanlarınız ve cinleriniz yüksek bir yerde kalksalar, hepsi bir ağızdan çeşitli lügatlarda Benden isteseler, Ben her birisine istediklerini versem, Benim nezdimde olandan hiçbir şey eksik olmaz; illâ bir denizden bir iğne gitmesi gibi noksan olur.”

Denizden iğne çıksa eksiklik ne kadar olursa, Benim indimdeki o kadar eksik olur, yani eksilmez. 

“Ey Benim kullarım! O sizin amelinizdir, sizlere sayıp hesap ederim. Sonra da sizlere amelinize mukabil tamı tamına hakkınızı veririm. Her kim hayr bulursa Allah’a hamdetsin. Başkasını, şerri bulursa nefsinden başkasını kınamasın.”

Ayeti kerimede: “Herhangi bir hayr size isabet ederse o Allah’tandır. Herhangi bir şer size isabet ederse o nefsinizdendir...” (Nisa 79) buyrulmaktadır.

Hazreti Ömer (ra) yağmur duasına çıkınca yolda çok istiğfar ederdi. Ondan sorduklarında Nûh Suresi’nin on ve on birinci ayetlerini okurdu. Bekr bin Abdullah der ki: “Günaha çok istiğfarları çekiniz. İstiğfar, insanlardan çok günahı azaltır.”

Hazreti Hasan’a (ra) birisi kıtlıktan, diğer birisi fakirlikten, başka birisi zürriyetin azalmasından, daha başka birisi toprağın az mahsul vermesinden sordular. Hazreti Hasan hepsine “Estağfirullah” demesini tavsiye etmiştir. Hazreti Hasan’a Rubeyi’ bin Sabih dedi ki: Sana muhtelif adam gelip muhtelif şikâyet ettiler, sen de hepsine verdiğin cevapta “istiğfar edin” dedin. Hazreti Hasan (ra) bunun üzerine Nûh Suresi’nin on ve on birinci ayetlerini okudu.

“Allah’a andolsun ki Ben günde yetmiş defadan ziyade istiğfar, Allah’tan yarlıganmayı talep edip tevbe ederim.” Bunu diyen Rasul-u Ekrem’dir.

Devam edeceğiz inşallah. Selam ve dua ile… Allah’a (cc) emanet olun.

 

Kaynakça:
İsmail Çetin, Edeple Varış Lütufla Dönüş, Dilara Yayınları, 2007
Yakub Haşimi, Musâhebâtu’l-Fu’ad ve Vesâilu’s- Suâd, Eylül 2013.

 

Yazar: Şeb-i Vuslat

 

Cumartesi, 01 Haziran 2019 00:02

SEVEN SEVGİLİYİ ÜZMEKTEN KORKAR

Seven Sevgiliyi Üzmekten Korkar

Seven Sevgiliyi Üzmekten Korkar - Burcu Kul

Sayı : 133 - Ocak 2019

 

Seven Sevgiliyi Üzmekten Korkar

 

Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a (cc), salat ve selam, Kâinatın Efendisi Hazreti Muhammed Mustafa’ya, O’nun ehlibeytine, ashabına, etbaına, kıyamette kadar devam edecek olan varisi ekmelerine ve ümmetine olsun.

Allahu Teala veli kullarının himmetlerini üzerimizden eksik eylemesin. 

Bir yılı geride bırakarak yeni bir yıla merhaba diyoruz. Müslümanların haline bakınca içimizde yeni bir yılın coşkusu oluşmuyor. Geçtiğimiz yılın Müslümanlara yapılan zulümlerle dolu olması, içi boşaltılmaya çalışılan bir İslamî anlayışın oluşturulması, yeni bir din algısı, hele ki iki cihan güneşi Efendimiz’in (sav) hayatımızdan çıkarılmaya çalışılması ve daha nice mevzular gönlümüzü yaralıyor.

Müslümanların yılbaşı adı altında yaptıkları Hristiyan adetlerini kabul etmek mümkün değil. Fitnenin ayyuka çıktığı, türlü günahların işlendiği, piyango kuyruklarının aylar öncesinden oluşturulduğu, gerek ahlaki gerek imani erozyon-ların planlandığı bu geceye dahili ya da harici olarak Müslümanların değer vermesi durumun vahâmetini ortaya koyuyor.

Maalesef bu duygularla gelen yeni yıla sevgi ve coşku ile bakamıyoruz. Ancak ve ancak yüce Allah’ın rahmetine sığınıyoruz ve bize nusret ihsan etmesi için yalvarıyoruz. Dünümüze, bugünümüze tevbe ederken geleceğimizin ve nihayetimizin O’nun rızası ile olmasını niyaz ediyoruz.

Her gelen yeni yılda TV programlarında alışılagelmiş bir şekilde geçen yılın hesabı ve gelecek yılın planlaması yapılıyor. Ne kadar kâr elde ettik ya da zarar elde ettik. Yeni yıldan beklentiniz, yeni yılın moda rengi, kıyafeti, mesleği vb. gibi konular ele alınıyor. Peki, ey Müslüman kardeşim ahirete dair bir hesap yapabildik mi? Geçmiş hatalarımızdan pişman olup gereken dersleri alabildik mi?

Ne kadar ömrümüzün kaldığını bilmiyoruz. Büyüklere “Ölüm bize ne kadar uzak?” diye sormuşlar, onlar da “Göz açıp kapayıncaya kadar!” buyurmuş. Bu kadar kısa olan ömrümüzün hesabını hiç düşündük mü? Ömrümüzü hesaba çekelim ve bakalım ki amel defterimiz elimize verildiğinde kârda mıyız yoksa zararda mı?

Allahu Teala, Kur’an-ı Kerimi’nde şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun; şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşır 18) 

Ahiret çok yakın olduğu için ona ‘yarın’ deniliyor. Herkesin böyle bir günü olduğuna göre Hakk’ın ipine sımsıkı sarılmamız lazım. Bu da ancak sünnete tam bir ittiba ile mümkün. En ufak ayrıntının (gerek zahiri gerek batini) ifşa edileceği o günde bizim yüzümüzü aydınlatacak vesileler edinmeliyiz. Nite-kim Allah Teala, Kitab-ı Mübini’nde şöyle buyuruyor:

“Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler; Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.” (Maide 35)

Hâce Hazretleri, Tevzihu’l-Hakâik kitabında şöyle buyuruyor:

“Kur’an’daki korku ifadelerini tehdit olarak algılamayalım… Cenabı Hak bizi bir güzelliğe davet ediyor. Nedir o güzellik? “İttekû” (korkun) ifadesi ‘takva olun’ manasında. Takva olmak, tamamen sevgiye dayalı bir şeydir. Allah’ı çok seversek, Allah için nefsimizden fedakarlık yaparız, nefsimizin arzuların-dan geçeriz.”

Sahabe efendilerimizin hayatlarına baktığımızda onların hayattaki yegane korkusunun O’dan (sav) ayrı kalmak olduğunu görüyoruz. “Olur da bir fiilimiz O’nun sünnetinden ayrı düşer, yarın ahirette o farklılıktan dolayı O sevgiliden ayrı düşeriz.” Bunun endişesini çekmişler. Onun için hayatlarını bütünüyle Efendimiz’in (sav) hayatına benzetmeye çalışmışlar, onun ölçülerini düstur edinmişler.

Fahri Kâinat Efendimiz (sav) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlar:

“Kim Benim sünnetimi ihya ederse Beni sevmiş olur. Beni seven de cennette Benimle beraber olur” (Tirmizî, Sünen İlim 39/16)

Allah’ı gerçek manada sevebilenler, O’ndan gerçek manada korkabilir. Seven kişinin tek derdi O’nu mutlu etmek, O’na kavuşmak ve O’nun sevdiği şekilde olmak.

Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri (ks) şöyle buyuruyor:

Allah korkusunun alameti şu yedi şeyle bellidir:

Birinci alamet dilde vücud bulur;

Allah korkusu taşıyan kul yalan söylemekten, gıybet etmekten, laf taşımaktan ve koğuculuktan sakınır. Bunun yerine, dilini zikirle doldurur, Kur’an okur, ilimle meşgul olur. 

İkincisi kalpte vücud bulur;

Zira Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor:

“Ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi haset de (çekememezlik) iyilikleri yer bitirir!”

Allah’tan korkan kimsenin kalbinde, düşmanlık, yalan, haset, insanlık dışı duygular yer bulup barınamaz. Bilmiş olunuz ki kıskançlık kalp hastalıklarının en önemlisidir. Bu hastalık ilim ve iyi amelle giderilir.

Üçüncüsü gözde vücud bulur;

Allah korkusu taşıyan kul, ge-rek yiyecek, gerek giyecek ve diğer hususlarda gözünü haramdan korur. Dünyaya hırsla değil de ibretle bakar. Bakışlarını haramdan kaçırır. 

Zira Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki:

“Gözünü haramla dolduranın Allah kıyamet günü, gözünü ateşle doldurur.”

Dördüncüsü karında vücud bulur;

Allah’tan korkan kul, karnına haram lokma sokmaz. Zira haram yemek en büyük günahlardandır. Zira Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır:

“Haram lokma yiyen insanın, lokma midesinde kaldığı sürece yerde ve gökteki melekler ona lanetler yağdırırlar. Şayet o halde ölürse yeri, direkt cehennemdir.”

Beşincisi elde vücud bulur;

Allah korkusu taşıyan bir kimse hiçbir harama el uzatmaz. Her zaman ellerini Allah rızasına uygun işlere uzatır.

Ka’bu’l-Ahbar’dan riayet edildiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurdu:

“Allah yetmiş bin daire ve yetmiş bin odası olan yeşil zümrütten bir köşk yapmıştır. O köşke imkanları varken Allah korkusundan dolayı ellerini harama uzatmayanlar oturacaktır.” buyurmaktadır.

Altıncısı ayaklarda vücud bulur;

Allah korkusu taşıyan kimse adımlarını günah işlemeye değil Allah’ın buyruğuna, rızasına uymaya, alimlerle sohbet etmeye gitmek için kullanmalıdır.

Yedincisi yaptığı amelde vücud bulur;

Allah’tan korkan, sadece Allah için kulluk yapar, gösterişten, nifaktan ikiyüzlülükten kaçınır. Artık o Allah’ın haklarında şöyle buyurduğu kimselerden olur:

“Rabbinin katında, ahiret mutlu-luğu, muttakiler, Allah’tan korkanlar içindir. Allah’ın kendilerine nimet vermiş olduğu sevabı almış olarak cennetlerde pınarların başındadırlar.” (Zariat Suresi 15-16)

Bizler hakikati ile Hakk’a kulluk yapamasak da vuslatı arzu ediyoruz. Allahım! Senden; Seni sevmeyi, Seni sevenleri sevmeyi ve Senin sevgine ulaştıracak amelleri sevmeyi dileriz.

 

Yazar: Burcu Kul

 

Sayfa 10 / 269

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort